Hukuk ve ekonomi ilişkisini anlatırken piyasanın mevzuat çerçevesinde değerlendirilmesinden, ekonomi hukukundan en basit anlatımıyla sermaye piyasası kanunu yahut rekabet hukuku gibi ekonomik mevzuattan bahsetmiyoruz. Bir hukuk kuralı ihdas edildiğinde bunun toplumsal sonuçları olabileceği gibi ekonomik etkileri de olabilir, bir kuralın getirdiği, toplumda adil ve eşitlik yaratan sonuç ekonominin normatifliği içinde değerlendirildiğinde pragmatik olmayan bir sonuç yaratabilir bunlar arasında mikro ilişki ve dengeden bağımsız olarak biz burada Hukukun bizzat kendi işleyişinin, hukuk güvenliğinin ekonomiye etkisinin önemini vurgulayacağız.

21.YY’da hukukun toplumsal kural koyması görevi dışında ülkeler arasında bir prestij meselesi haline geldiğini görmek gerekir. Bugün Kara Avrupası Hukuk sisteminin bir parçası haline geldiğimiz söylenebilir, Medeni Hukukumuz, Ceza Hukukumuz hatta Hukuk metodolojimiz, kurallarımız, yorumlama teorimiz dahi Avrupa’nın münferit devletlerinden kendi hukukumuza ihdas ettiğimiz sistemlerdir bu sebeple ki Türkiye’de yazılı hukuk, evrensel hukuk kuralları seviyesindedir.

Ekonomiye dair kurallarda aynı şekilde evrensel ölçütler kıstas alınarak tanzim edilmiştir. Anayasanın 5.maddesinde  devletin görevleri arasında toplumun, refah, huzur ve mutluluğunu sağlama görevi yer almaktadır. 10.maddesinde eşitlik, 35.maddesinde mülkiyet hakkı, 166 ve 167. maddelerinde ekonomik hükümler bulunur.  Borçlar Kanunu, Türk Ticaret Kanunu,  Rekabetin Korunması Hakkında Kanun, Bankacılık Kanunu ve benzeri onlarca kanunumuz vardır. Bu kanunların içeriklerinde, şekil ve esasa ilişkin yapılış biçimlerinde problem yoktur. Sadece ekonomiye ilişkin mevzuatta değil bizim Türk Ceza Kanunumuz ve Özel Ceza Kanunlarımız da evrensel hukuk ilke ve prensiplerini benimsemiş ve bizatihi hukuk devleti anlayışıyla uyumlu kanunlardır. Burada anlatmak istediğimiz husus mer’i hukuk yani yürürlükte bulunan mevzuatımızda ciddi problemlerin olmadığıdır. Bizde problemin esas kaynağı ‘’de facto’’ yani hukukun fiilliyatta, uygulanması esnasında ortaya çıkan sorunlardır.

Hukuk kuralları; yer, zaman ve kişi farketmeksizin herkese eşit şekilde uygulanmalı ve uygulandığı görünür olmalıdır. Toplumsal bilinçaltında, A kişisinin gerçekleştirdiği eylemin hukuki sonuçları ile B kişisinin eyleminin sonuçlarının aynı olacağı hususu yerleşmelidir. Hukukun yahut kamu idarelerinin çifte standart yarattığı algısı hukuki güven ilkesini zedeleyeceği gibi hukuk devleti ilkesinden ödün verildiği izlenimi yaratacaktır.

Ekonomide çifte standardın olması yani sermayenin tek yöne doğru akması, gelir adaletsizliğinin oluşması ne kadar tehlikeliyse  Hukukta da; çifte standardın olması, konjonktürel davranılması o kadar tehlikelidir. Gayet tabi burada en büyük görevlerden biri siyasi iktidarın olacaktır. Yargıya hiçbir siyasi müdahalenin olamayacağı gerek yerelde gerekse de küresel diyalog alanlarında dile getirilmelidir.

Özellikle Avrupa ve Amerika’nın Türkiye’nin hukuk sistemine bakış açısında ciddi problemler vardır. Batı, Türkiye’de kişiden kişiye, dönemden döneme değişen konjonktürel bir hukuk anlayışı olduğunu, yargının bağımsızlığı hususunda problemler olduğundan emin şekilde tavır sergilemektedir. Bunun oryantalist bakış açısının ürünü mü yoksa gerçekten çözülmesi gereken problemlerin mi olduğu hususu ciddiyetle tartışılmalıdır.

Söz konusu olan/varsayılan problemlerin ekonomik yönden yarattığı sıkıntı değerlendirildiğinde, ekonomik gelişim bir ülkenin sadece doğal kaynaklarıyla,  kendi üretiminin sağladığı gelirle devamlılığı sağlanacak bir alan değildir. Ekonomisi gelişmiş ülkelere bakıldığında, ciddi ölçüde yabancı yatırımın olduğu görülmektedir.

Yabancı yatırımcı hatta yerli yatırımcının ülkemizde yatırım yapabilmesi, istihdam oluşturması, projeler geliştirebilmesi için hukuk güvenliğinin sağlanması gerekir. Yabancı yatırımcı, özellikle batılı yatırımcılar hukuk güvenliğinin yürürlükte bulunan mevzuat dışında, hukukun uygulamada nasıl şekillendiğini, siyasetin yargıya müdahalesi olup olmadığını, tam anlamıyla bağımsız bir yargının bulunup bulunmadığını, nihayetinde hukuk güvenliği olup olmadığını kendi risk alanlarını belirlemek için sıkı sıkıya takip etmektedir.  

Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan gibi Arap yarımadası yatırımcılarının ise önceliği hukuk güvenliği ve hukuk devleti ilkesi olmadığından farklı öncelik ve menfaat sıralamasıyla yatırım yapmaktalar.  

Son yıllarda dünyanın ekonomimize  ve hukukumuza bakışı nasıl diye mukayeseli bir değerlendirme yapıldığında akla ilk gelen  belli  başlı kuruluşların yapmış oldukları gözlemler neticesinde düzenledikleri rapor ve incelemelerdir. Türkiye, Uluslararası Mali Eylem Görev Gücü (FATH) tarafından 2021 yılından beri gri listeye alınmış durumdadır.

Yani FATH Türkiye’ye kara para aklama, terörün finansmanı gibi konularda eksikler olduğunu belirtmiş ve bunları deklare etmiştir.  Bu eksikliklerin bir an önce çözülmesi gerektiği açık olup gri listede kalmak Türkiye açısından büyük bir prestij kaybı olmakla birlikte Uluslararası krediye ulaşım zorluğu ve yabancı yatırımcılarda tereddüt oluşturmaktadır. Söz konusu problemlerin çözümü için hükümet tasarrufları ve yargısal adımlar (Türkiye genelinde kara para aklama suçlarına yönelik özel soruşturma büroları kurulmuştur) atılmış olup yakın dönemde gri listeden çıkılması beklenmektedir.

World Justice Project (Dünya Adalet Projesi) tarafından yayımlanan 2022 yılında Hukukun Üstünlüğü Endeksinde (Rule of Law Index) ise ülke olarak, 140 ülkeden 116. Sıradayız. Zambiya, Kenya, Angola, Mali, Guatemala gibi ülkelerin dahi gerisinde olan bir Türkiye görülüyor. 2021 yılında 117, 2020 yılında ise  106. sıradaydık. Endeksin ilk sıralarında Danimarka, Norveç, Finlandiya ve İsveç gibi ülkeler yer alıyor. Hani bazen siyasetçiler ya da bürokratlarca ‘’ burası Norveç değil, isveç değil’’ diyerek istemeden de olsa güzelleme yaptığı ülkeler bunlar. Elbette, Türkiye’nin bu sıralamada ki yerini  gerçekçi bulmayabiliriz, Avrupa’nın ve Amerika’nın Türkiye’ye olan ön yargısının raporlara yansıdığını savunabiliriz ancak Türkiye’de iktidara ya da muhalefete yakın anket şirketlerinin yapmış olduğu çalışmalar neticesinde Türk milletinin ancak Yüzde 20-30’luk bir kesiminin Yargıya güven duyduğunu, geri kalan yüzde 70-80’lik bir kesiminin ise güven duymadığı tespit edilmiştir.

Evrensel kabul gören raporlar dışında kendi içimizde de hukuki güven endeksimizin düşük olduğunu söyleyebiliriz. Yargıya güvenin düşük olduğu bir ülkede; ekonomik refah, düşük enflasyon, kişi başına düşen yüksek milli gelir gibi arzu edilen hedeflerin yerine getirilmesi zordur. Ekonomik refah için ekonomide geçerli olan rasyonel adımların atılması yeterli olmaz. Yapısal reformların teker teker pratiğe dökülmesi gerekir. Bunlar içerisinde de en önemlisi  hukuk güvenliğidir.

Bu yazının konusu, hukuk güvenliğinin nasıl sağlanması gerektiğine ilişkin değil neden sağlanması gerektiğine ilişkindir. Anayasalara "Sosyal Hukuk Devleti’’ cümlesinin girmesi için iki tane dünya savaşı ve milyonlarca insanın ölmesi gerekmiştir. Problemin çözümü için öncelikli bir problemin var olduğunu kabullenmek ve tespit etmek gerekir. Problemin tespiti için kullanacağımız verileri ise ancak rasyonel bir değerlendirme yaparak ortaya bir sonuç çıkarabiliriz.

Rasyonalizm, Türk milletine de Türk aydınına da itici gelen bir kelime. Oysa gelişmiş bir toplumu oluşturan en önemli kriter, rasyonel değerlendirme yapabilme kabiliyetidir. Akılcılığın yani rasyonalitenin bu toprakları terk etmesinin üzerinden çok zaman geçti. Biz yaklaşık 60 yıldır kaderin Türkiye lehine hareket edeceğine dair inançla devleti idame ettiriyoruz.

Kadercilik (Fatalizm) anlayışını seviyoruz ancak kaderciliği de  kendimize göre Türk usulü bir anlayışla yorumluyoruz. Yaptığımız yeni yorumla kaderciliği biraz piyango kültürüne çeviriyoruz. Bu anlayış bilinçaltımıza, Türkiye’nin bir şekilde en iyisine kavuşacağına, en güçlüsü olacağına, en zengin olacağına dair fısıltılarla bizi avutuyor. Ancak bunun nasıl olacağını söylemiyor. Bir şekilde olacak… Türkiye en iyisi olacak… Dedelerimiz, atalarımız bu fısıltılar eşliğine hayatlarına veda ettiler, babalarımız bu romantik fısıltılarla büyüdüler ve yaşlandılar. Biz bu fısıltıları hala duyuyoruz. Hiçbir temeli olmayan bir piyango kültüründen ibaret bu anlayıştan vazgeçmezsek bizden sonraki nesile bırakacak bir fısıltı dahi olmayacak.

Belki bir imparatorluğun vârisleri olarak bilinçaltımızda cihanşümul bir devletin bize bıraktığı dürtülerin etkisinden çıkamıyoruz ancak böyle bir yüzyılda dürtülerin, sezgilerin, geçmişte kalan gücün bir etkisi yok çünkü ‘’bir şekilde’’ en iyisi, en güçlüsü  olacağız derken bunun altını dolduramadığımızda, neden sonuç ilişkisi kuramadığımızda birilerinin bizi güzel hayallerle avuttuğuna emin olmalıyız. Romantizmin içinde kaybolduğunuzda  ise sizi gerçeklere döndürmek isteyene düşman kesilirsiniz.

Avrupa ortaçağ karanlığından kurtulup Respublica Christina gayesini  kenara bırakıp bir medeniyet kurarken biz fısıltılar eşliğinde debelenmekten kurtulamadık. Cemil Meriç ‘’Avrupa karanlık katedrallerde dualar mırıldanırken, Müslüman doğu, Endülüs’te muazzam bir medeniyet kurmuştu…’’ ( Sosyoloji Notları ve Konferanslar, syf 23 İletişim Yayınları)  der ancak mevcut duruma bakıldığında, Saint Barthelemy katliamını gerçekleştiren barbar Avrupa; Galileo Galilei, Francis Bacon, Pascal, Descartes gibi bilim insanlarıyla zihinsel bir devrimi çoktan geçirmişken bizim yerimizde sayıyor oluşumuz, örneğin salgın hastalıklarda şifayı (aşıyı) batıdan bekliyor oluşumuz üzüntü vericidir.

Osmanlı Devleti, ekonomik yönden avrupadan üstün olduğu zamanlarda, ipek böceğinden elde edilen ipeğin işlenmesiyle ortaya çıkan ipek ipliğinden, ipek kumaşlar yapıp Avrupalılara satardı. Teknolojiye ve sanayiye ayak uyduramayınca Avrupalılar üstünlüğü ele geçirdi. Önce ipek ipliğinden yapılan kumaşlar yerine Osmanlıdan sadece ipek ipliği alıp kumaşı kendileri yaptılar, sonra sadece ipek almaya başladılar, ipliği kendileri yapmaya başladı, sonraki zamanlarda ise ipek böceğini kendileri beslemeye başladılar ve Osmanlı Devletine ipek satmaya başladılar.

Osmanlı Devleti ise avrupaya katma değerli bir ürün yerine sadece hammadde satabilen bir devlet haline geldi, işte bu durum zihinsel devriminin ve akılcılığın en iyi örneklerinden biridir. Biz ise bu süreci ezbere dayanan bir öğretiyle geçirdik ki bunun bize 300 yıldır faydası olmamıştır. Türk gençliği ‘’Tuna nehri akmam diyor’’ diye başlayan o muhteşem Plevne marşını büyük bir duygusallıkla ve kahramanlık hissiyatıyla söyler ama Tuna nehrinin nerde olduğunu, nereye aktığını, nerden geçtiğini bilmez.

Bu bizim rasyonalizmle olan sınavımızdır. Aydınlanma dönemiyle ve Immanuel Kant ile özdeşleşen  bir söylem vardır. Sapere Aude!.. ‘’aklını kullanmaya cesaret et’’ işte bizim de potansiyelimizin farkına varıp geçeceğimiz eşik burasıdır.

KÜRŞAT ERSOY

GAZİANTEP CUMHURİYET SAVCISI