Bu madde uyarınca temel hak ve özgürlükler, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmaksızın Anayasa'nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun düşebilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir.

Anayasa'nın 13. maddesi uyarınca hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında dikkate alınacak ölçütlerden biri olan ölçülülük, hukuk devleti ilkesinden doğmaktadır. Hukuk devletinde hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması istisnai bir yetki olduğundan bu yetki, ancak durumun gerektirdiği ölçüde kullanılması koşuluyla haklı bir temele oturabilir. Bireylerin hak ve özgürlüklerinin, somut koşulların gerektirdiğinden daha fazla sınırlandırılması kamu otoritelerine tanınan yetkinin aşılması anlamına geleceğinden hukuk devletiyle bağdaşmaz.

 Ölçülülük ilkesi, “elverişlilik”, “gereklilik” ve “orantılılık” olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. “Elverişlilik” öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, “gereklilik” ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, “orantılılık” ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir.

İlgili Kararlar:

♦ (Tasfiye Hâlinde Cemtur Seyahat ve Turizm Ltd. Şti. [GK], B. No: 2013/865, 1/6/2016)
♦ (Tülay Arslan ve diğerleri, B. No: 2014/7051, 2/2/2017)  
♦ (Osman Ukav, B. No: 2014/12501, 6/7/2017)
♦ (Ali Rıza Akarsu, B. No: 2015/6999, 12/9/2018)
♦ (A.D., B. No: 2015/10393, 9/1/2019)
♦ (Özel İstanbul Arel Eğitim Kurumları A.Ş., B. No: 2016/3592, 29/5/2019)
♦ (İbrahim Yıldız, B. No: 2016/14176, 7/11/2019)  
♦ (Telpa Telekomünikasyon Ticaret A.Ş., B. No: 2016/8880, 12/11/2019)
♦ (Şevki Atasoy ve Yakup Atasoy, B. No: 2016/866, 12/11/2019
♦ (Farmasol Tıbbi Ürünler Sanayi ve Ticaret A.Ş. (2), B. No: 2017/37300, 15/1/2020)
♦ (Feridun Çalışkan ve diğerleri, B. No: 2017/32275, 16/9/2020)
♦ (Ayda Yavuz, B. No: 2017/39772, 13/10/2020)
♦ (Cemal Taş ve diğerleri [GK], B. No: 2016/3316, 29/12/2020)
♦ (Postaş Lojistik A.Ş., B. No: 2018/14585, 27/1/2021)
♦ (Göksal Çetin ve İsmail Temel [GK], B. No: 2018/13305, 15/12/2021)
♦ (Affan Akif Tezeroğlu, B. No: 2019/32003, 23/11/2022)
♦ (Bahire Gül Göktepe, B. No: 2019/9545, 7/12/2022)

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

TASFİYE HÂLİNDE CEMTUR SEYAHAT VE TURİZM LTD. ŞTİ. BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2013/865)

 

Karar Tarihi: 1/6/2016

R.G. Tarih ve Sayı: 1/7/2016-29759

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

 

Başkan

:

Zühtü ARSLAN

Başkanvekili

:

Burhan ÜSTÜN

Başkanvekili

:

Engin YILDIRIM

Üyeler

:

Serdar ÖZGÜLDÜR

 

 

Serruh KALELİ

 

 

Osman Alifeyyaz PAKSÜT

 

 

Recep KÖMÜRCÜ

 

 

Alparslan ALTAN

 

 

Nuri NECİPOĞLU

 

 

Hicabi DURSUN

 

 

Celal Mümtaz AKINCI

 

 

Erdal TERCAN

 

 

Muammer TOPAL

 

 

M. Emin KUZ

 

 

Hasan Tahsin GÖKCAN

 

 

Kadir ÖZKAYA

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

Raportör

:

Selami ER

Başvurucu

:

Tasfiye Hâlinde Cemtur Seyahat ve Turizm Ltd. Şti.

Temsilcisi

:

Tasfiye Memuru Ali Nedim TOKSOY

Vekil

:

Av. Kemal EROL

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru; personel taşıma hizmeti verilen Ulusal Basın Gazetecilik Matbaacılık ve Yayıncılık AŞ’den (borçlu Şirket) yargı kararıyla kesinleşen alacağın, bu Şirketin yönetim ve denetimine el koyan Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun (TMSF) kanunla kendisine verilen yetkileri keyfî biçimde ve üçüncü kişilerin haklarını ihlal edecek şekilde kullanarak yaptığı müdahaleler nedeniyle tahsil edilememesi ve davaların sonuçsuz kalması, yargılamanın makul sürede tamamlanmaması, talebe rağmen Danıştayda duruşmalı yargılama yapılmaması ve kararların gerekçesiz olması nedenleriyle adil yargılanma ve mülkiyet hakkı ile eşitlik ilkesinin ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 24/1/2013 tarihinde İstanbul İdare Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir.

3. Birinci Bölüm İkinci Komisyonunca 23/10/2013 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

4. Bölümün 12/12/2013 tarihli ara kararı gereğince başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

5. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlığın 18/2/2014 tarihli görüş yazısı 4/3/2014 tarihinde başvurucu vekiline tebliğ edilmiş, başvurucu vekili Bakanlık cevabına karşı beyanlarını süresi içinde 13/3/2014 tarihinde ibraz etmiştir.

6. Bakanlığın görüş yazısında başvurucunun iddialarının TMSF’den görüş alındıktan sonra değerlendirilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Bunun üzerine Bölüm Başkanının 13/11/2014 tarihli yazısı ile TMSF’den başvurucunun iddialarıyla ilgili açıklama yapması istenmiş ve TMSF Hukuk İşleri Başkanlığı 28/11/2014 tarihli yazısı ile açıklamalarını ibraz etmiştir.

7. Birinci Bölümün 10/6/2015 tarihinde yaptığı toplantıda başvurunun niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanması gerekli görüldüğünden Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün 28. maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Genel Kurula sevkine karar verilmiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

A. Olaylar

8. Başvuru formu ve ekleri ile TMSF tarafından gönderilen belgelerde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

9. Başvurucu, borçlu Şirkete hizmet sözleşmesi gereği personel taşıma hizmetleri vermiş ve aralarında çıkan anlaşmazlık neticesinde 8/11/2002 tarihinde sözleşme feshedilmiştir.

10. Başvurucu, usulünce fatura edilmiş toplam 395.057 TL bedelin borçlu Şirket tarafından ödenmediği gerekçesiyle borçlu Şirket aleyhine İstanbul 7. İcra Müdürlüğü nezdinde 8/1/2003 tarihinde 2003/299, 2003/300 ve 2003/301 sayılı dosyalarla ilamsız icra takibi başlatmıştır.

1. İcra ve İflas Takibi ve Bunlara İlişkin Dava Süreçleri

11. Söz konusu borçlu Şirket tarafından 13/1/2003 tarihinde borca itiraz edilmesi üzerine yasa gereği icra takipleri durmuş ve başvurucu tarafından 24/2/2003 tarihinde borçlu Şirket aleyhine İstanbul 6. Asliye Ticaret Mahkemesinde itirazın iptali davası açılmıştır.

12. Dava devam ederken TMSF 3/7/2003 tarihinde İmar Bankasına el koyarak yönetim ve denetimini devralmış, akabinde Banka ortak ve yöneticileri hakkında ceza davaları açılmıştır. Bu kapsamda Şişli 2. Sulh Ceza Mahkemesi, İmar Bankası soruşturması kapsamında 26/8/2003 tarihli ve 2003/442 ve 2003/443 Müt. sayılı kararlarıyla Uzan Grubuna ait aralarında borçlu Şirketin de olduğu 179 şirketin zorunlu giderler dışında hak ve alacaklarının dondurulmasını; mal, kıymetli evrak ve nakit varlıkların zaptı ile tevdi makamlarına yatırılmasını içeren ihtiyati tedbir kararı vermiştir.

13. TMSF 13/2/2004 tarihli ve 13 sayılı, 9/3/2004 tarihli ve 51 sayılı Kurul kararlarıyla 18/6/1999 tarihli ve 4389 sayılı mülga Bankalar Kanunu’na dayanarak borçlu Şirketin de aralarında bulunduğu, kamuoyunda “Uzan Grubu” olarak bilinen 228 şirketin yönetim ve denetimine el koymuş; mevcut Yönetim ve Denetim Kurulu üyelerini azlederek yerine yeni üyeler atamıştır.

14. İstanbul 6. Asliye Ticaret Mahkemesinde devam eden yargılamada Mahkeme, 27/2/2003 tarihli ara kararıyla icra dosyasının celbine karar vermiş, davaya konu sözleşmeler ile tarafların defter ve belgelerini toplamış, 7/5/2003 tarihli ara kararıyla bilirkişi tayin etmiş, 25/8/2003 tarihli bilirkişi raporu ile başvurucunun 251.891 YTL alacağı tespit edilmiş, kalan kısım hakkında mevcut belgelerle karar verilemediği belirtilmiş, 3/12/2003 tarihli duruşmada ise başvurucu vekilinin talebiyle ek bilirkişi raporu alınmasına karar verilmiş, ek bilirkişi raporuyla alacak miktarı 287.790 YTL olarak belirlenmiş, başvurucu 9/3/2004 tarihli duruşmada alacak miktarını kabul ederek fazlaya ilişkin hakkından feragat etmiştir. Mahkeme 13/4/2004 tarihli ve E.2003/261, K.2004/308 sayılı kararıyla alacak konusu servis taşımacılığı hizmetinin verildiği, alacağa ilişkin faturaların ve vade farkı talebinin usulüne uygun olduğu, davalının alacaktan sorumlu bulunduğu gerekçesiyle bilirkişi raporları doğrultusunda belirlenen 287.790 YTL alacağa karşı davalının haksız ve kötü niyetli itirazının iptaline, bilirkişi raporuyla belirlenen alacağa yönelik takiplerin devamına ve alacağın %40’ı oranında icra inkâr tazminatının tahsiline karar vermiş; söz konusu karar itiraz edilmeksizin kesinleşmiştir.

15. İstanbul 8. Ağır Ceza Mahkemesi E.2004/1 sayılı dosyada 11/5/2004 tarihli ara kararıyla daha önce Şişli 2. Sulh Ceza Mahkemesinin verdiği tedbir kararını genişleterek borçlu Şirketin de aralarında bulunduğu “Uzan Grubu” şirketlerinin faaliyetlerine devam edebilmesi için yapabilecekleri ödemeler listesini karara bağlamıştır. Bahsedilen kararda personel taşıma ücretleri de ödenebilir kalemler arasında sayılmıştır.

16. Başvurucu, kesinleşen karar sonrasında takibe devam etmiş; 12/5/2004 ve 26/5/2004 tarihli taleplerle İstanbul 7. İcra Müdürlüğünce aynı tarihte borçlu Şirketin menkul ve gayrimenkulleri üzerine başvurucunun alacağı miktarında haciz işlemi uygulanmış ve haciz işlemini ilgili üçüncü kişilere tebliğ etmek üzere müzekkere yazılmıştır.

17. Başvurucunun 12/5/2004 tarihli talebi ile İstanbul 7. İcra Müdürlüğünün aynı tarihli ve 4/6/2004 tarihli yazıları doğrultusunda Türk Patent Enstitüsünce 17/5/2004 ve 15/6/2004 tarihlerinde borçlu Şirket adına tescilli dört adet marka (Star, Starlife, Star Tek ve Ulusal Medya) ile İstanbul Valiliğince 18/6/2004 ve 21/6/2004 tarihlerinde başta Star gazetesi olmak üzere 118 yayın üzerine haciz kararı işlenmiştir.

18. TMSF, borçlu Şirket hakkında 21/7/1953 tarihli ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun’a dayanarak 18/5/2004 tarihinde 7.739.663.000 YTL haciz işlemi uygulamıştır.

19. Tebligat çıkarılan üçüncü kişilerden bir kısmı ile Basın İlan Kurumu, (diğer kurumlar) İcra Müdürlüğüne haczin işleme alındığını ancak Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumunun (BDDK) 7.7 milyar YTL’lik haczinin daha önceki bir sırada olduğunu ve bu borç ödendikten sonra kendi dosyalarına ödeme yapabileceklerini beyan ederek itiraz etmişler; diğer firma ve kurumlar ise borçlu Şirketin kendileri nezdinde hak ve alacağı olmadığını beyan etmişlerdir.

20. Başvurucu, ayrıca borçlu Şirket hakkında 10/6/2004 tarihinde iflas yoluyla takip talebinde bulunmuş ve İstanbul 7. İcra Müdürlüğü aynı tarihte borçlu Şirkete ödeme emri göndermiştir. TMSF yönetimindeki borçlu Şirket avukatı 3/8/2004 tarihinde Şişli 2. Sulh Ceza Mahkemesinin borçlu Şirket hakkında verdiği ihtiyati tedbir kararları ile 4389 sayılı mülga Kanun’un 16. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca İstanbul 7. İcra Müdürlüğünden başvurucunun icra takiplerinin durdurulmasını talep etmiştir.

21. Bu süreçte TMSF tarafından el konan “Uzan Grubu” şirketlerinden alacaklı olan üçüncü kişilerin Şişli 2. Sulh Ceza Mahkemesinin kararı gereği takipleri durduran İcra Müdürlükleri aleyhine takiplerin devamı talebiyle yaptıkları şikâyetler, ilgili Mahkemelerce reddedilmiş ve bu kararlar Yargıtayca onanmıştır.

22. Başvurucunun, TMSF tarafından el konulan ve idare edilen bir başka “Uzan Grubu” şirketi olan Medya Prodüksiyon Ticaret AŞ’den olan alacağı ise haciz ihbarnamesi sonrasında tarafların 23/6/2004 tarihli anlaşması ile 19.000 TL olarak 30/6/2004 tarihinde Çapa Vergi Dairesi Müdürlüğüne ödenmiştir.

23. Başvurucunun yaptığı taleple İstanbul 7. İcra Müdürlüğü 22/10/2004 tarihinde, İstanbul 6. Asliye Ticaret Mahkemesinin 13/4/2004 tarihli kararına dayanarak borçlu Şirket hakkında hükmolunan %40 icra inkâr tazminatının tahsili için tekrar ödeme emirleri gönderilmesine karar vermiştir.

24. Borçlu Şirket 8/11/2004 tarihinde, İstanbul 7. İcra Müdürlüğüne tekrar itirazda bulunmuştur. Yapılan itirazlar ile İstanbul 7. İcra Mahkemesinde 2004/1705-1706-1707 Esas sayılı davalar açılmıştır.

25. Yapılan itiraz sonrasında İstanbul 7. Asliye Ticaret Mahkemesinde görülen iflas davasına TMSF vekili, 15/2/2005 tarihli dilekçesiyle müdahil olup 22/2/2005 tarihli duruşmada, Fon Kurulu kararıyla borçlu Şirketin yönetim ve denetiminin Fona geçtiğini ve üzerinde tedbir bulunduğunu beyan etmiştir. TMSF vekili ayrıca Mahkemeye sunduğu dilekçe ile diğer itirazları yanında İstanbul 7. İcra Mahkemesinde devam eden E.2004/1705-1706-1707 sayılı dosyaların bekletici mesele yapılması gerektiği, borçlu Şirket üzerinde TMSF’nin 6183 sayılı Kanun’a göre başlattığı 7.7 milyar YTL tutarlı haciz bulunduğu, 9/6/1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’nun 206. maddesine göre bu alacağın 3. sırada, başvurucunun alacağının ise 4. sırada bulunduğu, 4389 sayılı mülga Kanun’un 16. maddesinin ikinci fıkrası gereği borçlu Şirket aleyhine devam eden tüm icra ve iflas takibatının durması gerektiği yönünde beyanda bulunmuştur. Başvurucu vekili ise aynı tarihli yazılı beyanında, İstanbul 8. Ağır Ceza Mahkemesinin önceki tedbir kararını genişleten kararını dile getirerek TMSF vekilinin itirazının iyi niyetli olmadığı yönünde beyanda bulunmuştur.

26. Mahkeme 20/12/2005 tarihli ve E.2005/745, K.2005/873 sayılı kararıyla 4389 sayılı mülga Kanun’un 15. maddesinin yedinci fıkrasının (a) bendi gereği Fon tarafından el konan şirketlerin iki yıl içinde iktisadi bütünlük oluşturulan mahcuzlarının Fonun izni olmaksızın imtiyazlı alacaklar dâhil üçüncü kişiler tarafından muhafaza altına alınmasının ve satışının talep edilemeyeceği, iflaslarına karar verilemeyeceği gerekçesiyle iflas talepli davayı reddetmiştir.

27. Temyiz talebini inceleyen Yargıtay 19. Hukuk Dairesi 12/4/2007 tarihli ve E.2007/178, K.2007/3706 sayılı kararıyla ve “4389 sayılı Kanunun 15/7-a maddesinin emredici hükmü gözetilerek hakkında iktisadi bütünlük kararı verilen davalı şirket aleyhine açılan iflas davasının reddedilmesinde isabetsizlik bulunmadığı” gerekçesiyle İlk Derece Mahkemesi kararını onamıştır.

28. Tekrar başlayan icra takibine yapılan aynı mahiyetteki itirazları inceleyen İstanbul 7. İcra Mahkemesi 7/6/2005 tarihli ve E.2004/1706, K.2005/539; E.2004/1707, K.2005/538; E.2004/1705, K.2005/540 sayılı kararlarıyla iflas davasının ikinci bir takip yolu sayılamayacağı ve başka bir takip de bulunmadığı gerekçesiyle itirazları reddetmiştir.

29. Temyiz edilen kararları inceleyen Yargıtay 12. Hukuk Dairesi 28/10/2005 tarihli kararlarıyla aynı alacakla ilgili iflas yoluyla takibin devam ettiği ve iflas yolundan sonra tekrar genel haciz yoluna dönülmesinin mümkün olmadığı gerekçesiyle borçlu Şirketin itirazını kabul etmiş ve İstanbul 7. İcra Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararlarını bozmuştur.

30. İcra safhasında son olarak İstanbul 7. İcra Müdürlüğünün 28/12/2007 tarihli talebiyle İstanbul 8. İcra Müdürlüğü 3/1/2008 tarihinde başvurucunun alacağına karşılık borçlu Şirketin 8. İcra Müdürlüğünde bulunan dosyadaki alacakları üzerine 27.000 TL haciz işlemi uygulamıştır.

 2. Borçlu Şirket Grubunun Satışı ve Elde Edilen Gelirin Paylaştırılması Süreci

31. TMSF Fon Kurulunun 23/6/2005 tarihli ve 249 sayılı kararıyla borçlu Şirket de dâhil olmak üzere Star Medya grubuna ait beş şirketin mal, hak ve varlıklarının iktisadi ve ticari bütünlük oluşturularak satılmasına karar verilmiş ve satışının 15/9/2005 tarihinde yapılacağı ilan edilmiştir.

32. Başvurucu, basında borçlu Şirketin bünyesinde bulunan Star gazetesi ile Star televizyonunun satılacağına dair haberler sonrasında 28/7/2005 tarihinde İstanbul 7. Asliye Ticaret Mahkemesinden 2004 sayılı Kanun’un 159. maddesine göre iflas muhafaza tedbiri alınmasını, bu tedbir varsa süresinin uzatılmasını talep etmiştir.

33. Mahkemenin 28/7/2005 tarihli ara kararıyla davalı Şirket üzerinde zaten iflas muhafaza tedbiri bulunduğundan karar verilmesine yer olmadığı, suç işleyenler varsa ancak suç duyurusunda bulunmakta başvurucunun serbest olduğu yönünde karar verilmiştir.

34. Borçlu Şirket vekili ise 6/7/2005 ve 7/9/2005 tarihli dilekçeleriyle Mahkemenin bahsettiği muhafaza tedbirinin kendiliğinden kalktığını iddia ederek 4389 sayılı mülga Kanun gereği TMSF’nin yönetim ve denetimi altında olan şirketler aleyhine iflas kararı verilemeyeceği ve müvekkilinin kamu yararı gereği TMSF tarafından üçüncü kişilere satılacağı dikkate alınarak tedbirin kaldırılmasını talep etmiştir. Mahkeme 4/10/2005 tarihli ara kararıyla, TMSF Fon Kurulunun kararı ve 4389 sayılı mülga Kanun’un 15. maddesinin yedinci fıkrasının (a) bendi ile 6183 sayılı Kanun’a dayanarak muhafaza tedbirini kaldırmıştır.

35. Eylül 2005 ile Mart 2006 arası dönemde “Uzan Grubu” şirketlerinin ticari ve iktisadi bütünlük oluşturan varlıkları TMSF tarafından 4389 sayılı mülga Kanun’a göre yapılan ihaleler ile satılmıştır. Bu kapsamda borçlu Şirket, Medya Park Yayıncılık, Çağdaş Reklamcılık, Ulusal Medya Haber Ajansı ve Lotus Reklamcılık AŞ’nin mal, hak ve varlıklarından oluşan Star Gazetesi Ticari ve İktisadi Bütünlüğü 25/1/2006 tarihinde gerçekleştirilen ihale ile 8.000.000 ABD doları bedel ile Ali Özmen Safa’ya satılmış ve faiziyle beraber 8.779.463,17 ABD doları bahsedilen şahıstan tahsil edilmiştir.

36. Bahsedilen ihale bedelinin ilgili mevzuat gereği paylaştırılmasına ilişkin olarak hazırlanan ve 27/1/2010 tarihli ve 27745 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan sıra cetvelinin 25/2/2011 tarihli ve 27816 sayılı Resmî Gazete’de revize edilmiş hâlde elde edilen gelirin Star Gazetesi Ticari ve İktisadi Bütünlüğünü oluşturan şirketlerin borçları karşılığı 4.032.324,39 ABD doları Gelir İdaresi Başkanlığına, 1.435.482,93 ABD doları Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığına ve bakiyesi TMSF’ye ayrılmıştır. Bahsedilen sıra cetvelinde yer alan TMSF alacağı, İmar Bankası mudilerine yapılan ödemeler ve bankanın diğer zararları karşılığı 9/5/2012 tarihli Ticaret Sicil Gazetesi’nde yayımlanan sıra cetvelinde 21 milyar TL olarak gösterilmiştir.

37. Fon Kurulu 16/11/2006 tarihli ve 571 sayılı kararıyla satışlar sonrasında değer ifade eden varlığı kalmayan borçlu Şirketin tüzel kişiliğini devam ettirmesinin fon alacaklarının tahsili açısından yarar sağlamayacağı, firmanın borca batık olduğu ve amacını gerçekleştirme imkânının ortadan kalktığı gerekçesiyle 2/9/2006 tarihli ve 26277 sayılı Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu Kontrolündeki Şirketlerin Tasfiyesine Dair Yönetmelik hükümleri uyarınca firmanın tasfiyesine ve sicilden terkinine karar vermiş; TMSF Tasfiye Komisyonunun 22/10/2007 tarihli ve 2007-195/2 sayılı talebi ve İstanbul Ticaret Sicil Memurluğunun 1/11/2007 tarihli ve 157018/92985 sayılı yazısı ile bahsedilen Şirket sicilden terkin edilmiştir.

38. Borçlu Şirketin tasfiyeye esas bilançosunda başvurucunun alacağı 4. sırada 59.517,06 TL olarak kaydedilmiştir.

 3. İdari Yargı Dava Süreci

39. Borçlu Şirketten alacağını tahsil edemeyen başvurucu, Bodrum 1. Noterliği aracılığıyla TMSF yönetimine keşide ettiği 20/7/2006 tarihli ihtarnamede 21/11/2006 tarihli ve 26353 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu Tarafından Ticari ve İktisadi Bütünlük Oluşturan Mahcuzların Satışına İlişkin Yönetmelik’in 25. maddesinde yer alan “Satışa konu varlıkların ait olduğu şirketlerin teknik bilgi, yazılım, donanım, ekipman, mal ve hizmet alımından doğan geçmiş dönem borçlarını ihale bedelinden ödemeye veya ihale alıcısına ödetmeye Kurul yetkilidir.” hükmü uyarınca TMSF yönetiminin kendi alacaklarının ödenmesinde takdir yetkisine sahip olduğunu ve bu doğrultuda kendisi ile aynı statü ve hukuki durumda bulunan diğer bazı gerçek ve tüzel kişilere de ödeme yapıldığını, İstanbul 8. Ağır Ceza Mahkemesi ve Şişli 2. Sulh Ceza Mahkemesinin borçlu Şirket hakkındaki kararlarının ilama bağlı ödemeleri kapsamadığını, aksine İstanbul 8. Ağır Ceza Mahkemesinin tedbir kararında taşıma hizmetlerinin faaliyetlerin sürdürülebilmesi için gerekli olduğunun kabul edildiğini belirterek borçlu Şirketten alacaklarının ödenmesini talep etmiş; aksi takdirde dava açacağını ihbar etmiştir.

40. Söz konusu ihtara süresinde cevap verilmemesi ve ödeme de yapılmaması üzerine başvurucu, TMSF yönetiminin zımni ret kararı aleyhine İstanbul 8. İdare Mahkemesi nezdinde 17/11/2006 tarihinde iptal ve alacağın yasal faiziyle birlikte tazmini istemli dava açmış, dilekçesinde kesinleşmiş yargı kararının Anayasa’nın 138. maddesi uyarınca davalı idare ve mahkemeyi bağlayacağını ve 19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 134. maddesinde satışa konu şirketin mal ve hizmet alımından doğan geçmiş dönem borçlarının ihale bedelinden ödenmesi konusunda TMSF’ye yetki verdiğini, ayrıca takibin durdurulmasına gerekçe gösterilen Şişli 2. Sulh Ceza Mahkemesi tedbir kararının İstanbul 8. Ağır Ceza Mahkemesinin 15/4/2004 tarihli ve E.2004/1 sayılı kararıyla kalktığını ve bu kararda özellikle yöneticilerin şirketleri basiretli bir tacir gibi objektif ihtimamla yönetmeleri gerektiğine işaret edildiği hâlde TMSF tarafından borçlu Şirkete atanan yöneticilerin gerekli ihtimamı göstermeden üstelik benzer durumdaki alacaklılara farklı muamelede bulunmasının hukuka aykırı olduğunu iddia etmiştir.

41. Başvurucunun iddialarına karşı TMSF vekili farklı tarihli dilekçelerle TMSF ve borçlu Şirketin ayrı tüzel kişiler olduğunu, alacağın borçlu Şirketten istenmesi gerektiğini, TMSF’nin taraf sıfatı bulunmadığını, TMSF’nin borçlu Şirket grubundan kamu adına 7.7 milyar YTL alacağı bulunduğunu, el konan şirketlerin borçlarının TMSF tarafından ödenmesi hâlinde el koymanın amacının ortadan kalkacağını, özel şahısların alacağının kamu alacağının önüne geçeceğini ve kamu alacağının tahsilinin ikinci plana atılacağını, başvurucunun kalktığını iddia ettiği tedbir kararının konusunun ileriye dönük zorunlu ödemeler olduğunu, geçmişi kapsamadığını, daha önce kendilerine ödeme yapıldığı iddiasının mesnetsiz olduğunu, başvurucunun Medya Prodüksiyon firması ile yaptığı anlaşmaya muvafakat vermediklerini, Fonun borçlu Şirketi satmadığını dolayısıyla satış geliri elde etmediğini beyan ederek davanın reddini talep etmiştir.

42. Başvurucu vekili ise borçlu Şirketin davalı idare tarafından tüm varlıkları satıldıktan sonra davalı idarenin işlemiyle tasfiye edildiğini, alacağını ondan isteme imkânının kalmadığını, TMSF’nin yönetimi ve denetimi altında olan Medya Prodüksiyon firması ile yaptığı anlaşmanın TMSF’nin hesaplama yöntemlerine göre ve onayı ile yapıldığını ifade ederek itiraz etmiştir.

43. İdare Mahkemesinin 20/2/2008 tarihli ve E.2006/2646, K.2008/272 sayılı kararında dava devam ederken 18/10/2007 tarihinde 517 sayılı Fon kararıyla borçlu Şirketin tasfiyesine karar verildiği, ticaret sicilinden terkin edildiği belirtilmiş ve “… kanunlardan kaynaklanan yetki uyarınca Ulusal Basın Gazetecilik Matbaacılık ve Yayıncılık A.Ş.’nin de denetimine ve yönetimine Fon tarafından atamaların yapıldığı ve bu şekilde kamu alacağının yasa uyarınca tahsilinin amaçlandığı anlaşıldığından Borçlu Şirketin borçlarının Fon tarafından ödenmesi gerektiğine ilişkin herhangi bir yasal yükümlülük de bulunmadığından dava konusu zımni ret işleminde hukuka aykırılık bulunmamıştır.” denilerek dava reddedilmiştir.

44. Başvurucu, Mahkemenin ret kararı üzerine temyiz yoluna başvurmuş; temyiz talebini inceleyen Danıştay Onüçüncü Dairesi 18/5/2012 tarihli ve E.2008/8144, K.2012/1159 sayılı kararında davacının duruşma isteminin yerinde görülmediğini, dosyanın tekemmül etmiş olması sebebiyle yürütmenin durdurulması hakkında ayrıca bir karar verilmesinin gerekli olmadığını ve İlk Derece Mahkemesinin gerekçesinin, bahsedilen Şirket borçlarının TMSF tarafından ödenmesi gerektiğine dair yasal bir yükümlülük bulunmadığına dayandığını belirterek 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinin 1. fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirinin bulunmadığı gerekçesiyle kararı onamıştır.

45. Danıştayın ret kararı üzerine başvurucu, karar düzeltme yoluna başvurmuş; Danıştay Onüçüncü Dairesinin 8/11/2012 tarihli ve E.2012/2946, K.2012/2835 sayılı kararıyla karar düzeltme isteminin reddine karar verilmiş ve karar bu tarihte kesinleşmiştir.

46. Kesinleşen karar başvurucuya 25/12/2012 tarihinde tebliğ edilmiş ve başvurucu 24/1/2013 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

B. İlgili Hukuk

47. 4389 sayılı mülga Kanun’un 15. maddesinin 7. fıkrasının ilgili kısımları şöyledir:

“a) (Değişik bent: 12/12/2003 - 5020 S.K./20. md.) Fon, alacağının tahsili bakımından yarar görmesi halinde ve Fona borçlu olup olmadıklarına bakılmaksızın; hisseleri kısmen veya tamamen kendisine intikal eden bir bankanın yönetim ve denetimine sahip olduğu iştiraklerinin, bu bankanın yönetim ve denetimini doğrudan veya dolaylı olarak tek başına veya birlikte elinde bulunduran tüzel kişi ortaklarının, gerçek ve tüzel kişi ortaklarının yönetim ve denetimini doğrudan ya da dolaylı olarak tek başına veya birlikte elinde bulundurdukları şirketlerin ortaklarının, bu şirketlerde sahip oldukları hisselerinin tamamına ve/veya bir kısmına ilişkin temettü hariç, ortaklık hakları ile bu şirketlerin yönetim ve denetimini devralmaya ve şirket ana sözleşmesinde belirlenen yönetim, müdürler ve denetim kurulu üyelerinin sayılarıyla bağlı kalmaksızın ve imtiyazlı hisselere dayanılarak atanıp atanmadıklarına bakılmaksızın görevden almak ve/veya üye sayısını artırmak ve/veya eksiltmek suretiyle bu kurullara üye atamaya yetkilidir.

(Değişik paragraf: 16/06/2004 - 5189 S.K./11. md.;Değişik paragraf: 25/05/2005 - 5354 S.K/1.mad) Fonun yönetim ve denetimine sahip olduğu şirketlerin …Bu şirket ve iştiraklerin % 49'undan fazlası ile bunlara ait her türlü mal, hak ve varlıklar, gayrimenkullerle ilgili özel kanunlarındaki kısıtlamalar saklı kalmak kaydıyla yabancı gerçek ve tüzel kişilere satılabilir. Fon alacaklarının tahsilini teminen 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümleri uyarınca haczedilen aktif değerler ile lisans, ruhsat ve imtiyaz sözleşmelerinden doğan haklar ve bu varlıkların feri veya mütemmim cüzü niteliğindeki sözleşmelerden doğan, ancak başlı başına iktisadi değeri olmayanlar da dahil olmak üzere diğer tüm hak ve varlıkları bir araya getirerek ticari ve iktisadi bütünlük oluşturarak alıcısına geçişini sağlayacak şekilde satışına, hacizli malların birden fazla borçluya ait olması ve/veya birden fazla alacaklının haczi olması halinde de satışı yaptırmaya, ihale bedelinin ödenme şeklini, para birimini, alıcıların sahip olması gereken şartları, ödeme tarihini ve ihalenin sair usul ve esasları ile satış şartlarını 6183 sayılı Kanun hükümlerine bağlı olmaksızın belirlemeye, satışa konu ticari ve iktisadi bütünlüğü alacağına mahsuben satın almaya, satışa konu varlıkların ait olduğu şirketlerin teknik bilgi, yazılım, donanım, ekipman, mal ve hizmet alımından doğan geçmiş dönem borçlarını ihale bedelinden ödemeye veya ihale alıcısına ödetmeye Fon Kurulu yetkilidir. Fon Kurulu, satış kararıyla birlikte, bu satışı gerçekleştirmek üzere en az üç kişiden oluşan bir Satış Komisyonu oluşturur ve başkanını belirler. Satış Komisyonu, toplam üye sayısının salt çoğunluğu ile toplanır ve toplam üye sayısının salt çoğunluğu ile karar alır. Ticarî ve iktisadî bütünlüğün muhammen bedeli, Satış Komisyonu tarafından, uzman gerçek veya tüzel kişilerin kıymet takdiri raporu dikkate alınarak, daha önce bütünlüğü oluşturan varlıkların ayrı ayrı kıymet takdirlerinin yapılmış olması ile bağlı olmaksızın düzenlenecek rapor çerçevesinde Fon Kurulu tarafından belirlenir. … Ticarî ve iktisadî bütünlük oluşturduğuna karar verilen mahcuzların satışı, kapalı zarf veya açık artırma usullerinden biri veya ikisi birlikte uygulanmak suretiyle yapılır. Bundan sonra, Fon Kurulunun gerekli görmesi halinde ihalelere, pazarlık usulü ile devam edilebilir. Bu usullerden hangisinin uygulanacağına, ticarî ve iktisadî bütünlük oluşturan mal, hak ve varlıkların nitelikleri dikkate alınarak Fon Kurulu tarafından karar verilir. İhale bedelinin dağıtımına esas sıra cetveli Satış Komisyonu tarafından düzenlenir. İhalenin sonuçlanması, Fon Kurulunun onayına bağlıdır. Bu hüküm uyarınca yapılan satışlarla ilgili ihalenin feshi davaları, Fonun merkezinin bulunduğu yer idare mahkemelerinde görülür. Ticarî ve iktisadî bütünlük oluşturulmasına karar verilmesinden itibaren iki yıl içerisinde ticarî ve iktisadî bütünlük oluşturan mahcuzların, Fonun izni olmaksızın imtiyazlı alacaklılar dahil üçüncü kişiler tarafından muhafaza altına alınması ve satışı talep edilemez, mahcuzların maliklerinin iflasına karar verilemez, ilgili takyidatlar hakkında zamanaşımı ve hak düşürücü süreler işlemez. … Bu hüküm uyarınca yapılacak satışlara ilişkin diğer esas ve usuller Fon tarafından çıkarılacak yönetmelikle tespit edilir. Fon tarafından atanan yöneticilerin, şirketlerin sermayesini kaybetmesinden ve/veya borca batık olmasından dolayı mahkemeye bildirimde bulunma yükümlülükleri yoktur. Bildirimde bulunmamaktan dolayı bu şahıslar hakkında İcra ve İflas Kanununun 179, 277 ve devamı maddeleri ile 345/a maddesi hükümleri uygulanmaz ve Türk Ticaret Kanununun 341 inci maddesi uyarınca şahsî sorumluluk davası açılamaz. Yönetim ve denetimi Fon tarafından devir alınmamış şirketlere Fon tarafından atanan yönetim ve denetim kurulu üyeleri ile müdürler, ortaklar genel kurulunca görevden alınamayacağı gibi ibra edilmeyerek haklarında görev yaptıkları dönem veya dönemler dışında şahsi sorumluluk davası da açılamazBu bentte yer alan hükümler çerçevesinde, varlıkları ticari ve iktisadi bütünlük kapsamında satılan şirketlerin kamu kurum, kuruluşları ve üst kurullara olan ve satış tarihine kadar tahakkuk etmiş borçları satış bedelinden garameten tahsil edilir. Garame ile dağıtım sonrasında bakiye borç kalması, lisans, ruhsat, imtiyaz sözleşmesi, geçici frekans ve kanal kullanımı ve benzeri hakların devri ve yeni alıcısı tarafından işletilmesi için gereken ve kamu kurum, kuruluşları ve üst kurullarca yapılması gereken devrin tescil ve nakli işlemine engel teşkil etmez.

b) Hisseleri kısmen veya tamamen Fona intikal eden bir bankanın yönetim ve denetimini doğrudan veya dolaylı olarak tek başına veya birlikte elinde bulunduran ortaklarının veya yöneticilerinin, yönetim kurulu, kredi komiteleri, şubeler, diğer yetkili ve görevliler aracılığıyla veya sair suretlerle banka kaynaklarını ve varlıklarını doğrudan veya üçüncü kişilere rehnetmek, teminat göstermek, ekonomik gücü olmayan kişilere kredi vermek, karşılığında kredi temin etmek amacıyla kredi kullandırmak, yurt içi veya yurt dışı banka ve mali kuruluşlar nezdinde depo veya sair adlarla hesap açtırmak veya bu hesapları teminat göstermek ve sair şekillerde kullanmak suretiyle veya başkaca dolanlı işlemlerle edindikleri veya bu suretle üçüncü kişilere edindirdikleri para, mal, her türlü hak ve alacakların temininde kullanılan banka kaynakları ve varlıkları nedeniyle doğan alacak Fon alacağı sayılır. Bu alacaklar hakkında 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümleri uygulanır. Fon, bu para, mal, her türlü hak ve alacaklara ihtiyati haciz koymaya, muhafaza altına almaya ve bunlardan değeri Fon tarafından belirlenemeyenleri 213 sayılı Vergi Usul Kanununun 72 nci maddesine göre kurulan takdir komisyonlarının Fon tarafından belirlenecek kurum ve kuruluşlarca hazırlanacak raporları da dikkate alarak tespit edeceği değeri üzerinden, alacağına ve/veya bu bankaların Fon tarafından devralınan zararlarına mahsuben devralmaya yetkilidir. Bu alacaklara zararın ve/veya alacağın doğmasına sebebiyet veren haksız işlemin yapıldığı tarihten itibaren 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanunun 51 inci maddesinde belirtilen oranda gecikme zammı uygulanır.

(a) ve (b) bentlerindeki yetki, banka hisselerinin kısmen veya tamamen üçüncü kişilere satış, devir veya intikalinden sonra da kullanılabilir.

Fon tarafından bu madde hükümlerine istinaden yapılacak işlemlerde 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu hükümleri uygulanmaz. Bu işlemler her türlü vergi, resim ve harçtan istisna tutulur. Bu fıkra ile Fona tanınan yetkiler Fon tarafından başkaca bir işleme gerek olmaksızın Fonun karar alması ile tekemmül eder. Yapılan işlemlerden tescile tabi olanlar Fonun talebi üzerine tescil ve gerektiğinde ilan olunur.

(Ek paragraf: 12/12/2003 - 5020 S.K./20. md.) Fon alacaklarından; yönetim ve denetimi Fona geçen ve/veya bankacılık yapma ve mevduat kabul etme izin ve yetkileri ilgili Bakan, Bakanlar Kurulu veya Kurul tarafından kaldırılan bankalar ile tasfiyeye tabi tutulan veya tasfiye işlemi başlatılan bankaların kaynağını kullanmış olmasından dolayı Fona borçlu olması kaydıyla Fona intikal eden bir bankadan ilk kredinin ve/veya banka kaynağının kullanılmasından sonra, bu bendin birinci cümlesinde belirtilen gerçek ve tüzel kişilerin, edindikleri ve/veya bu suretle üçüncü kişilere edindirdikleri para, her türlü mal, hak ve alacaklarının banka kaynağı kullanılmak suretiyle edinildiği ve/veya edindirildiği kabul edilir ve bu gerçek kişiler ile tüzel kişiler tarafından edinilen para, her türlü mal, hak ve alacaklar hakkında bu fıkra hükümlerini uygulamaya Fon yetkilidir. Bu suretle edinildiği ve/veya edindirildiği kabul edilen para, her türlü mal, hak ve alacaklar üzerinde ilk kredinin ve/veya banka kaynağının kullanıldığı tarihten sonra üçüncü kişilere yapılan satış, devir ve temlik, sınırlı ayni hak tesisi gibi işlemler ile üçüncü kişiler lehine tesis edilen ayni ve şahsi tüm haklar Fona karşı hüküm ifade etmez. Bu hukuki işlemlere taraf olan tüm şahısların külli ve cüzi halefleri dahil, yukarıda belirtilen işlemlerin gerçekleşmesinden sonra edindikleri ve/veya edindirdikleri para, her türlü mal, hak ve alacaklar hakkında da bu fıkra hükümleri uygulanır. Yukarıda belirtilen işlemlere taraf olan üçüncü kişiler bankanın Fona devrinden sonraki işlemler nedeniyle, bu fıkranın birinci paragrafında sayılan kişiler ise bankanın Fona devrinden önceki ve/veya sonraki işlemler nedeniyle (İptal ibare: Anayasa Mah. 2009/53, 2011/19 K. ve 20/01/2011 tarihli iptal kararı ile) . Bankanın Fona devrinden önce satış, kira, devir ve temlik gibi işlemler ile ayni ve şahsi hak tesisine ilişkin işlemlere taraf olan üçüncü kişiler iyiniyetli olduklarını kanıtlamak zorundadırlar.

…”

48. 4389 sayılı mülga Kanun’a 12/12/2003 tarihli ve 5020 sayılı Kanun'la eklenen 15/a maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

“Fon alacaklarından; yönetim ve denetimi Fona intikal eden ve/veya bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izin ve yetkileri ilgili Bakan, Bakanlar Kurulu veya Kurul tarafından kaldırılan bankalar ile tasfiyeleri Fon eliyle yürütülen veya Fon tarafından tasfiye işlemleri başlatılan bankaların yönetim ve denetimini doğrudan veya dolaylı olarak elinde bulunduran ortaklarının kendi lehine kullandıkları her türlü banka kaynakları ve her ne ad altında olursa olsun kendilerine ait yurt içi ve yurt dışı şirket, finans kuruluşu, off-shore bankalara aktardıkları banka kaynakları ile eşleri, çocukları ve evlatlıkları ve bunların diğer kan ve kayın hısımları adına açılmış krediler ile bunlara aktarılan her türlü kaynak aktarımları veya bankaların hakim ortaklarının kendilerine veya şirketleri ile iştiraklerine rayiç bedelin altında ve muvazaalı yapılmış tüm devir ve temlikler, üçüncü kişilere yapılmış her türlü taşınır ve taşınmaz rehni ve ipotek gibi sınırlı ayni haklar ve bunlardan elde edilen nemalar, iştiraklerine ve bağlı şirketlerine ayni bankanın el değiştiren ortaklarının birbirlerine verdiği krediler ile aynı şekildeki bankaların karşılıklı birbirlerine verdikleri krediler, bankaya ve grup şirketlerine yüksek bedelle satılmış tüm mal, hisse ve hizmetlerden veya bunlardan ve benzerlerinden elde edilen nemalar, uzun süreli kiralama veya finansal kiralama yolu ile kendisine aktarılan kaynak ve hizmetler, bankanın yönetim ve denetim döneminde yeterli ticari faaliyeti olmaksızın kaynak aktarımı amacıyla kurulmuş şirketlere verilen krediler ile bunlara aktarılan kira ve hizmet bedellerindeki nemalar, yurt dışı banka ve finans kuruluşları ile yapılan inançlı işlemler yolu ile aktarılan her türlü kaynaklar, bankalarının off-shore bankalarındaki yargı kararları nedeniyle ödedikleri mevduatları ve off-shore bankaların bankaya izinli veya izinsiz aktardığı off-shore mevduatlar, bankanın yönetim kurulu ve kredi komitesi başkan ve üyeleri ile genel müdür, genel müdür yardımcıları, imzaları bankayı ilzam eden memurları, müdürlerinin kendileri, eşleri ve çocukları, evlatlıkları ile bunların diğer kan ve kayın hısımlarına aktarılan her türlü kaynakların tümü başkaca bir işleme gerek olmaksızın Hazine alacağı haline gelmiş sayılır. Fon Kurulunun talebi üzerine görevlendirilen Hazine avukatlarınca da takip edilebilir.”

49. 4389 sayılı mülga Kanun’un 16. maddesinin 1. ve 2. fıkraları şöyledir:

“1. Bir bankanın bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izninin kaldırılması halinde, yönetim ve denetimi Fona intikal eder.

2. İznin kaldırılmasına ilişkin Kurul Kararının Resmi Gazetede yayımlandığı tarihten itibaren banka hakkındaki ihtiyati tedbir dahil her türlü icra ve iflas takibatı durur.”

50. 5411 sayılı Kanun’un 134. maddesinin ilgili kısımları şöyledir:

 “…

Fon alacaklarının tahsilini teminen, 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümleri uyarınca haczedilen aktif değerler ile lisans, ruhsat ve imtiyaz sözleşmelerinden doğan haklar ve bu varlıkların feri veya mütemmim cüzü niteliğindeki sözleşmelerden doğan, ancak başlı başına iktisadî değeri olmayanlar da dahil olmak üzere diğer tüm hak ve varlıkları bir araya getirerek, ticarî ve iktisadî bütünlük oluşturarak alıcısına geçişini sağlayacak şekilde satışına, hacizli malların birden fazla borçluya ait olması ve/veya birden fazla alacaklının haczi olması hâlinde de satışı yaptırmaya, ihale bedelinin ödenme şeklini, para birimini, alıcıların sahip olması gereken şartları, ödeme tarihini ve ihalenin sair usûl ve esasları ile satış şartlarını 6183 sayılı Kanun hükümlerine bağlı olmaksızın belirlemeye, satışa konu ticarî ve iktisadî bütünlüğü alacağına mahsuben satın almaya, satışa konu varlıkların ait olduğu şirketlerin teknik bilgi, yazılım, donanım, ekipman, mal ve hizmet alımından doğan geçmiş dönem borçlarını ihale bedelinden ödemeye veya ihale alıcısına ödetmeye Fon Kurulu yetkilidir. Fon Kurulu, satış kararıyla birlikte, bu satışı gerçekleştirmek üzere en az üç kişiden oluşan bir satış komisyonu oluşturur ve başkanını belirler. Satış komisyonu, toplam üye sayısının salt çoğunluğu ile toplanır ve toplam üye sayısının salt çoğunluğu ile karar alır. Ticarî ve iktisadî bütünlüğün muhammen bedeli, satış komisyonu tarafından, … düzenlenecek rapor çerçevesinde Fon Kurulu tarafından belirlenir. … Ticarî ve iktisadî bütünlük oluşturduğuna karar verilen mahcuzların satışı, kapalı zarf veya açık artırma usûllerinden biri veya ikisi birlikte uygulanmak suretiyle yapılır. Bundan sonra, Fon Kurulunun gerekli görmesi hâlinde, ihalelere pazarlık usûlü ile devam edilebilir. Bu usûllerden hangisinin uygulanacağına, ticarî ve iktisadî bütünlük oluşturan mal, hak ve varlıkların nitelikleri dikkate alınarak Fon Kurulu tarafından karar verilir. İhale bedelinin dağıtımına esas sıra cetveli satış komisyonu tarafından düzenlenir. İhalenin sonuçlanması, Fon Kurulunun onayına bağlıdır. Bu hüküm uyarınca yapılan satışlarla ilgili ihalenin feshi davaları, Fonun merkezinin bulunduğu yer idare mahkemelerinde görülür. Ticarî ve iktisadî bütünlük oluşturulmasına karar verilmesinden itibaren iki yıl içerisinde ticarî ve iktisadî bütünlük oluşturan mahcuzların, Fonun izni olmaksızın imtiyazlı alacaklılar dâhil üçüncü kişiler tarafından muhafaza altına alınması ve satışı talep edilemez, mahcuzların malîklerinin iflasına karar verilemez, ilgili takyidatlar hakkında zamanaşımı ve hak düşürücü süreler işlemez.

Bu hüküm uyarınca yapılacak satışlara ilişkin diğer esas ve usûller Fon tarafından çıkarılacak yönetmelikle tespit edilir.

(Değişik fıkra: 08/03/2006-5472 S.K./1.mad) Gerçek ve tüzel kişilerin sahip olduğu varlıkların, bu maddede yer alan hükümler çerçevesinde ticari ve iktisadi bütünlük kapsamında veya bu Kanunda yer alan hükümler çerçevesinde ayrı ayrı cebri icra yoluyla satışlarından elde edilen bedelden; satış tarihine kadar tahakkuk etmiş olmak şartıyla, sırasıyla Fon Kurulu tarafından karar verilmesi halinde şirketlerin teknik bilgi, yazılım, donanım, ekipman, mal ve hizmet alımından doğan geçmiş dönem borçları, kişilerin Devlete ve sosyal güvenlik kuruluşlarına olan 6183 sayılı Kanun kapsamındaki borçları ile GSM imtiyaz sözleşmesinden doğan Hazine payı borçları ödendikten sonra kalan kısım, kişilerin diğer kamu kurum ve kuruluşları ile üst kurullara olan borçlarına garameten taksim edilerek ödenir. ...”

Ek fıkra: 08/03/2006-5472 S.K./1.mad) Bu Kanunla yürürlükten kaldırılan 4389 sayılı Bankalar Kanununun 15 inci maddesinin (7) numaralı fıkrası ile bu madde kapsamında olan şirketler ile sermayesinin % 50'sinden fazlasını temsil eden hisselere Fonun, Fon Bankasının veya Fon iştiraklerinin sahip olduğu şirketler, yönetim kurulları tarafından alacaklılarına ve borçlularına Fonun belirlediği esaslar çerçevesinde yapılacak ilânı müteakiben düzenlenen bilançoları esas alınarak Fon Kurulu kararı ile İcra ve İflas Kanunu, Türk Ticaret Kanunu hükümlerine tabi olmaksızın tasfiye olunur. Tasfiyeye ilişkin Fon Kurulu kararı şirketin infisah ettirilmesi anlamında olup, bu şirketler Fonun yazılı bildirimi üzerine ilgili sicilden başkaca bir işleme gerek kalmaksızın terkin olunur. Tasfiye kararı aleyhine ilgililer tarafından açılacak davalar Fonun merkezinin bulunduğu yer idare mahkemelerinde görülür. Fon Kurulu tarafından tasfiyesine karar verilen şirketlerin iflas ve ihyası istenemez. Yapılan ilân neticesinde kayıt altına alınan alacaklar Fon tarafından bu Kanun, 6183 sayılı Kanun ve İcra ve İflas Kanununun 206 ncı maddesine uygun olarak düzenlenecek sıra cetveli ile tasfiye kararı verilen şirketin alacaklılarına dağıtılır. Bu madde hükümlerine uygun olarak tasfiye olunan şirketlerin hâkim ortakları ve yöneticileri ile üçüncü şahıslar aleyhine açılan şahsi sorumluluk, iflas ve alacak davaları kanunî halef; ceza davaları kanunî müdahil sıfatıyla Fon tarafından devam ettirilir. Bu davalar sonucunda herhangi bir tahsilat yapılması halinde başkaca bir işleme gerek kalmaksızın tahsil edilen meblağ düzenlenmiş sıra cetveline uygun olarak dağıtılır. Dağıtım sonrasında alacağını tamamen alamamış olan alacaklılara talepleri halinde şirketin tasfiye edildiğine ve dağıtılacak tasfiye bakiyesi bulunmadığına dair bir belge verilir. Bu belge İcra ve İflas Kanununun 105 inci maddesi hüküm ve sonuçlarını doğurur. Alacaklılara sıra cetveline uygun olarak yapılacak dağıtım sonrası tasfiye bakiyesi kalması halinde bu bakiye şirket hissedarlarına hisseleri oranında ödenir. Tasfiyenin usûl ve esasları Fon Kurulu tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirlenir.”

51. 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 30. maddesi şu şekildedir:

“Hâkim, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir biçimde yürütülmesini ve gereksiz gider yapılmamasını sağlamakla yükümlüdür.”

52. 2577 sayılı Kanun’un 17. maddesi şu şekildedir:

“1. Danıştay ile idare ve vergi mahkemelerinde açılan iptal ve (Değişik ibare: 02/07/2012-6352 S.K./55.md.) yirmibeşbin Türk Lirasını aşan tam yargı davaları ile tarh edilen vergi, resim ve harçlarla benzeri mali yükümler ve bunların zam ve cezaları toplamı (Değişik ibare: 02/07/2012-6352 S.K./55.md.) yirmibeşbin Türk Lirasını aşan vergi davalarında, taraflardan birinin isteği üzerine duruşma yapılır.

2. Temyiz ve itirazlarda duruşma yapılması tarafların istemine ve Danıştay veya ilgili bölge idare mahkemesi kararına bağlıdır.

3. Duruşma talebi, dava dilekçesi ile cevap ve savunmalarda yapılabilir.

4. (Değişik bent: 05/04/1990 - 3622/7 md.) 1 ve 2 nci fıkralarda yer alan kayıtlara bağlı olmaksızın Danıştay, mahkeme ve hâkim kendiliğinden duruşma yapılmasına karar verebilir.

5. Duruşma davetiyeleri duruşma gününden en az otuz gün önce taraflara gönderilir.”

53. 2577 sayılı Kanun’un 27. maddesi şöyledir:

“1. (Değişik bent: 05/04/1990 - 3622/7 md.) Danıştay ile idare ve vergi mahkemelerinde açılan iptal ve yirmibeşbin Türk Lirasını aşan tam yargı davaları ile tarh edilen vergi, resim ve harçlarla benzeri mali yükümler ve bunların zam ve cezaları toplamı yirmibeşbin Türk Lirasını aşan vergi davalarında, taraflardan birinin isteği üzerine duruşma yapılır.

2. Temyiz ve istinaflarda duruşma yapılması tarafların istemine ve Danıştay veya ilgili bölge idare mahkemesi kararına bağlıdır.

3. Duruşma talebi, dava dilekçesi ile cevap ve savunmalarda yapılabilir.

4. (Değişik bent: 05/04/1990 - 3622/7 md.) 1 ve 2 nci fıkralarda yer alan kayıtlara bağlı olmaksızın Danıştay, mahkeme ve hakim kendiliğinden duruşma yapılmasına karar verebilir.

5. Duruşma davetiyeleri duruşma gününden en az otuz gün önce taraflara gönderilir.”

54. 2577 sayılı Kanun’un 1. maddesinin (2) numaralı fıkrası, 14. maddesinin (3) ve (4) numaralı fıkraları, 20. maddesinin (5) numaralı fıkrası, 49. maddesinin (3) numaralı fıkrası ile 60. maddesi.

55. Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun Kontrolündeki Şirketlerin Tasfiyesine Dair Yönetmelik’in 8. maddesinin 1. fıkrası şu şekildedir:

“Şirket veya iştirakin tasfiyesine dair Kurul kararı, şirket veya iştirakin infisah ettirilmesi anlamında olup bu şirket veya iştirak Kurul kararı ile görevlendirilen Tasfiye Komisyonunun yazılı bildirimi ile ilgili sicilden başkaca bir işleme gerek kalmaksızın terkin olunur.”

56. 2004 sayılı Kanun’un 206. maddesinin ilgili kısmı şu şekildedir:

“…

Üçüncü sıra:

Özel kanunlarında imtiyazlı olduğu belirtilen alacaklar.

Dördüncü sıra:

İmtiyazlı olmayan diğer bütün alacaklar.

…”

57. 2004 sayılı Kanun’un 17/07/2003 tarihli ve 4949 sayılı Kanun’la değişik İcrai Hacizlere İştirak” başlıklı 268. maddesi şöyledir:

“261 inci maddeye göre ihtiyaten haczedilen mallar, ihtiyati haciz kesin hacze dönüşmeden önce diğer bir alacaklı tarafından bu Kanuna veya diğer kanunlara göre haczedilirse, ihtiyati haciz sahibi alacaklı, bu hacze 100 üncü maddedeki şartlar dairesinde kendiliğinden ve muvakkaten iştirak eder. Rehinden önce ihtiyati veya icrai haciz bulunması halinde amme alacağı dahil hiçbir haciz rehinden önceki hacze iştirak edemez.

 İhtiyati haciz masrafları satış tutarından alınır.

 İhtiyati haciz diğer rüçhan hakkını vermez.”

58. 6183 sayılı Kanun’un “Amme alacaklarında rüçhan hakkı” başlıklı 21. maddesinin birinci fıkrası aşağıdaki gibidir:

“Üçüncü şahıslar tarafından haczedilen mallar paraya çevrilmeden evvel o mal üzerine amme alacağı için de haciz konulursa bu alacak da hacze iştirak eder ve aralarında satış bedeli garameten taksim olunur. (Ek hüküm: 30/3/2006 – 5479/4 md.) Genel bütçeye gelir kaydedilen vergi, resim, harç ile vergi cezaları ve bunlara bağlı zam ve faizler için tatbik edilen hacizlerde 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun 268 inci maddesinin birinci fıkrasının son cümlesi hükmü uygulanmaz.

59. Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu Tarafından Ticari ve İktisadi Bütünlük Oluşturan Mahcuzların Satışına İlişkin Yönetmelik’in 25. ve 26. maddeleri şöyledir:

“Geçmiş dönem borçları

MADDE 25 – (1) Satışa konu varlıkların ait olduğu şirketlerin teknik bilgi, yazılım, donanım, ekipman, mal ve hizmet alımından doğan geçmiş dönem borçlarını ihale bedelinden ödemeye veya ihale alıcısına ödetmeye Kurul yetkilidir. Kurulun bu konudaki kararı satış şartnamesinde ve satış ilanında belirtilir.

(2) Geçmiş dönem borçlarının ödenebilmesi veya ihale alıcısına ödetilebilmesi için:

a) Ticari ve iktisadi bütünlük içinde yer alan mal, hak ve/veya varlıklar ile ilgili olması veya ticari ve iktisadi bütünlüğün değerinin korunması için gerekli veya değerini artırır mahiyette olması,

b) Alacaklı ile borçlu şirket borç miktarının tespitinde mutabakata varmış olması gerekmektedir.

Sıra cetveli

MADDE 26 – (1) Ticari ve iktisadi bütünlüğün ihale bedelinin dağıtımına esas sıra cetveli, ihale bedelinin alıcı tarafından ödenmesinden sonra Satış Komisyonu tarafından 5411 sayılı Kanuna uygun olarak düzenlenir. Ancak 5411 sayılı Kanunda öncelikli paya sahip olduğu belirtilen alacaklılara önceden ödeme yapılabilir.

(2) İhale bedelinden satış masrafları çıkarıldıktan sonra; satış tarihine kadar tahakkuk etmiş olmak şartıyla, sırasıyla Kurul tarafından ihale bedelinden ödenmesine karar verilmesi halinde bu Yönetmeliğin 25 inci maddesi kapsamındaki geçmiş dönem borçları, kişilerin Devlete ve sosyal güvenlik kuruluşlarına olan 6183 sayılı Kanun kapsamındaki borçları ile GSM imtiyaz sözleşmesinden doğan Hazine payı borçları ödendikten sonra kalan kısım, kişilerin diğer kamu kurum ve kuruluşları ile üst kurullara olan borçlarına garameten taksim edilerek ödenir.

(3) 5411 sayılı Kanunun geçici 24 üncü maddesi kapsamındaki satışlarda sıra cetvelinin düzenlenmesinde anılan madde hükmü de dikkate alınır.

(4) Sıra cetvelinin bir sureti Satış Komisyonu tarafından masrafını veren ilgililere tebliğe çıkarılır ve Resmî Gazete’de yayımlanır.

(5) Sıra cetveline itiraz süresi 15 gündür. İtiraz süresi, ilan tarihinden itibaren başlar, tebliğ masrafı veren ilgililer hakkında ise itiraz süresi tebliğ tarihinden itibaren işlemeye başlar.

(6) Satış Komisyonu, hak sahiplerine ödeme yapılana kadar nakit ihale bedelini uygun göreceği şekilde nemalandırır.”

IV. İNCELEME VE GEREKÇE

60. Mahkemenin 1/6/2016 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları

61. Başvurucu; personel taşıma hizmeti verdiği Şirketten yargı kararıyla kesinleşen alacağını borçlu Şirketin yönetim ve denetimine TMSF tarafından el konması sonrasında TMSF’nin 4389 ve 5411 sayılı Kanunlara dayanarak yaptığı müdahaleler nedeniyle tahsil edemediğini, bu durumun Anayasa’nın 138. maddesinin dördüncü fıkrasında öngörülen mahkeme kararlarına uyma zorunluluğuna aykırılık teşkil ettiğini, 4389 sayılı mülga Kanun’un usulsüz bankacılık işlemleri nedeniyle batan bankaların TMSF tarafından el konulması sonrasında kamu zararının karşılanmasını amaçladığını, el konulan Banka ile hiçbir ilgisi olmadığı ve böyle bir iddia da bulunmadığı hâlde kendisine bahsedilen Banka ile ilişkili gibi muamelede bulunulduğunu, yasa ile kendisine takdir yetkisi verilen TMSF yönetiminin bu yetkisini üçüncü kişilerin mülkiyet hakkını ihlal edecek biçimde keyfî olarak kullandığını, yargı kararlarının görmezden gelindiğini, oluşan zararın Bankanın batmasına sebep olanlar yerine üçüncü kişilere yüklendiğini, kendisi ile aynı statüde bulunan diğer bazı gerçek ve tüzel kişilere (Motorola, Nokia ve başvurucudan sonra borçlu firmanın servis taşıma işini üstlenen Ateş-Tur gibi) söz konusu borçlu Şirketten olan alacaklarına istinaden ödeme yapıldığı hâlde kendisine ödeme yapılmadığını, borçlu Şirketin kendisi tarafından önceden üzerine ihtiyati haciz konmuş mal varlıklarının ticari ve iktisadi bütünlük oluşturularak satıldığını, bu süreçte kendisine bir ödeme yapılmadığını, borçlu Şirketin TMSF tarafından varlıkları satıldığı ve tasfiye edildiği için alacağını tahsil etme imkânının kalmadığını, en değerli alacağına kavuşamaması nedeniyle iflas ettiğini, kanunla TMSF’nin devletin yargı ve icra organları üzerinde olağanüstü yetkilere tabi bir konuma yükseltildiğini, 5411 sayılı Kanun hükümlerinin Anayasa’ya aykırı olduğunu, ayrıca yargılama süresinin -özellikle Danıştay aşamasında- olağan yargılama sürelerini aştığını, dava dilekçelerinde ileri sürülen itirazların İstanbul 8. İdare Mahkemesi ve Danıştay kararlarında karşılanmadığını ve taleplerinin reddedilmesine ilişkin hiçbir gerekçe gösterilmediğini, kendisine kanunla verilen takdir yetkisinin TMSF tarafından gereklerine uygun kullanılıp kullanılmadığı ve bu süreçte özel hukuk kişilerinin mülkiyet hakkının nasıl dengelendiği konusunda Derece Mahkemesi kararında hiçbir ifadeye yer verilmediğini, duruşma talebinin Danıştay tarafından gerekçe gösterilmeden reddedildiğini ve duruşmanın yüze karşı yapılmadığını belirtmiş ve bu suretle Anayasa’da tanınan adil yargılanma ve mülkiyet hakkı ile eşitlik ilkesinin ihlal edildiğini ileri sürerek ihlalin tespitine ilişkin bir karar verilmesi ve 1.447.198 TL maddi, 50.000 TL manevi tazminat ile yargılama giderlerinin ödenmesini talep etmiştir.

B. Değerlendirme

62. Başvuru dilekçesi ve ekleri incelendiğinde başvurucunun mülkiyet hakkıyla ilişkili olarak Anayasa’nın 10. ve 138. maddelerinin ihlal edildiğini ve 5411 sayılı Kanun hükümlerinin Anayasa’ya aykırı olduğunu ileri sürdüğü anlaşılmıştır.

63. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Anayasa’nın 138. maddesi devlete yükümlülük getiren bir Anayasa hükmü olmakla beraber yargı kararlarının icra edilmesi hakkı, Anayasa’nın 36. maddesinde yer alan adil yargılanma hakkının kapsamında yer alan güvencelerden kabul edilmektedir (Mustafa Demirtaş, B. No: 2013/2002, 30/12/2014, § 57). Bununla birlikte somut başvuruya konu icra ve dava sürelerinde başvurucu, lehine verilen kararlara dayanarak başlangıçta özel bir tüzel kişilik olan borçlu Şirketten alacağını tahsil etmek istemiş ancak borçlu Şirkete el konması ile 4389 ve 5411 sayılı Kanunlarla getirilen hükümler ve bunların idarece uygulanması sonucunda icra ve iflas davaları sonuçsuz kalmıştır. Başvurucunun alacağını tahsil edememesi, 4389 ve 5411 sayılı Kanunlarla getirilen ve TMSF alacağını garanti altına almaya çalışan düzenlemeler ve bunların uygulanması ile önceki dönem borçlarının ödenmemesine yönelik idari ve yargısal tedbir kararlarına bağlı bir sonuç olup idarelerin bilerek ve isteyerek kesin hüküm ifade eden yargı kararlarını uygulamaması söz konusu değildir. Bahsedilen hususlar mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirileceğinden ayrıca yargı kararlarının yerine getirilmesi hakkı başlığı altında inceleme yapılmayacaktır.

64. Eşitlik ilkesiyle ilgili olarak başvurucu kendisine Anayasa’nın 10. maddesinin ilk fıkrasında sayılan hangi nedene dayalı olarak ayrı muamele yapıldığından bahsetmemiştir. Başvurucunun emsal gösterdiği ve kendisine TMSF tarafından ödeme yapıldığını iddia ettiği firmalardan Ateş-Tur firması, başvurucudan farklı olarak borçlu Şirkete TMSF tarafından el konduktan sonra personel taşıma hizmeti vermiş olup 4389 ve 5411 sayılı Kanunlarda geçen geçmiş dönem borcunun alacaklısı değildir. Motorola ve Nokia firmaları borçlu Şirketin alacaklısı olmayıp Telsim firmasının alacaklılarıdır. Motorola’nın alacakları 27/10/2005 tarihli ve 451 sayılı TMSF Fon Kurulu kararıyla, Nokia’nın alacakları ise 1/9/2005 tarihli ve 370 sayılı Fon Kurulu kararıyla ticari ve iktisadi bütünlüğün değerini koruması için bu firmalar ile varılan mutabakatla ödenmiştir.

65. Bu durumda başvurucunun şikâyetlerinin özü itibarıyla borçlu Şirkete TMSF tarafından el konmasından sonra çıkarılan düzenlemeler ve yapılan uygulamalar nedeniyle alacağını tahsil edememesinden kaynaklandığı ve bahsedilen şikâyetin mülkiyet hakkına yönelik olduğu anlaşıldığından bahsedilen şikâyet, mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilmiş; eşitlik ilkesi yönünden ayrıca inceleme yapılmasına gerek görülmemiştir.

66. Başvurucunun adil yargılanma hakkı kapsamında gerekçeli karar, duruşmalı yargılama ve makul sürede yargılanma haklarına ilişkin ihlal iddiaları ise ayrı başlıklar altında incelenmiştir.

67. Başvurucu, 5411 sayılı Kanun hükümlerinin Anayasaya aykırı olduğunu ileri sürse de, 6216 sayılı Kanun'un 45. maddesinin (3) numaralı fıkrasında yasama işlemleri ile düzenleyici idari işlemlerin doğrudan bireysel başvuru konusu yapılamayacağı açıkça düzenlendiğinden bu hükümlerin uygulanmasının başvurucunun haklarını ihlal edip etmediği yönü ile sınırlı inceleme yapılacaktır.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

a. Gerekçeli Karar Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

68. Başvurucu; İstanbul 8. İdare Mahkemesi ve Danıştay kararlarında dava dilekçelerinde ileri sürdüğü itirazlarının karşılanmadığını ve taleplerinin reddedilmesine ilişkin gerekçe gösterilmediğini, kanunla verilen takdir yetkisinin TMSF tarafından uygun şekilde kullanılıp kullanılmadığı ve bu süreçte özel hukuk kişilerinin mülkiyet hakkının nasıl dengelendiği konusunda Derece Mahkemesi kararında hiçbir ifadeye yer verilmediğini, sonuç olarak İdare Mahkemesi ve Danıştay kararlarının gerekçesiz olduğunu iddia etmektedir.

69. Anayasa’nın 141. maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:

“Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır.”

70. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 48. maddesinin (2) numaralı fıkrasının ilgili kısmı şöyledir:

“Mahkeme, … açıkça dayanaktan yoksun başvuruların kabul edilemezliğine karar verebilir.”

71. 6216 sayılı Kanun’un 48. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre Anayasa Mahkemesince açıkça dayanaktan yoksun başvuruların kabul edilemez olduğuna karar verilebilir. Başvurucunun ihlal iddialarını kanıtlayamadığı, iddialarının salt kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlara ilişkin olduğu, temel haklara yönelik bir müdahalenin olmadığı veya müdahalenin meşru olduğu açık olan başvurular ile karmaşık veya zorlama şikâyetlerden ibaret başvurular açıkça dayanaktan yoksun kabul edilebilir.

72. Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu olarak da iddiada bulunma, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır. Maddeyle güvence altına alınan hak arama özgürlüğü -kendisi bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde- diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmayı ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden birisidir. Bu bağlamda Anayasa’nın bütün mahkemelerin her türlü kararlarının gerekçeli olarak yazılmasını ifade eden 141. maddesinin de hak arama hürriyetinin kapsamının belirlenmesinde gözetilmesi gerektiği açıktır (Vedat Benli, B. No: 2013/307, 16/5/2013, § 30).

73. Mahkemelerin hükümleri için gerekçe yazmaları gerekmekle birlikte bu zorunluluk, tarafların tüm iddialarına detaylı yanıt vermek zorunluluğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Gerekçe yazma yükümlülüğünün ileri sürülen iddiaların davanın sonucuna etkisi yönünden her davanın şartları çerçevesinde değerlendirilerek belirlenmesi gerekmektedir. Bu kapsamda ileri sürülen iddianın kabulü hâlinde davanın sonucuna etkili olması bekleniyor ise mahkemelerin bu iddiayı değerlendirmeleri gerekebilir (Mustafa Ünlü, B. No: 2013/735, 17/9/2014, § 45).

74. Somut başvuruya konu idari işlemin iptali ve tam yargı davasında, başvurucu vekilinin 17/11/2006 tarihli dava dilekçesinde 20/7/2006 tarihli ihtarnameyi reddeden TMSF zımni kararının iptali ile davalı idarenin ağır hizmet kusuru nedeniyle meydana gelen zararın (başvurucunun ulaşamadığı alacağı) yasal faiziyle birlikte tazmini talep edilmiştir.

75. Başvuruya konu uyuşmazlığı ilk derece mahkemesi sıfatıyla duruşmalı olarak karara bağlayan İdare Mahkemesinin 20/2/2008 tarihli ve E.2006/2646, K.2008/272 sayılı kararının gerekçesinde dava ve savunmanın özetlerine yer verildikten sonra davanın nitelendirmesi yapılmış; ilgili yasal düzenlemeler ile davaya ilişkin idari ve yargısal süreçlere yer verilmiş; dava devam ederken 18/10/2007 tarihinde 517 sayılı Fon kararıyla borçlu Şirketin tasfiyesine karar verildiği, ticaret sicilinden terkin edildiği belirtilmiş ve “… kanunlardan kaynaklanan yetki uyarınca Ulusal Basın Gazetecilik Matbaacılık ve Yayıncılık A.Ş.’nin de denetimine ve yönetimine Fon tarafından atamaların yapıldığı ve bu şekilde kamu alacağının yasa uyarınca tahsilinin amaçlandığı anlaşıldığından Borçlu Şirketin borçlarının Fon tarafından ödenmesi gerektiğine ilişkin herhangi bir yasal yükümlülük de bulunmadığından dava konusu zımni ret işleminde hukuka aykırılık bulunmamıştır.” gerekçesiyle dava reddedilmiştir.

76. Öte yandan temyiz merciinin yargılamayı yapan mahkemenin kararını uygun bulması hâlinde bunu ya aynı gerekçeyi kullanarak ya da basit bir atıfla kararına yansıtması yeterlidir. Burada önemli olan husus, temyiz merciinin bir şekilde temyizde dile getirilmiş ana unsurları incelediğini, derece mahkemesinin kararını inceleyerek onadığını ya da bozduğunu göstermesidir (Yasemin Ekşi, B. No: 2013/5486, 4/12/2013, § 57).

77. İstanbul 8. İdare Mahkemesinin kararını temyizen inceleyen Danıştay Onüçüncü Dairesi ise 18/5/2012 tarihli onama kararında, İdare Mahkemesinin gerekçesine atıfta bulunarak İlk Derece Mahkemesinin kararını “…davanın yukarıda özetlenen gerekçeyle reddi yolundaki temyize konu İstanbul 8. İdare Mahkemesi’nin 20.02.2008 tarih ve E:2006/2646, K:2008/272 sayılı kararında, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinin 1. fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından, temyiz istemi yerinde görülmeyerek anılan Mahkeme kararının onanmasına, …” gerekçesiyle usul ve yasaya uygun bulmuş; ayrıca başvurucu vekilinin karar düzeltme isteminde bulunması üzerine Danıştay aynı Dairesi 8/11/2012 tarihli ret kararında onama kararına atıfta bulunarak bu istemi de reddetmiştir.

78. Sonuç olarak İdare Mahkemesi başvurucunun iddialarına, davanın koşullarına ve ilgili yasal düzenlemelere yer verdikten sonra TMSF’yi sorumlu tutacak yasal yükümlülük bulunmadığı gerekçesine dayanarak davayı ve Danıştay Onüçüncü Dairesi bu karara atıf yaparak temyiz talebini reddettiğinden söz konusu kararların gerekçesiz olduğundan söz edilemez. Bununla birlikte Mahkemenin TMSF’nin kendisine kanunla verilen takdir yetkisinin gereklerine uygun kullanımı ve bu süreçte özel hukuk kişilerinin mülkiyet hakkı ile kamu yararı arasında denge kurması gerektiğine yönelik şikâyet, mülkiyet hakkı kapsamında ele alınacağından burada incelenmesine gerek görülmemiştir.

79. Açıklanan nedenlerle somut başvuruya konu İdare Mahkemesi ve Danıştay kararlarının gerekçesiz olmadığı anlaşıldığından başvurucunun bu yöndeki iddialarının açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

b. Duruşmalı Yargılama Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

80. Başvurucu, duruşma talebinin Danıştay tarafından gerekçe gösterilmeden reddedildiğinden ve duruşmanın yüze karşı yapılmadığından şikâyetçi olmuştur.

81. Anayasa'nın 141. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

“Mahkemelerde duruşmalar herkese açıktır. Duruşmaların bir kısmının veya tamamının kapalı yapılmasına ancak genel ahlâkın veya kamu güvenliğinin kesin olarak gerekli kıldığı hallerde karar verilebilir.”

82. Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkının temel unsurlarından biri de Anayasa'nın 141. maddesinde düzenlenen yargılamanın açık ve duruşmalı yapılması ilkesidir. Yargılamanın açıklığı ilkesinin amacı adli mekanizmanın işleyişini kamu denetimine açarak yargılama faaliyetinin saydamlığını güvence altına almak ve yargılamada keyfîliği önlemektir. Bu yönüyle ilke, hukuk devletini gerçekleştirmenin en önemli araçlarından biridir. Özellikle ceza davalarında yargılamanın duruşmalı ve aleni yapılması silahların eşitliği ilkesinin ve savunma haklarının güvencesini oluşturur. Ancak bu, her türlü yargılamanın duruşmalı yapılmasının zorunlu olduğu anlamına gelmez. Adil yargılama ilkelerine uyulmak şartıyla usul ekonomisi ve iş yükünün azaltılması gibi amaçlarla bazı yargılamaların duruşmadan istisna tutulması ve duruşma yapılmaksızın karara bağlanması anayasal hakların ihlalini oluşturmaz. Özellikle ilk derece mahkemeleri önünde duruşmalı yargılama yapılıp karar verildikten sonra kanun yolu incelemesinin dosya üzerinden yapılması hâlinde adil yargılanma hakkının ihlalinden söz edilemez (Nevruz Bozkurt, B. No: 2013/664, 17/9/2013, § 32).

83. Duruşmalı yargılama hakkı özellikle ceza davaları için önemli bir güvence olmakla beraber medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin davalar bakımından da tarafların kişisel özellikleri, yaşama biçimleri ve kişisel davranışlarının mahkemelerin kararlarının oluşmasına etkisi olabileceği bazı durumlarda tarafların duruşmada hazır bulunması gerekebilir. Ancak ilk derece mahkemesinde yargılama duruşmalı yapıldıktan sonra sadece hukuki denetim yapılan temyiz yargılamasının da duruşmalı yapılması adil yargılanma hakkı kapsamında bir zorunluluk olmayıp temyiz incelemesinin duruşmasız yapılması tek başına adil yargılanma hakkının ihlali anlamına gelmez.

84. 2577 sayılı Kanun’un 17. maddesine göre temyiz ve itirazlarda duruşma yapılması tarafların istemine ve Danıştay veya ilgili bölge idare mahkemesinin kararına bağlıdır. Temyiz ve itiraz incelemelerinin duruşmalı olarak yapılıp yapılmaması konusunda incelemeyi yapacak merciin takdir yetkisi bulunmaktadır. İncelemeyi yapacak merci, böyle bir talebin dile getirilmesi hâlinde duruşmalı inceleme yapabileceği gibi talep olmasa bile kendiliğinden de duruşmalı inceleme yapabilecektir.

85. Somut başvuruya konu idari davada başvurucu vekili 25/6/2008 tarihli temyiz dilekçesinde yürütmeyi durdurma ile birlikte temyiz incelemesinin duruşmalı olarak yapılmasını talep etmiş; Danıştay Onüçüncü Dairesi 18/5/2012 tarihli onama kararında, “Karar veren Danıştay Onüçüncü Dairesi’nce Tetkik Hâkiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra, 2577 sayılı Kanun’un 17. maddesi uyarınca davacının duruşma istemi yerinde görülmeyerek, dosyanın tekemmül etmiş olması nedeniyle davacının yürütmenin durdurulması istemi hakkında ayrıca bir karar verilmeksizin işin gereği düşünüldü.” şeklindeki gerekçesine yer vermek suretiyle takdir yetkisini kullanarak temyiz incelemesini duruşmasız olarak yapmıştır.

86. Sonuç olarak idari yargıda ilk derece ve temyiz yargılaması, esas olarak dosya üzerinden çözüme bağlanmakta ve 2577 sayılı Kanun’un 17. maddesine göre temyiz incelemesinin duruşmalı yapılması mahkemelerin takdir yetkisi içinde bulunmaktadır. Başvurucu vekilinin temyiz incelemesinin duruşmalı yapılması talebi ise Dairece 2577 sayılı Kanun’la verilen takdir yetkisine dayanılarak reddedilmiştir.

87. Somut başvuruya konu davada ilk derece yargılaması duruşmalı yapılmış ve bu kapsamda başvurucu vekiline uyuşmazlığa ilişkin iddialarını, talep ve itirazlarını sözlü biçimde İdare Mahkemesi önünde dile getirme ve delillerin tartışılmasını sağlama imkânı verilmiştir. Bu durumda temyiz incelemesinin duruşmasız yapılmasının başvurucunun hukuki dinlenilme hakkı açısından bir dezavantaj oluşturmadığı zira başvurucunun da duruşma yapılsaydı hangi ek iddialarda bulunabileceğini veya duruşma icra edilmemesi nedeniyle iddia ve savunmalarının değerlendirilmesi açısından nasıl bir eksiklik yaşadığını net olarak ortaya koyamadığı anlaşıldığından somut başvuruya konu idari davanın temyiz incelemesinin duruşmasız yapılmış olması nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edilmediği açıktır.

88. Açıklanan nedenlerle duruşmalı yargılama hakkına yönelik açık bir ihlalin olmadığı anlaşıldığından başvurunun bu kısmının açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

c. Mülkiyet ve Makul Sürede Yargılanma Haklarının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

89. Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru, iddia edilen hak ihlallerinin derece mahkemelerince düzeltilmemesi hâlinde başvurulabilecek ikincil nitelikte bir kanun yoludur. Bireysel başvuru yolunun ikincil niteliği gereği Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunabilmek için öncelikle olağan kanun yollarının tüketilmesi zorunludur. Bu ilke uyarınca başvurucunun Anayasa Mahkemesi önüne getirdiği şikâyetini öncelikle ve süresinde yetkili idari ve yargısal mercilere usulüne uygun olarak iletmesi, bu konuda sahip olduğu bilgi ve kanıtlarını zamanında bu makamlara sunması, aynı zamanda bu süreçte dava ve başvurusunu takip etmek için gerekli özeni göstermiş olması gerekir (Ayşe Zıraman ve Cennet Yeşilyurt, B. No: 2012/403, 26/3/2013, § 17).

90. Ancak tüketilmesi gereken başvuru yollarının ulaşılabilir olması yanında telafi kabiliyetini haiz olması ve tüketildiğinde başvurucunun şikâyetlerini gidermede makul başarı şansı tanıması gerekir. Dolayısıyla mevzuatta bu yollara yer verilmesi tek başına yeterli olmayıp uygulamada da etkili olduklarının gösterilmesi ya da en azından etkili olmadıklarının kanıtlanmamış olması gerekir (Hamit Kaya, B. No: 2012/338, 2/7/2013, § 29).

91. Bakanlık görüş yazısında başvurucunun kesinleşmiş Mahkeme ilamı ile sabit olan alacağını tüzel kişiliği sona ermeden borçlu Şirketten, tüzel kişiliği sona erdikten sonra ise Tasfiye Komisyonundan talep etmesi gerektiği, başvurucunun Tasfiye Komisyonuna başvurduğuna dair bilgi ve belge sunmadığı, bu hususun öncelikle başvuru yollarının tüketilip tüketilmediğinin incelenmesi sırasında değerlendirilmek üzere dikkate sunulduğu belirtilmiştir.

92. Başvurucu Bakanlık görüşüne karşı beyanında alacağını TMSF yönetimi ve Tasfiye Komisyonundan defalarca talep ettiğini, TMSF yönetimi ile yaptığı görüşmelerde alacağının belli bir oranından vazgeçmesi hâlinde ödeme yapılacağı sözü verildiğini ancak hiçbir ödeme yapılmadığını, borçlu Şirketin tasfiyesine karar verilirken alacağının Şirket kayıtlarında var olduğunu, başvuruya ek dosyalardan da anlaşılacağı üzere idari ve yargısal tüm yolların tüketildiğini ifade etmiştir.

93. TMSF Hukuk İşleri Başkanlığının 28/11/2014 tarihli yazısında ise başvurucu ile borçlu Şirketin cari hesap ilişkisinin 13/8/2001 tarihli fatura ile başladığı, en son 10/12/2002 tarihinde 72.356,61 TL ödeme yapıldığı ve kalan alacak bakiyesinin borçlu Şirketin kayıtlarına göre 59.517,06 TL olduğu, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu Kontrolündeki Şirketlerin Tasfiyesine Dair Yönetmelik hükümleri uyarınca alacağını bildirmeyen alacaklılar hakkında ilgili Şirket kayıtları esas alınarak bakiye alacağın alacak sıra cetvelinde 4. sıraya kaydedildiği, 3. sırada TMSF’nin 7.552.995.710,63 TL amme alacağı bulunduğu ve Fon döneminde başvurucuya ödeme yapılmadığı ifade edilmiştir.

94. Başvuruya konu edilen icra ve iflaslı takiplerinin sonuçsuz kalması ile ardından ticari ve iktisadi bütünlük oluşturularak borçlu Şirketin değer ifade eden varlıklarının satılması sonrasında başvurucu alacağını TMSF’den istemiş ve başvurusunun zımnen reddedilmesi üzerine TMSF’yi alacağına ulaşmasını engellemeden sorumlu tutarak alacağını tahsil etmek amacıyla idari dava sürecini başlatmış ancak bu dava aleyhine sonuçlanmıştır. Tasfiye hâlinde olan ve tüm varlıkları satılmış borçlu Şirketin sıra cetvelinde 3. sırada TMSF’ye olan 21 milyar TL borcunu ödemesinin dolayısıyla başvurucunun 4. sırada bulunan alacağını tahsil etmesinin de mevcut koşullarda mümkün olmadığı görülmektedir. Bu durumda mevcut koşullarda 4. sıradaki alacakların tahsili anlamında uygulamada tasfiye masasına başvurunun makul bir başarı şansı sunmadığı açıktır. Kaldı ki tasfiye masasının başvurucunun alacağını da borçlu Şirketin kayıtlarına göre 4. sıraya kaydettiği ve Tasfiye Komisyonuna başvurunun da zorunlu tutulmadığı gözönünde bulundurulduğunda bu yolun tüketilmesinin gerekli olmadığı anlaşılmıştır.

95. Sonuç olarak başvurucunun idari ve yargısal başvuru yollarının tüketilmesi konusunda gerekli özeni göstermediğine dair bir bulgu saptanamadığı ve alacağının TMSF Tasfiye Komisyonu tarafından sıra cetveline işlendiği anlaşıldığından başvuru yollarının tüketildiğini kabul etmek gerekmektedir.

96. Bu durumda başvurucunun makul sürede yargılanma hakkı ve mülkiyet hakkının ihlal edildiği yönündeki şikâyetleri açıkça dayanaktan yoksun olmadığı gibi bu şikâyetler için diğer kabul edilemezlik nedenlerinden herhangi biri de bulunmamaktadır. Bu nedenle başvurunun bu bölümlerine ilişkin olarak kabul edilebilirlik kararı verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

a. Mülkiyet Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

97. Başvurucu; personel taşıma hizmeti verdiği borçlu Şirketten icra takibine itiraz davasıyla kesinleşen alacağını, TMSF tarafından borçlu Şirketin yönetim ve denetimine el konması sonrasında TMSF’nin yaptığı müdahaleler nedeniyle tahsil edemediğini, 4389 ve 5411 sayılı Kanunların, usulsüz bankacılık işlemleri nedeniyle batan bankaların TMSF tarafından el konması sonrasında kamu zararının karşılanmasını amaçladığını, el konulan Banka ile hiçbir ilgisi olmadığı ve böyle bir iddia da bulunmadığı hâlde kendisine bahsedilen Banka ile ilişkili kişi gibi muamelede bulunulduğunu, kanun ile takdir yetkisi verilen TMSF yönetiminin bu yetkisini üçüncü kişilerin mülkiyet hakkını ihlal edecek biçimde keyfî olarak kullandığını, oluşan zararı Bankanın batmasına sebep olanlar yerine üçüncü kişilere yüklediğini, kendisi ile aynı statüde bulunan diğer bazı gerçek ve tüzel kişilerin (Motorola, Nokia ve başvurucudan sonra borçlu firmanın servis taşıma işini üstlenen Ateş-Tur gibi) söz konusu borçlu Şirketten olan alacaklarına istinaden ödeme yapıldığı hâlde kendisine ödeme yapılmadığını, borçlu Şirketin kendisi tarafından önceden üzerine ihtiyati haciz konmuş mal varlıklarının ticari ve iktisadi bütünlük oluşturularak satıldığı ve tasfiye edildiği için alacağını tahsil etme imkânının kalmadığını, alacağına kavuşamaması nedeniyle iflas ettiğini, kanunla TMSF'nin devletin yargı ve icra organları üzerinde olağanüstü yetkilere tabi bir konuma yükseltildiğini belirterek mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

i. Mülkiyetin Varlığı

98. Anayasa'nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

99. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (Sözleşme) ek (1) No.lu Protokol'ün "Mülkiyetin korunması" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."

100. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ve 6216 sayılı Kanun'un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrası hükümlerine göre Anayasa Mahkemesine yapılan bir bireysel başvurunun esasının incelenebilmesi için kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddia edilen hakkın Anayasa'da güvence altına alınmış olmasının yanı sıra Sözleşme ve Türkiye'nin taraf olduğu ek protokollerinin kapsamına da girmesi gerekir (Onurhan Solmaz, B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 18).

101. Anayasa ve Sözleşme'nin ortak koruma alanında yer alan mülkiyet hakkı, mevcut mal, mülk ve varlıkları koruyan bir güvencedir. Bir kişinin hâlihazırda sahibi olmadığı bir mülkün mülkiyetini kazanma hakkı -kişinin bu konudaki menfaati ne kadar güçlü olursa olsun- Anayasa ve Sözleşme'yle korunan mülkiyet kavramı içinde değildir. Bu hususun istisnası olarak belli durumlarda bir "ekonomik değer" veya icrası mümkün bir "alacak" iddiasını elde etmeye yönelik "meşru bir beklenti", Anayasa'nın ve Sözleşme'nin ortak koruma alanında yer alan mülkiyet hakkı güvencesinden yararlanabilir (Kemal Yeler ve Ali Arslan Çelebi, B. No: 2012/636, 15/4/2014, § 36, 37).

102. Alacak hakkı, mülkiyet hakkı kapsamında kişilerin temel haklarındandır (AYM, E.2008/58, K.2011/37, 10/2/2011). Asıl alacağa bağlı ferî bir hak olan faiz alacağı da hak sahibine maddi bir menfaat sağlaması sebebiyle ekonomik bir değer olarak Anayasa ve Sözleşme'nin ortak koruma alanında yer alan mülkiyet hakkı kapsamında olup asıl alacağa bağlı faiz talebi de bu hakkın sağladığı güvenceden yararlanabilir (Akel Gıda San. ve Tic. A.Ş., B. No: 2013/28, 25/2/2015, § 36).

103. Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma kapsamında olan mülkiyet hakkının tespiti mevcut hukuk sisteminde iddia edilen mülkiyet iddiasının tanınmasına bağlı olup bu tanım mevzuat hükümleri ve yargı kararları ile yapılmaktadır.

104. Başvuruya konu somut davada başvurucu, borçlu Şirketten sözleşmeye dayalı hizmet karşılığı olan alacağının kendisine ödenmemesi üzerine 8/1/2003 tarihinde icra takibi başlatmış; borçlu Firmanın itirazı üzerine İstanbul 6. Asliye Ticaret Mahkemesinde görülen itirazın iptali davasında 287.790 YTL alacağı tespit edilmiş; davalının haksız ve kötü niyetli itirazının iptaline karar verilmiş ve karar kesinleşmiştir. Devam eden icra ve iflaslı takip süreçleri ile bu süreçlere ilişkin davalarda başvurucunun borçlu Şirketten alacağı olmadığına dair bir karara rastlanmamış gerek Bakanlık gerekse TMSF Başkanlığı bu yönde bir beyanda bulunmamıştır.

105. Başvurucunun İstanbul 8. İdare Mahkemesi nezdinde 17/11/2006 tarihinde açtığı zımni reddin iptali ve alacağın yasal faiziyle birlikte tazmini istemli davada da alacağının olmadığı yönünde bir karar verilmemiş, alacaktan TMSF’nin sorumlu olup olmadığı tartışılmıştır. Son olarak TMSF yönetiminde borçlu Şirketin tasfiye cetveli çıkarılırken başvurucunun talep ettiği miktardan farklı olmakla beraber 59.517,06 TL alacak tasfiye cetvelinin 4. sırasına işlenmiş olup hâlen ödenmediği TMSF’nin cevap yazısından anlaşılmaktadır.

106. Bu durumda başvurucunun borçlu Şirketten alacaklı olduğu, Anayasa ve Sözleşme'nin ortak koruma alanında yer alan mülkiyet hakkı kapsamında korunmaya değer bir menfaatinin bulunduğu anlaşılmaktadır.

ii. Müdahalenin Varlığı

107. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü ve 6216 sayılı Kanun'un 45. maddesinin (1) numaralı fıkraları uyarınca Anayasa'da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Sözleşme ve buna ek Türkiye'nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiğini düşünen, medeni haklara sahip gerçek ve özel hukuk tüzel kişilerine Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru açısından dava ehliyeti tanınmıştır. 6216 sayılı Kanun'un 46. maddesinin (1) numaralı fıkrasında ise bireysel başvurunun ancak ihlale yol açtığı ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal nedeniyle güncel ve kişisel bir hakkı doğrudan etkilenenler tarafından yapılabileceği düzenlenmiştir.

108. Somut başvuruya konu davada başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamında yer alan alacağının borçlusu başlangıçta bir özel hukuk tüzel kişisidir. Bu durumda başvurunun esastan incelenebilmesi için başvurucunun söz konusu özel hukuk tüzel kişisinden olan alacağına ulaşmasını engelleyen bir kamu müdahalesinin olup olmadığının incelenmesi gerekmektedir.

109. Somut başvuruya konu olaylar incelendiğinde başvurucunun borçlu Şirketten olan alacağını tahsil etmek amacıyla 8/1/2003 tarihinde icra takibine başladığı, takibe itiraz edilmesi üzerine başvurucunun borçlu Şirket aleyhine İstanbul 6. Asliye Ticaret Mahkemesi nezdinde itirazın iptali davası açtığı ve Mahkemenin 13/4/2004 tarihli kararıyla davalı borçlu Şirketin haksız ve kötü niyetli itirazının iptaline, bilirkişi raporuyla belirlenen alacağa yönelik takiplerin devamına ve borçlu Şirketin alacağın %40’ı oranında icra inkâr tazminatı ile sorumlu tutulmasına karar verildiği; bu kararın kesinleşmesiyle icra takibine devam edilerek çeşitli tarihlerde ödeme emirleri gönderildiği; borçlu Şirketin menkul ve gayrimenkulleri haczedildikten sonra 17/5/2004 tarihinde dört adet marka ile 118 yayın üzerine hacizler konduğu anlaşılmaktadır.

110. Başvurucunun başlattığı icra takipleri devam ederken TMSF, 13/2/2004 tarihli Fon Kurulu kararıyla 4389 sayılı mülga Kanun’a dayanarak daha önce el koyduğu Banka hâkim ortaklarına ait borçlu Şirketin de yönetim ve denetimine el koymuş ve mevcut Yönetim ve Denetim Kurulu üyelerini azlederek yerlerine yeni üyeler atamıştır. Borçlu Şirket hukuken özel hukuk tüzel kişisi de olsa 13/2/2004 tarihinden sonra TMSF’nin yönetim ve denetimi altında faaliyet göstermeye devam etmiştir.

111. Başvurucu icra takibini sürdürürken TMSF, 6183 ve 4389 sayılı Kanunlara dayanarak 18/5/2004 tarihinde, el konmuş bankanın TMSF tarafından üstlenilen zararları karşılığı Borçlu Şirket hakkında 7.739.663.000 YTL’lik haciz işlemi uygulamıştır. Bir kamu alacağı olan TMSF alacağı, 2004 sayılı Kanun’un 206. maddesine ve 6183 sayılı Kanun’a göre daha önce haciz işlemi uygulayan başvurucunun alacağı, daha önce tahsil edilmesi gereken alacak konumunda olmakla birlikte başvurucu daha önce haciz işlemi uyguladığından 2004 sayılı Kanun’un 21. maddesine göre haczin paraya çevrilmesi hâlinde garameten paylaşım gerekmektedir. 4389 ve 5411 sayılı Kanunlar ise TMSF alacağına 6183 sayılı Kanun’da ifade edilen diğer alacaklara göre üstünlük tanımanın yanında tahsil işlemleri için de farklı yöntemler ve yetkiler vermektedir.

112. Başvurucu, borçlu Şirketten olan alacağını tahsil etmek amacıyla ayrıca iflas yolu ile takip süreci de başlatmış ancak TMSF’nin yönetimindeki borçlu Şirketin 8/11/2004 tarihli itirazı üzerine İstanbul 7. Asliye Ticaret Mahkemesinde görülen iflas davasına TMSF vekili 15/2/2005 tarihli dilekçesiyle müdahil olarak katılarak 22/2/2005 tarihli duruşmada borçlu Şirketin Fon Kurulu kararıyla yönetim ve denetiminin Fona geçtiğini ve üzerinde tedbir bulunduğunu beyan etmiştir. TMSF vekili ayrıca diğer itirazları yanında borçlu Şirket üzerinde TMSF’nin 6183 sayılı Kanun’a göre başlattığı 7.7 milyar YTL tutarlı haciz bulunduğunu, 2004 sayılı Kanun’un 206. maddesine göre bu alacağın 3. sırada, başvurucunun alacağının 4. sırada bulunduğunu; 4389 sayılı mülga Kanun’un 16. maddesi gereği borçlu Şirket aleyhine devam eden tüm icra ve iflas takibatının durması gerektiğini beyan etmiştir. TMSF’nin borçlu Şirkete uyguladığı haciz, borçlu Şirketin hakim ortaklarının el konan ve tasfiye edilen Bankanın TMSF tarafından karşılanan zararları ve mudilerine yapılan ödemelerden kaynaklanmaktadır. Mahkeme 20/12/2005 tarihli kararıyla 4389 sayılı mülga Kanun’un 15. maddesinin yedinci fıkrasının (a) bendi gereği el konan şirketlerin iki yıl içinde iktisadi bütünlük oluşturulan mahcuzlarının Fonun izni olmaksızın imtiyazlı alacaklar dâhil üçüncü kişiler tarafından muhafaza altına alınmasının ve satışının talep edilemeyeceği ve iflaslarına karar verilemeyeceği gerekçesiyle iflas talepli davayı reddetmiştir. Bu dava, Yargıtay 19. Hukuk Dairesinin 12/4/2007 tarihli kararı ile onanmıştır.

113. Başvurucu; borçlu Şirketin bünyesinde bulunan Star gazetesi ile Star televizyonunun satılacağına dair haberler sonrasında 28/7/2005 tarihinde İstanbul 7. Asliye Ticaret Mahkemesinden muhafaza tedbiri alınmasını, bu tedbir varsa süresinin uzatılmasını talep etmiş ancak borçlu Şirket vekili 6/7/2005 ile 7/9/2005 tarihli dilekçeleriyle 4389 sayılı mülga Kanun gereği TMSF’nin yönetim ve denetimi altında olan şirketler aleyhine iflas kararı verilemeyeceği ve müvekkilinin kamu yararı gereği TMSF tarafından üçüncü kişilere satılacağı dikkate alınarak tedbirin kaldırılmasını talep etmiş ve Mahkeme 4/10/2005 tarihli ara kararıyla TMSF Fon Kurulunun kararı ve 4389 sayılı mülga Kanun’un 15. maddesinin yedinci fıkrasının (a) bendi ile 6183 sayılı Kanun’a dayanarak muhafaza tedbirini kaldırmıştır. Akabinde TMSF tarafından içinde borçlu Şirketin kıymet ifade eden tüm varlıklarının da yer aldığı Star Gazetesi Ticari ve İktisadi Bütünlüğü, 5411 sayılı Kanun’a göre TMSF tarafından atanan ve başka kanunlardaki sınırlamalara tabi olmaksızın işlem yapan Satış Komisyonu tarafından 25/1/2006 tarihinde gerçekleştirilen ihale sonucu 8.000.000,00 ABD doları bedelle satılmış ve faiziyle beraber 8.779.463,17 ABD doları tahsil edilmiştir. TMSF Satış Komisyonu Başkanlığı tarafından elde edilen gelirin 4.032.324,39 ABD doları şirketlerin Gelir İdaresi Başkanlığına borçları (vergi borçları) karşılığı, 1.435.482,93 ABD doları Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığına borçları karşılığı olarak bakiyesi ise borçlu Şirket hakim ortaklarının batan bankasının TMSF’ce üstlenilen zararları karşılığı TMSF’ye ayrılmıştır. Başvurucu alacağını başka türlü tahsil etme imkânının kalmadığı gerekçesiyle TMSF’ye başvurmuş ve 17/11/2006 tarihinde idari dava sürecini başlatmıştır. Değer ifade eden mal varlığı kalmayan borçlu Şirket, 18/10/2007 tarihli TMSF Fon Kurulu kararıyla tasfiye edilmiştir.

114. Özetle başvurucunun alacağını tahsil etmek üzere başlattığı icra takiplerinde borçlu Şirket adına tescilli 4 adet marka ile 118 yayın üzerine haciz konmasını sağladığı ve alacağın tahsil edilme kabiliyetinin bulunduğu ancak haczedilen değerlerin paraya çevrilmesi aşamasında TMSF’nin borçlu Şirket hakim ortaklarının önce Bankasına ardından borçlu Şirkete de el koyarak Banka borçlarına istinaden borçlu Şirkete 7.7 milyar TL haciz uyguladığı, TMSF yönetimine geçen borçlu Şirket ile davaya müdahil olan TMSF’nin 4389 sayılı mülga Kanun’a dayanarak yaptıkları itirazlar neticesinde borçlu Şirket hakkında başvurucunun başlattığı icra ve iflas takiplerinin durduğu, borçlu Şirketin parasal kıymet ifade eden tüm varlıklarının TMSF tarafından 5411 sayılı Kanun’a dayanılarak satıldığı, elde edilen gelirin borçlu Şirketin diğer kamu borçları ile batan banka zararı karşılığı TMSF’ye olan borçlarına mahsup edildiği ve borçlu Şirketin tasfiye edildiği anlaşılmaktadır.

115. Bahsedilen süreçler 2004 ve 6183 sayılı Kanunlarda öngörülen takip süreçleri olmayıp TMSF tarafından kendisine verilen geniş takdir yetkisi ile yürütülen işlemler sonucunda gerçekleştirilmiştir. Bu durumda başvurucunun icra ve iflas takiplerinin 4389 ve 5411 sayılı Kanunların verdiği olağanüstü yetkilere dayanılarak TMSF ve TMSF yönetimindeki borçlu Şirketin müdahaleleri ile engellendiği, borçlu Şirketin mal varlıklarının TMSF tarafından satılarak elde edilen gelirin kamu alacaklarına ayrıldığı ve borçlu Şirketin tasfiye edildiği, başvurucunun alacağını tahsil etmesinin kamu kurumunun müdahalesi ile mevcut koşullarda imkânsız hâle geldiği anlaşıldığından başvurucunun mülkiyet hakkına müdahalenin bulunduğu açıktır.

iii. Müdahalenin Niteliği

116. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan Öte yandan mülkiyet hakkı, kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma ve tasarruf etme, onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir. Anayasa’ya göre bu hakka ancak kamu yararı nedeniyle ve kanunla sınırlama getirilebilir. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkının mutlak bir hak olmadığı ve kamu yararı amacıyla sınırlandırılabileceği belirtilmiştir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, §§ 28, 32).

117. Anayasa’nın 35. maddesi ve (1) No.lu Protokol’ün 1. maddesi benzer düzenlemelerle mülkiyet hakkına yer vermiştir. Her iki düzenleme de üç kural ihtiva etmektedir. Sözleşme’nin ilk cümlesi herkese mülkünden barışçıl yararlanma hakkı verirken Anayasa daha geniş manada mülkiyet hakkını tanımaktadır. Düzenlemelerin ikinci cümleleri ise kişilerin hangi koşullarda mülkünden yoksun bırakılabileceğini ya da kişilere ait mülkiyetin hangi koşullarla sınırlandırılabileceğini hüküm altına almaktadır (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 46).

118. Her iki düzenlemenin üçüncü cümleleri ise mülkiyetin kullanımının kontrolü ya da düzenlenmesine ilişkindir. Anayasa’nın 35. maddesinin son fıkrası mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı şeklinde hakkın kullanımına ilişkin genel bir ilkeye yer verirken Sözleşme’ye ek (1) No.lu Protokol’ün birinci maddesinin ikinci fıkrası devletlere mülkiyeti kamu yararına düzenleme ile vergiler ve diğer katkılar ile cezaların tahsili konusunda gerekli gördükleri yasaları uygulama konusundaki haklarını saklı tutarak taraf devletlerin genel yarara uygun olarak “mülkiyetin kullanımını kontrol” yetkisine sahip olduklarını kabul etmektedir. Bununla beraber Anayasa’nın birçok maddesi ilgili olduğu hususta devlete mülkiyetin kullanımının kontrolü ya da mülkiyeti düzenleme yetkisi vermektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, § 47).

119. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) göre ikinci ve üçüncü kurallar, mülkiyetten barışçıl yararlanma ilkesi şeklinde ifade edilen birinci kuralın özel görünüm şekilleridir ve bu nedenle genel nitelikli birinci kuralın ışığı altında anlaşılmaları gerekmektedir (James ve diğerleri/Birleşik Krallık [GK], B. No: 8793/79, 21/2/1986, § 37).

120. Başvuru konusu olayda başvurucunun bir özel hukuk tüzel kişisinden olan alacağının kamu gücü kullanılarak yapılan müdahaleler sonucu mevcut koşullarda tahsil edilme imkânı kalmamıştır. Bu müdahalelerden ilki borçlu Şirketin hakim ortaklarına ait Bankaya el konması sonrasında borçlu Şirkete de el konması ve başvurucunun el konan Şirketle ilgili devam eden icra ve iflas takiplerinin durdurulması ile icra aracılığıyla hacizli malların satışının engellenmesi şeklinde gerçekleşmiştir. İkinci müdahale ise borçlu Şirketle beraber beş şirketin değer ifade eden varlıklarının iktisadi ve ticari bütünlük oluşturularak satılması ve elde edilen gelirin mal varlıkları satılan beş şirketin önce vergi ve sosyal güvenlik borçlarına, daha sonra ise Banka nedeni ile borçlu Şirket hakim ortaklarına TMSF’ye olan borçlarına karşılık olarak ayrılması ve başvurucuya herhangi bir ödeme yapılmaması şeklinde gerçekleştirilmiştir.

121. Vergi ve sosyal güvenlik prim ödemelerine ilişkin müdahaleler mülkiyet hakkının üçüncü kuralı olarak ifade edilen mülkiyet hakkının düzenlenmesi veya kullanımının kontrolü başlığı altında incelenmektedir. Başvuruya konu olayda başvurucunun kendisine ait olmayan vergi ve sosyal güvenlik ödemeleri söz konusudur. Bahsedilen kamu alacakları yanında esas olarak TMSF’nin banka kaynaklı alacaklarının ödenmesine öncelik, ayrıcalık ve üstünlük tanınması sebebiyle başvurucunun icra takipleri sonuçsuz kalmıştır. 4389 ve 5411 sayılı Kanunlarla TMSF’ye verilen geniş yetkiler kullanılarak gerçekleştirilen satışlar ile elde edilen gelir de TMSF tarafından diğer alacaklılar dâhil edilmeden tamamı kamu alacakları için paylaştırılmıştır. Yapılan müdahaleler doğrudan başvurucunun mülküne yönelik olmayıp kamu alacağını garanti altına almaya yönelik müdahalelerdir.

122. Başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahale, mülkiyet hakkını (somut olayda alacak hakkını) kesin olarak sonlandıran ve kamuya devreden kamulaştırma gibi bir müdahale olarak kabul edilemez. Bakanlığın ve TMSF’nin yazılarında ifade edildiği gibi başvurucunun tasfiye edilen borçlu Şirketten alacağı en azından kâğıt üzerinde devam etmektedir.

123. TMSF’nin banka kaynaklı alacaklarına öncelik, üstünlük ve ayrıcalık tanıyan düzenlemelere dayanılarak gerçekleştirilen işlemler sonucu başvurucunun mülkiyet hakkına müdahale edilmiş; yapılan müdahaleler sonucu başvurucu, alacağını tahsil edememiş ve başvurucunun mülkiyet hakkı kullanılamaz hâle gelmiştir. Bu durumda yapılan müdahaleleri, devletin mülkiyetin kullanımının kontrolü ya da mülkiyeti düzenleme yetkisi kapsamında mülkiyet hakkının üçüncü kuralı çerçevesinde incelemek gerekmektedir.

124. Bu aşamada başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuniliği, meşru amacı ve ölçülülüğünün incelenmesi gerekmektedir.

Kanunilik

125. Anayasa'nın 35. maddesinde herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu, mülkiyet hakkının sınırsız bir hak olmadığı belirtilmektedir. Anayasa’nın 35. ve 13. maddeleri ise mülkiyet hakkına getirilecek sınırlamaların kamu yararı amacıyla ve kanunla yapılması gerektiğini hüküm altına almaktadır. AİHM, yasada öngörülen koşulları bir diğer ifadeyle hukukiliği geniş yorumlayarak istikrar kazanmış yargı kararlarına dayanan içtihat yoluyla geliştirilmiş ilkelerin de hukukilik şartını karşılayabildiğini kabul ederken (Malonei/İngiltere, B. No: 8691/79, 2/8/1984, §§ 66-68) Anayasa, tüm sınırlandırmaların mutlak manada kanunla yapılacağını öngörerek Sözleşme’den daha geniş bir koruma sağlamaktadır (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, § 31).

126. Kanunun varlığı kadar kanun metninin ve uygulamasının da bireylerin davranışlarının sonucunu öngörebilecekleri kadar hukuki belirlilik taşıması gerekir. Bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, § 56).

127. Hukuki güvenlik ile belirlilik ilkeleri, hukuk devletinin ön koşullarındandır. Kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan hukuki güvenlik ilkesi hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermeyi ifade etmektedir. Bu bakımdan kanunun metni, bireylerin -gerektiğinde hukuki yardım almak suretiyle- hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını belli bir açıklık ve kesinlikte öngörebilmelerine imkân verecek düzeyde kaleme alınmış olmalıdır. Dolayısıyla uygulanması öncesinde kanunun muhtemel etki ve sonuçlarının yeterli derecede öngörülebilir olması gereklidir (AYM, E.2013/39, K.2013/65, 22/5/2013).

128. Somut olay bakımından başvurucunun mülkiyet hakkına ilk aşamada icra ve iflas takiplerinin durdurulması şeklinde yapılan müdahale, 4389 sayılı mülga Kanun’un 15. maddesinin yedinci fıkrasının açık hükümlerine dayanılarak gerçekleştirilmiştir. İkinci aşamada ise borçlu Şirketin varlıkları, 5411 sayılı Kanun’un 134. maddesinin 6., 8, ve 9. fıkraları ile bu Kanun’a dayanılarak çıkarılan Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu Tarafından Ticari ve İktisadi Bütünlük Oluşturan Mahcuzların Satışına İlişkin Yönetmelik hükümlerine dayanılarak satılmış ve ardından elde edilen gelir kamu alacakları arasında paylaştırılmış, TMSF Kontrolündeki Şirketlerin Tasfiyesine Dair Yönetmelik hükümlerine dayanılarak borçlu Şirketin tasfiyesi gerçekleştirilmiştir.

129. Anılan Kanun ve Yönetmelik maddeleri, kamu idaresine söz konusu işlemleri yapma konusunda açık yetki vermekte ve tahsil edilen gelirin paylaştırılması hususunda da geniş takdir yetkisi tanımaktadır. Bu nedenle ilgili düzenlemelerin açık olduğu anlaşılmaktadır. Bahsedilen açık düzenlemeler, Resmî Gazete’de ve ilgili kurumların internet sitelerinde yayımlanmış olup yayımlandıkları tarihte ulaşılabilir niteliktedir.

130. Bununla birlikte 6183 sayılı Kanun’un “Amme alacaklarında rüçhan hakkı” başlıklı 21. maddesinin birinci fıkrası hükmü gereği bir şahsın mal varlığına kamu alacakları için haciz konmadan önce özel alacaklar için haciz konur ve hacizli mallar satılıncaya kadar kamu alacakları için haciz konursa satış bedelinin özel-kamu alacaklılar arasında garameten paylaştırılması gerekmektedir. Bu düzenlemede, kamu alacakları için takip başlatıldığında daha önce harekete geçen özel alacaklıların menfaatlerinin nasıl korunacağına ilişkin belirlilik sağlanmıştır. TMSF’ye alacaklarının tahsili için olağanüstü yetkiler tanıyan 4389 sayılı mülga Kanun ve yerine geçen 5411 sayılı Kanun’la getirilen düzenlemeler ise somut başvuruya konu olayda olduğu gibi geçmişte meydana gelmiş borç ve alacak ilişkileri nedeniyle yine geçmişte başlamış; devam eden takip ve tahsil süreçlerine etkili olacak şekilde uygulanmıştır.

131. Ayrıca 6183 ve 2004 sayılı Kanunların olağan uygulamasında kamu alacakları için ilgili kamu kurumu taraf olarak icra veya iflas işlemlerine katılırken ve bu işlemler icra dairelerince yürütülürken 4389 sayılı mülga Kanun ve yerine geçen 5411 sayılı Kanun’la verilen yetkilere istinaden TMSF, kendisine verilen takdir yetkisi çerçevesinde satışı yapılacak varlıklara ilişkin koşulları belirleyebilmekte; satışa karar verebilmekte ve satış hasılatını alacaklılara paylaştırabilmektedir. Başvuru konusu olayda el koyduğu şirketlerin geçmiş dönemden kalan borçlarında olduğu gibi ödeme, ihale alıcısına ödetme veya duruma göre ödememe yetkisini de uhdesinde toplamaktadır. Üçüncü kişi alacaklılar ise takip konusu mal varlığı ile ilgili satış talep edememekte, takip edilen şirketlerin iflasını isteyememekte, TMSF’nin yapacağı satış işlemlerine karşı muhafaza tedbiri uygulayamamakta ve Fon tarafından konulan takyidat bakımından zamanaşımı süreleri ile hak düşürücü süreler de işlememektedir.

132. 5411 sayılı Kanun’un 134. maddesine göre başvurucunun alacağı gibi satış tarihine kadar tahakkuk etmiş olmak şartıyla borçların ödenmesine ilişkin sıralama;

 i. Şirketlerin teknik bilgi, yazılım, donanım, ekipman, mal ve hizmet alımından doğan geçmiş dönem borçları,

 ii. Kişilerin devlete ve sosyal güvenlik kuruluşlarına olan 6183 sayılı Kanun kapsamındaki borçları ile GSM imtiyaz sözleşmesinden doğan Hazine payı borçları,

 iii. Diğer kamu kurum ve kuruluşları ile üst kurullara olan borçları şeklinde yapılmıştır.

133. Bu sıralamanın dikkate alınması hâlinde satış hasılatı olan 8.000.000 ABD doları ile başvurucunun ilk sırada alacağına kavuşabilmesi muhtemel olmakla birlikte aynı fıkra hükmü içinde bu sıraya göre dağıtım yapılması “Fon Kurulu tarafından karar verilmesi” şartına bağlanmıştır. Bu durumda bir yandan satış bedelini dağıtmakla yetkili olan ancak diğer yandan kendisi de alacaklı olan Fon, sıralama konusunda inisiyatif kullanarak başvurucu ve aynı durumdaki alacaklıların önceliğini ortadan kaldırabilme yetkisine sahip olup somut başvuruya konu işlemlerde bu yetkisini kendi menfaatine uygun ve başvurucu vb. alacaklıların menfaatine aykırı olarak kullanarak başvurucunun alacağının doğduğu ve takip sürecini başlattığı tarihte öngöremeyeceği bir şekilde başvurucunun alacaklarının tahsilini engellemiştir.

134. 5411, 6183 ve 2004 sayılı Kanunların ilgili hükümleri incelendiğinde alacakların dağıtımı bakımından ayrı ayrı sıralama yapmaya imkân verdikleri, sıralamada önceliğin belirlenmesi inisiyatifinin tamamen TMSF’de olduğu ve bu belirlemeyi yapan TMSF’nin aynı zamanda alacaklı da olması sebebiyle kendi lehine fakat başvurucu aleyhine olacak şekilde sıra cetvelini düzenleyebileceği (ve somut olayda düzenlediği) anlaşılmaktadır.

135. TMSF’ye oldukça geniş yetkiler veren düzenlemeler somut başvuruya konu davada daha önce meydana gelmiş olayları etkilemekle beraber ancak ilgili düzenlemelerin yürürlüğe girdiği ve uygulandığı tarihte öngörülebilmesi mümkün olmuştur. Bu nedenle bahse konu düzenlemelerin devam eden takip ve tahsil süreçlerine uygulanması hukuki öngörülebilirliği zorlaştırmakla beraber ölçülülük ilkesi yönünden yapılan incelemede bu husus birlikte değerlendirilmek üzere bu aşamada üzerinde daha fazla durulmamış ve bir sonuca varılmasına gerek görülmemiştir.

136. Bu durumda müdahalenin kamu yararı meşru amacının bulunup bulunmadığının incelemesine geçilecektir.

Meşru Amaç

137. Kamu yararı kavramı, genel bir ifadeyle özel veya bireysel çıkarlardan ayrı ve bunlara üstün olan toplumsal yararı ifade etmektedir. Bütün kamusal işlemler, nihai olarak kamu yararını gerçekleştirme hedefine yönelmek durumundadır. Kamu yararı, doğası gereği geniş bir kavramdır. Yasama ve yürütme organları, toplumun ihtiyaçlarını dikkate alarak neyin kamu yararına olduğunu belirlemede geniş bir takdir yetkisine sahiptir. Kamu yararı konusunda bir uyuşmazlığın çıkması hâlinde ise uzmanlaşmış ilk derece ve temyiz yargılaması yapan mahkemelerin uyuşmazlığı çözmek konusunda daha iyi konumda oldukları açıktır. Anayasa Mahkemesinin -bireysel başvuru incelemesinde açıkça temelden yoksun veya keyfi olduğu anlaşılmadıkça- yetkili kamu organlarının kamu yararı tespiti konusundaki takdirine müdahalesi söz konusu olamaz (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, §§ 34, 35, 36).

138. 5411 sayılı Kanun’un 134. maddesinin gerekçesi TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu tarafından hazırlanan 972 sayılı Esas Komisyon Raporu’nda aşağıdaki şekilde açıklanmıştır:

“Fona, Fon gelirlerinin tahsilinde, banka kaynaklarının istismarı sebebiyle faaliyet izni kaldırılan veya Fona devredilen bankaların hâkim ortakları ve yöneticileri hakkında yapacağı takiplerde ve 1211 sayılı Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Kanunu ile bu Kanun uyarınca banka tarafından yetkili mercilere beyan edilen sigortaya tâbi mevduat ve katılım fonu tutarı ile Fon tarafından tespit edilen mevduat ve katılım fonu tutarı arasında bir fark bulunması halinde bu farkın tahsilinde 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümleri uyarınca takip ve tahsili yetkisi verilmiş, bu yetki çerçevesinde Fonun idari yetkilerle donatılması suretiyle alacaklarının tahsil kabiliyetinin artırılması amaçlanmıştır.

Fon alacaklarının hak kaybına sebebiyet vermeden tahsilinin hızlandırılmasını teminen, iflas bürosunun ve iflas idaresinin oluşumunda yeni düzenleme getirilmiştir. Mülga metindeki icra tetkik merciine tanınan takdir hakkı kaldırılarak Fonun talebine uygun işlem tesis edilmesi öngörülmüştür.

…”

139. Bahsedilen el konan şirketlerle ilgili icra ve iflas takiplerinin durdurulmasını sağlayan 4389 sayılı mülga Kanun’un 15. maddesinde yer alan düzenlemelerin amacının el konan şirketlerin el koymaya neden olan Banka ve hakim ortakları ile olan muvazaalı ilişkileri nedeniyle oluşabilecek değer kaybının engellenmesi ve bu şirketlerden elde edilecek ve Banka borcuna mahsup edilecek kamu alacağının garanti altına alınması olduğu anlaşılmaktadır. 5411 sayılı Kanun’un 134. maddesiyle verilen iktisadi ve ticari bütünlük oluşturarak satış yapma yetkisi ise icra kanalıyla ve 6183 sayılı Kanun’a dayanarak tek tek mal varlığı satmak yerine ekonomik değer ihtiva eden tüm varlık ve hakların birlikte satılarak daha yüksek gelir elde edilmesini ve kamu alacağının tahsil kabiliyetinin artırılmasını hedeflemektedir.

140. 5411 sayılı Kanun’un 134. maddesi, icra müdürlüğü ve icra tetkik mercii yerine TMSF’ye tasfiye komisyonları kurma, satış, tahsilat ve elde edilen gelirin paylaştırılması konusunda yetki vermektedir. Aynı maddeyle iktisadi ve ticari bütünlük oluşturarak yapılan satışlardan elde edilen gelirin alacaklılar arasında paylaştırılması hususunda da TMSF’ye takdir yetkisi verilmektedir. TMSF’nin daha rahat hareket ederek el konan şirketlere ait gerekli gördüğü borçların ödenmesi ve böylelikle tasfiye işlemlerinde gerekli kolaylığın sağlanmasının ve yüksek oranlı kamu alacağı tahsilatının amaçlandığı anlaşılmaktadır. Nitekim TMSF cevap yazısında, Star Gazetesi İktisadi ve Ticari Bütünlüğünün geçmiş dönem borçlarının hiçbirinin ödenmediği zira tahsilatın Banka kaynaklı kamu borcunu karşılamaya yetmediği ifade edilmiştir.

141. Bahsedilen Kanun ve Yönetmelik maddelerinin amacının batan ve el konulan bankalar nedeniyle oluşan kamu zararının bu bankaların hakim ortaklarına ait şirketler dâhil tüm varlıkların hızla paraya çevrilerek tahsil edilmesi ve ayrıca bu Banka hakim ortaklarının diğer şirketlerle girdikleri muvazaalı işlemler nedeniyle meydana gelebilecek varlık kayıplarının engellenmesi olduğu anlaşılmaktadır. İlgili düzenlemelerle bu amaca ulaşmak için TMSF’ye alacak takibine ilişkin mevcut mevzuat hükümlerinden çok daha geniş yetkiler ve öncelikler tanınmış, iktisadi ve ticari bütünlük oluşturarak varlık satışı gibi yeni tahsilat yöntemleri ihdas edilmiş ve daha hızlı ve etkin hareket edilebilmesini teminen işlemlerin tamamının tek yetkili olarak TMSF tarafından yürütülmesi için geniş bir takdir yetkisi tanınmıştır.

142. Kanun koyucu, oluşan kamu zararını sebep olanlardan tahsil etmek için ilgili kamu idarelerine gerekli yetkileri verebilir ve kamu kurumları kamu zararını karşılamak için gerekli işlemleri yaparlar. Verilen bu görev ve yetkiler ile bunların uygulaması açıkça temelden yoksun veya keyfî olmadıkça Anayasa Mahkemesince bu yetkilerin kamu yararı amacı taşıyıp taşımadığı esas yönünden incelenmez. Sonuç olarak ilgili mevzuatta kamu yararının amaçlandığı, ilgili kurumların kamu zararını karşılamak amacıyla hareket ettiği, bunun aksini gösteren somut bir bilgi ve belgenin bulunmadığı anlaşıldığından kamu yararı amacının bulunduğunu kabul etmek gerekmektedir.

143. Bu aşamada kamu yararı amacına yönelik olduğu anlaşılan müdahalelerin ölçülülüğünün kanunilik ilkesi gözönünde bulundurularak incelenmesi gerekmektedir.

Ölçülülük

144. Anayasa'nın "Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması" kenar başlıklı 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

145. Anayasa’nın 35. maddesine göre kişilerin mülkiyet hakları ancak kanunun öngördüğü usullerle ve kamu yararı gereği sınırlandırılabilir. Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan ölçülülük ilkesi gereği kişilerin mülkiyet haklarının sınırlandırılması hâlinde elde edilmek istenen kamu yararı ile bireyin hakları arasında adil bir denge kurulması gerekmektedir.

146. Ölçülülük ilkesi “elverişlilik”, “gereklilik” ve “orantılılık” olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. “Elverişlilik” öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, “gereklilik” ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, “orantılılık” ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, 19/12/2013, § 38).

147. AİHM de mülkiyet hakkına yapılan bir müdahalenin Sözleşme’ye uygunluğunu denetlerken yapılan müdahalenin kamu yararı ya da genel yararı amaçlamasının yanı sıra toplumun genel yararı ile birey haklarının korunması arasında adil bir dengenin de gözetilmesi gerektiğini vurgulamakta; bu çerçevede bireylerin mülklerinin değeriyle orantılı makul bir bedel ödenmeden mülklerinden mahrum edilmesi hâlinde yapılan müdahalenin ölçülü olmadığına hükmetmektedir. Bununla beraber Sözleşme ile korunan mülkiyet hakkı her durumda tam bedelin ödenmesini güvence altına almamaktadır. Ekonomik reform ya da sosyal adaleti gerçekleştirmek gibi geniş çaplı tedbirleri uygulamaya yönelik istisnai durumlarda meşru kamu yararı amacıyla yoksun bırakılan mülkiyetin piyasa değerinin altında ödeme yapılması ölçülülük ilkesine aykırı bulunmayabilmektedir (Sporrong ve Lönnroth/İsveç, B. No: 7151/75 ve 72/52/75, 23/9/1982, § 69; James ve diğerleri/İngiltere, B. No: 8793/79, 21/2/1986, § 54; Papachelas/Yunanistan, B. No: 31423/96, 25/3/1999, § 48; Lithgow ve diğerleri/İngiltere, B. No: 9006/80, 9262/81, 9263/81, 9265/81; 9266/81; 9313/81; 9405/81, 8/7/1986 § 120, 121).

148. Anayasa’da ve Sözleşme’de yer alan ve yukarıda yer verilen üçüncü kurallar devlete mülkiyetin kullanımı veya mülkiyetten yararlanma hakkını kontrol etme ve bu konuda düzenleme yetkisi vermektedir. Mülkiyeti sınırlamaya göre daha geniş takdir yetkisi veren düzenleme yetkisinin kullanımında da yasallık, meşruluk ve ölçülülük ilkelerinin gereklerinin karşılanması şartı kural olarak aranmaktadır (Benzer yönde AİHM kararı için bkz. Depalle/Fransa [BD], B. No: 34044/02, 29/3/2010, § 83, 84). Buna göre mülkiyet hakkının düzenlenmesi yetkisi de kamu yararı amacıyla ve kanunla kullanılmalıdır. Bunun yanında ölçülülük ilkesi gereği mülkiyetten yoksun bırakmada aranan tazminat ödeme yükümlülüğü, davanın koşullarına göre düzenleme yetkisinin kullanıldığı durumlarda gerekmeyebilmektedir (Depalle/Fransa, § 91).

149. Somut başvuruya konu olaylar incelendiğinde başvurucunun borçlu Şirketten olan alacağını tahsil etmek amacıyla 8/1/2003 tarihinde icra takibine başladığı, takibe itiraz edilmesi üzerine İstanbul 6. Asliye Ticaret Mahkemesi nezdinde görülen itirazın iptali davasında Mahkemenin 13/4/2004 tarihli kararıyla davalı borçlu Şirketin haksız ve kötü niyetli itirazının iptaline, bilirkişi raporuyla belirlenen alacağa yönelik takiplerin devamına ve borçlu Şirketin alacağın %40’ı oranında icra inkâr tazminatı ile sorumlu tutulmasına karar verildiği, bu kararın kesinleşmesiyle icra takibine devam edilerek borçlu Şirket adına tescilli dört adet marka ile 118 yayın üzerine 17/5/2004 tarihinde hacizler konduğu, başvurucu ile borçlu Şirket arasında icra takibi ve dava süreci devam ederken TMSF’nin 3/7/2003 tarihinde İmar Bankasına ve ardından 13/2/2004 tarihli Fon Kurulu kararıyla 4389 sayılı mülga Kanun’a dayanarak Banka ortaklarına ait aralarında borçlu Şirketin de bulunduğu çok sayıda şirketin yönetim ve denetimine de el koyduğu ve mevcut Yönetim ve Denetim Kurulu üyelerini azlederek yerlerine yeni üyeler atadığı ve TMSF tarafından üstlenen banka zararları karşılığı borçlu Şirkete 18/5/2004 tarihinde 7.739.663.000 YTL haciz işlemi uygulandığı anlaşılmaktadır. Devam eden süreçte başvurucunun icra ve iflas takipleri TMSF yönetimindeki borçlu Şirket ile TMSF’nin 4389 sayılı mülga Kanun’un 15. ve 16. maddelerine dayanarak yaptıkları itirazlar üzerine durmuştur. İstanbul 7. Asliye Ticaret Mahkemesinde görülen iflas davasına TMSF vekili müdahil olarak katılmış ve borçlu Şirketin Fon Kurulu kararıyla yönetim ve denetiminin Fona geçtiğini ve üzerinde tedbir bulunduğunu, borçlu Şirket üzerinde TMSF’nin 6183 sayılı Kanun’a göre başlattığı 7,7 milyar YTL tutarlı haciz bulunduğunu, 2004 sayılı Kanunu’nun 206. maddesine göre bu alacağın 3. sırada ve başvurucunun alacağının 4. sırada bulunduğunu, 4389 sayılı mülga Kanun gereği devam eden tüm icra ve iflas takibatının durması gerektiğini beyan etmiştir. Mahkeme de yapılan itirazları değerlendirerek 20/12/2005 tarihli kararıyla 4389 sayılı mülga Kanun’un 15. maddesinin yedinci fıkrasının (a) bendi gereği el konan şirketlerin iki yıl içinde iktisadi bütünlük oluşturulan mahcuzlarının Fonun izni olmaksızın imtiyazlı alacaklar dâhil üçüncü kişiler tarafından muhafaza altına alınmasının ve satışının talep edilemeyeceği, iflaslarına karar verilemeyeceği gerekçesiyle davayı reddetmiştir. Bu karar Yargıtay 19. Hukuk Dairesinin 12/4/2007 tarihli kararı ile onanmıştır. Sonuç olarak başvurucunun icra ve iflas yoluyla yaptığı takipler TMSF ve TMSF yönetimindeki borçlu Şirketin 4389 sayılı mülga Kanun’a dayanarak yaptığı müdahaleler ile sonuçsuz kalmıştır (bkz. §§ 20, 21, 25, 26).

150. TMSF tarafından 5411 sayılı Kanun’un 134. maddesi ve Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun Kontrolündeki Şirketlerin Tasfiyesine Dair Yönetmelik hükümlerine dayanılarak içinde borçlu Şirketin de yer aldığı el konan Bankanın hakim ortaklarına ait beş şirkete ait kıymet ifade eden tüm varlıklar Star Gazetesi Ticari ve İktisadi Bütünlüğü hâline getirilerek 25/1/2006 tarihinde gerçekleştirilen ihale ile 8.000.000 ABD doları bedelle satılmış ve faiziyle beraber 8.779.463,17 ABD doları tahsil edilmiştir. TMSF Satış Komisyonu Başkanlığı tarafından elde edilen gelirden 4.032.324,39 ABD doları şirketlerin Gelir İdaresi Başkanlığına borçları (vergi borçları) karşılığı, 1.435.482,93 ABD doları Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığına borçları karşılığı olarak ve bakiyesi 3.311.655,85 ABD doları borçlu Şirket hakim ortaklarının batan Bankasının TMSF’ce üstlenilen zararları karşılığı TMSF’ye ayrılmıştır. Başvurucu alacağını başka türlü tahsil etme imkânının kalmadığı gerekçesiyle TMSF’ye başvurmuş ve 17/11/2006 tarihinde idari dava sürecini başlatmıştır. Değer ifade eden mal varlığı kalmayan borçlu Şirket, 18/10/2007 tarihli TMSF Fon Kurulu kararıyla tasfiye edilmiştir. Bu süreçlerin hiçbirine başvurucu dâhil edilmemiştir.

151. İktisadi ve ticari bütünlük oluşturularak el konan şirketlerin varlıklarını satma ve elde edilen geliri paylaştırma işlemleri, 5411 sayılı Kanun’un 134. maddesi ile bu Kanun’a dayanılarak çıkarılan Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun Kontrolündeki Şirketlerin Tasfiyesine Dair Yönetmelik hükümlerine göre gerçekleştirilmiştir. Bahsedilen düzenlemeler, borçlu Şirketlerin icra müdürlükleri kanalıyla 2004 sayılı Kanun’da öngörülen yöntemlerle icra ve iflas takipleri ile haczin paraya çevrilmesi yöntemlerinden farklı olarak TMSF’ye daha geniş yetkiler, öncelik ve ayrıcalıklar sağlamaktadır. TMSF, bu işlemleri yaparken 2004 ve 6183 sayılı Kanunlarda öngörülen süreçlerle bağlı olmayıp 4389 ve 5411 sayılı Kanunlar gereği işlemleri tek yetkili olarak gerçekleştirmektedir. 5411 sayılı Kanun’un 134. maddesinin verdiği yetki ile TMSF el koyduğu şirketlerin mal varlıklarını veya kendilerini tek tek satmak zorunda olmayıp bu şirketlerin değer ifade eden tüm varlıklarını (taşınır ve taşınmaz mallar, lisanslar, markalar, frekans hakları, izinler, gayri maddi haklar vs.) birleştirerek bir ticari ve iktisadi bütünlük oluşturarak satabilmektedir. Somut başvuruya konu olayda da borçlu Şirketle beraber beş şirketin varlıkları Star gazetesi ticari ve iktisadi bütünlüğü oluşturularak satılmıştır. Elde edilen gelir de aynı Kanun’a göre TMSF tarafından oluşturulan komisyon vasıtasıyla kamu alacaklarına dağıtılmıştır. Bu dağıtım sonrasında varlıkları ticari ve iktisadi bütünlük oluşturulan şirketlerden geriye sadece isimlerinin ve borçlarının kaldığı söylenebilir.

152. Borçlu Şirketten alacağını tahsil edemeyen ve yapılan satış sonrası tahsilat imkânı da kalmayan başvurucu, 20/7/2006 tarihli ihtarname ile TMSF yönetiminin 5411 sayılı Kanun’un 134. maddesinde ve Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu Tarafından Ticari ve İktisadi Bütünlük Oluşturan Mahcuzların Satışına İlişkin Yönetmelik’in 25. maddesinde yer alan hükümler uyarınca TMSF’nin kendi alacaklarının ödenmesinde takdir yetkisine sahip olduğunu, İstanbul 8. Ağır Ceza Mahkemesi ve Şişli 2. Sulh Ceza Mahkemesinin borçlu Şirket hakkındaki kararlarının ilama bağlı ödemeleri kapsamadığını belirterek borçlu Şirketten alacaklarının kendisine ödenmesini talep etmiş ve zımni ret kararı üzerine İstanbul 8. İdare Mahkemesi nezdinde 17/11/2006 tarihinde iptal ve alacağın yasal faiziyle birlikte tazmini istemli dava açmıştır. Başvurucunun iddialarına karşı TMSF vekili, TMSF ve borçlu Şirketin ayrı tüzel kişiler olduğunu; alacağın borçlu Şirketten istenmesi gerektiğini, TMSF’nin taraf sıfatı bulunmadığını, TMSF’nin borçlu Şirket Grubundan kamu adına 7.7 milyar YTL alacağı bulunduğunu, el konan şirketlerin borçlarının TMSF tarafından ödenmesi hâlinde el koymanın amacının ortadan kalkacağını, özel şahısların alacağının kamu alacağının önüne geçeceğini ve kamu alacağının tahsilinin ikinci plana atılacağını, başvurucunun kaldırıldığını iddia ettiği tedbir kararının konusunun ileriye dönük zorunlu ödemeler olduğunu, geçmişi kapsamadığını, Fonun borçlu Şirketi satmadığını dolayısıyla satış geliri elde etmediğini beyan ederek davanın reddini talep etmiştir. Başvurucu vekili ise borçlu Şirketin davalı idare tarafından tüm varlıkları satıldıktan sonra davalı idarenin işlemiyle tasfiye edildiğini, alacağını ondan isteme imkânının kalmadığını ifade ederek bu görüşlere itiraz etmiştir.

153. İdare Mahkemesinin 20/2/2008 tarihli kararında, dava devam ederken 18/10/2007 tarihinde 517 sayılı Fon kararıyla borçlu Şirketin tasfiyesine karar verilerek ticaret sicilinden terkin edildiği belirtilmiş ve “… kanunlardan kaynaklanan yetki uyarınca Ulusal Basın Gazetecilik Matbaacılık ve Yayıncılık A.Ş.’nin de denetimine ve yönetimine Fon tarafından atamaların yapıldığı ve bu şekilde kamu alacağının yasa uyarınca tahsilinin amaçlandığı anlaşıldığından Borçlu Şirketin borçlarının Fon tarafından ödenmesi gerektiğine ilişkin herhangi bir yasal yükümlülük de bulunmadığından dava konusu zımni ret işleminde hukuka aykırılık bulunmamıştır.” denilerek dava reddedilmiştir. Temyiz edilen kararı inceleyen Danıştay Onüçüncü Dairesi ise 18/5/2012 tarihli kararıyla ve benzer bir gerekçe ile kararı onamıştır.

154. Öncelikle başvurucunun borçlu Şirket ile olan ilişkisi personel servisi yapmak üzere hizmet sözleşmesine dayanan ticari bir ilişki olup bankacılık faaliyetleriyle ya da Banka kaynaklarının kullanılması veya Bankanın zarara uğratılması ile ilgili değildir. Bahsedilen personel servisi işi, günlük iş hayatının akışı için gerekli olan borçlu Şirket personelinin evleri ve iş yerleri arasında taşınmasını amaçlamaktadır. Nitekim bu konuya açıklık getirilmesini isteyen sorulara TMSF Hukuk İşleri Daire Başkanlığının 28/11/2014 tarihli yazısıyla verilen cevapta, başvurucu Şirketin el konan Banka kaynaklarını kullandığı veya Bankanın zararına sebebiyet verdiğine ilişkin bir tespit veya rapor bulunmadığı ifade edilmiştir. Bu durumda başvurucunun el konan Bankanın kamu tarafından üstlenilen zararları karşısındaki durumu iyi niyetli üçüncü kişi olarak değerlendirilebilir.

155. İkinci olarak başvurucunun alacaklarını icra takibi yoluyla borçlu Şirketten tahsil etmek istediği ve itiraz üzerine açılan davanın lehine sonuçlanarak sonrasında davayı, 4 marka ve 118 yayın üzerine haciz kararı işlenmesini sağladığı bir aşamaya getirdiği, bu aşamada TMSF’nin müdahaleleri ile takip sürecinin durduğu görülmektedir. Yapılan müdahaleler olmasa başvurucunun 2004 sayılı Kanun’a göre yaptığı takipler sonucunda alacağını borçlu Şirketten tahsil etme imkânının bulunduğu ve yapılan hacizler sonrasında alacağın tahsil kabiliyetinin bulunduğu görülmektedir. Zira bir tacir olarak borçlu Şirketin 287.790 YTL borcunu ödememek için bahsedilen yayın haklarından ve markalardan vazgeçmesi beklenemez. Bu durumda 2004 yılında başvurucunun alacağını tahsil edememesinin esas nedeninin idarece yapılan bahse konu müdahaleler olduğu anlaşılmaktadır.

156. Üçüncüsü, bahsedilen icra ve iflas takiplerini durduran müdahalelerin dayanağı 4389 sayılı mülga Kanun’da değişiklik yapan 12/12/2003 tarihli ve 5020 sayılı, 16/06/2004 tarihli ve 5189 sayılı, 25/5/2005 tarihli ve 5354 sayılı Kanunlardır. Başvurucunun, tahsilatı engelleyen bu müdahaleleri daha İmar Bankasına el konmadan önce icra takibine başladığı 8/1/2003 tarihinde (ve sözleşmeyi feshettiği 8/11/2002 tarihinde) tahmin etmesi mümkün değildir. Başvurucudan, bankanın mali durumunun riskli olduğunu dolayısıyla bankaya ve banka hakim ortaklarına ait diğer şirketlere gelecekte çıkarılacak bir kanuna dayanılarak el konabileceğini, icra ve iflas takiplerinin de aynı kanuna dayanılarak durdurulabileceğini, borçlu Şirketin 4389 sayılı mülga Kanun’da değişiklik yapan 5020, 5189, 5354 sayılı Kanunlara dayanılarak sonradan ihdas edilen bir yöntemle yetkilerini kullanarak değer ifade edilen tüm varlıklarının satılacağını ve ödenmesi mümkün olmayan ve daha sonra ortaya çıkan Banka kaynaklı TMSF alacağının kendi alacağının önüne geçeceğini, satış gelirinin de bahsedilen Kanun hükümlerine göre dağıtılarak kendisine ödeme yapılmayacağını öngörmesi de beklenemez. Başvurucu için borçlu Şirketle sözleşme yaptığı ve hizmet verdiği tarihte öngörülebilir olan, alacağı için haciz yaptıktan sonra kamu alacağına dayalı bir haciz işlemi yapılırsa 2004 ve 6183 sayılı Kanunlara istinaden en kötü ihtimalle satış gelirlerinin garameten taksim edilmesidir.

157. Gerek Bakanlık gerekse TMSF Hukuk İşleri Daire Başkanlığı, başvurucunun tasfiye hâlindeki borçlu Şirketten alacağını talep etmesi gerektiği ve borçların muhatabının borçlu Şirket olduğu, başvurucunun alacağına kavuşamamasının devletin kusurundan değil borçlu Şirketin mal varlığının kalmaması sonucu gerçekleştiği yönünde görüş bildirmiştir. Başvurucu ise borçlu Şirketin varlıklarının satışı ve tasfiye masasında üçüncü sırada yer alan 7.7 milyar TL TMSF alacağı karşısında tasfiye hâlindeki borçlu Şirkete başvurarak alacağına kavuşma imkânının bulunmadığını, ayrıca tasfiye masasına başvuru zorunluluğunun da bulunmadığını ifade etmiştir.

158. TMSF Hukuk İşleri Daire Başkanlığının 28/11/2014 tarihli cevap yazısında tasfiye hâlindeki borçlu Şirketin 9/5/2012 tarihli Ticaret Sicil Gazetesi’nde yayımlanan sıra cetvelinde TMSF’ye başvurucunun alacağından önce gelen 3. sırada 21 milyar TL’yi aşkın anapara ve faiz borcu bulunduğu ifade edilmiştir. TMSF tarafından 16/11/2006 tarihinde borçlu Şirketin tasfiyesine karar verilirken satışlar sonrasında değer ifade eden varlığı kalmadığı, tüzel kişiliğini devam ettirmesinin fon alacaklarının tahsili açısından yarar sağlamayacağı, firmanın borca batık olduğu ve amacını gerçekleştirme imkânının ortadan kalktığı gerekçesine dayanılmış ve TMSF Kontrolündeki Şirketlerin Tasfiyesine Dair Yönetmelik hükümleri uyarınca tasfiyesine ve sicilden terkinine karar verilmiştir. Bu durumda başvurucunun alacağını tahsil kabiliyetinin mevcut koşullarda mümkün olmadığı açıktır. Diğer yandan yukarıda anlatıldığı gibi borçlu Şirketin üçüncü kişilere olan borçlarını ödemesi, bahsedilen müdahaleler ile engellenmiş; kıymet ifade eden tüm varlıkları ise TMSF tarafından ticari ve iktisadi bütünlük oluşturularak satılmış ve yine TMSF tarafından borçlu Şirketin borca batık olduğu ve amacını gerçekleştirme imkânının ortadan kalktığı gerekçesiyle tasfiyesi gerçekleştirilmiştir (bkz. § 37). Borçlu Şirketin diğer alacaklarının ödenmesinin engellenmesi, mal varlıklarının satılması ve elde edilen gelirin paylaştırılması 4389 ve 5411 sayılı Kanunlar ile Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun Kontrolündeki Şirketlerin Tasfiyesine Dair Yönetmelik hükümlerinin verdiği yetki ile normal icra ve iflas takipleri ve haczin paraya çevrilmesi prosedürlerinden farklı biçimde TMSF’ye kanunla verilen yetkiler kapsamında tamamıyla TMSF tarafından gerçekleştirilmiştir. Borçlu Şirketin tasfiye sürecine de başvurucu dâhil hiçbir alacaklı dâhil edilmemiş, tüm işlemler TMSF tarafından yürütülmüştür. Bütün bu koşullar altında başvurucunun muhatabının tasfiye hâlinde tüm mal varlıkları tasfiye edilmiş, borca batık ve TMSF kontrolündeki şirket olduğunu; TMSF’nin hiçbir sorumluluğunun bulunmadığını ve başvurucunun alacağına ulaşamaması sürecinin normal bir icra ve iflas takibi süreci sonunda meydana geldiğini kabul etmek mümkün değildir.

159. 5411 sayılı Kanun’un 134. maddesinin 6. fıkrasına göre TMSF, el konulan şirketlerin tüm hak ve varlıklarını bir araya getirerek ticari ve iktisadi bütünlük oluşturarak alıcısına geçişini sağlayacak şekilde satışına, hacizli malların birden fazla borçluya ait olması ve/veya birden fazla alacaklının haczi olması hâlinde de satışı yaptırmaya, ihale bedelinin ödenme şeklini, para birimini, alıcıların sahip olması gereken şartları, ödeme tarihini ve ihalenin sair usul ve esasları ile satış şartlarını 6183 sayılı Kanun hükümlerine bağlı olmaksızın belirlemeye yetkilidir. Aynı fıkraya göre elde edilen bedelden -satış tarihine kadar tahakkuk etmiş olmak şartıyla- sırasıyla Fon Kurulu tarafından karar verilmesi hâlinde şirketlerin teknik bilgi, yazılım, donanım, ekipman, mal ve hizmet alımından doğan geçmiş dönem borçları, kişilerin devlete ve sosyal güvenlik kuruluşlarına olan 6183 sayılı Kanun kapsamındaki borçları ile GSM imtiyaz sözleşmesinden doğan Hazine payı borçları ödendikten sonra kalan kısmın, kişilerin diğer kamu kurum ve kuruluşları ile üst kurullara olan borçlarına garameten taksim edilerek ödenmesi gerekmektedir. Dolayısıyla teknik bilgi, yazılım, donanım, ekipman, mal ve hizmet alımından doğan geçmiş dönem borçları diğer borçlardan öncelikli kabul edilmiş ancak kamu alacakları ile birlikte ödenmesi konusunda TMSF’ye takdir yetkisi verilmiştir.

160. Fon Kurulu, ticari ve iktisadi bütünlük oluşturmak ve bunları kendi belirleyeceği usulle satmak, elde edilen geliri geçmiş dönem borçlularına ödetmek konusunda diğer kanunlarla bağlı olmaksızın çok geniş bir takdir yetkisi ile donatılmıştır. Bu yetki çerçevesinde ticari ve iktisadi bütünlük oluşturmak ve satarak gelir elde etme süreçlerini tamamen Fon Kurulu belirlemekte; geçmiş dönem alacaklıları, ellerindeki alacak hakkı, miktarı ve dayanağı ne olursa olsun sürece dâhil edilmemektedir. Somut başvuruya konu davada da başvurucu, Star Gazetesi Ticari ve İktisadi Bütünlüğünün satışı ve elde edilen gelirin paylaştırılması süreçlerinin hiçbirine dâhil edilmemiştir. 5411 sayılı Kanun ticari ve iktisadi bütünlük oluşturularak şirketlerin satılmasında, gelirin paylaştırılmasında ve şirketlerin tasfiyesinde iyi niyetli üçüncü kişi olan geçmiş dönem alacaklılarına haklarını koruyucu şekilde sürece dâhil olma veya itiraz etme şeklinde etkin bir koruyucu önlem veya TMSF tarafından sürdürülen işlemleri denetleyecek ve geçmiş dönem alacaklılarının başvurabilecekleri etkin bir mekanizma da öngörmemektedir. Bu konuda yapılan itirazları mahkemeler 4389 ve 5411 sayılı Kanunlarla verilen geniş takdir yetkisine işaret ederek reddetmektedir.

161. TMSF’ye verilen yetki çerçevesinde borçlu Şirketle birlikte beş şirketin varlıklarından oluşan Star Gazetesi Ticari ve İktisadi Bütünlüğünün 25/1/2006 tarihli satışından faiziyle beraber 8.779.463,17 ABD doları tahsilat gerçekleştirilmiş, bu tahsilatın 4.032.324,39 ABD doları beş şirketin vergi borçları, 1.435.482,93 ABD doları Sosyal Güvenlik Kurumuna borçları karşılığı ayrılmış; kalan kısmı olan 3.311.655,85 ABD doları TMSF’ye ayrılmıştır. Ayrılan vergi ve sosyal güvenlik prim karşılıklarının beş şirketin toplam borçları olduğu anlaşılmaktadır. Bu tahsilat ve ayırma işlemlerinden satış gelirinin ne kadarının borçlu Şirketin varlıklarından kaynaklandığı ve ayrılan borç kalemlerinin ne kadarının borçlu Şirkete ait olduğu anlaşılamamaktadır. Aynı zamanda vergi ve prim borçlarının el konduğu tarihte faal olan bu şirketlerin hangi dönem borçları olduğu, tahsili konusunda el koyma öncesi hangi işlemlerin yapıldığı ve el koymadan önce takip ve tahsilat işlemleri yapılıp yapılmadığı bilinmemektedir.

162. Borçlu Şirkete TMSF tarafından yapılan 7.7 milyar YTL miktarlı haciz işleminin sebebi olan borcun mahiyetine baktığımızda bu borcun el konan bankanın devir tarihindeki devir zararı olduğu anlaşılmaktadır. TMSF raporlarına göre bu zararın esas nedeni, bankanın kayıtlı mevduatı ile gerçek mevduatı arasındaki fark olup mevduatın tamamı TMSF tarafından mudilere ödenmiştir (TMSF 2005 Faaliyet Raporu). Bunun dışında yurt dışına transfer edilen offshore hesaplarıyla devlet iç borçlanma senetleri kaynaklı alacaklar da bulunmakta olup ilerleyen dönemlerde bunların da ödemesi yapılmış; devralınan ve ödenen borçlar karşılığı 9/5/2012 tarihli Ticaret Sicil Gazetesi’nde yayımlanan sıra cetvelinde TMSF’nin alacağı faiziyle beraber 21 milyar TL’ye ulaşmıştır. Bu meblağ borçlu Şirketin tasfiyesine ilişkin sıra cetveli ile “Uzan Grubu”na ait diğer şirketler (228 şirket) ile İmar Bankasının sıra cetvellerine aynı miktar olarak işlenmiştir. Dolayısıyla bahsedilen TMSF alacağı, borçlu Şirketin doğrudan sebebi olduğu bir yekûn olmayıp borçlu Şirketin ortaklarının hâkim ortağı oldukları Bankanın zararları karşılığı Banka hakim ortaklarının tüm şirketlerine işlenen bir alacak mahiyetindedir.

163. TMSF alacağının oluşmasının nedeni İmar Bankasının kayıt altına alınmayan, mevduat sigortasına tabi tutulmayan dolayısıyla bankanın pasifinde gösterilmeyen ve karşılığı Bankanın aktiflerinde bulunmayan mevduatın TMSF tarafından kamu kaynakları kullanılarak mevduat garantisi kapsamında mudilere geri ödenmesidir. TMSF, bu alacağı el koyduğu Bankadan ve genellikle bu bankaların mali durumları iflas aşamasına geldiğinden Bankanın iştirakleri ile Banka hakim ortaklarının varlıklarına ve sahibi oldukları diğer şirketlere el koyarak tahsil etmeye çalışmıştır.

164. Bununla birlikte Anayasa'nın 167. maddesinin ilk fıkrasında "Devlet, para, kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı ve geliştirici tedbirleri alır; piyasalarda fiili veya anlaşma sonucu doğacak tekelleşme ve kartelleşmeyi önler." denilmektedir. 4389 sayılı mülga Kanun ve 5411 sayılı Kanun’da bahsedilen Anayasa hükmü ile devlete verilen finansal piyasaların güven içinde çalışması ve tasarruf sahiplerinin haklarının korunması amacıyla çıkarılmışlardır. Nitekim 5411 sayılı Kanun'un 1. maddesinde bu amaç "Bu Kanunun amacı, finansal piyasalarda güven ve istikrarın sağlanmasına, kredi sisteminin etkin bir şekilde çalışmasına, tasarruf sahiplerinin hak ve menfaatlerinin korunmasına ilişkin usûl ve esasları düzenlemektir." şeklinde ifade edilmiştir. Bahsedilen Kanunlar ile birçok kanun bu amacı gerçekleştirmek için kamu kurumları (BDDK, TMSF ve SPK gibi) ihdas ederek finans piyasalarının güven ve istikrarını sağlama ve tasarruf sahiplerinin haklarını koruma görevini bu kurumlar vasıtasıyla devlete yüklemiş ve bu amaçla mevduat sigortası gibi sistemleri kabul etmiştir (Turgay Şen, B. No: 2013/6941, 6/1/2016, § 41). Nitekim İmar Bankasına el konduğu dönemde tasarruf mevduatının tamamı mevduat güvencesi kapsamında kabul edildiğinden tüm mudilere mevduatları ödenmiştir.

165. Devletin üstlendiği tasarruf sahiplerinin haklarının korunması görevi gereği batan bankaların mudilerine yapılan ödemeler var olan sistemde Tasarruf Mevduat Sigorta Fonu ile bunun yetmemesi hâlinde Hazine kaynaklarından karşılanmakta ve üstlenilen zarara karşılık banka hakim ortaklarına rücu edilmektedir. Ancak bu rücu işlemleri gereği banka hakim ortaklarına ait şirketlerin malvarlıkları satılarak tasfiye edilirken banka zararının oluşmasında payı olmayan bahsedilen şirketlerle normal ticari ilişkileri gereği alacaklı olan iyi niyetli üçüncü kişilerin haklarının korunması gerekmektedir. Aksi hâlde mevduat sahiplerinin haklarının korunması amacıyla gerçekleşen kamu zararının bir kısmı dolaylı olarak el konan banka ile bu bankanın zararları ile hiçbir ilişkisi olmayan iyi niyetli üçüncü kişilere yüklenmektedir.

166. Bunun yanında 5411 sayılı Kanun’un 134. maddesinin 6. fıkrasına göre ticari ve iktisadi bütünlük satışından elde edilen gelirle el konan ve varlıkları satılan şirketlerin Fon Kurulu tarafından karar verilmesi hâlinde şirketlerin teknik bilgi, yazılım, donanım, ekipman, mal ve hizmet alımından doğan geçmiş dönem borçlarını öncelikle ödeme yetkisi bulunmakla beraber somut başvuruya konu olayda bu yetki, Star Gazetesi Ticari ve İktisadi Bütünlüğünün satışı sonrasında kullanılmamış ve başvurucuya herhangi bir ödeme yapılmamıştır.

167. 5411 sayılı Kanun’un 134. maddesi iyi niyetli üçüncü kişilerin el konan ve varlıkları satılan şirketlerden olan el koyma öncesi alacaklarını koruyucu bir mekanizma öngörmüş ve bu mekanizmanın kullanılması yetkisini TMSF’ye vermiştir. Nitekim TMSF Hukuk İşleri Daire Başkanlığının 28/11/2014 tarihli cevap yazısında Telsim Varlıkları Ticari ve İktisadi Bütünlüğünün satışından elde edilen 4.550 milyon ABD doları gelirin bir kısmının 27/10/2005 tarihli ve 451 sayılı, 1/9/2005 tarihli ve 370 sayılı Fon Kurulu kararlarıyla Motorola, Nokia ve ABN Ambro Bankın Telsim firmasından olan el koyma öncesi alacakları Telsimin geçmiş dönem borcu olarak kabul edilerek bu firmalar ile yapılan anlaşma sonucu ödendiği ifade edilmiştir. Aynı yazıda TMSF, Ticari ve İktisadi Bütünlük Oluşturan Mahcuzların Satışına İlişkin Yönetmelik’in 25. maddesine göre geçmiş dönem borçlarının ödetilebilmesi için a) ticari ve iktisadi bütünlük içinde yer alan mal, hak ve/veya alacakla ilgili olması veya ticari ve iktisadi bütünlüğün değerinin korunması için gerekli veya değerini artırır mahiyette olması b) borç miktarının tespitinde mutabakata varmış olması gerekmektedir. Aynı maddede ödetme yetkisinin Fon Kuruluna ait olduğu belirtilmiştir.

168. Fon Kuruluna 5411 sayılı Kanun’un 134. maddesi ve ilgili Yönetmelik’in 25. maddesiyle verilen geçmiş dönem borçlarını ödetme yetkisi, geniş bir takdir yetkisiyle genel bir çerçeve çizmekte olup özellikle iyi niyetli üçüncü kişilerin haklarına güvenceler getiren detaylı kriterler kabul edilmemiştir. Dolayısıyla Fon Kurulunun geçmiş dönem borçlarının ödenmesi yönünde karar verme yetkisinin sınırlandırıcı bir kriteri ve ölçüsü bulunmamakta, geçmiş dönem borçlarının ödenmesi tamamen Kurulun takdir yetkisine bırakılmaktadır. Somut başvuruya konu olaylar ile ilgili yazısında Telsim Varlıkları Ticari ve İktisadi Bütünlüğünün satış gelirinin dağıtımına ilişkin bilgiler karşılaştırıldığında, Star Gazetesi Ticari ve İktisadi Bütünlüğü satışından elde edilen gelirlerin bir kısmının Telsim Varlıkları Ticari ve İktisadi Bütünlüğü gibi geçmiş dönem borçlarına ayrılmadığı, TMSF’nin bu yetkisini kamu gelirinin değerini artırmak yönünde kullandığı, iyi niyetli üçüncü kişilerin haklarını koruyucu bir uygulamayı benimsemediği anlaşılmaktadır.

169. Konunun bir başka boyutu ise TMSF tarafından el konan şirketlerin aynı nitelikte devam eden hizmet alımlarına istinaden hizmet verenlere ödeme yapılırken aynı hizmeti el koyma tarihinden önce bu şirketlere sağlamış olan ve el konan Bankayı zarara uğrattığı veya kaynaklarını kullandığına dair hiçbir tespit bulunmayan iyi niyetli üçüncü kişilerin haklarının tamamen görmezden gelinmesi ve bu kişilere olan borçların ödenmemesidir. TMSF tarafından yönetim ve denetimine el konan şirketlerin varlıklarını ve faaliyetlerini sürdürmeleri için mal ve hizmet alımlarına devam edilmesi ve bunun karşılığında ödeme yapılması elbette olağan kabul edilmelidir. Ancak aynı nitelikli mal ve hizmet alımı karşılığı ödenmemiş geçmiş dönem borçlarının ödeme işlemlerinin durdurulması hatta icra ve iflas takibine konu olan ve hakkında mahkeme kararı bulunanlar dâhil tamamının görmezden gelinmesi ölçülülük ilkesi ve hukuk devleti ile izah edilemez.

170. Sonuç olarak başvurucunun borçlu Şirketten olan, bankacılık faaliyetleriyle ilgisi bulunmayan ve tahsil etme aşamasına getirdiği alacağını tahsil etmesinin borçlu Şirkete TMSF tarafından el konması sonrasında ilgili mevzuata dayanılarak ve geçmişte doğmuş borç-alacak ilişkilerinin yine geçmişte başlamış takip ve tahsil işlemlerine etkili şekilde bu mevzuat hükümleri uygulanarak yapılan müdahaleler ile engellenmesi, borçlu Şirketin tüm varlıklarının TMSF tarafından başvurucunun sürece dâhil edilmeden satılarak elde edilen gelirin geçmiş dönem borçlarını ödetme yetkisi olduğu hâlde bunların ödenmeksizin tamamının diğer kamu alacakları ile TMSF’nin el konulan Banka kaynaklı alacaklarına karşılık olarak ayrılması, bu süreçte iyi niyetli üçüncü kişi olduğu anlaşılan başvurucunun haklarının gözetilmeyerek alacağını tahsil etme imkânının ortadan kaldırılması ve devletin denetim ve gözetiminden sorumlu olduğu batan Banka nedeniyle oluşan banka zararının dolaylı olarak başvurucuya yüklenmesi nedenleriyle başvurucu aleyhine meydana getirilen hukuki belirsizlik gözönünde bulundurulduğunda, batan bankanın “kamu tarafından üstlenilen zararlarının karşılanması” şeklindeki kamu yararı amacıyla karşılaştırıldığında başvurucunun üzerine aşırı bir yüke sebep olunduğu ve başvurucunun mülkiyet hakkı ile kamu yararı arasında gözetilmesi gereken adil dengenin başvurucu aleyhine bozulduğu kanaatine ulaşılmıştır.

171. Açıklanan nedenlerle başvurucunun Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

b. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

172. Başvurucu, borçlu Şirketten alacağını tahsil edememesi üzerine 2003 yılında başlattığı icra ve iflas takiplerinin sonuçsuz kaldığını, akabinde 2006 yılında açtığı idari davanın ise 2012 yılında sonuçlandırıldığını ve yargılama sürecinin yaklaşık on yıl kadar devam ettiğini, özellikle idari yargıdaki sürecin makul süreyi aştığını iddia etmiştir.

173. Başvurucunun makul süre şikâyetine konu yaptığı icra ve iflas takiplerine bağlı itiraz davalarının Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruların kabul edilmeye başlandığı 23/9/2012 tarihinden önce kesinleştiği anlaşılmakla beraber başvurucunun borçlu Şirketten alacağını tahsil etmek için başlattığı icra ve iflas takipleri ile bunlara ilişkin davalarının TMSF ve kontrolündeki borçlu Şirketin ilgili kanunlara dayanarak yaptıkları müdahaleler ile sonuçsuz kalması üzerine idari yargıda dava açtığı, idari yargıdaki davanın sebebinin önceki itiraz davalarının sonuçsuz kalması olduğu, hukuki süreçlerin birbiri ile doğrudan ilgili olduğu, başvurucunun sonuçsuz kalan takipler sonrasında ara vermeden ve davaları takip sorumluluğunu aksatmadan idari yargıya başvurduğu anlaşıldığından makul süre değerlendirmesinde idari yargı süreciyle birlikte icra ve iflas takibi süreçlerinin de dikkate alınması gerekmektedir.

174. Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanı dışında kalan bir hak ihlali iddiasını içeren başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi mümkün olmayıp (Onurhan Solmaz, B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 18), Sözleşme metni ile AİHM kararlarından ortaya çıkan ve adil yargılanma hakkının somut görünümleri olan alt ilke ve haklar, esasen Anayasa’nın 36. maddesinde yer verilen adil yargılanma hakkının da unsurlarıdır. Anayasa Mahkemesi de Anayasa’nın 36. maddesi uyarınca inceleme yaptığı birçok kararında, ilgili hükmü Sözleşme’nin 6. maddesi ve AİHM içtihadı ışığında yorumlamak suretiyle Sözleşme’nin lafzi içeriğinde yer alan ve AİHM içtihadıyla adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil edilen ilke ve haklara Anayasa’nın 36. maddesi kapsamında yer vermektedir. Somut başvurunun dayanağını oluşturan makul sürede yargılanma hakkı da yukarıda belirtilen ilkeler uyarınca adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil olup ayrıca davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğunu belirten Anayasa’nın 141. maddesinin de -Anayasa’nın bütünselliği ilkesi gereği- makul sürede yargılanma hakkının değerlendirilmesinde gözönünde bulundurulması gerektiği açıktır (Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, §§ 38, 39).

175. Davanın karmaşıklığı, yargılamanın kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun davanın hızla sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar, bir davanın süresinin makul olup olmadığının tespitinde gözönünde bulundurulması gereken kriterlerdir (Güher Ergun ve diğerleri, §§ 41-45).

176. Anayasa’nın 36. maddesi ve Sözleşme’nin 6. maddesi uyarınca medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin uyuşmazlıkların makul sürede karara bağlanması gerekir. Hukuk sisteminde yer alan mevzuat hükümleri gereğince “kamu hukuku” alanına dâhil olan ancak sonucu itibarıyla özel nitelikteki haklar ve yükümlülükler üzerinde belirleyici olan uyuşmazlıkları konu alan davalar da Anayasa’nın 36. maddesi ve Sözleşme’nin 6. maddesinin koruması kapsamına girmektedir. Bu anlamda belirtilen düzenlemelerde yer verilen güvenceler, başvurucunun haklarına zarar verdiği iddia edilen idari bir kararın iptali talebiyle açılan davalara da uygulanacaktır (Selahattin Akyıl, B. No: 2012/1198, 7/11/2013, § 44). Başvurucu, alacaklısı olduğu ve idarece el konulan Şirketten alacağını idari işlemler nedeniyle tahsil edememesi üzerine idareyi sorumlu tutarak alacağını talep etmiştir. Talebin zımnen reddedilmesi üzerine idari işlemin iptali ve alacağın kendisine ödenmesi talebini konu alan somut yargılama faaliyetinin medeni hak ve yükümlülükleri konu alan bir yargılama olduğu anlaşılmıştır.

177. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin makul süre değerlendirmesinde sürenin başlangıcı kural olarak uyuşmazlığı karara bağlayacak yargılama sürecinin işletilmeye başlandığı, başka bir deyişle davanın ikame edildiği tarih olmakla beraber bazı özel durumlarda girişimin niteliği dikkate alınarak uyuşmazlığın ortaya çıktığı daha önceki bir tarih başlangıç tarihi olarak kabul edilebilmektedir (Selahattin Akyıl, § 45). Somut başvuru açısından benzer bir durum söz konusu olup makul süre değerlendirmesinde nazara alınacak zamanın başlangıcı, başvurucu tarafından borçlu Şirket aleyhine İstanbul 7. İcra Müdürlüğü nezdinde takip sürecinin başlatıldığı 8/1/2003’tür.

178. Sürenin bitiş tarihi ise çoğu zaman icra aşamasını da kapsayacak şekilde yargılamanın sona erme tarihidir (Güher Ergun ve diğerleri, § 52). Bu kapsamda somut yargılama faaliyeti açısından sürenin bitiş tarihinin, başvurucunun karar düzeltme talebi hakkında verilen Danıştay Onüçüncü Dairesinin E.2012/2946, K.2012/2835 sayılı kararının tarihi olan 8/11/2012 olduğu anlaşılmaktadır.

179. Başvuruya konu yargılama sürecinin incelenmesi neticesinde idarenin kontrolündeki borçlu Şirketten alacağın tahsili talebini konu alan ve 17/11/2006 tarihinde idari yargıda açılan dava, İlk Derece Mahkemesi tarafından 20/2/2008 tarihinde karara bağlanmış; başvurucunun temyiz talebi 8/5/2012 tarihinde, karar düzeltme talebi ise 18/11/2012 tarihinde reddedilmiş ve karar kesinleşmiştir. Yargılama sürecinde özellikle temyiz incelemesinin dört yılın üzerinde bir sürede karara bağlandığı görülmektedir.

180. İlgili yargılama evrakının incelenmesinden başvuruya konu yargılama süreçlerinin icra mahkemeleri ile idari yargı makamları nezdinde sürdüğü görüldüğünden 18/6/1927 tarihli ve 1086 sayılı mülga Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu ve 2577 sayılı Kanun’da yer alan usul hükümlerine tabi yargılama faaliyetlerinin söz konusu olduğu ve bu yargılama alanlarına dâhil uyuşmazlıkları konu alan yargılama faaliyetleri için geçerli genel usul hükümleri içeren Kanunların muhtelif maddelerinin uyuşmazlıkların makul sürede çözümlenmesi gerekliliğini ortaya koyduğu anlaşılmaktadır (bkz. § 53).

181. Hukuk sistemimizde idari yargı alanında yer alan uyuşmazlıklara ilişkin dava sürelerinin makul yargılama süresini aştığı yönündeki tespitlere, AİHM tarafından verilen birçok ihlal kararında yer verilmiş olup özellikle idari yargı alanındaki yapısal sorunlar ve Danıştay nezdinde temyiz ve karar düzeltme incelemelerinde geçirilen uzun yargılama sürelerinin ihlal kararlarına temel oluşturduğu anlaşılmaktadır. Bu kapsamda idari yargı makamları nezdindeki yargılamaların makul sürede tamamlanmadığı yönündeki iddialar daha önce bireysel başvuru konusu yapılmış ve Anayasa Mahkemesi tarafından özellikle 2577 sayılı Kanun’da yer alan usul hükümleri de gözönünde bulundurularak makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği yönünde karar verilmiştir (Selahattin Akyıl, § 54-60).

182. Başvuruya konu davalarda yer alan kişi sayısı ve davaların mahiyeti nedeniyle icrası gereken usul işlemlerinin niteliği başvuruya konu yargılama süreçlerinin karmaşık olduğunu ortaya koymakla birlikte davalara bütün olarak bakıldığında 1086 mülga, 2004 ve 2577 sayılı Kanunlarda yer alan usul hükümlerine tabi yargılama sürelerine ilişkin somut başvuru açısından farklı bir karar verilmesini gerektirecek bir yön bulunmadığı ve söz konusu on yıla yaklaşan yargılama süresinde makul olmayan bir gecikmenin olduğu sonucuna varılmıştır.

183. Açıklanan nedenlerle başvurucunun Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanun’un 50. Maddesi Yönünden

184. Başvurucu, tahsil etme aşamasına geldiği alacağına kavuşmasının engellenmesi ve borçlu Şirketin tasfiyesi aşamasında kendi alacağına karşılık ödeme yapılmaması sonucu mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ve yargılamanın makul süreyi aştığını iddia ederek ihlallerin ortadan kaldırılmasını; 1.444.198 TL maddi ve 50.000 TL manevi tazminat ödenmesini talep etmektedir.

185. 6216 sayılı Kanun’un “Kararlar” kenar başlıklı 50. maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:

“(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir. Ancak yerindelik denetimi yapılamaz, idari eylem ve işlem niteliğinde karar verilemez.

Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

186. Başvuru konusu olayda tespit edilen ihlal, başvurucunun alacağını tahsil etmesini engelleyen ve sonrasında borçlu Şirketin 5411 sayılı Kanun’da düzenlenen diğer kanunlarda öngörülenlerden farklı bir yöntemle TMSF’nin yetkili olduğu bir süreçte satışı ve tasfiyesi, elde edilen gelirin tamamının geçmiş dönem borçlarını ödetme yetkisi olduğu hâlde iyi niyetli üçüncü kişi olan başvurucunun mülkiyet hakkı gözetilmeksizin kamu alacaklarına ayrılması ile bu konuda başvurucunun açtığı davanın TMSF’nin sorumluluğu olmadığı gerekçesine dayanılarak reddedilmesinden kaynaklandığından, başvurucunun alacak miktarı ile diğer alacak miktarlarının kesinleştirilerek başvurucunun mülkiyet hakkı ile kamu alacakları ve diğer alacaklar arasında bir denge gözetilerek meydana gelen mağduriyetini hakkaniyete uygun telafi edecek şekilde yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunduğundan 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları gereğince ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için dosyanın İstanbul 8. İdare Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekir.

Serruh KALELİ bu görüşe katılmamıştır.

187. Başvurucunun tarafı olduğu uyuşmazlığa ilişkin on yıla yakın yargılama süresi dikkate alındığında yargılama faaliyetinin uzunluğu sebebiyle yalnızca ihlal tespitiyle giderilemeyecek olan manevi zararı karşılığında başvurucuya takdiren net 10.000 TL manevi tazminat ödenmesine karar verilmesi gerekir.

188. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 198,35 TL harçtan ve 1.800 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 1.998,35 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

V. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. 1. Gerekçeli karar hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE,

2. Duruşmalı yargılama hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE,

3. Mülkiyet hakkına ilişkin şikâyetin KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE,

4. Makul sürede yargılanma hakkına ilişkin şikâyetin KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE,

B. 1. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE OYBİRLİĞİYLE,

2. Anayasa’nın 36 maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE OYBİRLİĞİYLE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkıyla ilgili ihlalin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere ilgili Mahkemesine GÖNDERİLMESİNE Serruh KALELİ’nin karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,

D. Başvurucuya net 10.000 TL manevi tazminat ÖDENMESİNE OYBİRLİĞİYLE, tazminata ilişkin diğer taleplerin REDDİNE Serruh KALELİ’nin karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,

E. 198,35 TL harç ve 1.800 TL vekâlet ücretinden oluşan 1.998,35 TL yargılama giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE OYBİRLİĞİYLE,

F. Ödemelerin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA OYBİRLİĞİYLE,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE OYBİRLİĞİYLE 1/6/2016 tarihinde karar verildi.

 

 

 

KARŞIOY

Mahkememiz, başvurucunun Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine, ihlali gerçekleştirenin başvuran alacaklı şirkete karşı kanunla kendisine verilen yetkiye ilişkin takdir hakkının kullanımında keyfilik yapan ve başvurucu için öngörülmez bir durum yaratan TMSF olduğu ve ancak 6216 sayılı yasanın 50. maddesi yönünden, başvurucu alacaklının mağduriyetinin giderilmesi için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunduğundan, dosyanın ilgili mahkemeye gönderilmesine karar verilmiştir.

Mahkememizce oybirliği ile alınan ihlal kararına karşı 50. madde uygulanmasında dosyanın mahkemesine iadesi kararına katılınmamıştır.

Yönetim ve denetimine el konulan borçlu şirketten olan ve yargı kararı ile kesinleşmiş alacağını, TMSF’nun 4319 ve 5411 sayılı yasalara dayanarak yaptığı müdahaleler ile tahsil edemeyen başvurucu, başvurusunda;

4319 sayılı mülga yasa, usulsüz bankacılık işlemleri nedeniyle batan bankalara TMSF tarafından el konulmak suretiyle kamu zararının karşılanmasını amaçlamış ise de, el konulan banka ile ilişkisiz olan şirket alacağının, kesinleşmiş alacak yönünden mahkeme kararlarına Anayasal uyma zorunluluğuna rağmen ve hatta benzer şekilde borçlu şirketten alacaklı Motorola, Nokia ve kendisi gibi borçlu şirketin taşıma işini üstlenmiş Ateş Tur gibi şirketlere ödeme yapılmış olmasına rağmen, kendisine ödeme yapılmadığını belirtmiş, bunu temin etmek için önce, TMSF’na , TMSF tarafından iktisadi bütünlük oluşturan mahcuzların satışına ilişkin yönetmeliğin 25. maddesinde yer alan “geçmiş dönem borçlarını ihale bedelinden ödeme yetkisi” nedeniyle, borçlu ödemesi konusunda işlem tesis etmesi amacı ile ihtar çekmiş, ancak zımni ret hali nedeniyle de İstanbul 8. İdare Mahkemesine mahkeme kararı ile kesinleşmiş alacağının ödetilmesini teminen idari işlemin İPTALİ davası açtığı dosya kapsamından anlaşılmaktadır.

İstanbul 8.İdare Mahkemesince, fon kurulu kararı ile borçlu şirketin tasfiye edilip ticaret sicilinden terkin edildiği, borçlu şirketin borçlarının fon tarafından ödenmesine ilişkin bir yasal yükümlülükte bulunmadığı nedeni ile zımni ret işleminde hukuka aykırılık bulunmadığı kararının verildiği, sonrasında temyiz edilen hükme karşı Danıştay 13. Dairesince temyiz istemini yerinde görülmediğinden mahkeme kararının onanmasına karar verildiği görülmektedir.

Başvurunun incelenmesi neticesinde Mahkememizce yapılan değerlendirmede başvurucunun mülkiyet hakkının ihlali yanında ayrıca somut başvuru yönünden alacağın tahsil edilmesi için 10 yılı aşkın yargılama süresinin de makul olmayıp Adil yargılanma hakkında ihlal edildiğine de karar verilmiştir.

6216 sayılı yasanın 50. maddesinin 1.fıkrası, ihlal kararı verilmesi halinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmetme yetkisi vermektedir.

Başvurucu yönünden takibe konu edilen alacak miktarı ve ferileri yönünden kesinleşmemiş, belirsiz bir alan bulunmamaktadır.

Mahkememizin tespit ettiği mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin kararı sonrası dosyanın iade edileceği mahkeme İstanbul 8. İdare Mahkemesidir.

İlgili mahkeme yeniden yapacağı değerlendirmede bu kez, kararımız gereği tesis edilen zımni ret işleminde hukuğa uyarlılık bulunmadığı yönünde vereceği yeni karar, tesis edilen soyut idari işlemi, doğrudan ödeme yapılmasını tesis edecek icra edilebilir bir ilam haline getirmeyecek, ancak bu karara dayalı olarak TMSF’nin ödeme yapmasına yönelik idari bir tasarrufta bulunması talep edilebilecek ve sonucu beklenecektir.

Tespit edilmiş ihlalin doğrudan İdare Mahkemesi kararından kaynaklandığını söylemek olanaklı değildir.

 TMSF, süreçte kendisine 5411 sayılı yasanın verdiği “… mal ve hizmet alımından doğan geçmiş dönem borçlarını ihale bedelinden ödemeye veya ihale alıcısına ödetmeye fon kurulu yetkilidir.” şeklindeki yetkisine rağmen kesinleşmiş başvurucu alacağının ödenmesini temini yönünde kullanmamak şeklindeki takdirinde, öncelikle kamu gücünü kullanan olarak sorumlu ve sebep olandır. Her yönü ile kesinleşmiş bir alacağın var olan ihlalin giderilmesini teminen, başvurucuya ödetmesini sağlama yetkisi 50. maddenin 1.fıkrası gereği öncelikle Anayasa Mahkemesi’nindir. İhlale sebep olan öncelikli ve ihlali doğrudan giderecek kamu gücü niteliğindeki kurum TMSF tüzel kişiliği olduğuna göre, bulunan ihlalin giderilmesi için dosyanın mahkemesine iadesine gerek yoktur.

Somut başvuruda ayrıca makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine de karar verildiği gözetildiğinde hak ihlalinin ve sonuçlarını ortadan kaldırılmasını temin için kesinleşmiş alacağın TMSF tarafından ödenmesi şeklinde doğrudan karar verilmesi yerine açık ihlal halini almış makul sürede yargılanma hakkının ihlaline devam etme niteliğindeki mahkememiz çoğunluk görüşüne katılınmamıştır.

 

 

 

 

 

Üye

Serruh KALELİ

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

TÜLAY ARSLAN VE DİĞERLERİ BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2014/7051)

 

Karar Tarihi: 2/2/2017

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

 

Başkan

:

Burhan ÜSTÜN

Üyeler

:

Serruh KALELİ

 

 

Hicabi DURSUN

 

 

Hasan Tahsin GÖKCAN

 

 

Kadir ÖZKAYA

Raportör

:

Ayhan KILIÇ

Başvurucular

:

1. Tülay ARSLAN

 

 

2. Seyit YAVUZDOĞAN

 

 

3. Döndü YAVUZDOĞAN

 

 

4. Ayşe YAVUZDOĞAN

 

 

5. Erkan YAVUZDOĞAN

 

 

6. Şenay YAVUZDOĞAN

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, belediye tarafından başvurucular murisine kiralanan taşınmaz dolayısıyla hem belediyeye kira bedeli hem de taşınmazın maliki olan kamu kurumuna ecrimisil ödenmiş olması ve ayrıca yıkımına karar verilen binanın bedelinin tazmin edilmemesi nedenleriyle mülkiyet hakkının; buna ilişkin yargılamanın yedi yıl sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının; belediye tarafından iş yeri açma ve çalışma rahsatı verilmemesi nedeniyle de çalışma özgürlüğünün ihlali iddialarına ilişkidir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 22/5/2014 tarihinde yapılmıştır.

3. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

4. Bölüm Başkanı tarafından, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

5. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü sunmuştur.

6. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı beyanda bulunmamıştır.

III. OLAY VE OLGULAR

7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekli ve Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) kayıtlarındantespit edilen bilgi ve belgelere göre ilgili olaylar özetle şöyledir:

8. Başvurucular Tülay Arslan, Seyit Yavuzdoğan, Döndü Yavuzdoğan, Ayşe Yavuzdoğan, Erkan Yavuzdoğan ve Şenay Yavuzdoğan sırasıyla 1966, 1982, 1944, 1963, 1971 ve 1974 doğumlu olup Eskişehir ile Odunpazarı ilçesinde yaşamaktadırlar.

A. Başvurucular Murisi Tarafından Taşınmazın Kiralanması ve Kullanılması

9. Eskişehir Belediyesi tarafından, tapuda Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demir Yolları Genel Müdürlüğü (TCDD) adına kayıtlı bulunan ve Eskişehir İstasyon parkı sınırları içerisinde kain olan 166 pafta, 980 ada ve 16 parsel numaralı taşınmaz 1977 yılından beri başvurucular murisi Duran Yavuzdoğan'a kiralanmıştır. Anılan taşınmaz, başvurucular murisince içkili restoran olarak işletilmiştir.

10. Başvurucuların iddiasına göre taşınmaz üzerinde bulunan bina 1982 yılında murisleri tarafından yenilenmiştir.

11. Taşınmazın 1994 yılından sonra Tepebaşı Belediyesi sınırları içerinde kalması nedeniyle bu tarihten sonra kira sözleşmesi Tepebaşı Belediyesiyle (Belediye) akdedilmiş ve kira bedelleri de bu Belediyeye ödenmiştir.

12. UYAP kayıtlarında yer alan ve başvurucular murisi ile Belediye arasında akdedilen 1/1/1996 başlangıç tarihli ve bir yıllık kira sözleşmesinde, kiralanan binaya verilecek zararın kiracı tarafından karşılanacağına ilişkin hükümlerin yanında, 12. maddesinde, kiralanan şeyin içinde ve dışında yapılacak masrafların kiracıya ait olacağı, mukavele müddeti bittiğinde yapılan her türlü masraf için tazminat isteme hakkının olmayacağı ve gayrimenkul üzerinde bulunan inşaatının tamamının mal sahibine ait olacağı hükmü yer almaktadır.

13. Yine başvurucular murisi ile Belediye arasında akdedilen 1/1/2001 başlangıç tarihli ve bir yıl süreli işletme sözleşmesinin 4. maddesinde, taşınmazın boyalı, badanalı, temiz ve kullanıma hazır bir şekilde teslim edildiği; 12. maddesinde ise sözleşmenin bitim tarihi olan bir yılın sonunda işletmecinin hiçbir hak ve alacak talep etmeden kendi rızasıyla herhangi bir koşul ileri sürmeksizin taşınmazı tahliye edeceği düzenlenmiştir.

14. Başvurucular murisinin 1/1/2001 tarihli bu işletme sözleşmesine dayanarak işletme ruhsatı alma girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Belediye tarafından yargılama safhasında Mahkemeye sunulan savunmalarda, söz konusu taşınmazın çay ve pasta salonu olarak işletilmek üzere kiraya verildiği hâlde içkili restoran olarak işletilmek istenmesi nedeniyle, içkili yerlerle ilgili ruhsat verme yetkisine haiz olan Emniyet Müdürlüğünce ruhsat verilmediği, bu konuda kendi kurumlarının bir sorumluluğunun bulunmadığı ileri sürülmüştür.

B. TCDD ve Belediye Tarafından Birbirlerine Karşı Açılan Davalar

15. TCDD tarafından 20/10/2000 tarihinde Tepebaşı Belediyesine karşı ecrimisil ödenmesi istemiyle dava açılmıştır. Belediye tarafından da 4/11/1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 38. maddesine dayanılarak yirmi yıldan beri nizasız ve fasılasız bir şekilde park alanı olarak kullanılmak suretiyle Belediyenin zilyetliğinde bulunan taşınmazın Belediye adına tespiti istemiyle Hakem sıfatıyla Eskişehir Asliye Hukuk Mahkemesinde dava açılmıştır. Her iki dava dosyası birleştirilmiştir. Eskişehir 2. Asliye Hukuk Mahkemesince 6/3/2003 tarihinde verilen kararda, taşınmazın yirmi yıldan beri nizasız ve fasılasız bir şekilde park olarak kullanılması nedeniyle belediye adına tespitine ve ecrimisil isteminin de reddine karar verilmiştir.

16. Belediye tarafından, bu karardan sonra taşınmazın kendi adına tescil ettirilmesi amacıyla 24/11/2004 tarihinde Eskişehir 4. Asliye Hukuk Mahkemesinde tapu iptali ve tescil davası açılmış ise de Anayasa Mahkemesinin 10/4/2003 tarihli ve E. 2002/112, K. 2003/33 sayılı kararıyla 2942 sayılı Kanun'un 38. maddesinin iptal edildiği gerekçesiyle 17/3/2005 tarihinde verilen kararla dava reddedilmiştir.

17. Bu kararın kesinleşmesinden sonra Belediye tarafından 13/7/2006 tarihinde yargılamanın yenilenmesi talebinde bulunulmuş ancak anılan talep de 6/3/2007 tarihli kararla reddedilmiştir.

C. TCDD Tarafından Başvurucular Murisine Karşı Açılan İlk Dava

18. TCDD tarafından 13/10/2000 tarihinde başvurucular murisi aleyhine Eskişehir 4. Asliye Hukuk Mahkemesinde dava açılmıştır. Anılan davada TCDD, müdahalenin menini, dava tarihinden geriye doğru beş yıllık ecrimisil bedellerinin yasal faiziyle birlikte tazminini ve arazi üzerinde inşa edilen binanın kaldırılmasını talep etmiştir.

19. Söz konusu davaya Belediye de müdahil olmuştur.

20. Mahkeme iki defa keşif ve bilirkişi incelemesi yaptıktan sonra 21/6/2005 tarihli kararla müdahalenin menine, 1.374.000.000 TL (1.374 TL) ecrimisil bedeli ve 787.205.000 TL (787,21 TL) faizin dava tarihinden itibaren işletilecek yasal faiziyle birlikte davalıdan alınarak davacı idareye verilmesine, ayrıca taşınmazın yıkılarak kaline karar vermiştir. Kararın gerekçesinde, Eskişehir 2. Asliye Hukuk Mahkemesince Hakem sıfatıyla bakılan davada 6/3/2003 tarihinde verilen, taşınmazın belediye adına tespitine ilişkin karar ile Eskişehir 4. Asliye Hukuk Mahkemesinin 17/3/2005 tarihli, taşınmazın belediye adına tescili isteminin reddine ilişkin karara atıfta bulunularak Belediyenin üstün bir hakkının bulunmadığı vurgulanmış ve sonuçta başvurucular murisinin Belediye ile akdedilen sözleşmeye dayanılarak taşınmazı kullanmasının haklı bir nedeninin bulunmadığı neticesine ulaşılmıştır.

21. Anılan karara karşı yapılan temyiz istemi Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 22/2/2006 tarihli kararıyla reddedilerek ilk derece mahkemesi kararı onanmış, karar düzeltme istemi ise aynı Dairenin 5/10/2006 tarihli kararıyla reddedilmiştir.

D. TCDD Tarafından Başvurucular Murisine Karşı Açılan İkinci Dava

22. TCDD tarafından 14/10/2005 tarihinde, ilk davanın açıldığı 14/10/2000 tarihinden sonraki dönem için de ecrimisil ve faiz ödenmesi istemiyle başvurucular murisine karşı dava açılmıştır.

23. Bu dava devam ederken Belediye tarafından 13/10/2000 tarihinden sonraki döneme ilişkin 16.168,66 TL kira bedellerinin ödenmesi gereğini hatırlatan bir yazı başvurucular murisine gönderilmiştir.

24. Mahkemece keşif ve bilirkişi incelemesi yapıldıktan sonra 18/1/2007 tarihinde 19.410 TL ecrimisilin yasal faiziyle birlikte davalı idareye ödenmesine karar verilmiştir. Başvurucular murisi, taşınmazı kullanmadığını ileri sürmüş ise de Mahkeme, keşif esnasında tespit edildiği üzere bina ve müştemilatının hâlen mevcut olduğunu ve Belediyenin dahi anılan döneme ilişkin olarak birikmiş kira alacaklarının bulunduğunu belirtmiş olmasını dikkate alarak bu iddiaya itibar etmemiştir.

25. Kararın temyizi üzerine Yargıtay 3. Hukuk Dairesi 25/9/2007 tarihli kararıyla, başvurucular murisince 15/6/2002 tarihinden sonra taşınmazın kullanılmadığı gerekçesiyle bu tarihten sonraki döneme isabet eden ecrimisil tutarları yönünden kararı bozmuştur. Bu kararın düzeltilmesi istemi, aynı Dairenin 6/5/2008 tarihli kararıyla reddedilmiştir.

26. Yargıtayın anılan bozma kararına uyan Mahkeme 14/10/2000-15/6/2002 tarihleri arasındaki dönem için 4.250 TL ecrimisilin yasal faiziyle birlikte davacı idareye ödenmesine karar vermiştir. Anılan karar, Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin 20/1/2009 tarihli kararıyla onanarak kesinleşmiştir.

E. Başvurucular Murisi Tarafından Belediyeye Karşı Açılan Dava

27. Başvurucular murisi tarafından 11/6/2007 tarihinde Belediye aleyhine, fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla ilk ecrimisil davası nedeniyle haksız olarak tahsil edilen kira bedelleri için 3.000 TL, bina bedeli için 5.000 TL, ödenen harç ve vekâlet ücreti için 1.000 TL ve ticari kazanç kaybı için de 1.000 TL olmak üzere toplam 10.000 TL maddi, hissetmiş olduğu manevi acılar dolayısıyla da 10.000 TL manevi zararın tahsili istemiyle Eskişehir 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde tazminat davası açılmıştır.

28. Dava devam ederken başvurucular murisinin 20/5/2009 tarihinde vefatı nedeniyle başvurucular davaya devam etmişlerdir.

29. Mahkemece bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Bilirkişi tarafından hazırlanan raporda başvurucular murisine ödenebilecek tazminatın miktarı yasal faiziyle birlikte 9.163,48 TL olarak tespit edilmiştir.

30. Başvurucular vekili 15/12/2009 tarihinde mahkemeye sunduğu dilekçede ıslah talebinde bulunmayacaklarını bildirmiştir.

31. Mahkemece verilen 17/12/2009 tarihli kararla, başvurucular murisinin TCDD'ye ödenen ecrimisil dolayısıyla uğradığını ileri sürdüğü zarara ilişkin talebinin 3.000 TL ile sınırlı olduğunu gözeterek Belediyeye ödenen kira bedelleri için 3.000 TL, vekâlet ücretleri için de 1.000 TL olmak üzere toplam 4.000 TL maddi zararın Belediye tarafından tazminine hükmedilmiş, binanın bedeli ile ticari kayıplar dolayısıyla oluştuğu ileri sürülen maddi zarar ve manevi zarara ilişkin istemler ise reddedilmiştir. Kararda bina bedeline ilişkin tazminat isteminin reddedilmesinde, başvurucular murisince bina inşa edildiğine ilişkin proje ve ruhsatların sunulamadığı, ayrıca 1/1/2001 tarihli işletme sözleşmesinde yapının belediyeye ait olduğunun belirtildiği, taşınmazın mahkeme kararına istinaden yıkılacak olmasında belediyenin bir kusurunun bulunmadığı ve taşınmazın da henüz yıkılmadığı gerekçelerine dayanıldığı anlaşılmaktadır. Başvurucular murisinin beş yıllık süre zarfında iş yerini çalıştıramamasından kaynaklanan tazminat isteminin ise yargılama sürecinden ve başvurucuların ruhsat gerekliliklerini yerine getirememiş olmasından kaynaklandığı gerekçesine dayanılarak reddedildiği görülmektedir. Kararda, manevi tazminat isteminde bulunulabilmesi için kişilik haklarına hukuka aykırı bir şekilde saldırıda bulunulması gerektiği belirtilmiş ve olayda başvurucular murisinin kişilik haklarına saldırı niteliğinde herhangi bir söz veya davranışta bulunulmadığı görüşüyle manevi tazminat isteminin reddedildiği işlenmiştir. Kararda ayrıca başvurucular murisinin tazminatın miktarına yönelik ıslah talebinde bulunmadığı da vurgulanmıştır.

32. Anılan karar, Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin 27/1/2011 tarihli kararıyla eksik inceleme gerekçesiyle, ödenen ecrimisil nedeniyle hesaplanan tazminata isabet eden hüküm fıkrası yönünden bozulmuş, diğer yönlerden ise onamıştır. Daire kararında, şahsi hak doğuran kira sözleşmelerinde kiraya verenin malik olmasının gerekli olmadığı, ancak 22/4/1926 tarihli ve mülga 818 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 249. ve 253. maddelerine dayanılarak kiraya veren Belediyenin kiralananı kullanım amacına uygun olarak kiracıya teslim etmesi ve kira süresi boyunca da aynı olguyu sürdürmesi yükümlülüğü altında bulunduğu belirtilmiş ve belediyenin, kiralanan gayrimenkulün üçüncü bir kişi (TCDD) tarafından zapt edilmesinden dolayı kiracıya karşı sorumlu olduğu vurgulanmıştır. Ancak Daire, davalı belediyenin sorumluluğunun, kira olarak aldığı bedeli geçmemek üzere, kiracı tarafından TCDD'ye ödenen ecrimisil miktarı ile sınırlı olduğu görüşünü benimsemiştir. Bu çerçevede, Mahkemeden, 13/10/1995-13/10/2000 dönemi için uzman bilirkişilerden rapor alınmak suretiyle ödenen kira bedellerinin saptanması istenerek, TCDD'ye ödenen ecrimisil miktarının belediye ödenen kira bedelinden düşük olması durumunda ecrimisil tutarınca, yüksek bulunması hâlinde ise kira bedeli kadar tazminata hükmedilmesi gerektiği kararda açıklanmıştır. Bu karara karşı yapılan karar düzeltme başvurusu, 27/10/2011 tarihinde aynı Daire tarafından reddedilmiştir.

33. Bozma kararına uyan Mahkemece bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Bilirkişi tarafından hazırlanarak Mahkemeye sunulan raporda, 13/10/1995-1998 döneminde başvurucular murisince yapılan herhangi bir kira ödemesinin saptanamadığı, 1998-13/10/2000 döneminde Belediyeye 2.985 TL kira ödemesinde bulunulduğu tespit edildiği belirtilmiştir. Mahkemece 13/9/2012 tarihli kararla, başvurucular murisinin 1995, 1996 ve 1997 yılları için ödediği işletme bedelleri de hesaba katılarak toplamda hükmedilmesi gereken maddi tazminat miktarı 3.186 TL olarak belirlenmiş ve bu tutarın, TCDD'ye ödenen ecrimisil bedellerinin altında kalması nedeniyle tamamının Belediye tarafından başvuruculara ödenmesine karar verilmiştir. Mahkeme ayrıca, başvurucular vekili tarafından ödenen harç ve vekâlet ücretleri için 1.000 TL tazminata hükmetmiş, başvurucuların fazlaya ilişkin istemlerini ise reddetmiştir.

34. Anılan karar Yargıtay 6. Hukuk Dairesinin 25/3/2014 tarihli kararıyla onanmıştır. Karar 25/4/2014 tarihinde başvurucular vekiline tebliğ edilmiştir. Başvurucular bu karara karşı kararın düzeltilmesi yoluna başvurmamışlardır.

35. Başvurucular 22/5/2014 tarihinde bireysel başvuru yoluna başvurmuşlardır.

36. Başvuru dilekçesinde, taşınmazın üzerindeki yapının 2014 yılında yıkıldığı ifade edilmiştir.

IV. İLGİLİ HUKUK

37. Olay tarihinde yürürlükte bulunan 17/2/1926 tarihli ve 743 sayılı mülga Türk Medeni Kanunu’nun 618. maddesi şöyledir:

 “…618 - Bir şeye malik olan kimse, o şeyde kanun dairesinde dilediği gibi tasarruf etmek hakkını haizdir; haksız olarak o şeye vaziyed eden herhangi bir kimseye karşı istihkak davası ikame ve her nevi müdahaleyi menedebilir. ”

38. 743 sayılı mülga Kanun’un 619. maddesi şöyledir:

"Bir şeye malik olan kimse, o şeyin bütün mütemmim cüzlerine de malik olur. Mahalli örfe göre bir şeyin esaslı bir unsurunu teşkil eden o şey telef veya tahrip yahut tağyir edilmedikçe ondan ayrılması kabil olmıyan cüzler o şeyin mütemmim cüzleridir."

39. 743 sayılı mülga Kanun’un 620. maddesi şöyledir:

" Bir şeye malik olan kimse, o şeyin tabii semerelerine de maliktir. Bir şeyin muayyen zamanlarda hasıl ettiği ve örfün o şeyden sureti tahsisine göre istihsalini tecviz eylediği mahsuller, o şeyin tabii semereleridir. Tabii semereler, ayrılıncaya kadar asıl şeyin mütemmim cüzleridir."

40. Olay tarihinde yürürlükte bulunan mülga 818 sayılı Kanun’un 249. maddesi şöyledir:

“…Madde 249 – Mucir, mecuru akitten maksut olan kullanmağa salih bir halde müstecire teslim etmek ve icar müddeti zarfında bu halde bulundurmak ile mükelleftir.

Mecur, akitten maksut olan kullanmak mümkün olmıyacak yahut intifa ehemmiyetli suretle azalacak bir halde teslim olunursa müstecir akdi feshe yahut ücretten münasip bir miktarın tenzilini istemeğe salahiyettardır.

Eğer ayıp, müstecirin yahut kendisiyle birlikte yaşayan kimselerin yahut işçilerin sıhhati için ciddi bir tehlike teşkil etmekte ise; mucir, bu tehlikeye akdi yaparken vakıf olmuş veya fesih hakkından feragat etmiş olsa bile yine icarı feshedebilir.”

41. Mülga 818 sayılı Kanun’un 253. maddesi şöyledir:

"Üçüncü bir şahıs, mecur üzerinde müstecirin haklariyle telifi kabil olmayacak bir iddiade bulunduğu takdirde; mucir, müstecirin ihbarı üzerine muhasamayı deruhte ve müstecirin akit mucibince mecurdan intifaına halel gelmiş ise tazminat itasiyle mükellef olur."

42. 2942 sayılı Kanun'un Anayasa Mahkemesinin 10/4/2003 tarih ve E.2002/112, K.2003/33 sayılı kararı ile iptal edilen 38. maddesi şöyledir:

“Kamulaştırma yapılmış, ancak işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırma hiç yapılmamış iken kamu hizmetine ayrılarak veya kamu yararına yönelik bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmaz malın malik, zilyed veya mirasçılarının bu taşınmaz mal ile ilgili her türlü dava hakkı yirmi yıl geçmekle düşer. Bu süre taşınmaz mala elkoyma tarihinden başlar."

V. İNCELEME VE GEREKÇE

43. Mahkemenin 2/2/2017 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Mülkiyet Hakkının İhlal Edildiği İddiası Yönünden İnceleme

1. Başvurucuların İddiaları ve Bakanlık Görüşü

44. Başvurucular, TCDD'ye ait olup belediye tarafından 1977 yılından beri murislerine kiralanan taşınmaz dolayısıyla hem belediyeye kira bedeli hem de TCDD'ye ecrimisil bedeli ödenmiş olması ve ayrıca yıkımına karar verilen binanın bedelinin tazmin edilmemesi nedenleriyle mülkiyet haklarının ihlal edildiğini öne sürmüşlerdir.

45. Başvurucular tarafından, park alanında bulunan ve belediyeye ait olduğu düşünülen taşınmazın, murislerince belediyeden 1977 yılında kiralanması dolayısıyla doğan kira bedelleri düzenli olarak Belediyeye ödendiği hâlde başka bir kamu kuruluşu olan TCDD tarafından 2000 ve 2005 yıllarında açılan iki davanın sonucunda ayrıca taşınmazın maliki olan TCDD'ye ecrimisil ödenmek zorunda bırakıldığı ifade edilmiştir. Keza murisleri tarafından kiralanan taşınmazın üzerinde Devlete güven ilkesi çerçevesinde inşa edilen binanın mülkiyetinin kendilerine ait olduğu ve buna ilişkin zararın da karşılanması gerektiği vurgulanmıştır.

46. Kira bedellerinin yanında TCDD'ye ayrıca ecrimisil ödemek mecburiyetinde bırakılmaları nedeniyle, ecrimisil ve faizi ile yargılama gideri ve vekâlet ücreti olarak TCDD'ye ödenen tutarlar ile yıkım kararı verilen binanın bedelinin Belediyeden tazmini istemiyle açılan davanın sonucunda, sadece Belediyeye ödenen kira bedelleriyle sınırlı olarak tazminat hesaplanmasının hak ihlaline yol açtığı belirtilmiştir. Başvurucular söz konusu davada, murislerince ödenen kira bedellerine ilişkin bilgiler sağlıklı bir biçimde Mahkemeye sunulmadığı gibi 1995-1998 döneminde ödeme yapılmadığı savının gerçeği yansıtmadığının altını çizmişlerdir. Başvuruculara göre Belediye 1998 yılında bilgisayar sistemine geçtiğinden bu dönemden önceki ödemeleri kayda geçirmemiş ise de bu durum, ödemenin yapılmadığı anlamına gelmemekte, Belediyenin icra takibi yapmamış olması da ödeme yapıldığının kanıtı olmaktadır. Başvurucular TCDD lehine hükmedilen ecrimisil bedelleri için faize hükmedilirken murisleri lehine hükmedilen tazminata faiz işletilmemesinin haklı bir temelinin bulunmadığına işaret etmişlerdir.

47. Başvurucular, taşınmaz üzerinde bulunan binanın murislerine ait olmasına rağmen 2001 tarihli işletme sözleşmesinde gerçeğe aykırı bir biçimde Belediyeye aitmiş gibi hükümlere yer verildiği belirtilmiş ve Mahkemece, binanın murislerine ait bulunduğuna ilişkin tanık ve benzeri delillerle herhangi bir araştırma yapılmaksızın sadece bu sözleşme hükümlerine dayanılarak karar verilmesinden şikâyet etmişlerdir. Başvurucular ayrıca Eskişehir Büyükşehir Belediyesince, sonradan vazgeçilen kamulaştırma kararına dayanılarak taşınmazın kamulaştırma bedeline ilişkin olarak murislerine gönderilen uzlaşmaya çağrı yazısının, taşınmazının murislerine ait olduğunun kanıtı olduğunu vurgulamışlardır.

48. Başvurucular, murislerinin iki kamu kurumunun kendi arasında halledebileceği bir çekişmeye kurban edilerek manevi acı çekilmesine yol açıldığı hâlde Mahkemece manevi tazminata hükmedilmediği ileri sürülmüştür. Başvurucular, Belediyenin, taşınmazın fiilen kullanılmadığı dönemde dahi murislerinin kira borçlarının ödenmesi yolunda baskıda bulunduğunu hatırlatmışlardır.

49. Başvurucular tarafından, Belediyenin 2001 yılında işletme sözleşmesi akdettiği hâlde iş yeri açma ruhsatı vermeyerek ticari faaliyette bulunmalarına mani olduğu ifade edilmiştir.

50. Bakanlık görüş yazısında, başvurucular murisince TCDD tarafından açılan davaların kaybedilmesi nedeniyle Belediyeye karşı açılan davada mülga 818 sayılı Kanun'un zapta karşı tekeffül hükümlerine uygun karar verildiği belirtilmiştir.

2. Değerlendirme

51. İddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak Anayasa'nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

52. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16).

53. Belediyenin 2001 yılında işletme sözleşmesi akdettiği hâlde iş yeri açma ruhsatı vermeyerek ticari faaliyette bulunulmasına mani olduğu iddiasının mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesi gerektiği kanaatine varılmıştır.

a. Binanın Bedeline İlişkin İddia

54. Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. denilmek suretiyle mülkiyet hakkı güvenceye bağlanmıştır. Anayasa'nın anılan maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda, mülk olarak değerlendirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ve fikri hakların yanı sıra, icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dahildir (Mahmut Duran ve Diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 65).

55. 743 sayılı Kanun'un 619. maddesi uyarınca bir şeye malik olan kimse, o şeyin bütün mütemmim cüzlerine de malik olur. Mahalli örfe göre bir şeyin esaslı bir unsurunu teşkil eden o şey telef veya tahrip yahut tağyir edilmedikçe ondan ayrılması kabil olmayan cüzler o şeyin mütemmim cüzleridir. Buna göre gayrimenkul üzerinde inşa edilen ve geçici nitelik taşımayan her türlü yapı o gayrimenkulün cüzü olup gayrimenkule malik olan kimse, gayrimenkul üzerinde inşa edilen yapının da maliki olur.Dolayısıyla taşınmaz üzerinde inşa edilen yapıyı kullanma, yapının semerelerinden yararlanma ve bu yapı üzerinde tasarrufta bulunma yetkisi kural olarak malike aittir.

56. Bununla birlikte, bu yapıyı kullanma ve yapının semerelerinden yararlanma yetkilerinin hukuki işlemle üçüncü kişilere devredilmesi mümkündür. Bu durumda, üçüncü kişilere devredilen kullanma veya semerelerinden yararlanma yetkisi, taşınmaz mülkiyetinden bağımsız olarak kendi başına ekonomik bir değer ifade eder.Bu ekonomik değer Anayasa'nın 35. maddesi bağlamında mülk teşkil etmektedir.

57. Gayrimenkullere ilişkin olarak devredilen kullanım yetkisinin açık veya zımni bir şekilde o gayrimenkul üzerinde yapı inşa edilmesini mümkün kıldığı hâllerde, inşa edilen yapı, mütemmim cüz olarak taşınmazın mülkiyetine tabi olsa da olayın somut koşulları, bu yapının veya yapının işletilme hakkının, taşınmaz mülkiyetinden bağımsız olarak ekonomik bir değer olarak işlem görmesini gerektirebilir.

58. Olayda, Belediye tarafından tapuda TCDD adına kayıtlı bulunan taşınmaz, içkili restoran olarak işletilmek üzere başvurucular murisine kiralanmak suretiyle taşınmazın kullanım yetkisi başvurucular murisine devredilmiştir. İçkili restoran olarak işletilmek üzere kiraya verilen taşınmaz üzerinde, tarafların açık veya zımni iradesiyle yapı inşa edilmesine imkân tanınabileceği işin doğası gereğidir. Bu durumda, kiracı tarafından, sözleşme hükümleri çerçevesinde taşınmaz üzerinde inşa edilen yapılar, kiracı yönünden Anayasa'nın 35. maddesi anlamında mülk teşkil edebilir. Ancak bunun için, ilgili yapının kiracı tarafından inşa edildiğinin ispatlanması gerekmektedir.

59. Başvurucular tarafından, içkili restoran olarak kullanılan yapının murislerince inşa edildiğini gösteren yapı ruhsatı veya projesi gibi bir belge dosyaya sunulmadığı gibi UYAP kayıtlarında bulunan 1/1/1996 tarihli kira sözleşmesi ile 1/1/2001 tarihli işletme sözleşmesinde taşınmazın mülkiyetinin Belediyeye ait olduğuna işaret eden çeşitli hükümlerin yer aldığı görülmektedir. Dolayısıyla ilgili yapının başvurucular murisince inşa edildiğinin ve yapı üzerindeki kullanım yetkisinden doğan mülkiyetin başvuruculara ait olduğunun başvurucular tarafından ispatlanamadığı sonucuna ulaşılmaktadır.

60. Açıklanan nedenlerle, başvurucuların taşınmazı üzerinde inşa edilen yapı yönünden "mülk"lerinin bulunmadığı anlaşıldığından, başvurunun, yapının bedelinin ödenmemesi nedeniyle başvurucuların mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiası yönünden incelenmeksizin konu yönünden yetkisizlik nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

b. İş Yeri Açma ve Çalışma Ruhsatı Verilmemesine İlişkin İddia

61. İçkili restoran işletme yetkisi tanıyan iş yeri açma ve çalışma ruhsatına sahip olmanın, işletme sahibi yönünden ekonomik bir değer ifade ettiği açıktır (Çalışma ruhsatların mülk teşkil ettiğini ilişkin Bkz. Ak Demirtaş Madencilik Nakliyat Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti., B. No: 2014/1989, 15/6/2016, § 35). Kişi yönünden ekonomik değer ifade eden içkili restoran işletme ruhsatının mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilmesi gerektiği hususunda tereddüt bulunmamaktadır.

62. Olayda başvurucular murisinin önceki döneme ilişkin ruhsatı sona ermiş, 1/1/2001 tarihinde başlayan yeni dönemde ise kendisine ruhsat verilmemiştir. Dolayısıyla mevcut bir ruhsatın ve dolayısıyla mülkün varlığından söz edilemez.

 63. Anayasa'nın 35. maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkı; mevcut mal, mülk ve varlıkları koruyan bir güvencedir. Bir kişinin hâlihazırda sahibi olmadığı bir mülkün mülkiyetini kazanma hakkı, kişinin bu konudaki menfaati ne kadar güçlü olursa olsun Anayasa'yla korunan mülkiyet kavramı içinde değildir. Bu hususun istisnası olarak belli durumlarda bir "ekonomik değer" veya icrası mümkün bir "alacağı" elde etmeye yönelik "meşru bir beklenti" Anayasa'da yer alan mülkiyet hakkı güvencesinden yararlanabilir. Meşru beklenti, makul bir şekilde ortaya konmuş icra edilebilir bir alacağın doğurduğu, ulusal mevzuatta belirli bir kanun hükmüne veya başarılı olma ihtimalinin yüksek olduğunu gösteren yerleşik bir yargı içtihadına dayanan, yeterli somutluğa sahip nitelikteki bir beklentidir. Temelsiz bir hak kazanma beklentisi veya sadece mülkiyet hakkı kapsamında ileri sürülebilir bir iddianın varlığı meşru beklentinin kabulü için yeterli değildir (Kemal Yeler ve Ali Arslan Çelebi, B. No: 2012/636, 15/4/2014, § 36,37).

64. Somut olayda, ihtilaf konusu taşınmaz Belediye tarafından 1/1/2001 tarihli işletme sözleşmesiyle, 1977 yılından beri kira sözleşmesine dayanarak taşınmazı kullanan/işleten başvurucular murisine işletilmek üzere kiralanmıştır. Ancak dosyada ve UYAP kayıtlarında bulunan bilgilere göre başvurucular murisinin iş yeri açma ve çalışma ruhsatı alma girişiminin akim kaldığı anlaşılmıştır.

65. Belediye tarafından yargılama safhasında Mahkemeye sunulan savunmalarda, ruhsatın verilmeme nedeninin, söz konusu taşınmazın çay ve pasta salonu olarak işletilmek üzere kiraya verildiği hâlde başvurucular murisi tarafından içkili restoran olarak işletilmek istenmesi nedeniyle bu hususta ruhsat verme yetkisini haiz olan Emniyet Müdürlüğünce ruhsat verilmediği, bu konuda Belediyelerinin bir sorumluluğunun bulunmadığı ileri sürülmüş ise de dosyada bulunan 1/1/1996 tarihli kira sözleşmesi incelendiğinde, taşınmazın içkili restoran olarak işletilmek üzere kiraya verildiği görülmektedir. Dolayısıyla başvurucular murisinin söz konusu yeri daha önceki yıllarda içkili restoran olarak işlettiği anlaşılmaktadır.

66. Başvurucular murisince söz konusu taşınmazın 1977 yılından beri içkili restoran olarak işletildiği ve Belediyeyle 1/1/2001 tarihinde işletme sözleşmesi akdedildiği hususları gözetildiğinde, başvurucular vekilinin, anılan yerin içkili restoran olarak işletileceği bu hususta kendisine iş yeri açma ruhsatı verileceği yolunda meşru bir beklentisinin bulunduğu ve dolayısıyla mülkün varolduğu sonucuna ulaşılmaktadır. Bu durumda, başvurucular vekiline iş yeri açma ve çalışma ruhsatı verilmemesinin mülkiyet hakkına müdahale teşkil edeceği açıktır.

67. Ancak 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrası uyarınca, ihlale neden olduğu ileri sürülen ruhsat verilmeme işlemi için kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması gerekir.

68. 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 2. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi gereğince, idari işlemler hakkında yetki, şekil, sebep, konu ve maksat yönlerinden biri ile hukuka aykırı olduklarından dolayı iptalleri için menfaatleri ihlal edilenler tarafından iptal davası açılması mümkündür. Somut olayda, başvurucular murisi tarafından iş yeri açma ve çalışma ruhsatı verilmemesi işlemine karşı idari yargıda iptal davası açıldığına ilişkin herhangi bir bilgi ve belge başvuru dosyasında yer almamaktadır.

69. Açıklanan nedenlerle iş yeri açma ve çalışma ruhsatı verilmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasının yetkili derece mahkemeleri önünde tanınan başvuru yolları tüketilmeden bireysel başvuru konusu yapıldığı anlaşıldığından başvurunun diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin başvuru yollarının tüketilmemiş olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

c. 14/10/2000 - 15/6/2002 Dönemi İçin Haksız Yere Ecrimisil Ödendiğine İlişkin İddia

70. Başvurucular murisi tarafından 11/6/2007 tarihinde Belediye aleyhine açılan davanın, aleyhine açılan ilk ecrimisil davası nedeniyle yani 13/10/1995-13/10/2000 dönemine ilişkin olarak uğradığı zararla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Başvurucular murisi tarafından ikinci ecrimisil davası dolayısıyla 14/10/2000-15/6/2002 dönemine ilişkin olarak uğranıldığı ileri sürülen zararlar dava konusu edilmediği gibi yargılama devam ederken ıslah talebinde de bulunulmamıştır. Dolayısıylabaşvurunun bu döneme isabet eden kısmı yönünden iç hukuk yolları tüketilmemiştir.

71. Açıklanan nedenlerle 14/10/2000-15/6/2002 dönemine ilişkin olarak haksız yere ecrimisil ödenmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasının yetkili derece mahkemeleri önünde tanınan başvuru yolları tüketilmeden bireysel başvuru konusu yapıldığı anlaşıldığından başvurunun diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin başvuru yollarının tüketilmemiş olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

d. 13/10/1995 - 13/10/2000 Dönemi İçin Haksız Yere Ecrimisil Ödendiğine İlişkin İddia

i. Kabul Edilebilirlik Yönünden

72. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü ve 6216 sayılı Kanun'un 45. maddesinin (1) numaralı fıkraları uyarınca Anayasa'da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden,Sözleşme ve buna ek Türkiye'nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiğini düşünen, medeni haklara sahip gerçek ve özel hukuk tüzel kişilerine Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru açısından dava ehliyeti tanınmıştır. Buna göre bireysel başvuruya konu edilebilmesi için ihlalin kamu gücü tarafından gerçekleştirilmiş olması gerekmektedir. Kamu gücüne atfedilebilir nitelikte bulunmayan ihlal iddialarının bireysel başvuru kapsamında incelenebilmesi mümkün değildir. İhlalin kamu gücüne atfedilebilirliği, Anayasa'nın ilgili özel maddesinde güvenceye bağlanan hak veya özgürlüğün devlete yüklediği pozitif ve negatif yükümlülüklerebakılarak saptanabilir. Bu bağlamda, devlete yüklenen pozitif veya negatif yükümlülüklerle bağlantı kurulabilen ihlal iddialarının devlete atfedilebilirliğinden söz edilebilir. Buna karşılık, özel kişiler tarafından gerçekleştirilen ve devlete yüklenen negatif ve pozitif yükümlülüklerle hiçbir şekilde ilişkilendirilemeyen fiil ve işlemlerden kaynaklanan ihlal iddialarının bireysel başvuruya konu edilmesi olanaksızdır. Öte yandan, somut olayın koşulları haklı kılmadıkça, kamu kurum ve kuruluşlarının kamu gücü kullanmadığı ve özel kişilerle tamamen aynı statüde bulunduğu hukuki ilişkilerden doğan ihlal iddialarının bireysel başvurunun konusu oluşturması söz konusu olamaz.

73. Somut başvuruya konu olayda, başvurucular murisi tarafından, Belediye ile akdedilen kira sözleşmesi çerçevesinde Belediyeye kira bedeli ödendiği hâlde taşınmazın tapuda adına kayıtlı bulunduğu TCDD tarafından mülkiyet hakkına dayanılarak açılan dava sonucu ayrıca TCDD'ye ecrimisil ödenmiştir. Kira sözleşmesinin tarafı olan Belediye ile mülkiyet hakkına dayalı ecrimisil davası açan TCDD kamu gücüyle donatılan kamusal otoriteler niteliği taşımakta iseler de somut olayda gerek Belediyeye kira bedeli ödenmesi gerekse TCDD'ye ecrimisil ödenmesine ilişkin olarak bu otoritelerce kamu gücü kullanılması söz konusu değildir. Başvurucular murisi tarafından belediyeye yapılan kira ödemesi,taraflar arasında özel hukuk hükümleri çerçevesinde akdedilen kira sözleşmesiyle yüklenen bir yükümlülüğün ifası niteliğindedir. Ecrimisil ödemesi ise mülk sahibi TCDD tarafından medeni hukuktan doğan yetkilerinin kullanımı sonucu açılan bir davanın neticesinde gerçekleşmiştir. Her iki hâlde de anılan kamu otoriteleri özel hukuk kişileriyle aynı statüde olup kamu gücü kullanmamışlardır. Dolayısıyla bu açıdan bakıldığında TCDD'nin mülkiyet hakkından doğan yetkilerini kullanması tek başına ihlalin kamu gücüne atfedilebilmesine imkân vermemektedir.

74. Bununla birlikte, olayın somut koşullarının da değerlendirilmesi gerekmektedir. Olayda Belediye tarafından 2942 sayılı Kanun'un 38. maddesine dayanılarak taşınmazın Belediye adına tespiti istemiyle açılan ve Hakem sıfatıyla Eskişehir 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde görülen davada Mahkemece,taşınmazın yirmi yıldan beri nizasız ve fasılasız bir şekilde park olarak kullanılması nedeniyle belediye adına tespitine karar verilmiş ve TCDD'nin, Belediye tarafından ecrimisil ödenmesi istemi de bununla bağlantılı olarak reddedilmiştir. Sonradan açılan tapu iptali ve tescil davası ise reddedilerek taşınmazın mülkiyetinin kime ait olacağı hususunda belirsizlik yaratılmıştır. Mahkemece, taşınmazın mülkiyetinin Belediyeye ait olduğu tespit edildiği ve bununla bağlantılı olarak Belediyenin TCDD'ye ecrimisil ödeme yükümlülüğünün bulunmadığına karar verildiği hâlde, TCDD tarafından başvurucuya karşı açılan davada taşınmazın mülkiyetinin TCDD'ye ait olduğu kabul edilerek başvurucular murisince TCDD'ye ecrimisil ödenmesine hükmedilmiştir. Bu koşullar çerçevesinde olay bir bütün olarak değerlendirildiğinde, TCDD tarafından dava açılması özel hukuktan doğan yetkilerin kullanılması mahiyetinde olsa da kamu gücünün bir parçası olan yargı kararlarının şikâyet edilen sonucun doğmasına yol açtığı sonucuna ulaşılmaktadır. Dolayısıyla ihlal iddiasına dayanak oluşturan müdahalenin kamu gücü tarafından gerçekleştirildiği kanaatine varılmaktadır.

75.Başvuru formu ile eklerinin incelenmesi sonucunda açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan başvurunun bu kısmının kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

ii. Esas Yönünden

1. Mülkün Varlığı

76. Olayda başvurucular murisi tarafından Belediyeden kiralanan taşınmaz için Belediyeye kira bedeli ödendikten sonra ayrıca mahkeme kararıyla başka bir kamu otoritesi olan TCDD'ye ecrimisil ödenmesine hükmedilmiştir. Başvurucular murisinin ecrimisil olarak ödediği veya ödemeye mahkum edildiği bedel Anayasa'nın 35. maddesi anlamında mülk teşkil etmektedir.Taşınmazın mülkiyetine ilişkin aralarındaki ihtilaf nedeniyle iki ayrı kamu kurum ve kuruluşuna taşınmazın kullanımı karşılığı olarak iki kez ödeme yapılmak zorunda kalınmasında başvurucuların Anayasa'nın 35. maddesi kapsamında korunan bir ekonomik menfaatlerinin bulunduğu sonucuna varmak gerekir.

2. Müdahalenin Varlığı ve Türü

77. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla, sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma, semerelerinden yararlanma ve tasarruf etme olanağı veren bir haktır.(Mehmet Akdoğan ve Diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, §§ 28, 32). Dolayısıyla malikin, mülkünü kullanma, semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması, mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder. Ayrıca kişinin malvarlığında azalma sonucu doğuran kamusal işlem ve eylemler de mülkiyet hakkına müdahale oluşturur.

78. Başvuru konusu olayda, başvurucular murisi Belediyeye kira bedeli ödediği hâlde, açılan dava sonucunda ayrıca TCDD'ye ecrimisil ödemek mecburiyetinde bırakılmıştır. Başvurucular murisinin Belediyeye ödediği kira bedeline ek olarak TCDD'ye ecrimisil ödeme yükümü altına sokulması suretiyle ekonomik kayba uğratılmasının mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiği açıktır.

79. Anayasa’nın 35. maddesi ve mülkiyet hakkına temas eden hükümler içeren, kıyılara ilişkin 43., toprak mülkiyetine ilişkin 44., kamulaştırmayı düzenleyen 46., tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunmasına ilişkin 63., tabii servet ve kaynaklara ilişkin 168., ormanlara ilişkin 169. ve 170. maddeleri ile müsadereye ilişkin 28. maddesinin sekizinci fıkrası, 30. maddesi, 38. maddesinin onuncu fıkrası dikkate alındığında, Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle "mülkten barışçıl yararlanma hakkı"na yer verilmiş, ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 55).

80. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenmekle, aynı zamanda "mülkten yoksun bırakma"nın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Öte yandan, Anayasa'nın 46. maddesinde taşınmaz mülkiyetinden yoksun bırakma yolu olan kamulaştırma usulü özel olarak düzenlenmiştir(Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 56).

81. Anayasa’nın 35. maddesinin son fıkrasında mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle, devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Zira mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamaması, devletin mülkiyetin kullanımının toplum yararına uygun olarak düzenleyebilmesini gerektirmektedir. Bu durumda da devletin, “mülkiyetin kullanımını kontrol” yetkisine sahip olduğunun kabulü zorunlu hâle gelmektedir. Ayrıca Anayasa'nın kıyılara ilişkin 43., toprak mülkiyetine ilişkin 44., tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunmasına ilişkin 63., tabii servet ve kaynaklara ilişkin 168., ormanlara ilişkin 169. ve 170. maddeleri ile müsadereye ilişkin 28. maddesinin sekizinci fıkrası, 30. maddesi ve 38. maddesinin onuncu fıkrası, Devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 57).

82. Mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir. Mülkten yoksun bırakma şeklindeki müdahalede mülkiyetin kaybı söz konusudur. Mülkiyetin kullanımının kontrolünde ise mülkiyet kaybedilmemekte ancak mülkiyet hakkının malike tanıdığı yetkilerin kullanım biçimi, toplum yararı gözetilerek belirlenmekte veya sınırlandırılmaktadır. Mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahale ise genel nitelikte bir müdahale türü olup mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin kullanımının kontrolü mahiyetinde olmayan her türlü "karışma"nın mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahale kapsamında ele alınması gerekmektedir. Bununla birlikte, özellikle kamu otoritelerinin doğrudan mülkün kullanımına yönelik olmayan, ancak sonuçları itibarıyla mülkiyet hakkını etkileyen "karışma"ları mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahale kapsamında görülmelidir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 58).

83. Başvuru konusu olaydaki uyuşmazlık, mülkiyet hakkına özel müdahale biçimleri olan "mülkiyetten yoksun bırakma" ve "mülkiyetin düzenlenmesi" niteliği taşımadığından birinci kural olan "mülkiyetten barışcıl yararlanma" kapsamında incelenmesi gerektiği sonucuna ulaşılmaktadır.

3. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

84. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de göz önünde bulundurulması gerekmektedir.

85. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

86. Anılan madde uyarınca temel hak ve özgürlükler, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmaksızın Anayasa'nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun düşebilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

(a) Kanunilik

87. Somut olayda başvurucuların mülkiyet hakkına müdahale teşkil eden, başvurucular müvekkilinin mahkeme kararıyla TCDD'ye ecrimisil ödemek mecburiyetinde bırakılması önlemi, 743 sayılı Kanun'un bir şeye malik olan kimsenin, o şeyin tabii semerelerine de malik olacağını belirten 620. maddesine dayanmaktadır. Dolayısıyla müdahalenin kanuni dayanağının bulunduğu kanaatine varılmaktadır.

(b) Meşru Amaç

88. Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlanabilir. Maliklerin, herhangi bir üstün hakkı bulunmayan üçüncü kişilerce mülkiyet hakkından doğan semerelerden yararlanılmasını önleyici ve yararlanması durumunda da düzeltici önlemler öngörülmesinde kamu yararı bulunduğu açıktır. Dolayısıyla bu kapsamda bir önlem olduğu değerlendirilen, tapu siciline göre malik olduğu anlaşılan TCDD lehine ecrimisile hükmedilmesinin anayasal açıdan meşru bir amaca dayandığı sonucuna ulaşılmaktadır.

(c) Ölçülülük

i. Genel İlkeler

89. Anayasa'nın 13. maddesi uyarınca hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında dikkate alınacak ölçütlerden biri olan ölçülülük, hukuk devleti ilkesinden doğmaktadır. Hukuk devletinde hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması istisnai bir yetki olduğundan bu yetki, ancak durumun gerektirdiği ölçüde kullanılması koşuluyla haklı bir temele oturabilir. Bireylerin hak ve özgürlüklerinin, somut koşulların gerektirdiğinden daha fazla sınırlandırılması kamu otoritelerine tanınan yetkinin aşılması anlamına geleceğinden hukuk devletiyle bağdaşmaz (AYM, E.2013/95, K.2014/176, 13/11/2014).

90. Ölçülülük ilkesi, “elverişlilik”, “gereklilik” ve “orantılılık” olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. “Elverişlilik” öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, “gereklilik” ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, “orantılılık” ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E. 2012/102, K.2012/207, 27/12/2012; E.2012/149, K.2013/63, 22/5/2013; E.2013/32, K.2013/112, 10/10/2013; E.2013/15, K.2013/131, 14/11/2013; E.2013/158, K.2014/68, 27/3/2014; E.2013/66, K.2014/49, 29/1/2014; E.2014/176, K.2015/53, 27/5/2015; E.2015/43, K.2015/101, 12/11/2015; E.2016/16, K.2016/37, 5/5/2016; E.2016/13, K.2016/127, 22/6/2016; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, § 38).

ii. İlkelerin Olaya Uygulanması

91. Somut olayda, elverişlilik ve gereklilik ilkeleri yönünden tartışılmayı gerektirecek bir yön bulunmamaktadır. Asıl üzerinde durulması gereken, müdahalenin orantılı olup olmadığıdır. Ölçülülüğün üçüncü alt ilkesi olan orantılılık, kamu yararının korunması ile bireyin hak ve özgürlükleri arasında adil bir dengenin sağlanmasını gerektirmektedir. Öngörülen tedbirin, malike olağandışı ve aşırı bir yük altına sokması durumunda müdahalenin orantılı ve dolayısıyla ölçülü olduğundan söz edilemez. Bu itibarla, uygulanan tedbirle başvuruculara aşırı ve orantısız bir yük yüklenip yüklenmediğinin tespiti gerekmektedir.

92. Olayda, Belediye tarafından TCDD'nin mülkiyetinde bulunan ihtilaf konusu taşınmaz 1977 yılından beri başvurucular murisine içkili restoran olarak işletilmek üzere kiralanmıştır. Başvurucular murisince kira bedelleri Belediyeye ödenmiştir. Ancak TCDD tarafından 13/10/2000 tarihinde, mülkiyetinde bulunan taşınmazın herhangi bir üstün hakka dayanılmaksızın kullanıldığı sebebine istinaden açılan dava sonucunda, Belediyenin anılan taşınmazı kiraya verme hususunda üstün bir hakkının bulunmadığı belirtilerek müdahalenin menine, dava tarihinden itibaren geriye yönelik beş yıllık döneme (13/10/1995-13/10/2000 dönemine) ilişkin olarak başvurucular murisince TCDD'ye ecrimisil ve yasal faiz ödenmesine hükmedilmiştir. Dolayısıyla başvurucular murisi, Belediye ödediği kira bedellerine ek olarak ayrıca TCDD'ye yasal faiziyle birlikte ecrimisil ödeme yükümlülüğü altına girmiştir. Bunun başvurucular murisine ekonomik anlamda önemli bir külfet yüklediği açıktır.

93. Bununla birlikte, uygulanan önlem nedeniyle başvurucular murisine belli ölçüde külfet yüklenmiş olması, kural olarak tek başına malike orantısız bir yük yüklendiği sonucuna ulaşılması için yeterli değildir. Bu bakımdan müdahalenin orantılı olup olmadığının değerlendirilmesi bağlamında, öncelikle olayın somut koşullarının, başvurucunun bu külfete katlanmasını haklı kılıp kılmadığı ele alınmalıdır. Somut olayın koşullarının, başvurucunun bu külfete katlanmasını haklılaştırmadığı kanaatine varılması durumunda ise hukuk sistemi bir bütün içinde değerlendirilerek, malike yüklenen külfeti, durumun gerektirdiği ölçüde telafi edecek hukuksal yol ve mekanizmaların hukuk sisteminde var olup olmadığının ve bunların somut olayda da fiilen işletilip işletilmediğinin irdelenmesi gerekmektedir. Bu şekildeki telafi yol ve mekanizmalarının bulunmaması veya fiilen işletilmemesi hâlinde ulaşılmak istenen kamu yararı amacı ile malikin mülkiyet hakkı arasında kurulması gereken makul denge malik aleyhine bozulmuş olur.

94. Başvurucular murisinin, park alanı içinde bulunan söz konusu taşınmazın Belediyeye ait olduğu yolunda oluşturulan görünüşe güvenerek taşınmazı kiraladığının altı çizilmelidir. Kaldı ki Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin 27/1/2011 tarihli kararında ifade edildiği üzere Türk hukukunda kiralanan şeyin kiraya verene ait olmaması kira sözleşmesinin geçerliliğini etkilememekte; bu durumda başkasının mülkiyetinde bulunan bir şeyi kiraya verenin, mal sahibince o şeyin zapt edilmesi hâlinde zapta karşı tekeffül hükümleri uyarınca kiracının zararlarını karşılama sorumluluğu bulunmaktadır. Dolayısıyla başvurucular murisinin, taşınmazın Belediyeye ait olmadığını bilip bilmemesinin kira sözleşmesinin geçerliliğine hiçbir etkisi bulunmamaktadır. Başvurucular murisi, kira sözleşmesinin hükümlerine uyduğu müddetçe taşınmazın kendisinin kullanımına hazır hâlde bulundurulacağı ve kira bedeli dışında kendisine ayrıca bir yükümlülük yüklenmeyeceği yolunda hukuken korunmaya değer bir beklentiye sahiptir. TCDD'ye ait taşınmazı kiraya veren Belediyenin üstün bir hakka sahip bulunmaması, bu koşullar çerçevesinde başvurucular murisinin aleyhine sonuç doğuracak biçimde yorumlanamaz.

95. Öte yandan, TCDD ile Belediye tarafından birbirlerine karşı açılan davalar sonucunda verilen kararlara bakıldığında taşınmazın mülkiyetin kime ait olduğu ve dolayısıyla Belediyenin üstün bir hakka sahip bulunup bulunmadığı hususunda da belirsizliklerin yaratıldığı görülmektedir. TCDD tarafından Belediyeye karşı ecrimisil ödenmesi sitemiyle açılan dava ile Belediye tarafından 2942 sayılı Kanun'un 38. maddesine dayanılarak taşınmazın Belediye adına tespiti istemiyle açılan davayı birleştiren ve Hakem sıfatıyla uyuşmazlığa bakan Eskişehir 2. Asliye Hukuk Mahkemesince 6/3/2003 tarihinde verilen kararla, taşınmazın yirmi yıldan beri nizasız ve fasılasız bir şekilde park olarak kullanılması nedeniyle Belediye adına tespitine ve bu nedenle ecrimisil isteminin de reddine karar verilmiştir. Sonrada açılan tapu iptali ve tescil davası, Anayasa Mahkemesince 2942 sayılı Kanun'un 38. maddesinin iptal edildiği gerekçesiyle reddedilmiş ise de taşınmazın Belediyenin mülkiyetinde bulunduğunu tespit eden karar hukuken varlığını korumaktadır.

96. Bu itibarla, başvurucular murisinin, TCDD'ye ecrimisil ve yasal faiz ödemeye mahkum edilmek suretiyle kendisine yüklenen külfete katlanmasını haklılaştıracak hukuken geçerli herhangi bir nedenin bulunmadığı sonucuna ulaşılmaktadır. Dolayısıyla başvurucular murisinin ekonomik kayıplarının giderilmesi gerekmektedir. Başvurucular murisine yüklenen külfetin tam olarak telafi edildiğinden söz edilebilmesi için TCDD tarafından açılan davalar nedeniyle ecrimisil, faiz ve yargılamagideri ödemek suretiyle uğradığı tüm zararların karşılanması zorunludur.

97. Başvurucular murisi tarafından 11/6/2007 tarihinde Belediye aleyhine Eskişehir 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan davada, fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla birinci ecrimisil davası sonucu haksız olarak tahsil edilen ecrimisil ve faiz için 3.000 TL ve ödenen harç ve vekâlet ücreti için de 1.000 TL maddi tazminat talebinde bulunulmuştur. Mahkemece Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin bozma kararına uyularak Belediyenin sorumluluğunun, başvurucular murisince Belediyeye yapılan kira ödemeleriyle sınırlı olduğu kabul edilmiş ve fiilen ödendiği ispat edilen 3.186 TL kira bedeli ile harç ve vekâlet ücretleri için ödenen 1.000 TL için tazminata hükmedilmiş, TCDD'ye yapılan ecrimisil ve faiz ödemelerinin bu tutarı aşan kısmına yönelik tazminat istemleri ise reddedilmiştir. Mahkemenin, Daire kararına dayanarak, Belediyenin sorumluluğunu Belediyeye yapılan kira ödemeleriyle sınırlı tutan daraltıcı yorumu, ecrimisil ödenmesi nedeniyle oluşan kayıpların bir kısmının karşılanamaması sonucunu doğurmuştur.

98. Başvurucular murisi 15/12/2009 tarihinde mahkemeye sunduğu dilekçede ıslah talebinde bulunmayacaklarını bildirmiş ise de Mahkemece tazminat isteminin aşan kısmının bu temelde reddedilmediği anlaşılmaktadır. Kaldı ki ıslah talebinde bulunulmamış olması, fazlaya ilişkin haklarını saklı tutan başvurucular murisinin zamanaşımı süresi içerisinde dilediği zaman zararın kalan kısmı için ayrı bir dava açabilme hakkına halel getirmemektedir. Ancak Mahkemenin değinilen gerekçeyle verdiği bu karar, başvurucular vekilinin açacağı ek davanın başarı şansını ortadan kaldırmaktadır. Dolayısıyla ıslah talebinde bulunulmamış olmasının başvurucular vekiline bir kusur olarak atfedilmesi mümkün değildir.

99. Bütün bu hususlar gözetildiğinde, TCDD'ye ecrimisil ve faiz ödemeye mahkum edilmek suretiyle başvuru tarafından yüklenilen ölçüsüz külfetin tamamen telafi edilmediği ve bu hâlde kamu yararı ile özel yarar arasında kurulması gereken makul dengenin başvurucular aleyhine zedelendiği sonucuna ulaşılmaktadır.

100. Açıklanan nedenlerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

B. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

101. Başvurucular, yargılamanın yedi yıl sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüşlerdir.

102. Bakanlık, Anayasa Mahkemesinin önceki kararlarına ve bu kapsamda sunulan görüşlerine atfen başvuru hakkında görüş sunmayacağını bildirmiştir.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

103. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

104. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin yargılamanın süresi tespit edilirken sürenin başlangıç tarihi olarak davanın ikame edildiği tarih; sürenin sona erdiği tarih olarak -çoğu zaman icra aşamasını da kapsayacak şekilde- yargılamanın sona erdiği, yargılaması devam eden davalar yönünden ise Anayasa Mahkemesinin makul süre şikâyetiyle ilgili kararını verdiği tarih esas alınır (Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, §§ 50, 52).

105. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin yargılama süresinin makul olup olmadığı değerlendirilirken yargılamanın karmaşıklığı ve kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun yargılamanın süratle sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar dikkate alınır (Güher Ergun ve diğerleri, §§ 41-45).

106. Anılan ilkeler doğrultusunda Anayasa Mahkemesinin benzer başvurularda verdiği kararlar dikkate alındığında somut olayda altı yıl dokuz ay devam eden yargılama süresinin makul olmadığı sonucuna varmak gerekir.

107. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

C. Başvurucuların Diğer İddiaları

108. Başvurucular, murislerinin yeniden yaptığı binaya ilişkin kira bedellerini Belediyeye ödediği hâlde ikinci defa TCDD'ye de ödeme yapmak zorunda kalması nedeniyle özgürlük ve güvenlik haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüşlerdir. Belirtilen hususların özgürlük ve güvenlik hakkıyla bir ilgisi bulunmadığından bu yönüyle bir inceleme yapılmasına gerek görülmemiştir.

109. Başvurucular tarafından ayrıca, TCDD tarafından Belediye yerine murislerine karşı dava açılmak suretiyle Belediyenin korunduğu ve bunun ayrımcılık teşkil ettiği ileri sürülmüştür. Ayrımcılık iddiasının ciddiye alınabilmesi için başvurucuların kendisi ile benzer durumdaki başka kişilere yapılan muamele ile kendisine yapılan muamele arasında bir farklılığın bulunduğunu ve bu farklılığın meşru bir temeli olmaksızın sırf ırk, renk, cinsiyet, din, dil, cinsel yönelim ve benzeri ayırımcı bir nedene dayandığını makul delillerle ortaya koyması gerekmekte olup somut olayda ise başvurucuların bu yöndeki iddialarını temellendirecek somut bulgu ve kanıtlar ortaya koyamadıkları anlaşılmaktadır. Bu nedenle eşitlik ilkesi yönünden herhangi bir inceleme yapılmasına gerek görülmemiştir.

D. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

110. 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:

“(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir. …

(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

111. Başvurucular, TCDD'ye ödenen ecrimisil bedelleri için 11.650 TL, bina bedeli için 110.042 TL maddi zararın dava tarihinden itibaren işletilecek yasal faiziyle birlikte ödenmesine karar verilmesitalebinde bulunmuşlardır.

112. Başvurucular ayrıca ecrimisil davaları için 2000 yılından beri mahkemelerde uğraşmış olmaları dolayısıyla uğranılan kayıplar ile bu davalar sebebiyle hissedilen acılar nedeniyle 10.000 TL maddi ve manevi zararın tazmine karar verilmesini istemişlerdir.

113. Başvurucuların, 13/10/1995-13/10/2000 dönemine ilişkin olarak TCDD'ye ödenen ecrimisiller yönünden mülkiyet haklarının ihlal edildiği sonucuna varılmıştır.

114. TCDD tarafından başvurucular murisi aleyhine açılan davalar sonucu ödenen ecrimisil bedelleri ile bu davalar davalar dolayısıyla uğranıldığı öne sürülen sair maddi ve manevi kayıpların tam olarak tespit edilebilmesi ve dolayısıyla bu yönüyle mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılabilmesi için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Bu nedenle, ihlal kararının bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere Eskişehir 2. Asliye Hukuk Mahkemesinegönderilmesine karar verilmesi gerekir.

115. Bina bedeli yönünden başvurunun kabul edilemez olduğuna karar verildiğinden başvurucuların buna ilişkin 110.042 TL maddi tazminat taleplerinin reddine karar verilmesi gerekir.

116. Başvurucular son olarak yargılamanın makul sürede tamamlanmamış olması nedeniyle 10.000 TL manevi zarar isteminde bulunmuşlardır.

117. Başvuruda makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği sonucuna varılmıştır.

118. Başvurucuların makul sürede yargılanma hakkının ihlali nedeniyle yalnızca ihlal tespitiyle giderilemeyecek olan manevi zararları karşılığında başvuruculara müştereken net 7.200 TL manevi tazminat ödenmesine karar verilmesi gerekir.

119. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 206,10 TL harçtan oluşan yargılama giderinin başvuruculara müşetereken ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. 1. Bina bedelinin ödenmemesi nedeniyle mülkiyet haklarının ihlal edildiğine ilişkin iddianın konu yönünden yetkisizlik nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,

 2. İş yeri açma ruhsatı verilmemesi nedeniyle mülkiyet haklarının ihlal edildiğine ilişkin iddianın başvuru yollarının tüketilmemiş olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,

 3. 14/10/2000-15/6/2002 dönemi için haksız yere ecrimisil ödenmesi nedeniyle mülkiyet haklarının ihlal edildiğine ilişkin iddianın başvuru yollarının tüketilmemiş olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,

 4. 13/10/1995-13/10/2000 dönemi için haksız yere ecrimisil ödenmesi nedeniyle mülkiyet haklarının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

 5. Makul sürede yargılanma haklarının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. 1. 13/10/1995-13/10/2000 dönemi için haksız yere ecrimisil ödenmesi nedeniyle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

 2. Anayasa'nın 36. maddesinde güvenceye bağlanan makul sürede yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin 13/10/1995-13/10/2000 dönemi için haksız yere ecrimisil ödenmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Eskişehir 2. Asliye Hukuk Mahkemesine GÖNDERİLMESİNE,

D. Makul sürede yargılanma hakkının ihlali nedeniyle net 7.200 TL manevi tazminatın BAŞVURUCULARA MÜŞTEREK OLARAK ÖDENMESİNE, tazminata ilişkin diğer taleplerin REDDİNE,

E. 206,10 TL harçtan oluşan toplam yargılama giderinin BAŞVURUCULARA MÜŞTEREK OLARAK ÖDENMESİNE,

F. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucuların Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 2/2/2017 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

OSMAN UKAV BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2014/12501)

 

Karar Tarihi: 6/7/2017

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

 

Başkan

:

Burhan ÜSTÜN

Üyeler

:

Serruh KALELİ

 

 

Nuri NECİPOĞLU

 

 

Kadir ÖZKAYA

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

Raportör

:

Özgür DUMAN

Başvurucu

:

Osman UKAV

Vekili

:

Av. Emine Rezzan AYDINOĞLU

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, tapu tahsis belgesine dayalı olarak açılan tapu iptali ve tescil davasının, yargılama sırasında yapılan imar uygulaması değişikliğiyle taşınmazın meslek lisesi alanı olarak ayrıldığı gerekçesine dayalı olarak reddedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 23/7/2014 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü sunmuştur.

7. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmuştur.

III. OLAY VE OLGULAR

8. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

9. Başvurucu, İstanbul ili Üsküdar ilçesine bağlı Bulgurlu Mahallesi 48 ada 1 parsel sayılı Maliye Hazinesi (Hazine) adına tapuda kayıtlı bulunan taşınmaz üzerinde -başvuru formu ve eklerinde belirtilmeyen bir tarihte- tek katlı bir gecekondu inşa ettirmiştir.

10. Başvurucu, bu taşınmazda bulunan gecekondusu için 7/7/1986 tarihinde, 24/2/1984 tarihli ve 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun kapsamında imar affı başvurusu yapmıştır.

11. Millî Emlak Müdürlüğü tarafından 14/8/1986 tarihinde bu taşınmaz için anılan Kanun’a göre "tapu tahsis belgesi" düzenlenerek başvurucuya verilmiştir. Anılan "tapu tahsis belgesi" Tapu Müdürlüğü tarafından 26/9/1986 tarihinde, taşınmazın tapu kaydının beyanlar hanesine işlenmiştir.

12. Üsküdar Belediyesince (Belediye) bu taşınmazın bulunduğu yerde 16/3/1989-17/10/1990 tarihli 1/1000 ölçekli Islah İmar Planı yapılmıştır. Belediyenin 21/12/1989 tarihli plan tadilatında, anılan taşınmaz konut alanı olarak ayrılmış ve bu taşınmazın üzerinde beş kat yükseklikte bina yapılabilmesine izin verilmiştir. Belediye, bu hususları 12/9/2006 tarihinde Kadıköy Emlak Müdürlüğüne bildirmiştir.

13. Başvurucu 18/6/2007 tarihinde Hazine aleyhine Üsküdar 3. Asliye Hukuk Mahkemesinde tapu iptali ve tescil davası açmıştır. Dava dilekçesinde, başvurucunun tapu tahsis belgesinin mevcut olup uzun bir süreden beri bu taşınmazı zilyetliğinde bulundurduğu belirtilerek, tapu verilmesi koşullarının oluştuğu iddia edilmiştir.

14. Bu arada taşınmazın konumuna ilişkin bilgiler değişmiştir. Buna göre taşınmaz, yeni kurulan Ataşehir ilçesine bağlı Örnek Mahallesi, 1439 ada 1 parsel olarak tapuda tescilli bulunmaktadır. Mahkeme, taşınmazın bulunduğu ilçe ve mahallenin değiştiğini gözeterek 3/7/2008 tarihinde yetkisizlik kararı vermiştir.

15. Yetkisizlik kararı sonrası dava dosyası Kadıköy 3. Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmiştir. Yapılan yargılama sırasında 25/2/2011 tarihinde taşınmaz Toplu Konut İdaresine (TOKİ) devredilmiştir. Başvurucunun 23/9/2011 tarihli talebi üzerine TOKİ de yargılamaya davalı olarak dahil edilmiştir. Mahkeme, mimari ve kadastro alanında uzman teknik bilirkişiler eşliğinde dava konusu taşınmazın başında 27/7/2011 tarihinde keşif icra etmiştir. Bilirkişilerin 9/9/2011 tarihli raporunda, taşınmazın imar durumunun konut olarak belirlendiği ve düzenleme ortak payı düşüldükten sonra 276,84 m² yüzölçümlü alanın başvurucu tarafından kullanıldığı, taşınmazın değerinin ise 332.208 TL olduğu belirtilmiştir. Başvurucu, bilirkişi raporunda belirtilen taşınmaz bedelini Mahkemece gösterilen banka şubesine depo etmiştir.

16. Yapılan yargılama neticesinde Mahkeme, 1/3/2012 tarihinde Hazine yönünden açılan davanın husumet yönünden reddine, TOKİ yönünden açılan davanın ise kabulüne karar vermiştir. Mahkeme davanın kabulüyle birlikte taşınmazın tapu kaydının kısmen iptali ile 27.684/559.340 payının başvurucu adına tesciline, depo edilen taşınmaz bedelinin ise davalı TOKİ'ye ödenmesine karar vermiştir. Kararın gerekçesinde, başvurucunun taşınmazın bir kısmının zilyedi olup kendisine tapu tahsis belgesi verildiği belirtilmiştir. Mahkeme bu doğrultuda başvurucunun tahsis belgesi verilmesi için gerekli ücreti ödediğini ve taşınmazın tapu kaydının beyanlar hanesinde şagil (işgalci) olarak gösterildiğini tespit etmiştir. Mahkeme ayrıca tapu tahsis belgesinin verildiği tarihten bu yana da başvurucunun zilyetliğinin devam ettiğine dikkati çekmiştir. Mahkemeye göre 2981 sayılı Kanun ile öngörülen tescil için gerekli bütün koşullar tamamlanmış olup tescile kanuni bir engel de bulunmamaktadır.

17. Karar, davalı TOKİ tarafından temyiz edilmiştir. Temyiz dilekçesinde, dava konusu taşınmazın yapılan imar planı tadilatında meslek lisesi alanında kaldığı belirtilmiştir. Yargıtay 14. Hukuk Dairesi (Daire), 6/6/2012 tarihinde bu durumun belediye başkanlığından sorulması için dosyanın mahalline iadesine karar vermiştir. İlk Derece Mahkemesinin 25/7/2012 tarihli yazısıyla taşınmazın imar planında konut alanında kalıp kalmadığı ve herhangi bir kamu hizmetine tahsis edilip edilmediği Ataşehir Belediye Başkanlığından sorulmuştur. Belediye Başkanlığının 2/8/2012 tarihli yazısıyla dava konusu taşınmazın 28/5/2010 tarihli ve 1/1000 ölçekli uygulama imar planı tadilatında "meslek lisesi alanı" olarak ayrıldığı bildirilmiştir.

18. Dairenin 17/10/2012 tarihli ve E.2012/11519, K.2012/12058 sayılı ilamıyla hükmün bozulmasına karar verilmiştir. Daire ilk olarak tapu tahsis belgesinin bir mülkiyet belgesi olmayıp yalnızca fiilî kullanmayı belirleyen ve ilgilisine kişisel bir hak sağlayan zilyetlik belgesi olduğunu vurgulamıştır. Kararda ayrıca tahsis kapsamındaki yerin hak sahibi adına tescil edilebilmesi için gerekli koşullar sıralanmıştır. Buna göre;

a.Hukuki yönden geçerliliğini koruyan bir tapu tahsis belgesi mevcut olmalıdır.

b. Tahsise konu yerde 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanunu'nun 18. maddesi uyarınca imar uygulama planı veya 2981 sayılı Kanun uyarınca ıslah imar planı yapılmış olmalıdır.

c. İlgilisine tapu tahsis belgesi gereğince başka bir yerden tahsis yapılmamış olmalıdır.

d. Tahsise konu yerin kamu hizmetine ayrılmamış ve imar planına göre konut alanında kalmış olması gerekmektedir.

e. Tahsise konu yer ile tescili istenilen taşınmazın aynı yer olup olmadığı ve taşınmazın niteliğinin belirlenmesi amacıyla mahallinde uzman bilirkişiler aracılığıyla keşif yapılmalıdır.

f. Tahsise konu arsa bedelinin ödenmiş olması, ödenmemiş ise taşınmazın dava tarihindeki rayiç değeri, uzman bilirkişiler aracılığıyla saptanarak hükümden önce mahkeme veznesine veya belirlenecek tevdi mahalline depo edilmiş olmalıdır.

g. Yedinci ve son olarak ise imar parsellerinin oluşturulması sırasında taşınmazdan düzenleme ortaklık payı kesilip kesilmediği belirlenerek kesilmiş ise uygulanan oran saptanmalıdır.

Daire, ancak bu koşulların gerçekleşmesi durumunda tahsis miktarında düzenleme ortaklık payı oranında yapılacak indirimden sonra kalan miktarın tesciline karar verilebileceğini belirtmiştir. Bozma ilamında, somut olayda dava konusu taşınmazın meslek lisesi olarak ayrıldığına vurgu yapılmıştır. Daireye göre taşınmazın bu imar durumu nedeniyle tescil kararı verilmesi mümkün değildir. İlamda, tahsis belgesine dayalı olarak oluşturulan imar parselinin ancak konut alanında kalmış olması durumunda tescile karar verilebileceği belirtilmiştir. Daire sonuç olarak tapu tahsis belgesine dayalı tescil davasında lüzumlu olan diğer koşullar gerçekleşmiş ise de belirtilen koşulun gerçekleşmediği gerekçesiyle hükmün bozulması gerektiği sonucuna varmıştır.

19. Başvurucunun karar düzeltme talebi aynı Dairenin 11/2/2013 tarihli ilamıyla reddedilmiştir.

20. Bozma ilamı sonrası dava dosyasının devredildiği İstanbul Anadolu 16. Asliye Hukuk Mahkemesi, 30/5/2013 tarihinde davalı Hazine yönünden açılan davanın husumet yönünden, davalı TOKİ yönünden açılan davanın ise esastan reddine karar vermiştir. Ayrıca yapılan yargılama giderleri davacıya yükletilmiş, 10.050 TL tutarındaki vekâlet ücretinin de davalı TOKİ yararına olmak üzere davacıdan alınmasına karar verilmiştir.

21. Başvurucunun temyiz ettiği hüküm, Dairenin 26/5/2014 tarihli ilamıyla düzeltilerek onanmıştır. Daire, yargılama giderleri ve vekâlet ücreti yönünden hükmü düzeltmiştir. Daireye göre dava konusu taşınmaz yargılama sırasında TOKİ'ye devredilmiştir. Ayrıca bu taşınmazın bulunduğu yerde davanın devamı sırasında imar planı değişikliği yapılmış, çekişmeli taşınmaz meslek lisesi alanı olarak ayrılmıştır. Daire, davalı tarafın davanın açılmasına sebebiyet verdiği gerekçesiyle davalı TOKİ yararına vekâlet ücretine hükmedilemeyeceğini belirtmiştir.

22. Nihai karar başvurucu vekiline 30/6/2014 tarihinde tebliğ edilmiştir.

23. Başvurucu 23/7/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

1. Mevzuat Hükümleri

24. 22/12/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 705. maddesi şöyledir:

"Taşınmaz mülkiyetinin kazanılması, tescille olur.

Miras, mahkeme kararı, cebrî icra, işgal, kamulaştırma hâlleri ile kanunda öngörülen diğer hâllerde, mülkiyet tescilden önce kazanılır. Ancak, bu hâllerde malikin tasarruf işlemleri yapabilmesi, mülkiyetin tapu kütüğüne tescil edilmiş olmasına bağlıdır."

25. 2981 sayılı Kanun’un “Tapu verme” kenar başlıklı 10. maddesi şöyledir:

“a) Bu Kanun hükümlerine göre hazine, belediye, il özel idaresine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğünün idare ettiği arsa veya araziler üzerinde, gecekondu sahiplerince yapılmış yapılar, 12 nci madde hükümlerine göre tespit ettirildikten sonra, kayıt maliki kamu kuruluşunca bu yer hak sahibine tahsis edilir ve bu tahsisin yapıldığı tapu sicilinin beyanlar hanesinde gösterilerek ilgilisine "Tapu Tahsis Belgesi" verilir.

Tapu tahsis belgesi, ıslah imar planı veya kadastro planları yapıldıktan sonra hak sahiplerine verilecek tapuya esas teşkil eder.”

26. 2981 sayılı Kanun’un “Tapu tahsis belgesi verilen gecekondular” kenar başlıklı 13. maddesi şöyledir:

“Tapu tahsis belgesi verilen gecekondular hakkında aşağıdaki uygulamalar yapılır.

a) (Değişik : 22/5/1986 - 3290/6 md.) Bu Kanun gereğince arsa tahsis edilecek kimselerin; kendisinin veya eşinin veya reşit olmayan çocuğunun oturduğu belediye ve mücavir alan sınırı içinde ev yapmaya müsait arsaya veya bir eve veya apartmanın bağımsız bir bölümüne veya bir bölümü iş yeri olarak kullanılan bir yapıya sahip bulunmaması gerekir.

b) (Değişik : 22/5/1986 - 3290/6 md.) Hazine, belediye, il özel idarelerine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğünün idaresinde olan veya bu Kanun uyarınca mülkiyetlerine geçen arsa veya araziler üzerinde, ıslah imar planları ile meydana getirilen imar parselleri içinde hak sahiplerine, yapılarının işgal ettiği arazi de dikkate alınarak ıslah imar planında getirilen ölçülere uygun şekilde arsa veya hisse tahsis edilir. Gecekondusu muhafaza edilemeyen hak sahiplerine aynı bölgede veya diğer gecekondu ıslah veya önleme bölgesinde başka bir arsa veya hisse verilir. Tahsis edilen arsa veya hissenin bedeli 4/11/1983 tarih ve 2942 sayılı Kanun veya 6/6/1984 tarih ve 3016 sayılı Kanuna göre tespit edilir.

c) (Değişik:22/5/1986 - 3290/6 md.) Islah imar planları belediye veya valiliklerce mümkün olduğu kadar fiili durum dikkate alınarak ve yapılanma şartları da belirlenerek yapılır veya belediye veya valiliklerce Yeminli Özel Teknik Bürolara yaptırılır. En geç (1) ay içinde belediye meclislerince kabul edilenler belediye meclislerince, büyük şehir yönetiminde ilçe belediye meclislerince Kabul edilenler ilçe belediye meclislerince, il idare kurullarınca kabul edilenler valilikçe tasdik edilerek yürürlüğe girer. Bu planların tescili de (1) ay içinde ivedilik ve öncelikle yapılır.

İmar planı olan yerlerde mevcut imar planları gerektiği takdirde ıslah imar planları şeklinde yeniden düzenlenir.

…”

2. Yargı İçtihatları

27. Danıştay Altıncı Dairesinin 5/5/2009 tarihli ve E.2009/200, K.2009/5046 sayılı ilamının ilgili kısımları şöyledir:

"Dava, davacının 2981 sayılı Yasaya göre hak sahibi olduğunu iddia ettiği ... adresindeki... gecekondusunun bulunduğu taşınmaz ile bitişiğindeki aynı adada babasından veraseten intikal eden ... sayılı yerde bulunan gecekondununbulunduğu taşınmazın yol olarak ayrılmasına ilişkin ... onay tarihli 1/1000 ölçekli ... Revizyon İmar planında değişiklik yapılarak konut alanına ayrılmasına yönelik plan değişikliği talebinin reddine ilişkin ... günlü, ... sayılı işlem ile ... onay tarihli 1/1000 ölçekli ... Revizyon İmar Planı ve ... onay tarihli 1/5000 ölçekli ... Revizyon Nazım İmar Planının iptali istemiyle açılmış; İdare Mahkemesince, davacının, henüz tapusunun bulunmadığı, tapu tahsis belgesi alabilmek amacıyla 2981 sayılı Yasa uyarınca yaptığı başvuru neticesinde tasarruf edilen gecekondudan hareketle ve onun dışında da herhangi bir farklı iptal nedeni ileri sürülmeksizin dava konusu plan tadilatı talebinin reddine ilişkin işlem ile 1/1000 ölçekli Revizyon İmar Planı ve 1/5000 ölçekli Revizyon Nazım İmar planının iptalini istediği anlaşıldığından dava konusu işlemin davacının kişisel, meşru ve güncel bir menfaatini ihal etmediği gerekçesiyle davanın ehliyet yönünden reddine karar verilmiş, bu karar davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

 Davanın yukarıda özetlenen gerekçeyle ehliyet yönünden reddi yolundaki temyize konu ... sayılı kararında, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 49. maddesinin 1. fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından, bozma istemi yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının onanmasına [karar verildi]".

28. Danıştay Altıncı Dairesinin 14/9/2009 tarihli ve E.2007/4009, K.2009/8338 sayılı ilamının ilgili kısımları şöyledir:

"Dosyanın incelenmesinden, mülkiyeti belediyeye ait uyuşmazlık konusu parsel üzerinde davacı tarafından yapılan gecekondu nedeniyle 2981 sayılı Yasa uyarınca imar affı başvurusunda bulunulduğu, anılan gecekondu için tapu tahsis belgesi verilmesi talebinin reddine dair işlemin ... İdare Mahkemesi'nin ... günlü, ... sayılı kararı ile iptal edildiği, bu karar üzerine davacı tarafından açılan davada uyuşmazlık konusu parselin tapu kaydının iptali ile davacı adına kayıt ve tescili yolundaki ... Asliye Hukuk Mahkemesince verilen ... günlü, ... sayılı kararın Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin ... günlü, ... sayılı kararı ile bozulduğu, davacının taşınmaz ile mülkiyet ilişkisinin olmadığı, dava dilekçesinde, belediye yararı gereğince plan değişikliği yapıldığı, yargı kararının etkisizleştirilmesinin amaçlandığı öne sürülerek görülmekte olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.

 Uyuşmazlık konusu olayda, görülmekte olan davanın mülkiyet ilişkisinden hareketle imar planı değişikliği işleminin iptali istemiyle açıldığı, ancak yukarıda sözü geçen karar uyarınca davacının taşınmazla henüz mülkiyet ya da mülkiyet benzeri ilişki içerisinde olmadığı, davacının tapu kaydının iptali ve tescili istemiyle adliye mahkemesinde açılan dava hakkında bozma kararı üzerine verilecek kararın sonucuna göre, davacı adına taşınmazın kaydının tesciline ilişkin davanın reddedilmesi durumunda davacının dava açma ehliyeti taşımayacağı, hususu göz önünde bulundurularak, taşınmazın davacı adına tesciline karar verilmesi halinde ise dava konusu plan değişikliği işleminin şehircilik ilkeleri, planlama esasları ve kamu yararına uygun olarak yapılıp yapılmadığının gerekirse yerinde keşif ve bilirkişi incelemesi yaptırılarak açıklığa kavuşturulmasından sonra bir karar verilmesi gerekmektedir."

B. Uluslararası Hukuk

29. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatlarında, mülkiyet hakkının kapsamı konusunda mevzuat hükümlerinden ve derece mahkemelerinin bunlara ilişkin yorumundan bağımsız olarak “özerk bir yorum” esas alınmaktadır (Depalle/Fransa [BD], B. No: 34044/02, 29/3/2010 § 62; Anheuser-Busch Inc./Portekiz [BD], B. No: 73049/01, 11/1/2007, § 63; Öneryıldız/Türkiye [BD], B. No: 48939/99, 30/11/2004, § 124; Broniowski/Polonya [BD], B. No: 31443/96, 22/6/2004, § 129).

30. AİHM, mülkiyet hakkına ilişkin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesinin mülkiyeti elde etme hakkını koruma altına almadığını kabul etmektedir (Slivenko ve diğerleri/Letonya [BD] (k.k.), B. No: 48321/99, 23/1/2002, § 121; Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı/Türkiye, B. No: 34478/97, 9/1/2007, § 52).

31. AİHM, mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasının ancak müdahalenin Sözleşme'ye ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesinin anlamı kapsamında bir "mülk" ile ilişkili olması durumunda ileri sürülebileceğini belirtmektedir. Buna göre alacak haklarını da içeren mevcut mülk veya mal varlığı yanında mülkiyet hakkının elde edilebileceği yönündeki en azından bir "meşru beklenti" de mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilebilir (Kopecký/Slovakya [BD], No. 44912/98, 28/9/2004,§ 35; Lihtenştayn Prensi Hans-Adam II/Almanya [BD], B. No: 42527/98, 12/7/2001, § 83; Pine Valley Developments Ltd ve diğerleri/İrlanda, B. No: 12742/87, 29/11/1991, § 51; Stretch/Birleşik Krallık, B. No: 44277/98, 24/6/2003, §§ 34-35; Pressos Companía Naviera S.A. ve diğerleri/Belçika, B. No: 17849/91, 20/11/1995, § 31).

32. Bununla birlikte AİHM içtihatlarına göre temelsiz bir hak kazanma beklentisi veya sadece ulusal hukukta mülkiyet hakkı kapsamında savunulabilir bir iddianın varlığı meşru beklentinin kabulü için yeterli değildir (Kopecký/Slovakya, § 35; Gratzinger ve Gratzingerova/Çek Cumhuriyeti [BD] (k.k.), B. No: 39794/98, 10/7/2002, § 69). İç hukukun ne şekilde yorumlanacağına ve uygulanacağına dair bir uyuşmazlık olduğunda ve bu bağlamda başvurucu tarafından ileri sürülen iddiaların ulusal mahkemelerce kesin olarak reddedildiği durumlarda “meşru bir beklenti”nin bulunduğu sonucuna varılamaz (Kopecký/Slovakya, §§ 50, 52; Jantner/Slovakya, B. No: 39050/97, 4/3/2003, §§ 29-33).

33. AİHM içtihatlarında sıklıkla -her ne kadar anlaşılabilir olsa da- basit beklenti ile daha somut nitelikte olması ve hukuki bir düzenlemeye ya da iç hukukta yerleşik ve istikrarlı bir yargı kararına dayanması gereken meşru beklenti arasındaki fark vurgulanmaktadır (Kopecký/Slovakya, § 52; Bozcaada Kimisis Teodoku Rum Ortodoks Kilisesi Vakfi/Türkiye (k.k.), B. No: 22522/03, 9/12/2008).

34. AİHM tapu tahsis belgesi verilen taşınmazların kamu malı niteliğinde olduğunu, dolayısıyla bu taşınmazların kazandırıcı zamanaşımı yoluyla mülkiyet hakkının kazanılması mümkün olmadığı için başvurucuların tahliye edilinceye kadar uzun süre taşınmazı kullanmalarının mülkiyet hakkının kazanılmasına gerekçe olamayacağını kabul etmektedir. Mahkeme, tapu tahsis belgesi ile mülk sahibi olmanın koşulları olduğundan bu belgenin koşullu bir hak sağladığını ve bu koşulların oluşup oluşmadığının ise derece mahkemeleri tarafından değerlendirilebilecek bir husus olduğunu ifade etmektedir. Buna göre tapu tahsis belgesine dayalı olarak tapu kaydı alınmasının bazı şartları bulunmaktadır. AİHM'e göre bu şartların yerine getirilmemesi sebebiyle tapu kaydı verilmemesi hâlinde başvurucu, bu taşınmazla ilgili olarak 1 No.lu ek Protokol'ün 1. maddesi anlamında “mülk”ün varlığını iddia edemez (Anat ve diğerleri/Türkiye, B. No: 37899/04, 26/4/2011, §§ 53-56).

35. AİHM, kazandırıcı zamanaşımı yoluyla mülkün edinildiği hâlde çeşitli gerekçelerle kişilerin elinden alındığının iddia edildiği şikâyetler yönünden de benzer bir yorum yapmaktadır. Bu bakımından AİHM, mülkiyet hakkının kapsamını belirlerken iç hukuktaki düzenlemeler ile yargısal uygulamaları gözeterek sonuca varmaktadır. Buna göre mera, orman gibi alanların kazandırıcı zamanaşımı yoluyla kazanılamayacağı yönündeki Türk hukukundaki düzenlemeler nedeniyle başvurucuların, bu taşınmazların mülkiyetini elde etmelerini sağlayabilecek bir meşru beklentinin doğmasının mümkün bulunmadığı kabul edilmiştir (Sarısoy ve diğerleri/Türkiye (k.k.), B. No: 21303/07, 14/10/2014, § 35; Kadir Gündüz/Türkiye (k.k.), B. No: 50253/99, 18/10/2007; Nane ve diğerleri/Türkiye, No: 41192/04, 24/11/2009, §§ 25-28; Bölükbaş ve diğerleri/Türkiye, B. No: 29799/02, 9/2/2010, § 26; Usta/Türkiye (k.k.), B. No: 32212/11, 27/11/2012, § 44).

36. Bununla birlikte İpseftel/Türkiye (B. No: 18638/05, 26/5/2015) kararında farklı bir duruma işaret edilmiştir. AİHM, başvurucunun açtığı kadastro tespitine itiraz davasında derece mahkemelerinin zilyetliğe dayalı olarak mülk edinmeyi sağlayan kazandırıcı zamanaşımı hükümlerinin başvurucu lehine gerçekleştiği yönündeki tespitine dikkati çekmiştir. Ancak buna rağmen sonradan -yani kazandırıcı zamanaşımı koşulları gerçekleştikten sonra- dava konusu taşınmazın korunması gerekli kültür varlığı olarak ilan edilmesi nedeniyle özel mülke konu olamayacağı gerekçesiyle başvurucunun davası reddedilmiştir. AİHM yine iç hukuktaki düzenlemelere ve derece mahkemelerinin tespitlerine yer verdikten sonra 4721 sayılı Kanun'un 713. maddesindeki mülk edinmeyi sağlayan kazandırıcı zamanaşımı koşulları gerçekleştikten sonra verilen idari ve yargısal kararlarla mülkiyetin kaybettirildiği sonucuna varmıştır. Mahkeme mülkün değeriyle orantılı makul bir tazminat da ödenmediğini gözeterek, ölçülü olmadığı gerekçesiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir (İpseftel/Türkiye, §§ 48-69).

V. İNCELEME VE GEREKÇE

37. Mahkemenin 6/7/2017 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü

38. Başvurucu öncelikle uyuşmazlık konusu taşınmaz bölümü yönünden 1986 yılında imar affı başvurusunda bulunduğunu ve kendisine bu kapsamda tapu tahsis belgesi verildiğini ifade etmiştir. Başvurucu, söz konusu taşınmazın gerek bu tarihten önce ve gerekse de sonra uzun yıllardır zilyetliğinde bulunduğunu belirtmiştir. Başvurucu ayrıca taşınmazın bulunduğu yerde imar ıslah planının da yapılmış olduğunu ve bu planda taşınmazın konut alanı olarak ayrılmış olduğunu belirtmiştir.

39. Başvurucu, tapu tahsis belgesine dayalı tapu iptali ve tescil davası açtığı ve yargılama sırasında Mahkemece belirlenen rayiç bedelini de depo ettiğini belirterek üzerine düşen bütün yükümlülükleri yerine getirdiğini ifade etmiştir. Başvurucuya göre Kanun'da öngörülen bütün koşulların dava tarihi itibarıyla gerçekleşmiş olduğu İlk Derece Mahkemesince de belirlenmiş ve davanın kabulüne karar verilmiştir. Başvurucu bununla birlikte, yargılama sırasında yapılan bir imar plan değişikliği gerekçe gösterilerek Yargıtayca hükmün bozulduğu ve bozma ilamına uyan Mahkemenin de davayı reddettiğini belirtmiştir. Başvurucu otuz sekiz yıldır kullandığı bu taşınmaza yatırım yaptığını ve üzerinde oto tamir ve servis istasyonu kurduğunu ancak bu hususun Derece Mahkemelerince hiç dikkate alınmadığından yakınmıştır. Başvurucu sonuç olarak mülkiyet hakkına ölçüsüz bir müdahalede bulunulduğunu belirterek mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

40. Bakanlık görüşünde, başvurucunun imar planının değiştirilmesi işlemine karşı ilgili idareye bir başvuruda bulunmadığı belirtilmiştir. Bakanlığa göre başvurucunun idarenin muhtemel bir işlemine karşı idari yargı yerinde dava açabileceği de dikkate alındığında başvuru yollarının tüketilmemiş olup olmadığının öncelikle değerlendirilmesi gerekmektedir. Bakanlık esas yönünden ise başvurucunun imar planında yapılan değişikliğin mülkiyet hakkı üzerinde meydana getirdiği olumsuz etkileri şikâyet ettiği belirtilmiştir. Bakanlık bu konudaki Danıştay ve Yargıtay içtihatlarına atıfla imar planı değişiklikleri yoluyla yapılan hukuki el atmalar bakımından beş yıl boyunca taşınmazın kamulaştırılmamış olması koşulu arandığına dikkati çekmektedir.

41. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı beyanında, plan tadilatının başvurucunun adli yargı yerinde açtığı dava devam ederken yapıldığını vurguladıktan sonra kanunda yer alan koşullar gerçekleştikten sonra idare mahkemesine başvuruda bulunmasının beklenemeyeceğini beyan etmiştir. Başvurucu ayrıca mülkiyet hakkına yapılan çok istisnai durumlarda müdahale edilebileceğini belirtmiştir. Başvurucu bu bağlamda, uyuşmazlık konusu taşınmaza yıllardır yatırımlarda bulunduğunu ve iş yeri inşa ettirdiğini, üstelik taşınmazın bulunduğu yerin yakınında zaten birkaç tane okul hatta bir meslek lisesinin de mevcut olduğunu ifade etmiştir.

B. Değerlendirme

42. İddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak Anayasa’nın 35. maddesi şöyledir:

“Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

43. Bakanlık görüşünde, imar planı değişikliğine karşı idari ve yargısal yollara başvurulabileceği bildirildiğinden bu aşamada öncelikle başvuru yollarının usulünce tüketilip tüketilmediği değerlendirilmelidir.

44. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrasında bireysel başvuruda bulunulmadan önce ihlal iddiasının dayanağı olan işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş olan idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının tüketilmiş olması gerektiği belirtilmiştir. Temel hak ihlallerini öncelikle derece mahkemelerinin gidermekle yükümlü olması, kanun yollarının tüketilmesi koşulunu zorunlu kılar (Necati Gündüz ve Recep Gündüz, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, §§ 19, 20; Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 26).

45. Ancak belirtilen hükümlerde yer verilen olağan başvuru yolları ibaresinin, başvurucunun şikâyetleri açısından makul bir başarı şansı sunabilecek ve bir çözüm sağlayabilecek nitelikte, kullanılabilir ve etkili başvuru yolları olarak anlaşılması gerekmektedir. Ayrıca başvuru yollarını tüketme kuralı ne kesin ne şeklî olarak uygulanabilir bir kural olup bu kurala uyulmasının denetlenmesinde münferit başvurunun koşullarının dikkate alınması esastır. Bu anlamda yalnızca hukuk sisteminde birtakım başvuru yollarının varlığının değil aynı zamanda bunların uygulama şartları ile başvurucunun kişisel koşullarının gerçekçi bir biçimde ele alınması gerekmektedir. Bu nedenle başvurucunun, kendisinden başvuru yollarının tüketilmesi noktasında beklenebilecek her şeyi yerine getirip getirmediğinin başvurunun özellikleri dikkate alınarak incelenmesi gerekir (S.S.A., B. No: 2013/2355, 7/11/2013, § 28; Işıl Yaykır, B. No: 2013/2284, 15/4/2014, § 42).

46. Başvuru yollarının etkisiz olduğunun saptanması durumunda söz konusu edilen başvuru yolunun etkili ve erişilebilir olma koşullarını karşılamadığı gerekçesiyle tüketilme zorunluluğu aranmamaktadır. Ancak başvuru yollarının tüketilmesi koşuluna yönelik istisnaların her başvurunun somut özellikleri dikkate alınarak değerlendirileceği de açıktır (Sedat Vural, B. No: 2014/5559, 25/4/2014, § 22).

47. Somut olayda, başvurucuya tapu tahsis belgesi verilen taşınmaz 21/12/1989 tarihli imar plan tadilatına göre konut alanı olarak ayrılmıştır. Başvurucu da bu husus ilgili belediyenin 12/9/2006 tarihli yazısı ile de doğrulandıktan sonra tapu iptali ve tescil davasını açmıştır. Bu taşınmazın imar durumu ise yargılama sırasında değiştirilmiştir.

48. Diğer taraftan başvurucu imar planı değişikliği tarihi itibarıyla tapu kayıt maliki olmadığından başvurucunun plan değişikliği işlemine karşı dava açamayacağı kabul edilmektedir. Nitekim Danıştay Altıncı Dairesinin 5/5/2009 tarihli ve E.2009/200, K.2009/5046 sayılı ilamıyla tapu tahsis belgesi kapsamında plan değişikliği için yapılan talebin idarece reddedilmesinin davacının kişisel, meşru ve güncel bir menfaatini ihlal etmediğine ilişkin ilk derece mahkemesinin hükmü onanmıştır (bkz. § 27). Yine aynı Dairenin 14/9/2009 tarihli ve E.2007/4009, K.2009/8338 sayılı ilamında da tapu tahsis belgesi sahibi davacının taşınmazla henüz mülkiyet ya da mülkiyet benzeri ilişki içinde olmadığı belirtilerek adli yargı yerinde açılan tapu iptali ve tescil davasınınreddedilmesi durumunda davacının dava açma ehliyetini taşımayacağı belirtilmiştir (bkz. § 28). Bu durumda somut olay bakımından belirtilen yolun başarı sunabilen, etkili bir başvuru yolu olarak değerlendirilebilmesi mümkün görülmemektedir.

49. Başvurucu tapu tahsis belgesine dayalı olarak tapu iptali ve tescil açmış, bu davanın reddine dair karara karşı olağan kanun yolu olan temyiz yoluna da başvurmuş ancak başvurucunun temyiz talebi reddedilmiştir. Dolayısıyla somut olayda başvurucunun etkili olabilecek başvuru yollarını tükettikten sonra bireysel başvuruda bulunduğu anlaşılmaktadır.

50. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

a. Mülkün Varlığı

(1) Genel İlkeler

51. Anayasa'nın 35. maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkı; mevcut mal, mülk ve varlıkları koruyan bir güvencedir. Bir kişinin hâlihazırda sahibi olmadığı bir mülkün mülkiyetini kazanma hakkı, kişinin bu konudaki menfaati ne kadar güçlü olursa olsun Anayasa'yla korunan mülkiyet kavramı içinde değildir. Bu hususun istisnası olarak belli durumlarda bir "ekonomik değer" veya icrası mümkün bir "alacağı" elde etmeye yönelik "meşru bir beklenti" Anayasa'da yer alan mülkiyet hakkı güvencesinden yararlanabilir. Meşru beklenti, makul bir şekilde ortaya konmuş icra edilebilir bir alacağın doğurduğu, ulusal mevzuatta belirli bir kanun hükmüne veya başarılı olma ihtimalinin yüksek olduğunu gösteren yerleşik bir yargı içtihadına dayanan, yeterli somutluğa sahip nitelikteki bir beklentidir. Temelsiz bir hak kazanma beklentisi veya sadece mülkiyet hakkı kapsamında ileri sürülebilir bir iddianın varlığı meşru beklentinin kabulü için yeterli değildir (Kemal Yeler ve Ali Arslan Çelebi, B. No: 2012/636, 15/4/2014, §§ 36, 37).

52. Meşru beklenti objektif temelden uzak bir beklenti olmayıp bir kanun hükmü, yerleşik bir yargısal içtihat veya ayni menfaatle ilgili hukuki bir işleme dayalı beklentidir (Selçuk Emiroğlu, B. No: 2013/5660, 20/3/2014, § 28). Dolayısıyla Anayasa ve Sözleşme'nin ortak koruma kapsamında olan meşru beklentiye dayalı mülkiyet hakkının tespiti mevcut hukuk sisteminde iddia edilen mülkiyet iddiasının tanınmasına bağlı olup bu tanım, mevzuat hükümleri ve yargı kararları ile yapılmaktadır (Üçgen Nakliyat Ticaret Ltd. Şti., B. No: 2013/845, 20/11/2014, § 37). Bu çerçevede mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır (Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, B. No: 2013/1178, 5/11/2015, §§ 49-54).

53. Anayasa Mahkemesi daha önce çeşitli kararlarında tapu tahsis belgesi verilmesinin mülkiyet hakkı bakımından sonuçlarını tartışmıştır. Ayşe Öztürk (B. No: 2013/6670, 10/6/2015) başvurusunda, tapu tahsis belgesi ile başvurucunun kullanımına bırakılan taşınmazın Maliye Hazinesi adına tapuya tescilli olduğu belirtildikten sonra taşınmazın ıslah imar planının yapılmadığı ve doğal sit alanı olarak ilan edilen taşınmaz yönünden 2981 sayılı Kanun'un uygulanamayacağı belirtilmiştir. Bu nedenle başvurucunun, taşınmazın mülkiyetini elde etme konusunda meşru bir beklentiye sevkedecek bir kanun hükmü veya yerleşik yargısal bir içtihatın bulunmadığı gözetilerek taşınmazın arazisi yönünden başvurucunun, Anayasa'nın 35. maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkına ilişkin korumadan yararlandırılmasının mümkün olmadığı sonucuna varılmıştır (Ayşe Öztürk, §§ 30-62).

54. Süleyman Üstün (B. No: 2013/6767, 4/2/2016) başvurusunda ise tapu tahsis belgesi verilen taşınmazın özel bir kişi adına tapuda kayıtlı olması nedeniyle tahsis belgesinin iptal edilmesi söz konusudur. Bu kararda da tapu tahsis belgesi verilmesi koşullarının oluşmadığının derece mahkemelerince belirlenmiş olmasına vurgu yapılarak mülkiyet hakkının ihlali iddiası yönünden konu bakımından yetkisizlik nedeniyle başvurunun kabul edilemez olduğuna karar verilmiştir (Süleyman Üstün, §§ 30-61). Yine Mehmet Anduse (B. No: 2013/6821, 3/2/2016) başvurusunda da tapu tahsis belgesinin koşullu olarak kullanım hakkı sağladığı, başvurucunun somut davasında ise tapu tahsis belgesi verilmesi koşullarının dahi gerçekleşmediği belirtilmiştir. Anayasa Mahkemesi, mevcut koşullarda başvurucuya tapu tahsis belgesi veya tapu verilmesini sağlayan bir kanun hükmü veya yerleşik içtihadın da bulunmadığını ve başvurucunun bunu derece mahkemeleri önünde ispat da edemediği hususlarını dikkate alarak başvurucunun, meşru beklenti kapsamında dahi bir hak veya alacağının olmadığı sonucuna varmıştır (Mehmet Anduse, §§ 37-57).

(2) İlkelerin Olaya Uygulanması

55. 4721 sayılı Kanun'un 705. maddesinin birinci fıkrasına göre taşınmaz mülkiyetinin kazanılması, kural olarak tescille olur. Başvuru konusu olayda ise uyuşmazlık konusu taşınmaz yönünden başvurucunun bir tapu kaydının mevcut olmadığı açıktır. Bununla birlikte başvurucu, imar affı kapsamında verildiğini tapu tahsis belgesi verildiğini ve kanunda öngörülen koşulların gerçekleştiğini belirterek taşınmazın mülkiyetini kazandığını ileri sürmektedir.

56. Tapu tahsis belgesi, tapu senedi olmayıp sadece kişinin söz konusu taşınmazı elinde bulundurduğunu belgelemektedir. Bu belgenin verilmesi, belge sahibine mülkiyet hakkı tanındığı anlamına gelmemekte ve yetkili makamlara tapu senedi verme zorunluluğu getirmemektedir. Gerçekten de 2981 sayılı Kanun’un 10. maddesinde bu belgenin ıslah imar planı gerçekleştirildikten sonra hak sahiplerine verilecek tapu senedi için esas teşkil ettiği belirtilmektedir. Tapu tahsis belgesine dayalı olarak tapu kaydı alınmasının bazı şartları bulunmaktadır. Bu şartların yerine getirilmemesi sebebiyle tapu kaydı verilmemesi hâlinde sadece bu belgeye dayalı olarak kullanılan taşınmazın elinden alınması ile başvurucunun alacaklı konuma geldiğinden söz edilemez.

57. Ancak başvuru konusu olay, pek çok yönüyle yukarıda değinilen başvurulardan ayrılmaktadır. Öncelikle Ayşe Öztürk başvurusundan farklı olarak uyuşmazlık konusu taşınmazın özel mülke konu olması yasaklanan sit alanı, orman veya mera gibi bir taşınmaz olmadığı anlaşılmaktadır. İkincisi, Süleyman Üstün başvurusundan farklı olarak koşulları gerçekleşmediği hâlde tapu tahsis belgesi verildiğinin tespit edilmesi gibi bir durum da söz konusu değildir. Başvuruya konu taşınmaz kanunda öngörüldüğü gibi Hazine adına tapuda kayıtlı olup başvurucunun süresinde imar affı başvurusunda bulunduğundan tapu tahsis belgesi verildiği, bu belgenin sonradan iptal de edilmediği görülmektedir.

58. Son olarak Mehmet Anduse kararında da belirtildiği gibi başvurucunun tahsis belgesine dayalı olarak mülkiyeti edinebilmesi için kanunda öngörülen koşulların gerçekleştiğini ispat etmesi gerekmektedir. Başvuruya konu davada verilen hükmün temyizi üzerine Yargıtay bozma ilamında bu koşulların neler olduğu açık olarak sayılmıştır. Anayasa Mahkemesinin görevi, başvuruya konu olguların eşya hukuku bağlamında bir değerlendirmesini yapmak değildir. Bireysel başvurunun ikincil doğası gereği ilgili hukuk kurallarının yorumlanmasının derece mahkemelerinin takdirinde olduğu kuşkusuzdur. Ancak somut olayda başvurucu, dava tarihi itibarıyla tapu tahsis belgesine dayalı tescil koşullarının gerçekleştiğini derece mahkemeleri önünde de ileri sürmüştür. İlk Derece Mahkemesinin 1/3/2012 tarihli davanın kabulüne ilişkin kararında, 2981 sayılı Kanun ile öngörülen tescil için gerekli bütün koşulların tamamlanmış olduğu belirtilmiştir. Başvurucu, taşınmazın rayiç bedelini de mahkeme veznesine depo etmiştir. Böylelikle kanun gereği tapu tahsis belgesi sahibi olan başvurucuya bir nevi "alım hakkı" tanınmak suretiyle mülkü edinme imkânı tanınmıştır.

59. Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 17/10/2012 tarihli bozma ilamında da bu koşullar somutlaştırılarak tek tek sayılmış ve belirtilen bu koşulların gerçekleşip gerçekleşmediği tartışılmıştır. Daireye göre bu koşullardan biri de tahsise konu yerin kamu hizmetine ayrılmamış ve imar planına göre konut alanında kalmış olmasıdır. Somut olayda ise başvurucu tarafından davanın açıldığı tarihten önce ve dava tarihi itibarıyla taşınmazın imar durumunun "konut alanı" olarak belirlenmiş olduğu derece mahkemelerince tespit edilmiştir. Nitekim Daire, uyuşmazlık konusu taşınmazın imar durumunun dava tarihi öncesinde "konut alanı" olarak belirlenmiş iken yargılama sırasında "meslek lisesi" olarak değiştirilmesi nedeniyle hükmün bozulmasına karar vermiştir. Bozma ilamında, açık olarak yargılama sırasında yapılan bu imar değişikliği dışında "diğer bütün koşulların gerçekleşmiş olduğu" kabul edilmiştir. Dolayısıyla başvurucu yönünden tapu tahsis belgesine dayalı tescil koşullarının dava tarihi itibarıyla gerçekleşmiş olduğu derece mahkemelerince tespit edilmiştir. Bu durumda, derece mahkemelerinin dava tarihi itibarıyla tescil için gerekli bütün koşulların gerçekleştiği yönündeki tespiti de dikkate alındığında başvurucunun, uyuşmazlık konusu taşınmazın mülkiyetini edinme yönünde "meşru bir beklentisinin" mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca başvurucunun söz konusu meşru beklentisi soyut bir temele de dayalı olmayıp somut bir şekilde Derece Mahkemelerinin açık tespitlerine dayanmaktadır. Bu nedenle somut olay bakımından başvurucunun, Anayasa'nın 35. maddesi kapsamında korunması gereken bir menfaatinin mevcut olduğu değerlendirilmiştir.

b. Müdahalenin Varlığı

60. Anayasa’nın 35. maddesi ve mülkiyet hakkına temas eden hükümler içeren diğer hükümleri dikkate alındığında, Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Bu maddenin birinci fıkrasında herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle "mülkten barışçıl yararlanma hakkı"na yer verilmiş, ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenmekle aynı zamanda "mülkten yoksun bırakma"nın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, §§ 55-58).

61. Başvuru konusu olayda başvurucunun tapu tahsis belgesi sahibi olduğu ve kanunda öngörülen bütün tescil koşullarının da gerçekleştiği tespit edilen taşınmazın, sonradan yargılama sırasında imar durumu değiştirilmiş ve bu yüzden söz konusu taşınmazın tapuya tescil edilmesi talebi reddedilmiştir. Dolayısıyla kamu makamlarınca yapılan bu işlemlerin başvurucunun mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiği açıktır. Anayasa Mahkemesi, imar uygulamaları yoluyla mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerin, kural olarak mülkiyetin kamu yararına kullanılmasının kontrolü niteliği taşıdığını sıklıkla içtihatlarında belirtmiştir (Yüksel Bazarkaya, B. No: 2013/6615, 20/4/2016, § 65; Faruk Aksekili, B. No: 2013/1261, 4/2/2016, § 57). Ayrıca müdahalenin sadece sonucu değil amacının da değerlendirilmesi suretiyle müdahalenin türü belirlenmelidir. Ancak somut olayda mülkiyetin salt şehircilik ve planlama ilkeleri gibi kamu yararı doğrultusunda kullanılmasını kontrol eden/düzenleyen bir müdahale söz konusu değildir. Derece mahkemeleri, yargılama devam ederken belediyece yapılan imar planı değişikliğini gerekçe göstererek, başvurucunun tescil talebini reddetmiştir. Buna göre somut olayda asıl müdahale, derece mahkemelerinin yargılama sırasında tescil koşullarının değişebileceği yönündeki kabulünden kaynaklanmaktadır. Zira bu imar planı değişikliğine rağmen tescil davasının açıldığı tarihteki koşullara göre değerlendirilerek kabul edilseydi müdahale sadece üçüncü kural çerçevesinde incelenebilirdi. Hâlbuki dava tarihi itibarıyla kanunda öngörülen tescil koşullarının gerçekleştiği kabul edilmesine karşın, sonradan bu koşullarda yapılan değişikliğe dayalı olarak başvurucunun mülkünden yoksun bırakıldığı anlaşılmaktadır. Bu durumda başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan ve mülkiyetin kamu yararına kullanılmasının kontrolünü veya düzenlenmesini aşan nitelikteki söz konusu müdahalenin türünün, yoksun bırakma niteliğinde olduğu açıktır (İpseftel/Türkiye, §§ 60-62).

c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

62. Anayasa’nın 13. maddesi şöyledir:

“Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”

63. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Anılan madde uyarınca temel hak ve özgürlükler, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmaksızın Anayasa'nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin, kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir(Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

(1) Kanunilik

64. Mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerde ilk incelenmesi gereken ölçüt hukuka dayalı olma ölçütüdür. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır. Müdahalenin hukuka dayalı olması, iç hukukta müdahaleye ilişkin yeterince ulaşılabilir ve öngörülebilir kuralların bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44).

65. Somut olayda taşınmazın başvurucu adına tapuya tescil edilmemesinin temel gerekçesi, belediye tarafından yapılan imar planı değişikliğidir. Bu imar planı değişikliğinin ise 3194 sayılı İmar Kanunu'nun 10. maddesine dayalı olduğu açıktır. Bununla birlikte yukarıda da değinildiği üzere asıl müdahale, tapu iptali ve tescil davasında derece mahkemelerinin tescil koşulları ile ilgili yorumundan kaynaklanmaktadır. Anayasa Mahkemesinin hukuk kurallarının uygulanmasına yönelik şikâyetleri bakımından görevi, bireysel başvurunun ikincillik doğası gereği sınırlıdır. Somut olayda da müdahalenin niteliğini dikkate alan Anayasa Mahkemesi, hukukun uygulanmasına dair kamusal makamların yaklaşımının Anayasa'nın 35. maddesindeki gereklilikleri karşılayıp karşılamadığı konusunda müdahalenin takip edilen meşru amacı gerçekleştirmede başarılı olup olmadığını sorgulayarak sonuca varacaktır.

(2) Meşru Amaç

66. Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca mülkiyet hakkı kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı, mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılması imkânı vermekle bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu anlamda bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır (Nusrat Külah, B. No: 2013/6151, 21/4/2016, § 53).

67. Kamu yararı kavramı, genel bir ifadeyle özel veya bireysel çıkarlardan ayrı ve bunlara üstün olan toplumsal yararı ifade etmektedir. Bütün kamusal işlemler nihai olarak kamu yararını gerçekleştirmek hedefine yönelmek durumundadır (AYM, E.2010/30, K.2012/7, 19/1/2012).

68. Anayasa’da yer alan eğitim ve öğrenim hakkı, kamu otoritelerine bireyin eğitim ve öğrenim almasını engellememe negatif ödevini yüklemekle birlikte, bütün bireylere her alanda eğitim ve öğrenim sağlaması şeklinde pozitif bir ödev yüklememektedir (Hikmet Balabanoğlu, B. No: 2012/1334, 17/9/2013, § 29). Bu bağlamda kanun koyucunun ve kamu makamlarının, Anayasa'nın 42. maddesinde öngörülen bu yükümlülüğün yerine getirebilmesi bakımından bazı tedbirler alması doğal olup bu tedbirler kapsamında eğitim öğretim faaliyetlerinin gerçekleştirileceği fiziksel mekânların oluşturulması da zorunlu bir kamusal ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. Diğer taraftan insan, toplum, çevre ilişkilerinde kişi ve aile mutluluğu ile toplum hayatını yakından etkileyen fiziksel çevreyi sağlıklı bir yapıya kavuşturmak, yatırımların yer seçimlerini ve gelişme eğilimlerini yönlendirmek ve toprağın koruma, kullanma dengesini en akılcı biçimde şehircilik ilkelerine uygun olarak belirlemek amacıyla düzenlenen imar planlarının yapılmasında ve imar planında belirtilen biçimde davranılmasında da kamu yararı olduğu açıktır (AYM, E.1988/34, 1989/26, 21/6/1989). Buna göre eğitim öğretim faaliyetlerinin yürütüleceği fiziksel mekânların oluşturulması için gerekli altyapının hazırlanması ve şehircilik ilkelerine uygun olarak imar planları kapsamında bu doğrultuda düzenlemeler yapılmasının kamu yararına olduğu açıktır.

69. Dolayısıyla başvuru konusu olayda tahsise konu taşınmazın "meslek lisesi" alanı olarak kamu hizmetine ayrıldığı gerekçesiyle başvurucu adına tapuya tescil edilmemesinde kamu yararının olduğu ve müdahalenin bu nedenle meşru bir amacı içerdiği anlaşılmaktadır.

(3) Ölçülülük

(a) Genel İlkeler

70. Son olarak kamu makamlarınca başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyle gerçekleştirilmek istenilen amaç ile bu amacı gerçekleştirmek için kullanılan araçlar arasında makul bir ölçülülük ilişkisinin olup olmadığı değerlendirilmelidir.

71. Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan ölçülülük ilkesi gereği, kişilerin mülkiyet haklarına getirilen sınırlamanın hakkın özüne dokunmaması ve ulaşılmak istenen kamu yararı ile bireyin sınırlandırılan hakkı arasında adil bir dengenin kurulması gerekir. Bu adil denge, mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyle bireye, şahsi olarak aşırı ve olağandışı bir külfetin yüklenmesi durumunda bozulmuş olur. Müdahalenin ölçülülüğünü değerlendirirken Anayasa Mahkemesi, bir taraftan ulaşılmak istenen meşru amacın önemini ve diğer taraftan müdahalenin niteliğini, başvurucunun ve kamu otoritelerinin davranışlarını da gözönünde tutarak başvurucuya yüklenen külfeti dikkate alacaktır.

72. Ölçülülük ilkesi, “elverişlilik”, “gereklilik” ve “orantılılık” olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. “Elverişlilik” öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, “gereklilik” ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, “orantılılık” ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2014/176, K.2015/53, 27/5/2015; E.2016/13, K.2016/127, 22/6/2016; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/807, 19/12/2013, § 38).

(b) İlkelerin Olaya Uygulanması

73. Başvuru konusu olayda başvurucu, uyuşmazlık konusu taşınmaz bölümü yönünden imar affı başvurusunda bulunmuş ve kendisine 14/8/1986 tarihinde tapu tahsis belgesi verilmiştir. Bu taşınmazın bulunduğu yerde 1989 yılında imar ıslah planı yapılmış, 21/12/1989 tarihli plan tadilatıyla da taşınmazın imar durumu konut alanı olarak belirlenmiştir. Başvurucu bunun üzerine, kanunda öngörülen tescil koşullarının gerçekleştiği iddiasıyla Hazine aleyhine 18/6/2007 tarihinde tapu iptali ve tescil davası açmıştır. Ancak mahkemenin yargı çevresinin değişmesi, dava konusu taşınmazın yargılama devam ederken Hazine tarafından TOKİ'ye devredilmesi gibi nedenlerle yargılama uzun sürmüş, davanın açıldığı tarihten ancak yaklaşık dört yıl gibi bir süre geçtikten sonra 27/7/2011 tarihinde keşif icra edilebilmiştir. Başvurucu yapılan keşif sonucu taşınmazın belirlenen rayiç bedelini de mahkeme veznesine depo etmiş ve Mahkemece başvurucu yararına bütün koşulların gerçekleştiği belirtilerek 1/3/2012 tarihinde davanın kabulüne karar verilmiştir. Ancak hükmün temyizi aşamasında Yargıtay, diğer bütün koşulların gerçekleşmiş olduğunu kabul etmekle birlikte, yargılama sırasında 2010 yılında yapılan imar plan değişikliğiyle taşınmazın imar durumunun "meslek lisesi alanı" olarak belirlendiği gerekçesiyle 17/10/2012 tarihinde hükmü bozmuştur. Mahkeme de 30/5/2013 tarihinde bozma ilamına uymuş ve davanın reddine karar vermiştir. Yargıtay da 26/5/2014 tarihinde hükmü vekâlet ücreti yönünden düzelterek onamıştır.

74. Derece mahkemelerinin 2981 sayılı Kanun ile ilgili somut davadaki yorum ve tespitlerinden de anlaşıldığı üzere, tapu tahsis belgesinin, başvurucuya taşınmazı kullanma ve anılan Kanun'da öngörülen koşulların yerine getirilmesi kaydıyla bu taşınmazı edinme hakkı tanıdığı anlaşılmaktadır. Buna göre öncelikle, hukuki yönden geçerliliğini koruyan bir tapu tahsis belgesi mevcut olmalıdır. Somut olayda başvurucuya tapu tahsis belgesinin verilmiş olduğu ve bu belgenin hukuki geçerliliğini de kaybetmediği tespit edilmiştir. İkinci olarak, tahsise konu yerde 3194 sayılı Kanun'un 18. maddesi uyarınca imar uygulama planı veya 2981 sayılı Kanun uyarınca ıslah imar planı yapılmış olmalıdır. Uyuşmazlık konusu taşınmazın bulunduğu yerde 1989 yılında ıslah imar planı yapıldığı anlaşılmaktadır. Üçüncü olarak başvurucuya tapu tahsis belgesi gereğince başka bir yerden tahsis de yapılmadığı belirlenmiştir. Yine taşınmazın rayiç bedeli de keşif yapılarak uzman bilirkişiler aracılığıyla saptanmış ve mahkeme veznesine depo edilmiştir. Dolayısıyla bu koşulların tamamının somut olayda gerçekleşmiş olduğu derece mahkemelerince kabul edilmiştir.

75. Başvuru konusu olayda başvurucunun tescil talebi bakımından belirleyici koşul ise tahsise konu yerin kamu hizmetine ayrılıp ayrılmadığı ve imar planına göre konut alanında kalmış olup olmadığı hususunun değerlendirilmesidir. İhlal iddiasına konu taşınmazın 21/12/1989 tarihinde yapılan plan tadilatına göre konut alanında kaldığı açıktır. Nitekim taşınmazın imar durumunun başvurucunun açtığı dava öncesinde değişmediği, belediyece gönderilen 12/9/2006 tarihli yazı içeriğinden de anlaşılmaktadır. Dolayısıyla başvurucunun tescilini talep ettiği taşınmaz bölümünün imar durumunun dava tarihi itibarıyla "konut alanı" olarak belirlenmiş olduğu dikkate alınmalıdır. Bununla birlikte, başvurucudan kaynaklanmadığı anlaşılan mahkemenin yargı çevresinin değişmesi, dava konusunun el değiştirmesi gibi sebeplerle yargılamanın uzun sürdüğü ve yargılama devam ederken taşınmazın imar durumunun değiştirildiği görülmektedir. Buna göre belediye tarafından taşınmazın imar durumu "meslek lisesi" olarak değiştirilmiştir. Yargıtay da taşınmazın konut alanı olmaktan çıkarılarak kamu hizmetine ayrılmış olması nedeniyle başvurucu adına tescil edilemeyeceği gerekçesine dayanarak davanın kabulüne ilişkin İlk Derece Mahkemesinin kararını bozmuştur. Dolayısıyla derece mahkemelerinin, tescil koşullarının aslında dava tarihi itibarıyla gerçekleştiğini kabul ettikleri ancak yargılama sonrası yapılan imar planı değişikliğini gerekçe göstererek davayı reddettikleri görülmektedir. Bu durumda, yargılama uzun sürmemiş olsaydı başvurucunun tescil talebinin kabul edilmiş olacağı açıkça belirlidir. Diğer bir deyişle başvuruya konu yargılamanın makul sürede sonuçlanmaması başvurucunun aleyhine bir durum ortaya çıkarmıştır.

76. Buna göre taraflar arasında yargılama başladıktan sonra belediye tarafından yapılan imar durum değişikliğiyle davalı Hazinenin başvurucuya nazaran önemli ölçüde avantajlı hâle geldiği anlaşılmaktadır. Bunun ise başvurucu yönünden öngörülebilir bir durum olmadığı kuşkusuzdur. Hâlbuki davanın açıldığı tarihte başvurucunun uyuşmazlık konusu taşınmazı (mülkü) edinme hususunda meşru bir beklentisinin olduğu derece mahkemelerince de kabul edilmiştir. Nitekim Yargıtay ayrıca, İlk Derece Mahkemesince başvurucu aleyhine vekâlet ücretine hükmedilmesini başvurucunun dava açılmasına sebebiyet vermediği gerekçesiyle hukuka aykırı görmüştür. Üstelik yerleşik Danıştay içtihatlarına göre başvurucunun, yargılama sırasında yapılan söz konusu imar planı değişikliğine karşı dava açma hakkının da mevcut olmadığı görülmektedir. Başvurucu, mülkiyet hakkı kapsamında meşru beklentisinin bulunduğu değerlendirilen söz konusu taşınmaz bölümü üzerinde bu beklentisi doğrultusunda çeşitli yatırımlar yaptığını ve işyerinin mevcut olduğunu da öne sürmektedir. Başvurucunun tescil talebine ilişkin davanın reddedilmesiyle, bu taşınmazı kullanım olanağı da ortadan kalkmaktadır. Buna karşın başvurucunun uğradığı zararların giderimine ilişkin herhangi bir yolun da mevcut olmadığı görülmektedir.

77. Sonuç olarak başvurucuya tapu tahsis belgesi verilmiş, tahsis belgesi verilen taşınmazın bulunduğu yerde ıslah imar planı yapılarak taşınmazın imar durumu "konut alanı" olarak belirlenmiştir. Başvurucu da 2981 sayılı Kanun'da öngörülen tescil koşullarının gerçekleşmiş olduğu iddiasıyla tapu iptali ve tescil davası açmıştır. Derece mahkemeleri de kanunda öngörülen tescil koşullarının dava tarihi itibarıyla gerçekleştiğini tespit etmiştir. Bu sebeple başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamında taşınmazın mülkiyetini edinme yönünde meşru bir beklentisi doğmuştur. Ancak yargılama sırasında taşınmazın imar durumunun değiştirilmesi gerekçesine dayalı olarak başvurucunun tescil davası reddedilmiştir. Böylece başvurucu lehine mevcut olan hukuksal durum, kamu gücü eliyle ve tek taraflı olarak öngörülemez bir biçimde değiştirilmiştir. Üstelik bu durum, başvurucunun elinde olmayan sebeplerle ve bütünüyle kamu makamlarının tutumundan kaynaklanmış, ancak meydana gelen sonuçtan yine kamu makamları yararlanmıştır. Dolayısıyla derece mahkemelerinin tescil koşullarının yargılama sırasında değişebileceğini meşru gören söz konusu kabulünün, başkaca herhangi bir giderim imkânının da sağlanmadığı dikkate alındığında, başvurucu açısından şahsi olarak aşırı ve olağandışı bir külfete yol açtığı değerlendirilmiştir. Dolayısıyla başvurucunun kamunun yararı ile mülkiyet hakkının korunması arasında olması gereken adil dengenin başvurucu aleyhine bozulduğu sonucuna varılmıştır.

78. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

79. 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:

“(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…

(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

80. Başvurucu, ihlalin tespiti ile mülkiyet hakkının korunmasına karar verilmesi taleplerinde bulunmuştur.

81.Başvuruda mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılmıştır.

82. Mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunduğundan kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul Anadolu 16. Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekir.

83. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 206,10 TL harç ve 1.800 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.006,10 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Başvurunun KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul Anadolu 16. Asliye Hukuk Mahkemesine GÖNDERİLMESİNE,

D. 206,10 TL harç ve 1.800 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.006,10 TL yargılama giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE,

E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 6/7/2017 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

ALİ RIZA AKARSU BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2015/6999)

 

Karar Tarihi: 12/9/2018

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

 

Başkan

:

Engin YILDIRIM

Üyeler

:

Celal Mümtaz AKINCI

 

 

Muammer TOPAL

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Recai AKYEL

Raportör

:

Özgür DUMAN

Başvurucu

:

Ali Rıza AKARSU

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, ihale yoluyla idareden satın alınan aracın ihtiyati tedbir kararı gerekçe gösterilerek geç tescil edilmesi yüzünden uğranılan zararın giderilmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 20/4/2015 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir.

7. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı beyanda bulunmamıştır.

III. OLAY VE OLGULAR

8. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

9. Başvurucu, 1955 doğumlu olup şehirler arası taşımacılık alanında şoförlük yapmaktadır.

10. 74 BC 072 plakalı kamyon, araç sahibi B.Ç.nin borcu nedeniyle Çerkezköy Vergi Dairesi Müdürlüğünce (Vergi Dairesi) haczedilerek ihale yoluyla satışa çıkarılmıştır. Başvurucu, Vergi Dairesinin 8/7/2008 tarihinde düzenlemiş olduğu açık artırmaya katılarak bu kamyonu satın almıştır. İhalenin kesinleşmesi üzerine başvurucu 21/7/2008 tarihinde Bartın Emniyet Müdürlüğüne aracın trafik siciline tescili için talepte bulunmuştur. Emniyet Müdürlüğü 22/9/2008 tarihli yazı ile aracın tescilinin mümkün olmadığını başvurucuya bildirmiştir. Bu yazıda, Bartın 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 11/4/2008 tarihli kararı uyarınca aracın trafik sicilinde tescil edilmiş bir ihtiyati tedbir şerhinin bulunduğu belirtilmiştir. Ayrıca ihaleyi gerçekleştiren idarenin aracın son takyidat durumu ile ilgili olarak bilgi almadığı ifade edilmiş ve nakil işleminin gerçekleştirilmesi hâlinde araçla ilgili diğer hak sahiplerinin mağdur olabileceği, bunun ise tazminat davalarına ve ilgili memurlar hakkında rücu davalarına neden olacağı açıklanmıştır.

11. Başvurucu, bu idari işleme karşı 11/11/2008 tarihinde Zonguldak İdare Mahkemesinde iptal davası açmıştır. Mahkeme 4/5/2009 tarihinde davanın kabulü ile dava konusu işlemin iptaline karar vermiştir. Kararın gerekçesinde; Asliye Hukuk Mahkemesince verilen ihtiyati tedbir kararının rızai alım satımlar için uygulanabileceği, bu tedbir kararının cebri satış suretiyle yapılan ihale sonunda söz konusu aracı tescilden önce edinen başvurucu adına tescil edilmesini engellemediği belirtilmiştir. Karar temyiz edilmemiş, idare bu kararın uygulanması kapsamında 7/9/2009 tarihinde aracı başvurucu adına trafik siciline tescil etmiştir.

12. Başvurucu bu defa satın aldığı aracın yaklaşık bir yıl geç tescil edilmesi nedeniyle uğradığı zararların tazmini için 21/7/2008 tarihinde idareden talepte bulunmuştur. Bu talebe bir cevap verilmemesi üzerine başvurucu 10/9/2009 tarihinde Bartın Valiliği aleyhine aynı Mahkemede tam yargı davası açmıştır. Başvurucu, aracın tamiri için yaptığı masrafın karşılığı olarak 14.943,52 TL ve idarenin hukuka aykırı işlemi nedeniyle bu aracı bir yıl boyunca kullanamadığı için 60.000 TL olmak üzere toplam 74.943,52 TL tutarında maddi tazminat talebinde bulunmuştur.

13. Mahkeme 28/1/2010 tarihinde davanın reddine karar vermiştir. Kararın gerekçesinde, idarece yapılan açık artırmada satın alınan aracın tamiri için yapılan harcamanın idarenin hukuka aykırı işleminden kaynaklanmadığı belirtilmiştir. Mahkeme, başvurucunun idarenin hukuka aykırı işlemi nedeniyle aracı bir yıl ticari faaliyette kullanamaması nedeniyle uğradığını belirttiği zarara ilişkin 60.000 TL tutarındaki maddi tazminat talebini de reddetmiştir. Mahkemeye göre söz konusu aracın bu süre içinde ticari faaliyette kullanılıp kullanılmayacağı, devamlı surette iş bulunup bulunamayacağı ve bu işler için ne miktarda gelir elde edilebileceği kesin olarak belirli olmayıp bu sebeple maddi tazminat talebinin kabulüne imkân bulunmamaktadır.

14. Temyiz edilen karar, Danıştay Onbeşinci Dairesince 24/4/2014 tarihinde onanmıştır. Başvurucunun karar düzeltme istemi aynı Dairenin 12/2/2015 tarihli kararıyla reddedilmiştir.

15. Nihai karar, başvurucu vekiline 25/3/2015 tarihinde tebliğ edilmiştir.

16. Başvurucu 20/4/2015 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

17. Olay tarihi itibarıyla yürürlükte olan 18/6/1927 tarihli ve 1086 sayılı mülga Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 101. maddesi şöyledir:

 “Hakim iki taraftan birinin talebiyle davanın ikamesinden evvel veya sonra aşağıda gösterilen hal ve şekillerde ihtiyati tedbirler ittihazına karar verebilir:

1 – Menkul ve gayrimenkul malların ayni münazaalı ise bunun haciz veya yeddiadle tevdiine,

2 – Münazaalı şeyin muhafazası için lazımgelen her türlü tedbirlerin ittihazına,

3 – Kanunu Medeni ile muayyen hallerde nafaka alınmasına,

4 – Ayrılık veya boşanma davası üzerine Kanunu Medeni mucibince icap eden muvakkat tedbirlerin ittihazına.”

18. 1086 sayılı mülga Kanun'un 103. maddesi şöyledir:

"101 ve 102 nci maddelerde gösterilen hallerden başka tehirinde tehlike olan veya mühim bir zarar olacağı anlaşılan hallerde tehlike veya zararı defi için hakim icap eden ihtiyati tedbirlerin icrasına karar verebilir."

19. Bu Kanun'u yürürlükten kaldıran 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 389. maddesi şöyledir:

"(1) Mevcut durumda meydana gelebilecek bir değişme nedeniyle hakkın elde edilmesinin önemli ölçüde zorlaşacağından ya da tamamen imkânsız hâle geleceğinden veya gecikme sebebiyle bir sakıncanın yahut ciddi bir zararın doğacağından endişe edilmesi hâllerinde, uyuşmazlık konusu hakkında ihtiyati tedbir kararı verilebilir.

 (2) Birinci fıkra hükmü niteliğine uygun düştüğü ölçüde çekişmesiz yargı işlerinde de uygulanır."

20. 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 12. maddesi şöyledir:

"İlgililer haklarını ihlal eden bir idari işlem dolayısıyla Danıştaya ve idare ve vergi mahkemelerine doğrudan doğruya tam yargı davası veya iptal ve tam yargı davalarını birlikte açabilecekleri gibi ilk önce iptal davası açarak bu davanın karara bağlanması üzerine, bu husustaki kararın veya kanun yollarına başvurulması halinde verilecek kararın tebliği veya bir işlemin icrası sebebiyle doğan zararlardan dolayı icra tarihinden itibaren dava süresi içinde tam yargı davası açabilirler. Bu halde de ilgililerin 11 nci madde uyarınca idareye başvurma hakları saklıdır."

21. 13/10/1983 tarihli ve 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu'nun 19. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"Araç sahipleri araçlarını yönetmelikte belirtilen esaslara göre yetkili kuruluşa tescil ettirmek ve tescil belgesi almak zorundadırlar."

22. 2918 sayılı Kanun'un 20. maddesinin ilgili kısımları şöyledir:

"Tescil süreleri, satış ve devirler, noterlerin sorumluluğu ile ilgili esaslar şunlardır:

a) Araç sahipleri,

1. (Değişik: 13/2/2011-6111/55 md.) Tescili zorunlu ve ilk tescili yapılacak olan araçların satın alma veya gümrükten çekme tarihinden itibaren üç ay içinde tescili için; bunların hurda durumuna gelmesi hâlinde ise bir ay içinde tescilin silinmesi için ilgili trafik tescil kuruluşuna veya Emniyet Genel Müdürlüğünün belirleyeceği kamu kurum veya kuruluşları ile gerçek veya özel hukuk tüzel kişilerine başvurmak,

2. (Değişik: 2/4/1998 - 4358/3 md.) Tescilin yapılması veya silinmesi için vergi kimlik numarası ile yönetmelikte belirtilen bilgi ve belgeleri sağlamak,

Zorundadırlar.

...

d) (Değişik: 24/12/2009-5942/1 md.) Tescil edilmiş araçların her çeşit satış ve devirleri, satış ve devri yapılacak araçtan dolayı motorlu taşıtlar vergisi, gecikme faizi, gecikme zammı, vergi cezası ve trafik idari para cezası borcu bulunmadığının tespit edilmesi ve taşıt üzerinde satış ve/veya devri kısıtlayıcı herhangi bir tedbir veya kayıt bulunmaması halinde, araç sahibi adına düzenlenmiş tescil belgesi veya trafik tescil kayıtları esas alınarak noterler tarafından yapılır. Noterler tarafından yapılmayan her çeşit satış ve devirler geçersizdir...

...

Haciz, müsadere, zapt, buluntu, trafikten men gibi nedenlerle; icra müdürlükleri, vergi dairesi müdürlükleri, milli emlak müdürlükleri ile diğer yetkili kamu kurum ve kuruluşları tarafından satışı yapılan araçların satış tutanağının bir örneği aracın kayıtlı olduğu trafik tescil kuruluşlarına üç işgünü içerisinde gönderilir. Aracı satın alanlar gerekli bilgi ve belgeleri sağlayarak ilgili trafik tescil kuruluşundan bir ay içerisinde adlarına tescil belgesi almak zorundadırlar. Alıcıların tescil belgesi almak için süresinde başvurmamaları halinde bu araçları alıcıları adına re’sen kayıt ve tescil ettirmeye Emniyet Genel Müdürlüğü yetkilidir.

Bu bendin uygulanmasına ilişkin usul ve esasları belirlemeye İçişleri ve Maliye Bakanlıkları yetkilidir...

..."

23. 2918 sayılı Kanun'un 21. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

Tescil edilen araçlar, "Tescil Belgesi" ve "Tescil Plakası" alınmadan karayollarına çıkarılamaz. (Ek cümle: 13/2/2011-6111/56 md.) Ancak, ilk tescili yapılan araçlar için düzenlenen tescile ilişkin geçici belgelerin geçerlilik süresi içinde, tescil belgesi alma zorunluluğu aranmaz."

B. Uluslararası Hukuk

24. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek 1 No.lu Protokol'ün "Mülkiyetin korunması" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."

25. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), mal varlığına ihtiyati tedbir uygulanmasını mülkiyet hakkına müdahale olarak değerlendirmiştir. Poiss/Avusturya (B. No: 9816/82, 23/4/1987) kararında, tarım arazilerine ilişkin bir planlama çerçevesinde taşınmazların geçici olarak devri şeklinde bir tedbirin uygulanmasıyla başvurucunun taşınmazını geçici olarak kullanmasının ve taşınmazından tasarruf etmesinin önüne geçildiği belirtilerek başvuru mülkiyetten barışçıl yararlanmaya ilişkin birinci kural çerçevesinde incelenmiştir. AİHM sonuç olarak başvuruya konu tedbirin yirmi dört yıl boyunca devam etmiş olduğuna dikkat çekerek başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin ölçülü olmadığına karar vermiştir (Poiss/Avusturya, §§ 61-70).

26. Köktepe/Türkiye (B. No: 35785/03, 22/7/2008) kararına konu olayda ise orman idaresince açılan bir davada uyuşmazlık konusu taşınmazın tapu kaydına konulan ihtiyati tedbir şerhinin mülkiyet hakkı bakımından sonuçları tartışılmıştır. AİHM; derece mahkemelerinin anayasal gerekçelerle başvurucunun mülkünün bir bölümüne tahdit getirdiğini, bu mahrumiyetin doğanın ve çevrenin korunması şeklindeki kamu yararına dayalı meşru bir amacının bulunduğunu, dolayısıyla hukuka aykırı ve keyfî hiçbir işlem bulunmadığını kabul etmiştir. Bununla birlikte AİHM, başvurucunun taşınmazı 1993 yılında iyi niyetle edindiğini vurgulamıştır. Mülkiyet hakkına yapılan bu müdahaleye karşın iç hukukta etkin bir tazminat yolunun mevcut olmadığı ise kararda özellikle belirtilmiştir. Kararda, başvurucunun mülkiyet hakkından yararlanmasının engellendiği hâlde bir tazminat ödenmemiş olması nedeniyle kamu yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunmasının gereklilikleri arasındaki adil dengenin bozulduğu sonucuna varılmıştır. Bu doğrultuda şahsi olarak olağan dışı ve aşırı bir yüke katlanmış olduğu kanaatiyle başvurucunun mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmiştir (Köktepe/Türkiye, §§ 67-93).

27. Pekárny a cukrárny Klatovy, a.s./Çek Cumhuriyeti (B. No: 12266/07..., 12/1/2012) kararında ise başvurucu şirketin genel kurul toplantılarına getirilen yasağa ilişkin geçici tedbirlerin beş buçuk yıl sürmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlaline karar verilmiştir (Pekárny a cukrárny Klatovy, a.s./Çek Cumhuriyeti, §§ 46-55).

28. Sildedzis/Polonya (B. No: 45214/99, 24/5/2005) kararına konu olayda başvurucu, vergi idaresince yapılan açık artırmada bir otomobil satın almıştır. Ancak araçların sicillerini tutmakla görevli belediye, tescil talebini öncelikle bu otomobilin kullanılamayacak (hurda) durumda olduğu gerekçesiyle reddetmiştir. Sonrasında başvurucu, aracın motoru ve şasi parçasını değiştirerek başvurduğunda ise bu defa başvurucunun tescil talebi, şasi numarasının değiştirildiği gerekçesiyle reddedilmiştir. Bu araç, iki yıl altı aylık bir sürenin sonunda tescil edilebilmiştir. Müdahaleyi mülkiyetin kullanımının kontrolüne ilişkin üçüncü kural çerçevesinde inceleyen AİHM, şikâyet edilen kamu makamlarının işlem ve kararlarının haksız olduğu, ilgili mevzuatın tutarlı olmadığının iç hukukta da kabul edildiği tespitine yer vermiştir. Kararda ayrıca, iç hukukta mevcut benzer sorunların konu hakkında bir kanun değişikliği yapılana kadar çözülemediğine dikkat çekilmiştir. AİHM, bu sebeplerle olay tarihinde yürürlükte olan ilgili kanuni düzenlemelerin başvurucunun mülkiyet hakkına yapılacak keyfî müdahalelere karşı yeterli bir koruma sağlamak için gerekli açıklığı ve hassasiyeti içermediği sonucuna varmıştır. AİHM; başvurucunun iyi niyetli alıcı olduğunu, aracı kamu makamlarından satın aldığını ve aracı satın alırken muhtemel sorunlar hakkında bilgi sahibi olmadığından bu sorunları öngörebilmesinin mümkün olmadığını vurgulamıştır. AİHM sonuç olarak başvurucunun vergi dairesinin düzenlediği bir açık artırmada satın aldığı aracın tescil edilmemesi nedeniyle neredeyse iki yıl bu aracı kullanamadığını belirterek başvurucuya şahsi olarak aşırı bir külfet yüklendiği kanaatiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir (Sildedzis/Polonya, §§ 44-52).

V. İNCELEME VE GEREKÇE

29. Mahkemenin 12/9/2018 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü

30. Başvurucu; uyuşmazlığa konu kamyonu ihale yoluyla satın aldığı tarihte ve hâlen şehirler arası taşıma işiyle uğraştığını, aracı da bu ticari faaliyet kapsamında satın aldığını belirtmiştir. Başvurucu; idare tarafından yapılan ihalede satın aldığı kamyonu kendi adına tescil ettirememesinin idarenin hatalı işleminden kaynaklandığını, idarenin kusuru sebebiyle uğradığı zararların da idarece karşılanması gerektiğini vurgulamıştır. Başvurucu; maddi zararının varlığına ilişkin fatura ve belgelerinin mevcut olduğunu, bunlara göre tescil talebi tarihi olan 21/7/2008 ile tescil tarihi olan 8/7/2009 arasında mahrum kaldığı kazanç kaybından idarenin sorumlu olması gerektiğini ifade etmiştir. Başvurucu, devamlı surette iş bulup bulamayacağının belirli olmadığı gerekçesiyle kazanç kaybı konusunda İdare Mahkemesince yeterli bir araştırma yapılmadan tazminat talebinin reddedilmesinin hukuka aykırı olduğundan yakınmıştır. Başvurucu sonuç olarak bu gerekçelerle adil yargılanma, mülkiyet ve etkili başvuru haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

31. Bakanlık görüşünde, başvurucunun üzerinde tedbir şerhi bulunur şekilde satın aldığı aracı tescil ettirememesine yönelik olarak açtığı dava nedeniyle bu aracı kullanamamasının yargılamanın olağan bir sonucu olduğu belirtilmiştir. Bakanlık ayrıca Danıştayın yerleşik içtihadına göre idarenin hizmet kusurundan kaynaklı olarak açılan tazminat davalarında muhtemel zararların karşılanmasının mümkün olmadığını, gerçek ve ispatlanmış zararların karşılanabileceğini vurgulamıştır. Bakanlık son olarak aracın hukuka aykırı olarak tescil edilememesinin ve bir yıl süreyle araç üzerinde tasarrufta bulunulamaması bakımından mülkün varlığı hususunun tartışılması gerektiği görüşünü bildirmiştir.

B. Değerlendirme

32. Anayasa’nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”

33. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucu, mülkiyet hakkının ihlali iddiası yanında ayrıca adil yargılanma ve etkili başvuru haklarının da ihlal edildiğini ileri sürmektedir. Başvurucunun idareden satın aldığı kamyonu ihtiyati tedbir şerhi gerekçe gösterilerek bir yıla yakın bir süre tescil ettirememesi suretiyle kullanamaması ve bundan tasarrufta bulunamaması yönündeki şikâyetleri mülkiyet hakkını ilgilendirdiğinden başvurucunun belirtilen şikâyetlerinin mülkiyet hakkının ihlali iddiası kapsamında incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

34. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

a. Mülkün Varlığı

35. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır. Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

36. Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda mülk olarak değerlendirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ve fikrî hakların yanı sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir (Mahmut Duran ve diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60).

37. Somut olayda başvurucu, Vergi Dairesince 8/7/2008 tarihinde düzenlenen açık artırmada uyuşmazlığa konu kamyonu satın almıştır. Başvurucunun kamyonu trafik sicilinde kendi adına tescil ettirme talebi Emniyet Müdürlüğünce reddedilmiş ancak başvurucunun bu işleme karşı açtığı davada İdare Mahkemesi 4/5/2009 tarihinde dava konusu idari işlemin iptaline karar vermiştir. Kararın gerekçesinde, başvurucunun yapılan ihale sonucunda bu aracın mülkiyetini edindiği açık olarak belirtilmiştir. Bu kararın uygulanması kapsamında söz konusu kamyon 7/9/2009 tarihinde trafik sicilinde başvurucu adına tescil edilmiştir. Dolayısıyla hukuki bakımdan taşınır bir eşya olan ve ekonomik bir mal varlığı değeri ifade eden söz konusu motorlu araç yönünden mülkiyet hakkı kapsamında başvurucunun mülkünün mevcut olduğu kuşkusuzdur.

b. Müdahalenin Varlığı ve Türü

38. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma ve ondan tasarruf etme, onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).

39. Başvuru konusu olayda başvurucunun kamyonu 8/7/2008 tarihinde edindiği ve mülkünden kalıcı veya geçici olarak yoksun bırakılmadığı görülmektedir. Bununla birlikte başvurucunun ancak tescile ilişkin dava süreci sonunda 7/9/2009 tarihinde bu kamyonu trafik sicilinde adına tescil ettirebildiği anlaşılmaktadır. 2918 sayılı Kanun'un 19. ve 20. maddelerine göre araç sahiplerinin araçlarını trafik siciline tescil ettirmeleri zorunlu olup aynı Kanun'un 21. maddesinin birinci fıkrası uyarınca aracın trafiğe çıkarılabilmesi için öncelikle tescil edilmesi, tescil belgesi ve tescil plakası alınması gerekmektedir. Buna göre başvurucunun edindiği tarihten tescil edildiği tarihe kadar bu aracı trafiğe çıkaramadığı için kullanamadığı ve araçtan yararlanamadığı açıktır. Dolayısıyla somut olay bağlamında aracın tescil edilmemesinin mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiği değerlendirilmiştir.

40. Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenmekle aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

41. 2918 sayılı Kanun hükümlerine göre tutulan resmî bir kayıt sistemi olan trafik sicili, motorlu araçların teknik ve fiziki özellikleri ile üzerindeki hakları ve kısıtlamaları göstermektedir. Böylelikle motorlu taşıtlara ilişkin mülkiyet uyuşmazlıklarının önüne geçilmesi, bunlara yönelik vergilerin tarh ve tahsili, motorlu araç piyasasının ve buna dair ekonomik yaşamın güven içinde devamının sağlanması, kara yollarında dolaşacak araçların tespiti ile kontrolü amaçlanmaktadır. Dolayısıyla somut olaydaki müdahale konusu olan araçların trafik siciline tescil edilmesiyle motorlu araçların tespit edilerek kontrolü amaçlandığından başvurunun mülkiyetin kamu yararına kullanımının kontrolü veya düzenlenmesine ilişkin üçüncü kural çerçevesinde incelenmesi gerekir.

c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

42. Anayasa’nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”

43. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

44. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gereği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesi de hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceğini temel bir ilke olarak benimsemiştir. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde dikkate alınacak öncelikli ölçüt, müdahalenin kanuna dayalı olmasıdır (Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49). Kanunun varlığı kadar kanun metninin ve uygulamasının da bireylerin davranışlarının sonucunu öngörebileceği kadar hukuki belirlilik taşıması gerekir. Bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55). Müdahalenin kanuna dayalı olması, iç hukukta müdahaleye ilişkin yeterince ulaşılabilir ve öngörülebilir kuralların bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44).

45. Somut olayda başvurucunun idare tarafından yapılan ihalede mülkiyetini edindiği aracının trafik siciline tescil edilmemesi yönündeki müdahalenin kanuna aykırı olduğu İdare Mahkemesince kabul edilmiştir. Nitekim bu karar doğrultusunda aracın başvurucu adına trafik siciline tescil edildiği görülmüştür (bkz. § 11). Ancak bu aracın trafik siciline tescil edilmiş olması tek başına başvurucunun mağdur sıfatını ortadan kaldırmamaktadır. Başvurucunun mağdur sıfatının ortadan kalkması için ileri sürülen ihlalin hem zamanında hem de mağdurun bu hakkı kullanamadığı süre gözönüne alınarak telafi edilmesi gerekmektedir (Benzer yöndeki karar için bkz. Abdulkerim Tanış ve diğerleri, B. No: 2014/17621, 9/1/2018, § 34).

46. Ölçülülük ilkesi gereği kişilerin mülkiyet hakkının sınırlandırılması hâlinde elde edilmek istenen kamu yararı ile bireyin hakları arasında adil bir dengenin kurulması gerekmektedir. Bu adil denge, başvurucunun şahsi olarak aşırı bir yüke katlandığının tespit edilmesi durumunda bozulmuş olacaktır. Müdahalenin ölçülülüğünü değerlendirirken Anayasa Mahkemesi, bir taraftan ulaşılmak istenen meşru amacın önemini ve diğer taraftan müdahalenin niteliğini, başvurucunun ve kamu otoritelerinin davranışlarını da gözönünde tutarak başvurucuya yüklenen külfeti dikkate alacaktır (Arif Güven, B. No: 2014/13966, 15/2/2017, §§ 58, 60).

47. Bu bağlamda ilk olarak başvurucunun söz konusu motorlu aracı bir kamu kuruluşu olan Vergi İdaresinden yapılan bir açık artırmada satın almış olduğuna dikkat çekmek gerekir. Buna göre başvurucunun bu aracı meşru yollarla edindiği ve satın aldığı ihale tarihi itibarıyla kanunen aracın maliki olarak kabul edilmesi gerektiği açıktır. Diğer taraftan başvurucunun satın aldığı tarihte bu araç üzerindeki ihtiyati tedbir şerhini bilebilecek durumda olmadığı anlaşılmaktadır. Nitekim Emniyet Müdürlüğünün tescil talebinin reddine ilişkin yazıda, ihaleyi gerçekleştiren idarenin aracın son takyidat durumu ile ilgili olarak bilgi almadığı açık olarak ifade edilmiştir (bkz. § 10). Dolayısıyla başvurucunun ihale öncesinde veya sırasında bu araç üzerinde bir kısıtlama bulunduğunu ve bu kısıtlama yüzünden aracın trafik siciline tescil edilmeyebileceğini öngörebilmesi mümkün değildir.

48. Kaldı ki başvurucunun açtığı davada İdare Mahkemesi, araç üzerindeki söz konusu kısıtlamanın rızai devirler yönünden uygulama alanı bulabileceğini kabul ederek tescil edilmeme yönündeki idari işlemi hukuka aykırı bulmuştur. Başvurucu ise hukuka aykırı bulunan bu idari işlem yüzünden tescil talebi olan 21/7/2008 tarihinden aracın tescil edildiği 8/7/2009 tarihine kadar yaklaşık bir yıl boyunca bu aracı kullanamamış ve ondan yararlanamamıştır.

49. Başvurucunun açtığı tam yargı davasında İdare Mahkemesi iki gerekçeyle tazminat talebini reddetmiştir. Mahkeme, aracın tamiri için yapılan masrafların hizmet kusurundan kaynaklanmadığını belirtmiş; ayrıca aracın ticari faaliyette kullanılıp kullanılmayacağı belirli olmadığı için zararın kesin olarak tespit edilemeyeceğine dayanmıştır (bkz. § 13). Hâlbuki başvurucunun şoför olarak hayatını idame ettirdiği ve şehirler arası taşımacılık alanında faaliyet gösterdiği anlaşılmaktadır. Buna göre başvurucunun satın aldığı kamyonun mesleki ve ticari faaliyeti açısından önem taşıdığı ve ekonomik bir değer ifade ettiği, bundan yararlanamadığı dönem bakımından başvurucunun kendisi açısından önemli bir kazançtan yoksun kaldığı açıkça ortadadır.

50. Başvurucunun söz konusu dönemde aracı ticari faaliyette kullanıp kullanamayacağı veya devamlı surette iş bulup bulamayacağı gibi hususları mutlak bir biçimde gösterebilmesi, bu dönemde aracı kullanması olanaksızlaştırıldığı için mümkün görülmemektedir. Bununla birlikte başvurucunun idareye güvenerek satın aldığı kamyonunu yine idarenin hatası sebebiyle yaklaşık bir yıl boyunca kullanamadığı ve bunun da başvurucunun zararına yol açtığı bir tereddüde yer vermeyecek biçimde açıktır. Elbette ki söz konusu zararın nasıl hesaplanacağı ve miktarının ne olacağı gibi hususlar, ilk elden delilleri değerlendirme imkânına sahip olan ve bu konuda uzmanlaşmış bulunan derece mahkemelerinin takdirindedir. Ancak zararın varlığı kabul edildiği hâlde miktarının ispatının somut olayda olduğu gibi katı koşullara bağlanması idarenin hatasından doğan mağduriyetin giderilmemesine yol açmaktadır.

51. Sonuç olarak başvurucunun idarenin düzenlediği bir açık artırmada iyi niyetli olarak satın aldığı aracın yaklaşık bir yıl boyunca trafik siciline tescil edilmemesinin başvurucunun mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiği, bu müdahale sebebiyle oluşan zararın ise giderilmediği anlaşılmaktadır. Bu durumda herhangi bir tazminatın da ödenmediği dikkate alındığında somut olayda müdahale ile başvurucuya şahsi olarak aşırı bir külfetin yüklendiği, kamu yararı amacı ile mülkiyet hakkının korunması arasında olması gereken adil dengenin başvurucu aleyhine bozulduğu ve müdahalenin ölçülü olmadığı sonucuna varılmıştır.

52. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

53. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 50. maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:

 “(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

a. Genel İlkeler

54. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında, ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağının belirlenmesi hususunda genel ilkeler belirlenmiştir.

55. Buna göre bireysel başvuru kapsamında bir temel hak ve hürriyetin ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural, mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle devam eden ihlalin durdurulması, ihlale konu kararın veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, § 55).

56. Bununla birlikte 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (1) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilirken idari eylem ve işlem niteliğinde karar verilemez. Anayasa Mahkemesi ihlalin ve sonuçlarının nasıl giderileceğine hükmederken idarenin, yargısal makamların veya yasama organının yerine geçerek işlem tesis edemez. Anayasa Mahkemesi, ihlalin ve sonuçlarının nasıl giderileceğine hükmederek gerekli işlemlerin tesis edilmesi için kararı ilgili mercilere gönderir (Mehmet Doğan, § 56).

57. İhlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilmeden önce ihlalin kaynağının belirlenmesi gerekir. Buna göre ihlal; idari eylem ve işlemler, yargısal işlemler veya yasama işlemlerinden kaynaklanabilir. İhlalin kaynağının belirlenmesi uygun giderim yolunun belirlenebilmesi bakımından önem taşımaktadır (Mehmet Doğan, § 57).

58. İhlalin idari eylem ve işlemden kaynaklandığı durumlarda 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (1) numaralı fıkrası uyarınca Anayasa Mahkemesi her somut olayın koşullarını dikkate alarak yapılması gerekenlere hükmeder. İdari eylem ve işleme karşı başvurulacak kanun yolları varsa ve bu yollar tüketildikten sonra yapılan bireysel başvurunun incelenmesi sonucu ihlal tespiti yapılmışsa yeniden yargılama yoluyla ilgili mahkemenin tespit edilen ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırma imkânının bulunduğu durumlarda kararın bir örneğinin ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmedilebilir.

59. Mehmet Doğan kararında Anayasa Mahkemesi, yeniden yargılama yapmakla görevli derece mahkemelerinin yükümlülüklerine ve ihlalin sonuçlarını gidermek amacıyla derece mahkemelerince yapılması gerekenlere ilişkin açıklamalarda bulunmuştur. Buna göre Anayasa Mahkemesinin tespit edilen ihlalin giderilmesi amacıyla yeniden yargılama yapılmasına hükmettiği hâllerde derece mahkemesi, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında belirttiği doğrultuda ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yapmakla yükümlüdür (Mehmet Doğan, § 59).

60. Bu bağlamda derece mahkemesinin öncelikle yapması gereken şey, bir temel hak veya özgürlüğü ihlal ettiği veya idari makamlar tarafından bir temel hak veya özgürlüğe yönelik olarak gerçekleştirilen ihlali gideremediği tespit edilen önceki kararını kaldırmaktır. Derece mahkemesi, kararın kaldırılmasından sonraki aşamada ise Anayasa Mahkemesi kararında tespit edilen ihlalin sonuçlarını gidermek için gereken işlemleri yapmak durumundadır (Mehmet Doğan, § 60).

b. İlkelerin Olaya Uygulanması

61. Başvurucu, ihlalin tespiti ile maddi tazminat talebinde bulunmuştur.

62. Anayasa Mahkemesi başvurucunun ihale yoluyla idareden satın aldığı kamyonun trafik siciline geç tescil edilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Dolayısıyla somut başvuruda ihlalin idari faaliyetten kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

63. Bununla birlikte başvurucunun somut olayda uğradığı zararların giderimi için tazminat davası açtığı, bu davanın reddedilmesi nedeniyle başvurucunun maddi zararlarının karşılanamadığı anlaşılmaktadır. Buna göre söz konusu idari işleme karşı başvurulacak kanun yolu tüketildikten sonra yapılan bireysel başvurunun incelenmesi sonucu ihlale yol açıldığı tespit edilmiştir. Dolayısıyla yeniden yargılama yoluyla ilgili mahkemenin tespit edilen ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırma imkânı bulunduğu için kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlali ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Zonguldak İdare Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekir. Buna göre yapılacak yeniden yargılama ise 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda derece mahkemelerince yapılması gereken iş, öncelikle ihlale yol açan mahkeme kararının ortadan kaldırılması ve nihayet ihlal sonucuna uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir.

64. Yeniden yargılama yapılmasına karar verilmesi yeterli bir giderim sağladığından başvurucunun maddi tazminata ilişkin talebinin reddine karar verilmesi gerekir.

65. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 226,90 TL harcın başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Başvurunun KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Zonguldak İdare Mahkemesine (E.2009/1286, K.2010/83) GÖNDERİLMESİNE,

D. Başvurucunun tazminat taleplerinin REDDİNE,

E. 226,90 TL harcın BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE,

F. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 12/9/2018 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

A.D. BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2015/10393)

 

Karar Tarihi: 9/1/2019

R.G. Tarih ve Sayı: 31/1/2019-30672

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

GİZLİLİK TALEBİ KABUL

 

Başkan

:

Engin YILDIRIM

Üyeler

:

Recep KÖMÜRCÜ

 

 

Celal Mümtaz AKINCI

 

 

Muammer TOPAL

 

 

M.Emin KUZ

Raportör

:

Özgür DUMAN

Başvurucu

:

A.D.

Vekili

:

Av. Abdulhalim YILMAZ

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, izinsiz yardım toplanması kabahatinden dolayı idari para cezası verilmesi ve bu cezaya itiraz çerçevesinde yapılan bilirkişi ücreti masrafının başvurucu tarafından ödenmesine karar verilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 12/6/2015 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvuruların kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir.

7. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmuştur.

III. OLAY VE OLGULAR

8. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:

9. Başvurucu uluslararası alanda tanınan ve insan hakları alanında faaliyet gösteren bir dernektir.

10. İstanbul Valiliği 12/1/2007 tarihinde başvurucunun usulsüz bağış topladığı gerekçesine dayalı olarak başvurucuya 721 TL tutarında idari para cezası vermiştir. Valilik ayrıca 12/1/2007 ve 14/2/2007 tarihlerinde başvurucuya ait banka ve posta çeki hesaplarını bloke ettirmiştir. Valilik, başvurucu derneğin internet sitesinde bağış toplanması için banka hesap numaralarını yayınladığı ve derneğin görevlisi üç kişinin İstanbul'un Beyoğlu ilçesinde kredi kartıyla bağış topladığı yönündeki kolluk görevlilerinin tespitlerini dayanak göstermiştir. Valilik 8/10/2007 tarihinde tamamlanan inceleme neticesinde başvurucunun 3.186 TL tutarında bağış topladığını tespit etmiştir.

11. Başvurucu idari para cezasına karşı İstanbul 3. İdare Mahkemesinde iptal davası açmıştır. Dava dilekçesinde, dernek ve vakıfların amaçlarına ancak bağış toplayarak ulaşabileceği ve bunun için teknik imkânlardan faydalanması gerektiği belirtilmiştir. Başvurucuya göre dernek ve vakıfların internet üzerinden bağış toplaması olağan bir faaliyettir. Başvurucu kanunla derneklerin banka ve internet aracılığıyla bağış toplamasına imkân tanındığını vurgulamıştır.

12. Mahkeme 7/5/2008 tarihinde davanın kısmen kabulü ile banka hesaplarına bloke konulması işleminin iptaline karar vermiştir. Kararın gerekçesinde, başvurucu dernek tarafından yardım toplama faaliyetlerine girişilmeden önce yetkili idari merci olan valilikten izin alınmadığının açık olduğu belirtilmiştir. Mahkeme bununla birlikte, sadece izinsiz toplanan mal ve paralara el konulması gerekirken derneğe ait bütün banka hesaplarına ve bu hesaplarda bulunan paraların hepsine bloke konulmasının hukuka aykırı olduğunu açıklamıştır.

13. Temyiz edilen karar, Danıştay Onuncu Dairesince uyuşmazlığın çözüm yerinin genel görevli sulh ceza mahkemesi olduğu gerekçesiyle 28/11/2011 tarihinde bozulmuştur.

14. Bozma kararına uyan mahkeme 30/10/2013 tarihinde yargı yolu yönünden davanın reddine karar vermiştir. Kararda, itirazı incelemekle görevli mahkemenin sulh ceza mahkemesi olduğu belirtilmiştir.

15. Anılan karar kesinleştikten sonra başvurucu bu defa 6/3/2014 tarihinde İstanbul 5. Sulh Ceza Hâkimliğinde itiraz etmiştir. İtiraz dilekçesinde, verilen idari para cezasının usule ve kanuna aykırı olduğu öne sürülmüştür. Hâkimlik konu ile ilgili olarak bir bilirkişi raporu düzenlettirmiştir. Hâkimliğin bilirkişi raporuna ilişkin ara kararı şöyledir:

"1. Dosyanın ve varsa eklerinin Bilirkişiye verilmesine,

2. Bilirkişi imzalı raporunu 3 suret olmak üzere hazırlayıp hakimliğimize sunmasına,"

16. Bilirkişinin 2/3/2015 tarihli raporunda, başvurucunun internet sitesinde "kredi kartıyla tek seferlik kolay bağış" ve "üyelik aidat ödemeleri veya ileri seçenekli bağış ve diğer ödeme şekilleri" başlıklı iki seçenek sunarak bu sitede gösterilen Türk Lirası, döviz ve posta çeki hesaplarından yardım topladığı belirtilmiştir. Bilirkişi, başvurucu derneğin yardım toplama faaliyetinden önce Valilikten izin almadığını ve kanunda öngörülen kabahat koşullarının somut olayda gerçekleşmiş olduğunu bildirmiştir. Raporda, "idari yaptırım kararında herhangi bir usulsüzlük tespit edilemediği" ve "[itiraz edenin] ... idari yaptırım kararının iptali yönünden yapmış olduğu itirazında haksız olduğu" açıklanmıştır.

17. Hâkimlik, 24/3/2015 tarihinde idari yaptırım kararında bir usulsüzlük bulunmadığı gerekçesiyle başvurucunun itirazını reddetmiştir. Hâkimlik ayrıca 350 TL tutarındaki bilirkişi ücretinin başvurucudan alınarak Hazineye irat kaydına karar vermiştir.

18. Başvurucunun hem idari para cezasına yapılan itirazın reddedilmesi hem de bilirkişi ücreti ödenmesine karar verilmesi yönünden bu karara karşı yaptığı itiraz ise İstanbul 6. Sulh Ceza Hâkimliğince, itiraza konu kararın usule ve kanuna aykırı olmadığı gerekçesiyle 29/4/2015 tarihinde reddedilmiştir. 5. Sulh Ceza Hâkimliği 3/6/2015 tarihinde 350 TL bilirkişi ücreti ve 18 TL tebligat masrafından oluşan toplam 368 TL yargılama giderinin ödenmesi için Yeditepe Veraset ve Vergi Dairesi Müdürlüğüne harç tahsil müzekkeresi göndermiştir.

19. Nihai karar başvurucu vekiline 12/5/2015 tarihinde tebliğ edilmiştir.

20. Başvurucu 12/6/2015 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

1. İdari Para Cezası Uygulanmasına İlişkin Mevzuat

21. 4/11/2004 tarihli ve 5253 sayılı Dernekler Kanunu'nun 11. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"Dernek gelirleri alındı belgesi ile toplanır ve giderler harcama belgesi ile yapılır. Dernek gelirlerinin bankalar aracılığı ile toplanması halinde banka tarafından düzenlenen dekont veya hesap özeti gibi belgeler alındı belgesi yerine geçer. Alındı belgeleri ve harcama belgelerinin saklama süresi beş yıldır."

22. 5253 sayılı Kanun'un 21. maddesi şöyledir:

"Dernekler mülkî idare amirliğine önceden bildirimde bulunmak şartıyla yurt dışındaki kişi, kurum ve kuruluşlardan aynî ve nakdî yardım alabilirler. Bildirimin şekli ve içeriği yönetmelikte düzenlenir. Nakdî yardımların bankalar aracılığıyla alınması zorunludur."

23. 23/6/1983 tarihli ve 2860 sayılı Yardım Toplama Kanunu’nun 3. maddesi şöyledir:

"Kamu yararına uygun olarak, amaçlarını gerçekleştirmek, muhtaç kişilere yardım sağlamak ve kamu hizmetlerinden bir veya birkaçını gerçekleştirmek veya destek olmak üzere gerçek kişiler, dernekler, kurumlar, vakıflar, spor kulüpleri, gazete ve dergiler yardım toplayabilirler."

24. 2860 sayılı Kanun’un 6. maddesi şöyledir:

"Kişiler ve kuruluşlar, yetkili makamdan izin almadan yardım toplayamazlar. Ancak, kamu yararına çalışan dernek, kurum ve vakıflardan hangilerinin izin almadan yardım toplayabilecekleri, Cumhurbaşkanınca belirlenip ilan edilir.

İzin alınmadan girişilen yardım toplama faaliyetleri güvenlik kuvvetlerince derhal menedilir ve sorumlular hakkında kovuşturma yapılır. "

25. 2860 sayılı Kanun’un 29. maddesi şöyledir:

"Bu Kanun hükümlerine aykırı olarak izinsiz yardım toplayanlara yediyüz Türk Lirası idarî para cezası verilir. İzin verilen yer dışında yardım toplayanlara beşyüz Türk Lirası idarî para cezası verilir.

Bu Kanunun diğer hükümlerine aykırı davranışta bulunanlara, fiilleri suç oluşturmadığı takdirde, ikiyüz Türk Lirası idarî para cezası verilir.

Bu maddede yazılı olan idarî yaptırımlara karar vermeye mahallî mülkî amir yetkilidir.

Yukarıdaki fıkralara aykırı davranış sonucu izinsiz toplanan mal ve paralara elkonularak mülkiyetinin kamuya geçirilmesine karar verilir."

2. Yargılama Giderlerine İlişkin Mevzuat

26. 30/3/2005 tarihli ve 5326 sayılı Kabahatler Kanunu'nun 31. maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:

"Kanun yoluna başvuru dolayısıyla oluşan bütün masraflar ve vekalet ücreti, başvurusu veya savunması reddedilen tarafça ödenir."

27. 5326 sayılı Kanun'un 28. maddesinin (5) numaralı fıkrası şöyledir:

"Ceza Muhakemesi Kanununun tanıklığa, bilirkişi incelemesine ve keşfe ilişkin hükümleri, bu başvuru ile ilgili olarak da uygulanır."

28. 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 63. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:

"Çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hâllerde bilirkişinin oy ve görüşünün alınmasına re'sen, Cumhuriyet savcısının, katılanın, vekilinin, şüphelinin veya sanığın, müdafiinin veya kanunî temsilcinin istemi üzerine karar verilebilir. (Değişik cümle: 3/11/2016-6754/42 md.) Ancak, genel bilgi veya tecrübeyle ya da hâkimlik mesleğinin gerektirdiği hukukî bilgiyle çözümlenmesi mümkün olan konularda bilirkişiye başvurulamaz. (Ek cümle: 3/11/2016-6754/42 md.) Hukuk öğrenimi görmüş kişiler, hukuk alanı dışında ayrı bir uzmanlığa sahip olduğunu belgelendirmedikçe, bilirkişi olarak görevlendirilemez."

B. Uluslararası Hukuk

1. Uluslararası Mevzuat

29. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek 1 No.lu Protokol'ün "Mülkiyetin korunması" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."

2. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Kararları

a. Para Cezaları Yönünden

30. İlgili kararlar için bkz. Orhan Gürel, B. No: 2015/15358, 24/5/2018, §§ 27-32; Züliye Öztürk, B. No: 2014/1734, 14/9/2017, §§ 33-37.

b. Yargılama Giderleri Yönünden

31. AİHM, yargılama kapsamında herhangi bir taraf aleyhine yargılama giderlerine hükmedilmesinin bu taraf yönünden mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiğini kabul etmektedir. Konu ile ilgili Cindrić ve Bešlić/Hırvatistan (B. No: 72152/13, 6/9/2016) kararına konu olayda, bir tazminat davasında başvurucular aleyhine ve idare yararına yaklaşık 6.800 Avro vekâlet ücretine hükmedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği ileri sürülmüştür. AİHM, yargılamanın her aşamasında bu gibi masrafların ödenmesine karar verilmesinin mülkiyet hakkına müdahale olduğunu belirtmiştir. AİHM, devletin temsiline ilişkin masraflar yargılama sistemi ile ilgili olmadığından dolayı müdahalenin üçüncü kural çerçevesinde katkı olarak görülemeyeceğini açıklamış ve müdahaleyi genel ilke olan birinci kural kapsamında incelemiştir (Cindrić ve Bešlić/Hırvatistan, § 92). Kararda müdahalenin kanuni bir dayanağının olduğu kabul edilmiş, meşru amaç yönünden ise kaybeden öder kuralına atıfla devletin sınırlı kaynakları sebebiyle özel taraflar gibi kazanılan davalarda masrafların ödenmesi suretiyle hukuki koruma talep edebileceği belirtilmiştir (Cindrić ve Bešlić/Hırvatistan, §§ 93-97).

32. Müdahalenin ölçülülüğü bakımından ise AİHM somut olayda öncelikle başvurucunun açtığı davanın bütünüyle dayanaktan yoksun olmadığını belirtmiştir. Bunun yanında ulusal mahkemelerin kendisini bir avukat ile temsil ettirmeyen idare yararına vekâlet ücretine hükmettiği özellikle vurgulanmıştır. Hâlbuki AİHM’e göre başvurucuların da belirttiği gibi devlet bütçesi ile finanse edilen davada yer alan söz konusu ofis bir avukat ile aynı durumda değildir. Son olarak başvurucuların malî durumları gözetilerek ulusal mahkemelerce başvurucular aleyhine böyle bir vekâlet ücretine hükmedilmesinin kendilerine aşırı bir külfet yüklediği belirtilerek mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmiştir (Cindrić ve Bešlić/Hırvatistan, §§ 98-110).

33. Hoare/Birleşik Krallık ((k.k.), B. No: 16261/08, 12/4/2011) kararına konu olayda ise başvurucu cinsel saldırı suçundan müebbet hapis cezası ile cezalandırılmış, tahliye edildikten sonra aldığı piyango biletiyle büyük ikramiye kazanmıştır. Bunun üzerine daha önce işlediği suçun mağduru tarafından tazminat davası açılmış, bu davanın reddine dair kararın temyizini inceleyen Yüksek Mahkeme temyiz talebini kabul etmiştir. Yüksek Mahkeme ayrıca başvurucunun yargılama sırasındaki bütün masrafları ödemesine karar vermiştir. Buna göre başvurucunun kendi masrafları olan 239.583 İngiliz Sterlini yanında mağdurun ödediği 537.885,20 İngiliz Sterlini masrafı da ödemesine karar verilmiştir (Hoare/Birleşik Krallık, §§ 1-36). AİHM öncelikle daha önce yargılama masraflarının Sözleşmeye ek 1 Numaralı Protokol'ün 1. maddesinin ikinci paragrafı bağlamında katkı olarak değerlendirildiği yönündeki içtihadına atıf yapmıştır. AİHM bununla birlikte, somut olayda başvurucunun şikâyetinin yargılama masraflarının ne kadar ve ne ölçüde verilebileceğine yönelik olduğuna dikkati çekerek müdahaleyi mülkiyetten barışçıl yararlanmaya ilişkin birinci kural çerçevesinde incelemiştir (Hoare/Birleşik Krallık, §§ 49-51).

34. Müdahalenin kanuni dayanağının bulunduğunu kabul eden AİHM, davayı kaybeden tarafın kazanan tarafın masraflarını ödemesine karar verilmesinin, gereksiz davaların açılmasını caydırıcı olması yönünden makul ve kamu yararına dayalı meşru bir amacının olduğunu belirtmiştir (Hoare/Birleşik Krallık, §§ 52-59). AİHM somut olayda hükmedilen yargılama giderlerinin fazla olduğunu kabul etmekle birlikte, yargılamanın üç aşamalı olması, başvurucunun dava sırasında uzlaşma teklifini kabul etmemesi ve tarafların tutumları ile mahkemelerin bu konudaki takdir yetkilerini dikkate alarak mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin ölçülü olduğu sonucuna varmıştır (Hoare/Birleşik Krallık, § 60).

V. İNCELEME VE GEREKÇE

35. Mahkemenin 9/1/2019 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Mülkiyet Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. İdari Para Cezası Yönünden

a. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü

36. Başvurucu, haksız ve hukuka aykırı olarak idari para cezası verildiğini ve bu karara karşı yaptığı itirazın da gerekçesiz olarak haksız yere reddedildiğini belirtmiştir.Başvurucu, internet üzerinden bağış toplamanın suç oluşturmadığını, gelişmiş demokrasilerde de kanunlarla engellenmeyen bir etkinlik olduğunu vurgulamıştır. Başvurucu, uluslararası toplumda kabul görmüş saygın bir sivil toplum kuruluşu olduğunu, bu şekilde idari para cezası verilmesinin ayrımcı ve politik bir nitelik taşıdığını belirterek mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

37. Bakanlık idari para cezası verilmesi yoluyla mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni bir dayanağının olduğunu, kanun dışı yollarla para toplanmasının ve suistimallerin önlenmesi gibi kamu yararı güden meşru bir amacının da bulunduğunu belirtmiştir. Bakanlık görüşünde ayrıca müdahalenin elverişli ve gerekli olduğu, orantılılık yönünden ise öncelikle başvurucunun kusurlu olduğu ve verilen para cezasına etkin bir biçimde itiraz edebildiği, bunun yanında caydırıcılık amacı taşıyan müdahale bakımından kamu makamlarının geniş bir takdir yetkisinin olduğu görüşleri bildirilmiştir.

38. Başvurucu cevap dilekçesinde, aidat ödemek veya bağışta bulunmak isteyenlere internet sitesi aracılığıyla kolaylık sağlamanın izinsiz yardım toplama kabahati teşkil edemeyeceğini belirtmiştir. Başvurucuya göre internet üzerinden bağış ve aidat toplamayı yasaklayan bir kanun hükmü bulunmamaktadır. Başvurucu bu sebeple para cezası verilmesinin ölçüsüz olduğunu öne sürmüştür.

b. Değerlendirme

39. Anayasa Mahkemesi daha önce para cezalarının mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiğini kabul etmiş, bu başvuruları müdahalenin niteliğini ve amacını gözeterek mülkiyetin kamu yararına kullanımının kontrolü veya düzenlenmesine ilişkin kural çerçevesinde incelemiştir (idari para cezaları yönünden bkz. Orhan Gürel, §§ 42-46; adli para cezaları yönünden bkz. Züliye Öztürk, §§ 49-53). Somut olayda da mülkiyet hakkı kapsamında başvurucuya idari para cezası verildiğinden yakınıldığına göre bu ilkelerden ayrılmayı gerektirir bir durum bulunmamaktadır.

40. Mülkiyet hakkına yapılan bir müdahalenin öncelikle kanuni bir dayanağı olmalı, kamu yararına dayalı meşru bir amacı bulunmalı ve son olarak ise müdahale ölçülü olmalıdır (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 62).

41. Başvurucuya verilen idari para cezasının 2860 sayılı Kanun'un 29. maddesine göre verildiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla müdahalenin ulaşılabilir, belirli ve öngörülebilir bir kanun hükmüne dayalı olduğu kuşkusuzdur.

42. Yardım veya bağış toplama, sosyal ve geleneksel yönleri yanında derneklerin ve diğer sivil toplum kuruluşlarının amaç ve faaliyetlerinin gerçekleştirilmesi açısından önem taşımaktadır. Ancak yardım veya bağış toplamanın kötüye kullanılmasının ya da zorla yapılmasının engellenmesi, aynı zamanda uluslararası bir yükümlülük de olan kara paranın aklanmasının ve kanuna aykırı suç veya kabahat teşkil eden faaliyetlerin finansmanının önlenmesi, bu faaliyetin dolandırıcılık veya yolsuzluğa konu edilmemesi gibi çeşitli amaçlarla kamu makamlarınca izin ve denetime tabi tutulması öngörülebilir. Dolayısıyla bu alanda kamu makamlarının belirli bir takdir yetkisinin olduğu kabul edilmelidir. Ayrıca izinsiz yardım toplama fiili sebebiyle idari para cezası verilmesinin benzeri kabahatlerin işlenmesinin önlenmesi gibi caydırıcı bir niteliği de bulunmaktadır. Bu durumda, kanunla öngörülen izin koşuluna uyulmamasının karşılığı olarak idari yaptırım uygulanmasının kamu yararına dayalı meşru bir amacının bulunduğu değerlendirilmektedir.

43. Mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin ölçülü olabilmesi için ise elverişli, gerekli ve orantılı olması gerekmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 38).

44. Somut olayda yardım toplama faaliyetinin izne tabi tutulması amacı çerçevesinde idari yaptırım öngörülmesinin müdahalenin amacını gerçekleştirmeye elverişli olduğu açıktır. Kamu makamlarınca uygulanan yaptırımın yalnızca idari bir yaptırım olduğu ve müdahalede kullanılacak en uygun aracın belirlenmesi konusunda kamu makamlarına tanınan takdir yetkisi dikkate alındığında müdahalenin gerekli olduğu da söylenebilir.

45. Orantılılık ilkesi gereği kişilerin mülkiyet hakkının sınırlandırılması hâlinde elde edilmek istenen kamu yararı ile bireyin hakları arasında adil bir dengenin kurulması gerekmektedir. Bu adil denge, başvurucunun şahsi olarak aşırı bir yüke katlandığının tespit edilmesi durumunda bozulmuş olacaktır (Arif Güven, B. No: 2014/13966, 15/2/2017, §§ 58, 60; Osman Ukav, B. No: 2014/12501, 6/7/2017, § 71).

46. Orantılılık yönünden öncelikle başvurucuya mülkiyet hakkının korunmasının gerektirdiği usule ilişkin güvencelerin sağlanıp sağlanmadığı belirlenmelidir (Züliye Öztürk, § 36; Bekir Yazıcı [GK], B. No: 2013/3044, 17/12/2015, § 71). Başvurucunun idari para cezasına iki aşamalı bir süreçte itiraz imkânı bulduğu ve delillerini yargı makamları önünde etkin bir biçimde sunabildiği görülmektedir. Başvurucu kendisini vekil ile temsil ettirdiği yargılama sırasında sözlü olarak açıklama talebinde de bulunmamış, yazılı olarak iddia ve itirazlarını dile getirebilmiştir.

47. Diğer taraftan başvurucu idare tarafından verilen cevap dilekçesinin ve bilirkişi raporunun kendisine tebliğ edilmediğini öne sürmüştür. Gerçekten de cevap dilekçesi ve söz konusu rapor, başvurucuya tebliğ edilmemiştir. Ancak başvurucunun, cevap dilekçesi ile bilirkişi raporuna atıf yapan idari yaptırıma itiraz kararıyla birlikte cevap dilekçesinden ve bilirkişi raporundan haberdar olduğu anlaşılmaktadır. Üstelik bilirkişi raporunun yardım toplamanın izinsiz yapılıp yapılmadığının tespitine ilişkin olduğu, başvurucunun ise bu faaliyetin izinsiz yapıldığı olgusuna yönelik açık bir itirazının bulunmadığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla mülkiyet hakkına idari para cezası uygulanmak suretiyle yapılan müdahaleye karşı başvurucu, etkin bir biçimde itiraz edebilme olanağı bulabilmiştir.

48. Mülkiyet hakkına müdahaleye yol açan tedbirlerin keyfî veya öngörülemez biçimde uygulanmaması gerekmektedir. Aksi takdirde mülkiyet hakkının etkin bir biçimde korunması mümkün olmaz. Bu sebeple kamu makamlarınca başvurucunun eylemi ile müdahalenin konusu olan tedbire veya yaptırıma yol açan kanuna aykırılık arasında bağlantı olduğunu gösterir makul bir değerlendirme yapılmış olmalıdır (Hamdi Akın İpek, B. No: 2015/17763, 24/5/2018, § 115).

49. İdari yaptırımı uygulayan Valilik, başvurucunun izin almadan yardım toplama faaliyetinde bulunduğunu gerekçe olarak göstermiş, başvurucu da esas itibarıyla bunun aksini savunmamıştır. Başvurucu itiraz dilekçelerinde yardım toplama faaliyetinin izne tabi tutulmasını ve yaptırıma bağlanmasını sorgulamış, derece mahkemeleri ise kanundaki izin koşulunun somut olayda gerçekleşmediğini gözeterek itirazları reddetmişlerdir. Nitekim başvurucu aslında bağış topladığını ve bunun ise hiçbir izne tabi olmadığını ileri sürmüş ise de derece mahkemelerinin, 5253 sayılı Kanun'un 21. maddesinde yer alan ve derneklerin mülki idare amirliğine önceden bildirimde bulunmak şartıyla yurt dışındaki kişi, kurum ve kuruluşlardan aynî ve nakdî yardım alabilecekleri yönündeki düzenlemeyi gözettikleri anlaşılmaktadır. Diğer bir deyişle başvurucu bağış toplamanın izinsiz yardım toplama anlamına gelmediğini ileri sürmekte ise de derece mahkemelerince gerek anılan hüküm gerekse de 2860 sayılı Kanun'un 3. ve 6. maddeleri uyarınca derneklerin amaçlarını gerçekleştirmek için yardım toplamak üzere yetkili makamdan izin almaları gerektiği kabul edilmiştir. Dolayısıyla derece mahkemelerinin kararları, keyfî veya öngörülemez nitelikte olmadığı gibi idari yaptırım koşullarına ilişkin makul bir değerlendirme de içermektedir. Bunun yanında itiraz merciinin kararında ilk karara atıf yapılmış olması da tek başına bu kararın gerekçesiz olduğunu göstermez.

50. Diğer taraftan hukuk devletinde; ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirlerine ilişkin kurallar Anayasa’ya aykırı olmamak üzere ülkenin sosyal, kültürel yapısı, ahlaki değerleri ve ekonomik hayatın gereksinimlerini göz önüne alan suç politikasına göre belirlenir. Kanun koyucu, izlediği suç politikası gereği bazı fiilleri ceza hukuku alanından çıkarabileceği gibi korudukları hukuki yararları ve neden olduğu sonuçları esas alarak birtakım suçları farklı yaptırımlara da tabi kılabilir. Kanun koyucunun bu konudaki tercih ve takdirinin yerindeliğinin incelenmesi, anayasal denetimin kapsamı dışında kalmaktadır (AYM, E.2017/170, K.2018/77, 5/7/2018).

51. Başvurucu idari para cezası verilmesine ilişkin müdahaleye kendi kusuruyla yol açmış olup ilgili Kanun hükmü dikkate alındığında izinsiz yardım toplanması şeklindeki fiilin sonuçlarının öngörülebilir nitelikte olduğu açıktır. Ayrıca olayda başvurucuya idari para cezasının dışında herhangi bir adli veya idari yaptırım uygulanmamış, parasının ayrıca kısmen veya tamamen müsaderesi ya da mülkiyetinin kamuya geçirilmesi yoluna da gidilmemiştir. Nihayet başvurucu şikâyet ettiği idari para cezasının miktarı itibarıyla açıkça orantısız olduğunu da ortaya koyamamıştır.

52. Bu durumda idari para cezası verilmesi yoluyla başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin, belirtilen kamu yararı ile karşılaştırıldığında başvurucuya şahsi olarak aşırı ve olağan dışı bir külfet yüklemediği değerlendirilmiştir. Dolayısıyla kamu yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunması arasında olması gereken adil denge bozulmamış olup müdahale ölçülü bulunduğundan mülkiyet hakkının ihlal edilmediği açıktır.

53. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının, diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Yargılama Masrafları Yönünden

a. Başvurucunun İddiaları

54. Başvurucu yargılama sırasında yapılan bilirkişi ücretinin başvurucu tarafından ödenmesine karar verildiğini belirterek yüklenen bilirkişi ücreti sebebiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

55. Bakanlık bu konu hakkında bir görüş bildirmemiştir.

b. Değerlendirme

i. Kabul Edilebilirlik Yönünden

56. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir nedeni de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

ii. Esas Yönünden

 (1) Mülkün Varlığı

57. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır (Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, B. No: 2013/1178, 5/11/2015, § 54). Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

58. Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Somut olayda şikâyete konu yargılama giderinin başvurucudan tahsiline hükmedilen bir miktar para olduğu dikkate alındığında başvurucunun mal varlığına dâhil olan bu paranın Anayasa'nın 35. maddesi anlamında mülk teşkil ettiğinde kuşku bulunmamaktadır.

 (2) Müdahalenin Varlığı ve Türü

59. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma ve ondan tasarruf etme, onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 53).

60. Yargılamanın herhangi bir aşamasında taraflardan biri aleyhine yargılama masraflarına hükmedilmesinin, ilgili tarafın mal varlığında azalmaya yol açacağından dolayı mülk teşkil eden eksilen para yönünden bu kişinin mülkiyet hakkına müdahale niteliği taşıdığında kuşku bulunmamaktadır. Somut olayda da izinsiz yardım toplama kabahati sebebiyle verilen idari para cezasına itiraz sürecinde başvurucunun talebi üzerine Sulh Ceza Hâkimliği tarafından bilirkişi raporu aldırılmıştır. İtirazı reddeden Hâkimlik, bilirkişi ücreti olan 350 TL'nin de Hazine yararına olmak üzere başvurucudan tahsiline karar vermiştir. Dolayısıyla başvurucunun bu masrafı ödemek zorunda kalması mülkiyet hakkına müdahale edildiğini göstermektedir.

61. Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Ayrıca Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

62. Somut başvuruda mülkiyet hakkına yapılan müdahale, sonuç olarak mal varlığında bir azalmaya yol açılsa dahi mülkten yoksun bırakma amacı taşımamaktadır. Diğer taraftan yargılama sırasında yapılan bilirkişi ücreti masrafının başvurucuya yükletilmesine ilişkin müdahale bakımından yargılama sistemi kapsamında doğrudan harç gibi bir katkı alınması gibi bir durum olmadığına göre mülkiyetin kamu yararına kullanımının kontrolü veya düzenlenmesi de söz konusu değildir. Dolayısıyla şikâyete konu müdahalenin mülkiyetten barışçıl yararlanmaya ilişkin genel kural çerçevesinde incelenmesi gerekir.

 (3) Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

63. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

64. Yukarıda da değinildiği üzere mülkiyet hakkına yapılan bir müdahalenin öncelikle kanuni bir dayanağı olmalı, kamu yararına dayalı meşru bir amacı bulunmalı ve son olarak ise müdahale ölçülü olmalıdır (bkz. § 40).

 (a) Kanunilik

65. Mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerde ilk incelenmesi gereken ölçüt kanuna dayalı olma ölçütüdür. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır. Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince ulaşılabilir, belirli ve öngörülebilir kanun hükümlerinin bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44; Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49; Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55).

66. Başvurucunun itirazını reddeden Sulh Ceza Hâkimliği aleyhine bilirkişi ücreti masraflarının ödenmesine karar verilmesinin kanuni bir dayanağını göstermemekle birlikte, müdahalenin ulaşılabilir, belirli ve öngörülebilir mahiyette olan 5326 sayılı Kanun'un 31. maddesinin (2) numaralı fıkrasına dayalı olduğu anlaşılmaktadır.

 (b) Meşru Amaç

67. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı, mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılması imkânı vermekle bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu anlamda bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır. Kamu yararı kavramı, devlet organlarının takdir yetkisini de beraberinde getiren bir kavram olup objektif bir tanıma elverişli olmayan bu ölçütün her somut olay temelinde ayrıca değerlendirilmesi gerekir (Nusrat Külah, B. No: 2013/6151, 21/4/2016, §§ 53, 56; Yunis Ağlar, B. No: 2013/1239, 20/3/2014, §§ 28, 29).

68. Kaybeden öder kuralı çerçevesinde yargılama sırasında yapılan masrafların davayı kaybeden veya itirazı reddedilen tarafça ödenmesi, gereksiz dava ve itirazların önüne geçilmesi suretiyle yargılamaların etkin ve hızlı bir şekilde sonuçlanması bakımından büyük önem taşımaktadır. Buna göre müdahalenin kamu yararına dayalı meşru bir amacının olduğu açıktır.

 (c) Ölçülülük

 (i) Genel İlkeler

69. Son olarak kamu makamlarınca başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyle gerçekleştirilmek istenen amaç ile bu amacı gerçekleştirmek için kullanılan araçlar arasında makul bir ölçülülük ilişkisinin olup olmadığı değerlendirilmelidir.

Elverişlilik, Gereklilik ve Orantılılık

70. Ölçülülük ilkesi elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2014/176, K.2015/53, 27/5/2015; E.2016/13, K.2016/127, 22/6/2016, § 18; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 38).

71. Orantılılık ilkesi gereği kişilerin mülkiyet hakkının sınırlandırılması hâlinde elde edilmek istenen kamu yararı ile bireyin hakları arasında adil bir dengenin kurulması gerekmektedir. Bu adil denge, başvurucunun şahsi olarak aşırı bir yüke katlandığının tespit edilmesi durumunda bozulmuş olacaktır. Müdahalenin orantılılığını değerlendirirken Anayasa Mahkemesi; bir taraftan ulaşılmak istenen meşru amacın önemini, diğer taraftan da müdahalenin niteliğini, başvurucunun ve kamu otoritelerinin davranışlarını gözönünde bulundurarak başvurucuya yüklenen külfeti dikkate alacaktır (Arif Güven, B. No: 2014/13966, 15/2/2017, §§ 58, 60; Osman Ukav, B. No: 2014/12501, 6/7/2017, § 71).

Yargılama Giderlerinin Ölçülülüğü

72. Anayasa'nın 141. maddesinin son fıkrasına göre davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması, yargının görevidir. Bu fıkrada yer alan davaların en az giderle sonuçlanması kuralı, aynı zamanda Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının korunmasının gerekliliklerinden biridir. Bu gereklilik çerçevesinde yargılama kapsamında yapılan giderlerin, bu giderlere yol açan davayı kaybeden veya itirazında haksız bulunan tarafa yükletilmesi mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyi ölçülü kılabilir. Ancak yargılama sırasında hangi delillerin toplanacağı ve bu delillerin nasıl değerlendirileceği kural olarak derece mahkemelerinin takdirinde olmakla birlikte uyuşmazlığın çözümüne hiçbir yarar sağlamadığı ilk bakışta (prima facie) anlaşılan yargılama masraflarının yapılması bireylerin mal varlığından gerekli olmadığı hâlde yol açılan önemli bir eksilme sebebiyle müdahaleyi ölçüsüz kılar. Son olarak yargılama giderleri yükletilmesinin her hâlde, yargı sisteminin iyi yönetilmesi amacı çerçevesinde kamu yararı ile karşılaştırıldığında müdahalenin bireylere şahsi olarak aşırı bir külfete yol açmaması gerekir.

73. Dolayısıyla yargı makamlarının gerek dava sırasında yargılama giderlerinin yapılması gerek yargılama sonucunda bu giderlere hükmedilmesi aşamalarında mülkiyet hakkının korunmasının gerektirdiği dikkat ve özeni göstererek ölçüsüz bir külfete yol açmamaları gerekmektedir.

Bilirkişi Giderleri Yönünden

74. Genel bilgi veya tecrübeyle ya da hâkimlik mesleğinin gerektirdiği hukuki bilgiyle çözümlenmesi mümkün olan konular dışında özel veya teknik bilgiyi içeren uzmanlık gerektiren konularda bilirkişiye başvurulması adil yargılanma hakkının gereği olarak değerlendirilmelidir. Çünkü hâkim, bir delil değerlendirme vasıtası olan bilirkişi incelemesinden de yararlanarak önüne gelen sorunu çözerek adaletin gerçekleşmesini temin etmektedir. Bununla birlikte hukuk kurallarını resen araştırarak bulmak, yorumlamak ve olaya uygulamak zaten hâkimin işidir. Nitekim hukuki sorunları hâkimin mesleki bilgi ve deneyimleriyle çözmesi gerektiğinden bu sorunların en yetkin kişisi hâkim olup Anayasa’nın 138. maddesinde de hukuka uygun olarak hüküm verme yetkisi hâkime tanınmıştır (AYM, E.2017/20, K.2018/75, 5/7/2018, §§ 37-41).

75. Bilirkişi görüşü, hâkimin uyuşmazlığı çözerken dikkate alacağı takdiri bir delilden ibarettir. Hâkimin hukuki bilgisiyle aydınlatılamayan bilimsel ve teknik meseleleri açıklığa kavuşturmak, bu tür meselelerde mahkemeyi bilgilendirmek amacıyla görüşüne başvurulan uzman kişi olan bilirkişi görüşünün mahkemeyi bağlamayacağı kuşkusuzdur.Hâkim; bilirkişi görüşünü içeren raporun yeterliliğini, raporda açıklanan görüş ve kanaatin itibar edilebilirliğini, dayandığı olguları gözönünde bulundurarak hükme esas alınıp alınmayacağını serbestçe değerlendirir ve takdir eder. Bu bağlamda hâkim, bilimsel ve teknik bakımdan yetersiz ve çelişkili bulduğu bilirkişi raporlarını hükme esas almak zorunda değildir. Bu durum, karar verme ve hüküm kurma yetkisinin hâkime ait olmasının doğal bir sonucudur. Aksi takdirde şekil olarak hükmü kuran hâkim olsa da gerçekte hüküm bilirkişi tarafından verilmiş olur ki bu durum yargı yetkisinin devri anlamına gelir (Saadet Esin, B.. No: 2014/18103, 26/10/2017,§ 46).

76. Nitekim bilirkişi görüşüne başvurulması meselesi, kanun koyucunun da gündemine gelmiş; 3/11/2016 tarihli ve 6754 sayılı Bilirkişilik Kanunu ile konu hakkında bazı düzenlemeler yapılmıştır. Bu çerçevede 6754 sayılı Kanun'un 42. maddesi ile 5271 sayılı Kanun'un 63. maddesinin (1) numaralı fıkrasına, hukuk öğrenimi görmüş kişilerin, hukuk alanı dışında ayrı bir uzmanlığa sahip olduğunu belgelendirmedikçe, bilirkişi olarak görevlendirilemeyeceği yönünde bir hüküm eklenmiştir. Ayrıca aynı düzenlemeyle "Ancak, genel bilgi veya tecrübeyle ya da hâkimlik mesleğinin gerektirdiği hukukî bilgiyle çözümlenmesi mümkün olan konularda bilirkişiye başvurulamaz" hükmü de getirilmiştir.

77. Bu bağlamda 6754 sayılı Kanun’un gerekçesinde de ifade edildiği üzere düzenlemenin amacının hâkime verilen mutlak yargı yetkisinin -bilirkişi vasıtasıyla dahi olsa- bir başkasına devrini önlemek olduğu, hukuk kurallarını resen araştırmak, yorumlamak ve uygulamak hâkimin görevi kapsamında kaldığından uyuşmazlık hakkında bir de bilirkişi atanmasının gereksiz yere yargılama giderlerinin artmasına ve buna bağlı olarak yargılama sürelerinin uzamasına sebebiyet vereceği, salt hukuki konularda bilirkişiye ihtiyaç bulunmadığı belirtilmiştir (AYM, E.2017/20, K.2018/75, 5/7/2018, § 36).

78. Anayasa Mahkemesi, yargılama sırasında bilirkişi görüşüne başvurulması yönünden yargısal makamların geniş bir takdir yetkisinin olduğunu kabul etmektedir. Bunun yanında kimi durumlarda ancak bilirkişi incelemesi yaptırıldıktan sonra bu incelemeye gerek duyulmadığı anlaşılabileceği gibi makul gerekçelerle bilirkişi görüşüne itibar edilmeyerek hüküm de tesis edilebilir. Ancak hâkimin hukuk bilgisiyle çözümlenebileceği ilk bakışta açık bir şekilde anlaşıldığı hâlde bilirkişi görüşüne başvurularak bu yargılama giderlerinin ilgili tarafa yükletilmesi mülkiyet hakkına ölçüsüz bir müdahaleye yol açar. Bu bağlamda somut davada yargılama makamlarınca bilirkişiye hangi soruların sorulduğu ve uyuşmazlığın çözümüne katkı sağlaması gereken bu soruların hâkimin hukuk bilgisiyle çözülüp çözülemeyeceği önem taşımaktadır.

 (ii) İlkelerin Olaya Uygulanması

79. Somut olayda yargılama masraflarının başvurucu tarafından ödenmesine karar verilmesi yönündeki müdahalenin ilgili kamu yararı amacını gerçekleştirmeye elverişli olduğu ve müdahalenin gerekliliği kapsamında en uygun aracı sorgulayacak herhangi bir olgunun da mevcut olmadığı dikkate alınmalıdır. Buna göre somut olay bağlamında asıl tartışılması gereken husus ise mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin orantılı olup olmadığının belirlenmesidir.

80. Başvurucunun itirazına konu olayda başvurucunun yardım toplayıp toplamadığı ve ilgili idareden öncesinde izin alıp almadığı belirlenmesi gereken maddi olgulardır. Bunun yanında bu maddi olgulara göre başvurucunun fiilinin ilgili kanun hükmüne göre idari yaptırımı gerektiren kabahat teşkil edip etmediği de hukuki denetimin konusunu oluşturmaktadır.

81. Başvuru konusu olayda başvurucu, yardım toplama olarak nitelendirilen faaliyette bulunmadan önce izin almadığını inkâr etmemiş, bunun yerine bağış topladığını ve bunun ise olağan bir faaliyet olduğunu ve kanunla serbest bırakılmış olduğunu ileri sürerek itirazda bulunmuştur (bkz. §§ 11, 15). İtiraz gerekçelerinin maddî olgulara ilişkin olmamasına ve sadece hukuki konular ile sınırlı olmasına rağmen İstanbul 5. Sulh Ceza Hâkimliğince -hiçbir gerekçe de gösterilmeden- bilirkişi raporu alınmasına karar verilmiştir. Sulh Ceza Hâkimliğinin ara kararında,hâkimin hukuk bilgisiyle aydınlatılamayacak bilimsel veya teknik bakımdan hangi konuya ilişkin olarak bilirkişi raporu alınmasının gerektiği izah edilmediği gibi bilirkişiye bu çerçevede herhangi bir soru da sorulmamıştır.

82. Nitekim bilirkişi raporunda, bilirkişiden istenilen husus, "verilen idari para cezasının unsurlarının oluşup oluşmadığı" olarak formüle edilmiştir. Raporda ayrıca "idari yaptırım kararında bir usulsüzlük tespit edilemediği" ve "itirazın haksız olduğu" belirtilmiştir. Üstelik bilirkişi raporunu düzenleyen kişi de bir hukuk müşaviridir.

83. Buna göre maddî olgularının tartışılmasına gerek bulunmayan somut olay bakımından alınan raporda yer verilen hususların tamamının hâkimin hukuk bilgisiyle aydınlatılabilecek mahiyette oldukları görülmüştür. İdari para cezasının unsurlarının oluşup oluşmadığı, idari yaptırım kararında bir usulsüzlük bulunup bulunmadığı, idari yaptırımın kanuni dayanağı ve itirazın haklı olup olmadığı gibi ancak hâkim tarafından yargı yetkisi çerçevesinde karara bağlanabilecek hususlar hakkında bilirkişi görüşüne ihtiyaç olmadığı son derece açıktır.

84. Hâlbuki yukarıda da değinildiği üzere uyuşmazlığın çözümüne hiçbir yarar sağlamadığı ilk bakışta açıkça anlaşılan bir delilin toplanması sonucu oluşan giderlerin ilgili tarafa yükletilmesi gereksiz yere yargılamanın uzatacağı gibi mal varlığından gerekli olmadığı hâlde yol açılan eksilme sebebiyle ilgili tarafın mülkiyet hakkına ölçüsüz bir müdahale teşkil eder (bkz. §§ 72-78).

85. Somut olayda da başvurucunun, izinsiz bağış topladığı olgusunu inkâr etmeyip sadece idari para cezasının hukuki denetimi ile sınırlı olarak itirazda bulunduğu hâlde Sulh Ceza Hâkimliğinin hukukçu bir bilirkişiye rapor düzenlettirdiği görülmektedir. Sulh Ceza Hâkimliği, hâkimin hukuk bilgisiyle aydınlatılması mümkün olmayan teknik veya bilimsel herhangi bir konuda görüş istemediği veya soru sormadığı gibi bilirkişi de raporunda hukuki denetim ile ilgili olarak görüş bildirmiştir. Bu durumda somut olay bağlamında bilirkişi görüşüne başvurulmasının gerekli olmadığı daha ilk bakışta anlaşılmaktadır. Üstelik her ne kadar bilirkişi ücreti tutarı nispeten az olsa da bu tutarın başvurucunun itirazına konu idari para cezası miktarının yaklaşık olarak yarısı tutarında olduğu dikkate alınmalıdır. Diğer bir deyişle başvurucu itirazı bakımından hiçbir yarar sağlamadığı hâlde aleyhine verilen idari para cezasının yaklaşık olarak yarısını daha ödemek durumunda kalmıştır.

86. Bu durumda aleyhine yargılama giderlerine hükmedilmesi suretiyle mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin başvurucuya yüklediği külfet, içerdiği kamu yararı amacıyla dahi meşru kılınamamaktadır. Buna göre kamu yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunması arasındaki adil dengenin başvurucu aleyhine bozulduğu ve müdahalenin ölçülü olmadığı sonucuna varılmıştır.

87. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

B. Adil Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

88. Başvurucu, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

89. Bireysel başvuru sonrasında 31/7/2018 tarihli ve 30495 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 25/7/2018 tarihli ve 7145 sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 20. maddesiyle 9/1/2013 tarihli ve 6384 sayılı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Yapılmış Bazı Başvuruların Tazminat Ödenmek Suretiyle Çözümüne Dair Kanun'a geçici madde eklenmiştir.

90. 6384 sayılı Kanuna eklenen geçici maddeye göre yargılamaların uzun sürmesi ve yargı kararlarının geç veya eksik icra edilmesi ya da icra edilmemesi şikâyetiyle Anayasa Mahkemesine yapılan ve bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla Anayasa Mahkemesi önünde derdest olan bireysel başvuruların, başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle verilen kabul edilemezlik kararının tebliğinden itibaren üç ay içinde yapılacak müracaat üzerine Adalet Bakanlığı İnsan Hakları Tazminat Komisyonu Başkanlığı (Tazminat Komisyonu) tarafından incelenmesi öngörülmüştür.

91. Ferat Yüksel kararında Anayasa Mahkemesi; söz konusu başvuru yolunun kişileri mali külfet altına sokmaması ve başvuruda kolaylık sağlaması nedenleriyle ulaşılabilir olduğunu ve düzenleniş şekli itibarıyla ihlal iddialarına makul ölçüde bir başarı şansı sunduğunu vepotansiyel olarak yeterli giderim sağladığını tespit etmiştir (Ferat Yüksel, B. No: 2014/13828, 12/9/2018, §§ 27-34). Bu gerekçeler doğrultusunda Anayasa Mahkemesi, ilk bakışta ulaşılabilir olan ve ihlal iddialarıyla ilgilibaşarı şansı sunma ve yeterli giderim sağlama kapasitesi olduğu görülen Tazminat Komisyonuna başvuru yolu tüketilmeden yapılan başvurunun incelenmesinin bireysel başvurunun ikincil niteliği ile bağdaşmayacağı sonucuna vararak başvuru yollarının tüketilmemiş olması nedeniyle kabul edilemezlik kararı vermiştir (Ferat Yüksel, §§ 35-36).

92. Somut başvuru yönünden de söz konusu karardan ayrılmayı gerektiren bir durum bulunmamaktadır.

93. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının, diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemez olduklarına karar verilmesi gerekir.

2. Diğer İhlal İddiaları

a. Başvurucunun İddiaları

94. Başvurucu idari para cezası verilmesine ilişkin itiraz sürecinde bilirkişi raporunun ve cevap dilekçesinin tebliğ edilmemesi, gerekçesiz ve hakkaniyete aykırı olarak itirazlarının reddedilmesi nedenleriyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

95. Bakanlık bu konu hakkında bir görüş bildirmemiştir.

b. Değerlendirme

96. Başvurucunun belirtilen şikâyetleri mülkiyet hakkının ihlal iddiası kapsamında idari para cezası verilmesi şikâyeti yönünden başlığı altında incelenmiş ve ihlalin olmadığının açık olduğu sonucuna varılmıştır. Bu şikâyetler, adil yargılanma hakkının ihlali iddiası değerlendirildiğinde de farklı bir sonuca varılmasını gerektirir bir durumun olmadığı kanaatine ulaşılmıştır.

97. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının diğer kabul edilebilirlik nedenleri incelenmeksizin açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

C. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

98. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 50. maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:

"(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir...

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir."

99. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hak ve hürriyetin ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural, mümkün olduğunca eski hâle getirmenin, yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle devam eden ihlalin durdurulması, ihlale konu kararın veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan [GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018§ 55).

100. İhlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilmeden önce ihlalin kaynağının belirlenmesi gerekir. Buna göre ihlal; idari eylem ve işlemler, yargısal işlemler veya yasama işlemlerinden kaynaklanabilir. İhlalin kaynağının belirlenmesi uygun giderim yolunun belirlenebilmesi bakımından önem taşımaktadır (Mehmet Doğan, § 57).

101. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı durumlarda 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca kural olarak ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmedilir (Mehmet Doğan, § 58).

102. Buna göre Anayasa Mahkemesince ihlalin tespit edildiği hâllerde yargılamanın yenilenmesinin gerekliliği hususundaki takdir derece mahkemelerine değil ihlalin varlığını tespit eden Anayasa Mahkemesine bırakılmıştır. Derece mahkemeleri ise Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında belirttiği doğrultuda ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yapmakla yükümlüdür (Mehmet Doğan, § 59).

103. Başvurucu, ihlallerin tespiti ile maddi ve manevi tazminat taleplerinde bulunmuştur.

104. Anayasa Mahkemesi idari para cezasına itiraz üzerine yapılan yargılama sırasında Sulh Ceza Hâkimliğince gerekli olmadığı bilirkişi raporu alınarak sonuca etkili olmayan bu delil giderinin başvurucuya yükletilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Dolayısıyla somut başvuruda ihlalin mahkeme kararından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

105. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Buna göre yapılacak yeniden yargılama ise 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılması kapsamında İstanbul 5. Sulh Ceza Hâkimliğine gönderilmesine karar verilmesi gerekir. Bu doğrultuda Sulh Ceza Hâkimliğince, ihlal sonucuna uygun olarak bilirkişi ücretinin başvurucuya yükletilmesine ilişkin mahkeme kararının ortadan kaldırılmasına karar verilmesi gerekmektedir. Bu çerçevede Sulh Ceza Hâkimliğince daha önce harç tahsil müzekkeresi gönderildiğine göre söz konusu yargılama giderinin -ödenmişse- başvurucuya iadesi, ödenmemişse müzekkerenin gereği yerine getirilmeksizin geri alınması işlemleri ise Sulh Ceza Hâkimliğince yürütülmelidir.

106. Başvurucunun diğer şikâyetlerinin kabul edilemez olduğuna karar verilmiş olup yargılama masrafları ödenmesine karar verilmesi şikâyet bağlamında mülkiyet hakkının ihlaline ilişkin karar yönünden ise yeniden yargılamaya karar verilmesi ihlalin sonuçlarının giderimi bakımından yeterli görüldüğünden başvurucunun tazminat taleplerinin reddine karar verilmesi gerekmektedir.

107. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 226,90 TL harç ve 2.475 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.701,90 TL tutarındaki yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Kamuya açık belgelerde başvurucunun kimliğinin gizli tutulması talebinin KABULÜNE,

B. 1. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın;

a. İdari para cezası verilmesi şikâyeti yönünden açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,

b. Yargılama masrafları şikâyeti yönünden KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

2. Adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın;

a. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin şikâyet yönünden başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,

b. Diğer ihlal iddiaları yönünden açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,

C. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

D. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 5. Sulh Ceza Hâkimliğine (D. İş No: 2014/386) GÖNDERİLMESİNE,

E. Başvurucunun tazminat taleplerinin REDDİNE,

F. 226,90 TL harç ve 2.475 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.701,90 TL yargılama giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE,

G. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

H. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 9/1/2019 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

ÖZEL İSTANBUL AREL EĞİTİM KURUMLARI A.Ş. BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2016/3592)

 

Karar Tarihi:29/5/2019

R.G. Tarih ve Sayı: 18/7/2019-30835

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

Başkan

:

Hasan Tahsin GÖKCAN

Üyeler

:

Burhan ÜSTÜN

 

 

Hicabi DURSUN

 

 

Kadir ÖZKAYA

 

 

Yusuf Şevki HAKYEMEZ

Raportör

:

Mahmut ALTIN

Başvurucu

:

Özel İstanbul Arel Eğitim Kurumları A.Ş.

Vekili

:

Av. Serkan KARTAL

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru; inşaat izni alabilmek için bedelsiz olarak yola terk edildikten sonra imar planında değişiklik yapılarak özel kültürel tesis alanına dönüştürülen taşınmazın önceki malikine iade edilmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının, yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle de makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 19/2/2016 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

6. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

7. Başvurucu, İstanbul'un Bahçelievler ilçesi Yenibosna köyünde bulunan 4.379 metrekare (m²) yüz ölçümündeki 10428 parsel sayılı taşınmazın malikidir.

8. Başvurucunun inşaat izni alabilmek için 20/1/1995 tarihinde Bahçelievler Belediyesine (Belediye) yaptığı başvuruya cevap olarak inşaat izni verebilmesi için taşınmazın metro güzergâhı ve tramvay hattında kalan 531,28 m²lik kısmının bedelsiz terk edilmesi gerektiği belirtilmiştir.

9. Taşınmazın 531,28 m²lik kısmı, başvurucu tarafından 7/3/1996 tarihinde bedelsiz olarak kamuya terk edilmiştir. Söz konusu yer yola terk edildikten sonra kalan kısmına yeni numara verilerek 314 ada 1 parsel olarak başvurucu adına tapu kaydı oluşturulmuş ve başvurucu tarafından özel okul yapılmıştır.

10. Yola terk edilen taşınmaz 21/6/2009 tarihli revizyon imar planında özel kültürel tesis alanı olarak ayrıldıktan sonra başvurucu, okulun yenilenmesi ihtiyacına binaen tekrar inşaat izni verilmesi talebiyle Belediyeye başvurmuştur. Belediye, daha önce terk edilen 531,28 m²'lik kısmın satın alınarak özel okul niteliğindeki ana taşınmazla tevhit edilmesi şartıyla ruhsat verilebileceğini belirtmiştir.

11. Bunun üzerine başvurucu 9/11/2010 tarihinde inşaat izni almak için bedelsiz olarak terke zorlandığını ve terk amacının ortadan kalktığını belirterek tevhit şartı konan kısmın bedelsiz olarak kendisine verilmesini Belediyeden talep etmiştir.

12. Talebi reddedilen başvurucu, daha önce terk ettiği kısmın bedelsiz olarak adına tescili talebiyle 21/1/2011 tarihinde Bakırköy 8. Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) tapu iptal ve tescil davası açmıştır.

13. Mahkemece 29/1/2013 tarihinde davanın kabulüne karar verilmiştir. Kararın gerekçesinde, metro ve tramvay hattı ihtiyacı olup olmadığını bilebilecek durumda olan davalı Belediye yetkililerinin objektif iyi niyet (dürüstlük kuralı) ilkesine uymadıkları belirtilmiştir.

14. Temyiz edilen karar, Yargıtay 5. Hukuk Dairesince 12/11/2013 tarihinde bozulmuştur. Kararda 4/11/1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 35. maddesi uyarınca özel parselasyon sonucunda malikin muvafakatıyla kamu hizmet ve tesislerine ayrılmış yerler için eski malikleri tarafından mülkiyet iddiasında bulunulamayacağı gerekçesiyle başvuru konusu yerin bedelsiz olarak talep edilmesinin mümkün olmadığı belirtilmiştir.

15. Mahkemece bozma kararında belirtilen gerekçeye dayanılarak 15/10/2014 tarihinde davanın reddine karar verilmiştir. Temyiz edilen karar, Yargıtay 5. Hukuk Dairesince 8/12/2015 tarihinde onanmıştır. Başvurucunun karar düzeltme istemi de aynı Daire tarafından 13/2/2017 tarihinde reddedilmiştir.

16. Nihai karar, başvurucu vekiline 21/1/2016 tarihinde tebliğ edilmiştir.

17. Başvurucu 19/2/2016 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

18. Konu hakkında ilgili hukuk için bkz. Süleyman Oktay Uras ve Sevtap Uras (B. No: 2014/11994, 9/3/2017, §§ 26-32) kararı.

B. Uluslararası Hukuk

19. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesi şöyledir:

"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."

20. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), kural olarak özel bir kişiye menfaat sağlamak için mülkten yoksun bırakmanın kamu yararı amacı taşımadığını kabul etmiştir (James ve diğerleri/Birleşik Krallık [GK], B. No: 8793/79, 21/2/1986, § 40). Kamu yararı amacının gerçekleştirilmemesi şikâyetiyle ilgili Karaman/Türkiye (B. No: 6489/03, 15/1/2008) kararına konu olay, sağlık merkezi yapılması şartıyla belediyeye bağışlanan taşınmazın bir kısmının şarta aykırı olarak kamu hizmetine tahsis edilmeyerek üçüncü kişilere satılmasına ilişkindir. AİHM, idareye devir anında ortaya konulan şarta aykırı bir şekilde kullanılan taşınmaza ilişkin olarak malikin geri alım hakkının bulunmadığını saptayan Yargıtay kararının taşınmazın kısmen de olsa kamu hizmetine tahsis edilmiş olduğu düşüncesiyle haklılaştırılamayacağını belirtmiştir (Karaman/Türkiye, § 32). AİHM, Yargıtayın kamu hizmetine tahsis edilmemiş olsa bile mülkiyetin el değiştirmiş olması nedeniyle önceki malikin mülkiyet veya tazminat iddiasında bulunamaması sonucunu doğuran 2942 sayılı Kanun'un 35. maddesine ilişkin yorumunun kamu yararının gerekleri ile bireysel hakların korunmasının gereklilikleri arasındaki dengeyi bozduğu kanaatine varmıştır (Karaman/Türkiye, § 33). AİHM sonuç olarak 2942 sayılı Kanun'un 35. maddesine ilişkin uygulamanın Sözleşme'ye ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesiyle uyumlu olmadığı sonucuna ulaşmıştır (Karaman/Türkiye, § 34).

21. Beneficio Cappella Paolini/Malta (B. No: 40786/98, 13/7/2004) kararına konu olayda başvurucunun 7/3/1985 tarihinde kamulaştırılan taşınmazı kısmen kamu yararı amacı doğrultusunda kullanılmıştır. Başvurucunun 16/2/1987 tarihinde taşınmazın kullanılmayan kısmının iade edilmesi için idareye yaptığı başvuru ise reddedilmiştir. Bunun üzerine başvurucunun 10/11/1988 tarihinde açtığı dava da derece mahkemelerince reddedilmiştir. AİHM olayda kamulaştırma yönteminin tartışma konusu olmadığını, ilgili kanun hükümlerinin uygulanarak tazminatın başvurucuya ödendiğini belirtmiştir. Ancak AİHM'e göre kamulaştırılan taşınmazın yalnızca bir bölümünün kamu yararı amacına kullanılması ve kullanılmayan bölümünün iadesi yönünde kanuni bir düzenlemenin bulunmaması mülkiyet hakkına saygı bakımından önemli bir sorun teşkil etmektedir (Beneficio Cappella Paolini/Malta, § 33).

22. AİHM; böyle bir davada kamulaştırmanın bireyin mülkünden elde edilen gelirden yoksun bırakılmasına yol açtığını, bu yoksun bırakmanın ise kamu yararına dayalı meşru bir amacının bulunmaması durumunda Sözleşme'ye ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesindeki güvencelere aykırı olarak mülk sahibinin aşırı bir külfete katlanmasına sebep olduğunu kabul etmiştir. AİHM, 1985 yılında yapılan kamulaştırma ve 1987 yılında idarenin başvuruyu reddi sırasında kamu yararı mevcut olsa da aradan geçen sürede taşınmazın hâlen kamulaştırma amacı doğrultusunda kullanılmadığını özellikle vurgulamıştır (Beneficio Cappella Paolini/Malta, § 33). AİHM'e göre bu sebeple başvurucunun mülkiyet hakkı ile kamu yararı arasında olması gereken adil denge başvurucu aleyhine bozulmuştur (Beneficio Cappella Paolini/Malta, §§ 33, 34).

23. Motais de Narbonne/Fransa (B. No: 48161/99, 2/7/2002) kararına konu olayda bir sosyal konut projesi için taşınmazın kamulaştırılması söz konusudur. Ancak bu taşınmaz üzerinde, kamulaştırma tarihinden itibaren on dokuz yıl geçmesine rağmen belirtilen kamu yararı amacı çerçevesinde herhangi bir inşaat yapılmamıştır. AİHM'e göre Sözleşme'ye ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesi, taraf devletleri bireylerin rızası dışında yoksun bırakıldıkları taşınmazlarının arazi spekülasyonuna yol açacak şekilde uzun bir süre kamu yararı amacıyla kullanılmadan tutulmak suretiyle yoksun bırakılması riskinden korumaya zorlamaktadır. Kararda, bu geçen sürede taşınmazın değerinde önemli miktarda bir değer artışı yaşandığına dikkat çekilmiştir (Motais de Norbonne/Fransa, § 21). AİHM sonuç olarak on dokuz yıl boyunca kamulaştırmanın dayandığı kamu yararına ilişkin projenin uygulanmaması sonucu bu zaman diliminde meydana gelen artı değerden başvurucunun yoksun bırakılmasının başvurucuya aşırı bir külfet yüklediğini belirterek mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir (Motais de Norbonne/Fransa, §§ 16-23).

24. Bu kapsamda değinilecek diğer bir karar Keçecioğlu ve diğerleri/Türkiye (B. No: 37546/02, 8/4/2008) kararıdır. Bu olayda uyuşmazlık konusu taşınmaz büyükşehir belediyesince yapılan bir imar uygulaması çerçevesinde 1992 yılında kamulaştırılmıştır. Başvurucular 27/10/1997 tarihinde 2942 sayılı Kanun'un 23. maddesine dayalı olarak büyükşehir belediyesine tapu iptali ve tescil davası açmışlardır. Başvurucular, taşınmazın kamu yararı amacı doğrultusunda kullanılmadığını ileri sürmüşlerdir. İlk derece mahkemesinin davanın kabulüne ilişkin kararı, imar planındaki projenin gerçekleştirilebileceğine vurgu yapılarak Yargıtayca bozulmuştur. Davanın reddine ilişkin hüküm Yargıtayca 5/2/2002 tarihinde onanmıştır (Keçecioğlu ve diğerleri/Türkiye, §§ 4-18).

25. AİHM ilk olarak kamulaştırmanın yöntemince yapıldığının taraflar arasında tartışma konusu olmadığını ancak asıl şikâyet konusunun aradan yirmi bir yıl geçmesine rağmen hâlen kamu yararı amacına uygun çalışmalara tahsis edilmemesi olduğunu vurgulamıştır (Keçecioğlu ve diğerleri/Türkiye, § 25). Buna göre taşınmaza ilişkin olarak kamulaştırma kararı verilmesinin üzerinden yirmi bir yıl geçmesine rağmen mülkten yoksun bırakmaya esas teşkil eden kamu yararına yönelik proje hayata geçirilmemiştir. AİHM, taşınmazın kamulaştırma amacına uygun düzenlemeler için kullanılmamasının başvurucuların mülkiyet hakları bakımından önemli sorunlara yol açtığını belirtmiştir. AİHM'e göre böyle bir kamulaştırma artık kamu yararına ilişkin bir gerekçeye dayanmayıp başvurucuların söz konusu taşınmazın artı değerinden mahrum kalmalarına neden olmaktadır. AİHM somut olayda da yirmi bir yıl geçtiği hâlde taşınmazın kamulaştırma amacı doğrultusunda kullanılmadığını belirterek kamu yararı amacının gerçekleşmediği ve kamu yararı ile başvurucuların hakları arasındaki adil dengenin bozulduğu sonucuna varmıştır (Keçecioğlu ve diğerleri/Türkiye, §§ 26-28).

V. İNCELEME VE GEREKÇE

26. Mahkemenin 29/5/2019 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

27. Bireysel başvurular sonrasında 31/7/2018 tarihli ve 30495 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan 25/7/2018 tarihli ve 7145 sayılı Kanun'un 20. maddesiyle 9/1/2013 tarihli ve 6384 sayılı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Yapılmış Bazı Başvuruların Tazminat Ödenmek Suretiyle Çözümüne Dair Kanun'a geçici madde eklenmiştir.

28. 6384 sayılı Kanun'a eklenen geçici maddeye göre yargılamaların uzun sürmesi, yargı kararlarının geç veya eksik icra edilmesi ya da icra edilmemesi şikâyetiyle Anayasa Mahkemesine yapılan ve bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla Anayasa Mahkemesi önünde derdest olan bireysel başvuruların başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle verilen kabul edilemezlik kararının tebliğinden itibaren üç ay içinde yapılacak müracaat üzerine Adalet Bakanlığı İnsan Hakları Tazminat Komisyonu Başkanlığı (Tazminat Komisyonu) tarafından incelenmesi öngörülmüştür.

29. Ferat Yüksel (B. No: 2014/13828, 12/9/2018) kararında Anayasa Mahkemesi yargılamaların makul sürede sonuçlandırılmadığı ya da yargı kararlarının geç veya eksik icra edildiği ya da hiç icra edilmediği iddiasıyla 31/7/2018 tarihinden önce gerçekleştirilen bireysel başvurulara ilişkin olarak Tazminat Komisyonuna başvuru yolunun ilk bakışta ulaşılabilir ve ihlal iddialarıyla ilgili başarı şansı sunma ve yeterli giderim sağlama kapasitesi olduğunu değerlendirmiştir. Buna göre Tazminat Komisyonuna başvuru yolu tüketilmeden yapılan başvurunun incelenmesinin bireysel başvurunun ikincil niteliği ile bağdaşmayacağı sonucuna vararak başvuru yollarının tüketilmemiş olması nedeniyle kabul edilemezlik kararı vermiştir (Ferat Yüksel, §§ 27-36).

30. Mevcut başvuruda söz konusu karardan ayrılmayı gerektiren bir durum bulunmamaktadır.

31. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

B. Mülkiyet Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucunun İddiaları

32. Başvurucu, inşaat izni alabilmek için Belediyenin şart koşması nedeniyle bedelsiz olarak yola terk ettiği taşınmazın uzun süre terk amacına uygun kullanılmamasına ve özel kültürel tesis alanına dönüştürülmesine rağmen kendilerine bedelsiz iade edilmemesinden yakınmıştır. Başvurucu sonuç olarak bu gerekçelerle mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

2. Değerlendirme

33. Anayasa'nın iddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

a. Kabul Edilebilirlik Yönünden

34. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

b. Esas Yönünden

i. Mülkün Varlığı

 (1) Genel İlkeler

35. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır (Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, B. No: 2013/1178, 5/11/2015, § 54). Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

36. Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda mülk olarak değerlendirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ve fikrî hakların yanı sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir (Mahmut Duran ve diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60).

37. Mülkiyet hakkı, özel hukukta veya idari yargıda kabul edilen mülkiyet hakkı kavramlarından farklı bir anlam ve kapsama sahip olup bu alanlarda kabul edilen mülkiyet hakkı, yasal düzenlemeler ile yargı içtihatlarından bağımsız olarak özerk bir yorum ile ele alınmalıdır (Hüseyin Remzi Polge, B. No: 2013/2166, 25/6/2015, § 31; Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, § 51).

38. Anayasa'nın 35. maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkı mevcut mal, mülk ve varlıkları koruyan bir güvencedir. Bir kişinin hâlihazırda sahibi olmadığı bir mülkün mülkiyetini kazanma hakkı -kişinin bu konudaki menfaati ne kadar güçlü olursa olsun- Anayasa'yla korunan mülkiyet kavramı içinde değildir. Bu bağlamda belirtmek gerekir ki Anayasa'nın 35. maddesi soyut bir temele dayalı olarak mülkiyete erişmeyi ve mülkiyeti edinmeyi değil mülkiyet hakkını güvence altına almaktadır. Bu hususun istisnası olarak belli durumlarda bir ekonomik değer veya icrası mümkün bir alacağı elde etmeye yönelik meşru bir beklenti Anayasa'da yer alan mülkiyet hakkı güvencesinden yararlanabilir (Kemal Yeler ve Ali Arslan Çelebi, B. No: 2012/636, 15/4/2014, §§ 36, 37; Mehmet Şentürk [GK], B. No: 2014/13478, 25/7/2017, §§ 41, 53; Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, §§ 52-54).

39. Meşru beklenti objektif temelden uzak bir beklenti olmayıp belirli bir kanun hükmüne veya başarılı olma ihtimalinin yüksek olduğunu gösteren yerleşik bir yargı içtihadına ya da ayni menfaatle ilgili hukuki bir işleme dayanan yeterli derecede somut nitelikteki bir beklentidir (Selçuk Emiroğlu, B. No: 2013/5660, 20/3/2014, § 28; Mehmet Şentürk, § 42). Dolayısıyla Anayasa ve Sözleşme'nin ortak koruma kapsamında olan meşru beklentiye dayalı mülkiyet hakkının tespiti mevcut hukuk sisteminde iddia edilen mülkiyet iddiasının tanınmasına bağlı olup bu tespit, mevzuat hükümleri ve yargı kararları ile yapılmaktadır (Üçgen Nakliyat Ticaret Ltd. Şti., B. No: 2013/845, 20/11/2014, § 37). Temelsiz bir hak kazanma beklentisi veya sadece mülkiyet hakkı kapsamında ileri sürülebilir bir iddianın varlığı meşru beklentinin kabulü için yeterli değildir (Kemal Yeler ve Ali Arslan Çelebi, § 37).

 (2) İlkelerin Olaya Uygulanması

40. Somut olaya konu taşınmazın 531,28 m²lik kısmı, başvurucu tarafından 7/3/1996 tarihinde bedelsiz olarak yol amacıyla terk edilmiş ve başvurucu adına olan sicil kaydı terkin edilmiştir.

41. Anayasa Mahkemesi norm denetime ilişkin bir kararında köy ve belediye sınırları içinde kapanmış yollarla yol fazlalarının köy veya belediye namına tescil olunmasını öngören 22/12/1934 tarihli ve 2644 sayılı Tapu Kanun'un 21. maddesinin Anayasa'ya aykırı olmadığı tespitini yaparken rıza gösterilerek yola terk edilen taşınmazların durumunu da değerlendirmiştir (bkz. AYM, E.2011/23, K.2012/3, 12/1/2012). Anayasa Mahkemesi, hukukumuzda bağışlamanın şarta bağlı olarak yapılmasının da mümkün olduğunu hatırlatmış ve malikin bağışladığı taşınmazın yol dışında başka bir amaç için kullanılmamasını istemesi durumunda şarta bağlı bağışlama yapma imkânına sahip olduğunu ifade etmiştir. Gerekçede dolaylı olarak hibeye ilişkin borçlar hukuku hükümlerine atıf yapılmıştır. Gerekçede yapılan açıklamaların aksi ile yorumundan yol şartı ile bağışlanan taşınmazların yol dışındaki bir amaçla kullanılması durumunda bağışlayanın iade hakkının doğacağı sonucuna ulaşılmaktadır (benzer yöndeki bir karar için bkz. Süleyman Oktay Uras ve Sevtap Uras, § 50).

42. Somut olayda ihtilaf konusu taşınmaz, metro güzergâhı ve tramvay hattında kalması nedenine dayalı olarak yol şartıyla Belediyeye terk edilmiş (bağışlanmış) ancak Belediye tarafından özel kültürel tesis alanına dönüştürülmüştür. Bu itibarla söz konusu taşınmaz yönünden başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi kapsamında mülkünün varlığında bir tereddüt bulunmamaktadır.

ii. Müdahalenin Varlığı ve Türü

43. Somut olayda, yol yapılması amacıyla Belediyeye terk edilen taşınmazın uzun süre bu amaçla kullanılmayıp imar durumunun özel kültürel tesis alanına dönüştürülmesinin mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiği kuşkusuzdur.

44. Başvurucunun yol yapımı şartıyla bağışladığı taşınmazın Belediye tarafından şarta uygun bir şekilde yol olarak kullanılmayıp özel kültürel tesis alanına dönüştürülmesinin mülkten yoksun bırakma olarak değil mülkiyetten barışçıl yararlanma hakkına müdahale kapsamında değerlendirilmesi gerektiği sonucuna ulaşılmaktadır (benzer yöndeki bir karar için bkz. Süleyman Oktay Uras ve Sevtap Uras, § 63).

iii. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

45. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

46. Anayasa’nın 35. maddesinde, mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş; bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 62).

 (1) Kanunilik

47. Mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerde ilk incelenmesi gereken ölçüt kanuna dayalı olma ölçütüdür. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır. Müdahalenin kanuna dayalı olması, iç hukukta müdahaleye ilişkin yeterince ulaşılabilir, belirli ve öngörülebilir kuralların bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44; Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49; Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55).

48. Somut olayda başvurucu tarafından açılan tapu kaydının iptali ve tescil davası, 2942 sayılı Kanun'un 35. maddesine dayanılarak reddedilmiştir. Dolayısıyla başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin 2942 sayılı Kanun'un 35. maddesine dayandığı anlaşıldığından müdahalenin kanuni bir dayanağının bulunduğu kuşkusuzdur.

 (2) Meşru Amaç

49. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı, mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılması imkânı vermekle bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu anlamda bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır. Kamu yararı kavramı, devlet organlarının takdir yetkisini de beraberinde getiren bir kavram olup objektif bir tanıma elverişli olmayan bu ölçütün her somut olay temelinde ayrıca değerlendirilmesi gerekir (Nusrat Külah, B. No: 2013/6151, 21/4/2016, §§ 53, 56; Yunis Ağlar, B. No: 2013/1239, 20/3/2014, §§ 28, 29).

50. Bağışlanan taşınmazın yol olarak tahsis edilmesinin kamu yararına yönelik olduğunda kuşku bulunmamaktadır. Ancak 21/6/2009 tarihli revizyon imar planında söz konusu taşınmazın imar durumu özel kültürel tesis alanı biçiminde değiştirilmiştir. Somut olayda müdahalenin niteliğini ve olayın koşullarını dikkate alan Anayasa Mahkemesi, meşru amaç unsurunu müdahalenin ölçülülüğü ile birlikte sorgulayarak sonuca varacaktır (benzer yöndeki bir karar için bkz. Süleyman Oktay Uras ve Sevtap Uras, § 75).

 (3) Ölçülülük

 (a) Genel İlkeler

51. Son olarak kamu makamlarınca başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyle gerçekleştirilmek istenen amaç ile bu amacı gerçekleştirmek için kullanılan araçlar arasında makul bir ölçülülük ilişkisinin olup olmadığı değerlendirilmelidir.

52. Ölçülülük ilkesi elverişlilikgereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2014/176, K.2015/53, 27/5/2015; E.2016/13, K.2016/127, 22/6/2016, § 18; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 38).

53. Orantılılık ilkesi gereği kişilerin mülkiyet hakkının sınırlandırılması hâlinde elde edilmek istenen kamu yararı ile bireyin hakları arasında adil bir dengenin kurulması gerekmektedir. Bu adil denge, başvurucunun şahsi olarak aşırı bir yüke katlandığının tespit edilmesi durumunda bozulmuş olacaktır. Müdahalenin orantılılığını değerlendirirken Anayasa Mahkemesi bir taraftan ulaşılmak istenen meşru amacın önemini, diğer taraftan da müdahalenin niteliğini, başvurucunun ve kamu otoritelerinin davranışlarını gözönünde bulundurarak başvurucuya yüklenen külfeti dikkate alacaktır (Arif Güven, B. No: 2014/13966, 15/2/2017, §§ 58, 60; Osman Ukav, B. No: 2014/12501, 6/7/2017, § 71).

54. Anayasa’nın kamulaştırmayı düzenleyen 46. maddesine göre devlet ve kamu tüzel kişileri tarafından yapılabilmesi, kamu yararının bulunması, kamulaştırma kararının kanunda gösterilen esas ve usullerine uyulması, gerçek karşılığın kural olarak peşin ve nakden ödenmesi kamulaştırmanın anayasal ögeleridir. Temel unsurunun kamu yararı olduğu kabul edilen kamulaştırma, özel mülkiyet alanına devletin bir müdahalesidir. Kamulaştırma işlemi, taşınmaza el koymaya zorunlu kalındığında kamu yararının özel mülkiyet hakkından üstün tutulduğu durumlarla sınırlı olarak ve Anayasa'da belirlenen usul güvenceleri izlenerek yapıldığında hukuka uygun sayılır (AYM, E.2017/110, K.2017/133, 26/7/2017, § 11).

 (b) İlkelerin Olaya Uygulanması

55. Somut olayın elverişlilik ve gereklilik kriterlerinin tartışılmasını gerektiren bir yönü bulunmamaktadır. Asıl tartışılması gereken husus, müdahalenin orantılı olup olmadığıdır.

56. Ölçülülüğün üçüncü alt ilkesi olan orantılılık, kamu yararının korunması ile bireyin hak ve özgürlükleri arasında adil bir dengenin sağlanmasını gerektirmektedir. Öngörülen tedbirin maliki olağan dışı ve aşırı bir yük altına sokması durumunda müdahalenin orantılı ve dolayısıyla ölçülü olduğundan söz edilemez. Bu itibarla uygulanan tedbirle başvuruculara aşırı ve orantısız bir yük yüklenip yüklenmediğinin tespiti gerekmektedir.

57. Bu aşamada belirtmek gerekir ki taşınmazın kamulaştırma amacı dışında kullanılmakla birlikte kamu yararına yönelik başka bir ihtiyaç için tahsis edilmesi hâlinde yine kamu yararı amacının mevcut olduğu ancak sadece sebebinin değişmiş olduğu kabul edilmelidir. Diğer taraftan Anayasa Mahkemesinin daha önce Habibe Kalender ve diğerleri(B. No: 2013/3845, 1/12/2015) kararında açıklandığı üzere taşınmazın kamulaştırma amacına uygun bir şekilde tahsis edilmesinden sonra bu ihtiyaca lüzum kalmaması nedeniyle farklı amaçlarla kullanılması da somut olayın koşullarına bağlı olarak mülkiyet hakkının gerekliliklerine bir aykırılık teşkil etmez (Habibe Kalender ve diğerleri, §§ 45, 48).

58. Yukarıda da değinildiği üzere inşaat izni için yola terke sebebiyet verilen tarihte kamu yararının soyut olarak bulunması yeterli olmayıp ayrıca bu doğrultuda amacın somut olarak gerçekleştirilmesi de beklenmektedir (benzer yöndeki bir karar için bkz. Derya Alpdoğan ve diğerleri, B. No: 2015/6845, 31/10/2018, § 51).

59. Olayda başvurucu, maliki olduğu taşınmazı yol yapılması şartıyla Belediyeye bağışlamış ancak Belediye tarafından yapılan imar planı değişiklikleriyle taşınmaz özel kültürel tesis alanına dönüştürülmek suretiyle bağış vaadi sözleşmesinde belirtilen mükellefiyet ihlal edilmiştir. Bu mükellefiyetin ihlali başvurucu acısından taşınmazın iadesi yönünde meşru bir beklenti yaratmıştır. İncelenen başvuruda Anayasa'nın 13. maddesi uyarınca yapılan ölçülülük değerlendirmesi yönünden hukuki sorunun 2942 sayılı Kanun'un 35. maddesi hükmünün malikin rızasıyla kamu hizmetlerinde kullanılmak üzere kamuya terk edilen taşınmazların kamu yararı dışındaki amaçlarla kullanılması durumunda dahi taşınmazın malike iadesine engel teşkil ettiği biçimindeki yerleşik yargısal içtihattan kaynaklandığı görülmektedir (benzer yönde bir karar için bkz. Süleyman Oktay Uras ve Sevtap Uras, § 80).

60. Başvuru konusu olayda bedelsiz yola terk edilen ve sonrasında özel kültürel tesis alanı hâline getirilen taşınmazın bağışlayana iade edilebilmesi için bedelinin ödenmesi şartının getirilmesinin başvurucuya önemli bir külfet yüklediği tartışmasızdır. Yol şartıyla bağışlanan taşınmazın özel kültürel tesis alanına dönüştürülerek bundan elde edilecek ekonomik menfaatin Belediyeye ait olması devlete güven ilkesini zedeleyici sonuçlar doğurmaktadır (benzer yöndeki bir karar için bkz. Süleyman Oktay Uras ve Sevtap Uras, § 81).

61. Somut olayda terk tarihinden bu yana geçen sürenin uzunluğu ve terk edilen taşınmazın bu süre içinde terk amacına uygun kullanılıp kullanılmadığı değerlendirilmeden sadece 2942 sayılı Kanun'un 35. maddesine dayanılarak dava reddedilmiştir. Hâlbuki olayda başvurucunun taşınmazı terk amacına uygun kullanılmadığı gibi ilgili kanun hükümleri çerçevesinde iade de edilmemiştir. Dolayısıyla somut olayda aradan on üç yıl geçtiği hâlde taşınmazın terk amacı doğrultusunda kullanılmaması nedeniyle kamu yararı amacı gerçekleştirilmemiştir. Buna göre taşınmazın makul sayılamayacak bir süre terk amacı doğrultusunda kullanılmamasının ilgili kamu yararı amacı da ortadan kalktığına göre müdahalenin başvurucuya aşırı ve olağan dışı bir külfet yüklediği, kamu yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunması arasındaki adil dengenin başvurucu aleyhine bozulduğu sonucuna varılmıştır.

62. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

C. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

63. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 50. maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:

 “(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

64. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında, ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağının belirlenmesi hususunda genel ilkeler belirlenmiştir.

65. Buna göre bireysel başvuru kapsamında bir temel hak ve hürriyetin ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural, mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle devam eden ihlalin durdurulması, ihlale konu kararın veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, § 55).

66. Anayasa Mahkemesi ihlalin ve sonuçlarının nasıl giderileceğine hükmederken idarenin, yargısal makamların veya yasama organının yerine geçerek işlem tesis edemez. Anayasa Mahkemesi, ihlalin ve sonuçlarının nasıl giderileceğine hükmederek gerekli işlemlerin tesis edilmesi için kararı ilgili mercilere gönderir (Mehmet Doğan, § 56).

67. İhlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilmeden önce ihlalin kaynağının belirlenmesi gerekir. Buna göre ihlal; idari eylem ve işlemler, yargısal işlemler veya yasama işlemlerinden kaynaklanabilir. İhlalin kaynağının belirlenmesi, uygun giderim yolunun belirlenebilmesi bakımından önem taşımaktadır (Mehmet Doğan, § 57).

68. İhlalin idari eylem ve işlemden kaynaklandığı durumlarda 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (1) numaralı fıkrası uyarınca Anayasa Mahkemesi, her somut olayın koşullarını dikkate alarak yapılması gerekenlere hükmeder. İdari eylem ve işleme karşı başvurulacak kanun yolları varsa ve bu yollar tüketildikten sonra yapılan bireysel başvurunun incelenmesi sonucu ihlal tespiti yapılmışsa yeniden yargılama yoluyla ilgili mahkemenin tespit edilen ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırma imkânının bulunduğu durumlarda kararın bir örneğinin ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmedilebilir.

69. Anayasa Mahkemesince ihlalin tespit edildiği hâllerde yargılamanın yenilenmesinin gerekliliği hususundaki takdir derece mahkemelerine değil ihlalin varlığını tespit eden Anayasa Mahkemesine bırakılmıştır. Derece mahkemeleri ise Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında belirttiği doğrultuda ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yapmakla yükümlüdür (Mehmet Doğan, § 59).

70. Bu bağlamda derece mahkemesinin öncelikle yapması gereken şey, bir temel hak veya özgürlüğü ihlal ettiği veya idari makamlar tarafından bir temel hak veya özgürlüğe yönelik olarak gerçekleştirilen ihlali gideremediği tespit edilen önceki kararını kaldırmaktır. Derece mahkemesi, kararın kaldırılmasından sonraki aşamada ise Anayasa Mahkemesi kararında tespit edilen ihlalin sonuçlarını gidermek için gereken işlemleri yapmak durumundadır (Mehmet Doğan, § 60).

71. Başvurucu, maddi tazminat ve yeniden yargılama yapılması talebinde bulunmuştur.

72. Anayasa Mahkemesi, başvurucunun mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Dolayısıyla somut başvuruda, ihlalin idari işlemden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte idare tarafından yol açılan ihlale yönelik olarak etkili bir hukuk yolunun mevcut olduğu ancak başvurucunun açtığı davanın reddedilmekle ihlalin sonuçlarının giderilmemiş olduğu görülmektedir.

73. Bu durumda somut başvuru bakımından ihlalin idari işlemden kaynaklandığı tespit edilmekle birlikte yeniden yargılama yoluyla derece mahkemelerinin tespit edilen ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırma imkânının bulunduğu anlaşılmakla kararın bir örneğinin ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Bakırköy 8. Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekir.

74. Buna göre yapılacak yeniden yargılama ise 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda derece mahkemelerince yapılması gereken iş, öncelikle ihlale yol açan mahkeme kararının ortadan kaldırılması ve nihayet ihlal sonucuna uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere ilgili mahkemelere gönderilmesine karar verilmesi gerekir.

75. Yeniden yargılama yapılmasına karar verilmesi ihlalinin sonuçları bakımından yeterli bir giderim oluşturduğundan başvurucunun tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerekir.

76. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 239,50 TL harç ve 2.475 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.714,50 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. 1. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,

2. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Bakırköy 8. Asliye Hukuk Mahkemesine (E.2014/302, K.2014/505) GÖNDERİLMESİNE,

D. Başvurucunun tazminat taleplerinin REDDİNE,

E. 239,50 TL harç ve 2.475 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.714,50 TL yargılama giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE,

F. Ödemelerin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 29/5/2019 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

İBRAHİM YILDIZ BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2016/14176)

 

Karar Tarihi: 7/11/2019

R.G. Tarih ve Sayı: 11/12/2019-30975

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

Başkan

:

Hasan Tahsin GÖKCAN

Üyeler

:

Burhan ÜSTÜN

 

 

Hicabi DURSUN

 

 

Yusuf Şevki HAKYEMEZ

 

 

Selahaddin MENTEŞ

Raportör

:

Heysem KOCAÇİNAR

Başvurucu

:

İbrahim YILDIZ

Vekili

:

Av. Filiz AYKAN

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, yapılan kanuni düzenlemenin geriye yürütülerek hak sahipliğinin iptal edilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 1/8/2016 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüş bildirmemiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

A. Başvuru Konusu Olayın Arka Planı

8. Başvurucuya ait işyeri 17/8/1999 tarihinde meydana gelen depremde ağır hasar görmüştür.

9. 15/5/1959 tarihli ve 7269 sayılı Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun hükümleri uyarınca Bayındırlık ve İskân Bakanlığı tarafından inşa edilen 331 ada B Blok 6 numaralı işyeri başvurucuya tahsis edilmiştir.

10. Başvurucu ile T.C. Ziraat Bankası A.Ş. (Banka) arasında borçlanma senedi düzenlenmiştir.

11. 7269 sayılı Kanun uyarınca başvurucu ile Banka arasında düzenlenen borçlanma sözleşmesinin 1. maddesinde borçlanılan meblağın yıllık taksitler hâlinde sekiz yılda ödeneceği ve her yıla ait taksitin en geç aralık ayının 31. gününde ödeneceği hüküm altına alınmıştır.

12. Aynı sözleşmenin 4. maddesinde borcun düzenli olarak ödenmemesi hâlinde Banka tarafından borçlu hakkında 9/6/1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu'nun 45. maddesi uyarınca ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla takip yapılacağı kararlaştırılmıştır.

13. Taşınmaz, başvurucuya 22/9/2003 tarihinde teslim edilmiş ve 11/12/2007 tarihinde başvurucu adına tapuya tescil edilmiştir.

14. Taşınmazın teslim tarihi esas alınarak taksitler 2006 yılında başlatılmıştır. Başvurucu, ilk taksiti 26/12/2007, ikinci taksiti 31/10/2008, üçüncü taksiti 22/11/2011, dördüncü ve beşinci taksitleri de 25/12/2012 tarihlerinde ödemiştir.

15. Bu arada 4/7/2012 tarihli ve 6353 sayılı Kanun'un 2. maddesi ile 7269 sayılı Kanun'a eklenen geçici 23. madde 12/7/2012 tarihli ve 28351 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.

16. Kocaeli Valiliği 12/7/2012 tarihinde yürürlüğe giren 7269 sayılı Kanun'un geçici 23. maddesi uyarınca başvurucunun maddenin yürürlüğe girdiği tarihe kadar üst üste üç taksiti ödemediği gerekçesiyle 6/12/2013 tarihinde hak sahipliğini iptal etmiştir.

B. Başvuruya Konu Yargılama Süreci

17. Başvurucu 23/13/2013 tarihli dilekçesiyle ödenmeyen borçların 2011 ve 2012 yıllarına ait olup 2013 yılına ilişkin borcun ödeme süresinin dolmaması nedeniyle iddia edildiği gibi üç taksitin ödenmemesi durumunun söz konusu olmadığını, ayrıca borçlanma senedinde bu yönde bir hüküm bulunmadığını ileri sürerek işlemin iptalini istemiştir.

18. Kocaeli 1. İdare Mahkemesi 16/9/2014 tarihli karar ile davanın reddine karar vermiştir. Mahkeme anılan kararında 2003-2004 yıllarında teslim edilen taşınmazlara ilişkin ödemenin 2006 yılında başladığını, buna göre başvurucunun ödemeleri zamanında gerçekleştirmediğini, 7269 sayılı Kanun'un yürürlüğe girdiği 12/7/2012 tarihi itibarıyla 4., 5. ve 6. taksitlerin süresi geçmesine rağmen ödenmediğini belirterek üst üste üç taksitin ödenmemesi şartının gerçekleştiğine dikkat çekmiştir.

19. Temyiz edilen hüküm, Danıştay Ondördüncü Dairesinin 2/3/2016 tarihli onama ve 7/6/2016 tarihli karar düzeltme isteğinin reddi kararlarıyla kesinleşmiştir.

20. Nihai karar 15/7/2016 tarihinde başvurucu vekiline tebliğ edilmiştir.

21. Başvurucu 1/8/2016 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

22. 7269 sayılı Kanun’un 40. maddesinin ilgili kısımları şöyledir:

 “Bu Kanuna göre arsa olarak dağıtılan veya üzerinde bina inşa edilen taşınmaz mallar, hak sahiplerine borçlandırma senetleri imza ettirilmek sureti ile verilir.

...

Borçlandırma bedelleri, konut, konut inşası, arsa ve sair yardımlarda en az 20 ve en çok 30; dükkan ve fırın gibi yerler için yapılan yardımlarda ise,en az 5 ve on çok 15 yılda ve eşit taksitler halinde tahsil edilerek fon hesabına yatırılır.

İlk taksit, ihaleli ve emanet işlerinde inşaatların bitirilip hak sahiplerine teslimi tarihinden itibaren iki yıl sonra, Evini Yapana Yardım Yönteminde ve orta hasarlı konut ve işyerlerinin onarımında ise son kredi diliminin hak sahibine ödendiği tarihten itibaren iki yıl sonra başlar.

Vadesinde ödenmeyen taksitlere dair borç, gecikilen her gün için yıllık % 5 gecikme faizi ile tahsil olunur. Vadesinden önce iki yıllık taksitten az olmamak kaydı ile mevcut borcu defaten ödeyenhak sahibininborcu % 20 indirime tâbi tutulur.

Üstüste üç yıl taksidini ödemeyenlerin borçları muacceliyet kesbedeceği gibi, borcun tamamı ödenmeden taşınmaz malların başkalarına satılması halinde de borcun tamamı muacceliyet kesbeder. Bu hükmün uygulanmasında maliyet bedelinden yapılan indirimler tekrar borca eklenmek suretiyle hesaba katılır. Özel afet kanunlarına göre yapılan binalar hakkında da bu fıkra hükmü uygulanır.

Muacceliyet kesbeden hesaplar bankaca kendi usul ve mevzuatına göre takip edilir. Satışa çıkarılan taşınmaz mallara istekli çıkmadığı takdirde, banka en son yapılan satışta, takdir edilen kıymetin % 50 sine (Yüzde ellisine) kadar ihaleye iştirak ederek fon hesabına satın alabilir.”

23. 7269 sayılı Kanun’un 12/7/2012 tarihinde yürürlüğe giren geçici 23. maddesi şöyledir:

 “17 Ağustos 1999 ve 12 Kasım 1999 tarihlerinde meydana gelen depremler sonucunda işyerlerinin ağır hasar görmesi nedeniyle bireysel borçlanmada bulunmuş veya bulunmamış hak sahiplerinden üst üste üç taksidini ödememiş olanların veya taksitlerini ödemekle birlikte kendi istekleriyle hak sahipliğinden vazgeçtiklerini bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren üç ay içerisinde yazılı olarak beyan edenlerin hak sahipliği, il idare kurulu kararıyla düşürülür ve bu iş yerleri tapu sicilinde Hazine adına tescil edilir. Hak sahipliği düşürülenlerden tazminat alınmaz. Hak sahipliğinin düşürüldüğü tarihe kadar hak sahipleri tarafından ödenen tutar, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı tarafından kanuni faizi ile birlikte hak sahibine geri ödenir.''

B. Uluslararası Hukuk

24. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) Dimopulos/Türkiye (B. No: 37766/05, 2/4/2019) kararına konu olayda, başvurucunun zilyetliğe dayalı olarak miras yoluyla edindiğini iddia ettiği Gökçeada'da sit alanı kapsamında bulunan bir taşınmaz yargılama sırasında yapılan bir kanun değişikliği sonucu Hazine adına tespit edilmiştir. AİHM sonuç olarak kanunun geriye yürütülerek uygulanmasının meşru bir gerekçesinin gösterilemediğini belirterek adil yargılanma hakkı bağlamında silahların eşitliği ilkesinin ihlal edildiğine karar vermiştir (Dimopulos/Türkiye, §§ 29-41).

25. Benzer şekilde Kamoy Radyo Televizyon Yayıncılık ve Organizasyon A.Ş./Türkiye (B. No: 19965/06, 16/4/2019) başvurusunda da başvurucu medya şirketi, devam eden yargılama sırasında yapılan bir kanun değişikliği ile tescilli markası yönünden üçüncü tarafa hakkı olmadığı hâlde bir ayrıcalık tanındığından yakınmış ve mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Mülkün varlığını kabul eden AİHM, yargılama sırasında yürürlüğe giren kanunun geriye dönük olarak uygulandığını belirterek müdahalenin mevcut olduğu sonucuna varmıştır. AİHM, müdahalenin kanuni dayanağının olduğunun taraflarca kabul edildiğini ancak meşru amacının tartışmalı olduğunu belirtmiştir. AİHM olayda başvurucu şirketin kanuna aykırı kullanımı önlemek için açtığı davada bu önlemenin sağlanmayarak daha güçlü bir medya organının bu markayı kullanmasına izin verildiğini belirtmiştir. AİHM bunun ise sonradan yürürlüğe giren bir kanun hükmünün uygulanmasıyla mümkün olduğunu vurgulamıştır. AİHM başvurucunun markayı son kullanımından itibaren beş yıl geçmiş olsa dahi Yargıtayın buna dayanmadığını ve sonra çıkan kanunu uyguladığını belirtmiştir. AİHM ayrıca Anayasa Mahkemesi tarafından 31/1/2008 tarihli kararla bu hükmün kamu yararı amacına uygun olmadığı ve mülkiyet hakkını ihlal ettiği gerekçesiyle iptal edildiğini ifade etmiştir. AİHM sonuç olarak başvurucu şirket ile rakip medya grubu arasındaki uyuşmazlığın çözümüne ilişkin kanun ile yapılan geriye dönük müdahalenin hukukun üstünlüğü ilkesi çerçevesinde kamu yararına uygun olduğunun Hükûmet tarafından gösterilemediğine vurgu yaparak mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir (Kamoy Radyo Televizyon Yayıncılık ve Organizasyon A.Ş./Türkiye, §§ 37-52).

V. İNCELEME VE GEREKÇE

26. Mahkemenin 7/11/2019 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü

27. Başvurucu; gerçekleşen depremde işyerinin ağır hasar görmesi üzerine 7269 sayılı Kanun uyarınca inşa edilen taşınmazda borçlanma suretiyle hak sahibi olduğunu, söz konusu hak sahipliği nedeniyle muaccel hâle gelen yedi taksitten beşini ödediğini belirtmiş, 2013 yılına ait taksitin son ödeme tarihinin 31/12/2013 olup üst üste ödenmeyen üç taksitten söz edilemeyeceğinden yakınmıştır.

28. Başvurucu 12/7/2012 tarihinde yürürlüğe giren ve üst üste üç taksitin ödenmemesi hâlinde hak sahipliğinin iptaline olanak tanıyan kanun hükmünün geçmişe etkili olarak uygulanamayacağını ve hükmün geçmişe etkili olarak uygulanmasının öngörülemez nitelikte olup mülkiyet hakkını ihlal ettiğini ileri sürmüştür.

B. Değerlendirme

29. Anayasa'nın iddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

30. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

a. Mülkün Varlığı

31. Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Başvuru konusu olayda el atılan taşınmazın tahsis neticesinde tapuda başvurucu adına kayıtlı olduğu anlaşıldığına göre mülkün varlığında bir tereddüt bulunmamaktadır.

b. Müdahalenin Varlığı ve Türü

32. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma ve ondan tasarruf etme, onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).

33. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

34. Somut olayda başvurucunun 7269 sayılı Kanun uyarınca elde etmiş olduğu hak sahipliği nedeniyle tapuda adına tescil edilen bir taşınmaz bulunmaktadır. Hak sahipliğinin iptaliyle başvurucu adına olan tapu kaydı yolsuz hâle gelmiştir. Bu durumda hak sahipliğinin iptal edilmesinin mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiği kuşkusuzdur. Ancak başvurucuya ait tapu kaydı henüz iptal edilmemiş olduğundan başvurucunun mülkünden yoksun bırakılması söz konusu değildir. Başvurucunun hak sahipliğinin iptali şeklindeki müdahalenin mülkiyetin kullanımının kontrolü veya düzenlenmesi niteliği taşımadığı da açıktır. Bu olayda hak sahipliğinin iptaliyle başvurucunun taşınmazı ile ilgili olarak hukuki tasarruflarda bulunma yetkisi sınırlandırıldığına göre başvurunun mülkiyetten barışçıl yararlanma hakkına müdahaleye ilişkin genel kural çerçevesinde incelenmesi gerekir.

c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

35. Anayasa’nın 13. maddesi şöyledir:

 “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”

36. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir(Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

i. Kanunilik

37. Mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerde ilk incelenmesi gereken ölçüt, hukuka dayalı olma ölçütüdür. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır. Müdahalenin hukuka dayalı olması, iç hukukta müdahaleye ilişkin yeterince ulaşılabilir ve öngörülebilir kuralların bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44).

38. Somut olayda başvuruya konu hak sahipliğinin iptali kararının 7269 sayılı Kanun'un geçici 23. maddesine göre verildiği anlaşılmaktadır. Söz konusu kanun hükümlerinin açık, ulaşılabilir ve öngörülebilir mahiyette olduğu dikkate alındığında başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuna dayandığı kuşkusuzdur.

ii. Meşru Amaç

39. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı, mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılması imkânı vermekle bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu anlamda bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır. Kamu yararı kavramı, devlet organlarının takdir yetkisini de beraberinde getiren bir kavram olup objektif bir tanıma elverişli olmayan bu ölçütün her somut olay temelinde ayrıca değerlendirilmesi gerekir (Nusrat Külah, B. No: 2013/6151, 21/4/2016, §§ 53, 56; Yunis Ağlar, B. No: 2013/1239, 20/3/2014, §§ 28, 29).

40. 7269 sayılı Kanun, ek düzenleme öncesinde borç senedine bağlanan taksitlerin ödenmemesi hâlinde 2004 sayılı Kanun hükümleri uyarınca yapılacak takip ile alacağın tahsilini öngörmüştür. 12/7/2012 tarihinde yürürlüğe giren geçici 23. madde ise taksitlerin düzenli olarak ödenmesini sağlamak amacıyla üst üste üç taksitin ödenmemesi hâlini hak sahipliğinin iptal nedeni olarak düzenlemiştir. Kamuya ait bir alacağın taahhüt edildiği üzere düzenli olarak ödenmesi ve kamu zararının oluşmasına engel olmaya yönelik hedefleri dikkate alındığında bu düzenleme uyarınca yapılan müdahalenin kamu yararına dayalı meşru bir amacının olduğu kuşkusuzdur.

iii. Ölçülülük

 (1) Genel İlkeler

41. Son olarak kamu makamlarınca başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyle gerçekleştirilmek istenen amaç ile bu amacın gerçekleştirilmesi için kullanılan araçlar arasında makul bir ölçülülük ilişkisinin olup olmadığı değerlendirilmelidir.

42. Ölçülülük ilkesi elverişlilikgereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2014/176, K.2015/53, 27/5/2015; E.2016/13, K.2016/127, 22/6/2016, § 18; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, § 38).

43. Orantılılık ilkesi gereği kişilerin mülkiyet hakkının sınırlandırılması hâlinde elde edilmek istenen kamu yararı ile bireyin hakları arasında adil bir dengenin kurulması gerekmektedir. Bu adil denge, başvurucunun şahsi olarak aşırı bir yüke katlandığının tespit edilmesi durumunda bozulmuş olacaktır. Müdahalenin orantılılığını değerlendirirken Anayasa Mahkemesi; bir taraftan ulaşılmak istenen meşru amacın önemini, diğer taraftan da müdahalenin niteliğini, başvurucunun ve kamu otoritelerinin davranışlarını gözönünde bulundurarak başvurucuya yüklenen külfeti dikkate alacaktır (Arif Güven, B. No: 2014/13966, 15/2/2017, §§ 58, 60; Osman Ukav, B. No: 2014/12501, 6/7/2017, § 71).

 (2) İlkelerin Olaya Uygulanması

44. Meydana gelen depremde işyeri ağır hasar gören başvurucu, 7269 sayılı Kanun hükümlerinden yararlanmak suretiyle borç senedi karşılığında Bayındırlık ve İskân Bakanlığınca inşa edilen işyeri niteliğindeki taşınmazda hak sahibi olmuştur. Taşınmazın teslim tarihinden üç yıl sonra başlayan taksitler başvurucu tarafından düzenli olarak ödenmemiştir. Şöyle ki 2006 yılında ödenmesi gereken ilk taksit 26/12/2007, ikinci taksit 31/10/2008, üçüncü taksit 22/11/2011, dördüncü ve beşinci taksitler ise 25/12/2012 tarihinde ödenmiş olup ödemelerin zamanında ve düzenli yapılmadığı açıktır.

45. Hâl böyle iken taksitlerin ödenmesini sağlamak ve taksitler ödenmediği takdirde kamunun zararını ortadan kaldırmak amacıyla yapılan kanuni düzenleme 12/7/2012 tarihinde yürürlüğe girmiş ve idare de bu tarihi esas alarak bu tarihe kadar üç taksitin ödenmediği tespitiyle başvurucunun hak sahipliğini iptal etmiştir. İşlemin iptali amacıyla açılan davada Mahkeme dördüncü, beşinci ve altıncı taksitlerin kanunun yürürlük tarihi itibarıyla ödenmediği kanaatiyle davanın reddine karar vermiştir.

46. Hukuk devletinin sağlamakla yükümlü olduğu hukuk güvenliği ilkesi hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de kanuni düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılan ve temel hak güvencelerinde korunan ortak değerdir. Kural olarak hukuk güvenliği kanunların ve buna bağlı düzenleyici işlemlerin geriye yürütülmemesini zorunlu kılar (AYM, E.2009/39, K.2011/68, 28/4/2011).

47. Başvurucu, üst üste ödenmemiş üç taksitinin bulunmadığını ileri sürmekle birlikte esas olarak 12/7/2012 tarihinde yürürlüğe giren kanuni düzenlemenin geçmişe etkili olarak aleyhe uygulanmasının mülkiyet hakkını ihlal ettiğini iddia etmektedir. Hak sahipliğinin iptali ve Mahkemenin gerekçeli kararından başvurucunun tam olarak iddia ettiği gibi 12/7/2012 tarihinden önceki taksitlerin ödenmediği gerekçesiyle hak sahipliği iptal edilmiştir.

48. Yapılan kanuni değişikliğin 7269 sayılı Kanun hükümlerine göre borçlanma karşılığında hak sahibi olan bütün kişileri kapsadığı ve yürürlüğe girdiği andan itibaren uygulanabilir olup keyfî bir nitelik taşımadığı sabittir. Ancak somut olay bakımından bu Kanun'un yürürlük tarihinden önceki taksitleri de kapsayacak şekilde uygulanmasının hak sahipleri yönünden öngörülebilir olup olmadığının ayrıca ele alınması gereklidir.

49. Bu itibarla anılan kanuni düzenleme öncesinde taksitlerin zamanında ödenmemesinin ya da hiç ödenmemesinin 7269 sayılı Kanun hükümlerindeki karşılığı 2004 sayılı Kanun hükümleri uyarınca icra takibi yapmaktan ibaret olup doğrudan hak sahipliğinin iptali ise mülk sahibine öngörülemez bir külfet yüklemektedir. Kanun koyucu hak iptali müessesesini ilk defa 12/7/2012 tarihinde yürürlüğe giren düzenleme ile getirmiştir. Bu durumda bu tarihe kadar ödenmeyen taksitlerin sayısı esas alınarak önceki düzenlemeye göre çok ağır bir sonuç doğuran hak sahipliğinin iptaline ilişkin düzenlemelerin geriye yönelik olarak uygulanmasının başvurucu için öngörülebilir olduğundan söz etmek mümkün değildir. Dolayısıyla başvurucu tarafından öngörülmesi mümkün olmayan bu kanuni düzenleme sonucunda başvurucunun mülkiyet hakkının korunması ile kamu yararı arasında olması gereken adil denge başvurucu aleyhine bozulmuş olup müdahale ölçüsüzdür.

50. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

51. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:

 “(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir...

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

52. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hak ve hürriyetin ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural, mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle devam eden ihlalin durdurulması, ihlale konu kararın veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan [GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018§ 55).

53. İhlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilmeden önce ihlalin kaynağının belirlenmesi gerekir. Buna göre ihlal; idari eylem ve işlemler, yargısal işlemler veya yasama işlemlerinden kaynaklanabilir. İhlalin kaynağının belirlenmesi uygun giderim yolunun belirlenebilmesi bakımından önem taşımaktadır (Mehmet Doğan, § 57).

54. İhlalin idari eylem ve işlemden kaynaklandığı durumlarda 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (1) numaralı fıkrası uyarınca Anayasa Mahkemesi her somut olayın koşullarını dikkate alarak yapılması gerekenlere hükmeder. İdari eylem ve işleme karşı başvurulacak kanun yolları varsa ve bu yollar tüketildikten sonra yapılan bireysel başvurunun incelenmesi sonucu ihlal tespiti yapılmışsa yeniden yargılama yoluyla ilgili mahkemenin tespit edilen ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırma imkânının bulunduğu durumlarda kararın bir örneğinin ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmedilebilir.

55. Buna göre Anayasa Mahkemesince ihlalin tespit edildiği hâllerde yargılamanın yenilenmesinin gerekliliği hususundaki takdir derece mahkemelerine değil ihlalin varlığını tespit eden Anayasa Mahkemesine bırakılmıştır. Derece mahkemeleri ise Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında belirttiği doğrultuda ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yapmakla yükümlüdür (Mehmet Doğan, § 59).

56. Başvurucunun 7269 sayılı Kanun'dan kaynaklanan hak sahipliği, aleyhe hükümler içeren kanuni düzenlemenin geriye yürütülmesiyle idare tarafından iptal edilmiştir. Dolayısıyla somut başvuruda ihlalin idari bir işlemden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

57. Somut olayda bu idari işlem nedeniyle uğranılan zararların giderimi için hukuki bir yol mevcut olup derece mahkemelerinin başvurucunun talebini reddetmesi nedeniyle ihlalin sonuçları giderilememiştir.

58. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise usul hukukunda yer alan benzer kurumlardan farklı ve bireysel başvuruya özgü bir düzenleme içeren 6216 sayılı Kanunun 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yeniden yargılama sürecinde mahkemelerce yapılması gereken iş, öncelikle hak ihlaline yol açan mahkeme kararının ortadan kaldırılmasından ve Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere ilgili mahkemeye gönderilmesine karar verilmesi gerekir.

59. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 239,50 TL harç ve 2.475 TL vekâlet ücreti olmak üzere toplam 2.714,50 TL tutarındaki yargılama giderlerinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Kocaeli 1. İdare Mahkemesine (E.2013/1348) GÖNDERİLMESİNE,

D. 239,50 TL harç ve 2.475 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.714,50 TL tutarındaki yargılama giderlerinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE,

E. Ödemelerin kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 7/11/2019 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

TELPA TELEKOMÜNİKASYON TİCARET A.Ş. BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2016/8880)

 

Karar Tarihi: 12/11/2019

R.G. Tarih ve Sayı: 5/12/2019 - 30969

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

Başkan

:

Recep KÖMÜRCÜ

Üyeler

:

Engin YILDIRIM

 

 

Celal Mümtaz AKINCI

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Recai AKYEL

Raportör

:

Heysem KOCAÇİNAR

Başvurucu

:

Telpa Telekomünikasyon Ticaret A.Ş.

Vekili

:

Av. Selda SAÇ

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, gümrük alanında çıkan yangında zayi olan mallar için ödenen verginin iadesi isteğinin reddine karar verilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 4/5/2016 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüş bildirmemiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

A. Uyuşmazlığın Arka Planı

8. Başvurucu Telpa Telekomünikasyon Ticaret Anonim Şirketi (Şirket), 1994 yılından beri mobil telefon piyasasında faaliyette bulunan ticari bir kuruluştur.

9. Başvurucu 13/5/2006 tarihli gümrük beyannamesi ile Güney Kore menşeli 5.600 adet cep telefonunu yurda ithal ettiği yönünde bildirimde bulunmuştur. Başvurucu Şirket, bildirimde bulunduğu mallar için 24/5/2006 tarihli makbuzla 274.639,45 TL katma değer vergisi (KDV) ve 254.295,82 TL özel tüketim vergisini (ÖTV) Atatürk Havalimanı Gümrük Müdürlüğünün yazısı üzerine Mecidiye Vergi Dairesine (Vergi Dairesi) yatırmıştır.

10. Devlet Hava Meydanları Atatürk Havalimanı İtfaiye Müdürlüğü (İtfaiye Müdürlüğü) tarafından düzenlenen 24/5/2006 tarihli rapora göre saat 15.00 sıralarında kargo binasının bir kısmında başlayan yangın aynı gün saat 17.30 sıralarında söndürülmüştür. Tutanağa göre yangının meydana geldiği kargo binası kullanılamaz hâle gelmiştir.

11. Başvurucu, beyannameye konu malların kendisine teslim edilmeden önce yangında zayi olduğunun tespit edilmesi talebinde bulunmuştur. Bakırköy 1. Asliye Hukuk Mahkemesi mahallinde icra ettiği keşif neticesinde 19/2/2007 tarihli bilirkişi raporunu temin etmiştir. Söz konusu bilirkişi raporunda, beyannameye esas teşkil eden cep telefonlarının yangında zayi olduğuna yönelik tespitler bulunmaktadır.

12. Başvurucu 13/5/2006 tarihli giriş beyannamesi uyarınca kendisinden KDV tahsil edilmişse de beyannameye esas teşkil eden malların kargo binasında meydana gelen yangında zayi olduğu iddiasıyla düzeltme beyannamesi vererek mahsup talebinde bulunmuştur. Vergi Dairesi mahsup isteğini haksız olduğu gerekçesiyle reddetmiştir.

13. Başvurucu KDV'ye ilişkin mahsup isteğinin reddi üzerine işlemin iptali isteğinde bulunmuştur. İstanbul 6. Vergi Mahkemesi 22/2/2008 tarihinde davanın kabulüne karar vermiştir. Mahkeme 13/5/2006 tarihli giriş beyannamesi muhteviyatı eşyaya ilişkin gümrük vergileri, resimleri ve KDV'si ödenerek ithalatı gerçekleştirilmiş malların henüz teslim alınmadan antrepodayken çıkan yangın sonucunda yandığını saptamıştır. Hüküm Danıştay Dokuzuncu Dairesince 12/6/2013 tarihinde onanmış, karar düzeltme isteği de aynı Daire tarafından 24/9/2014 tarihinde reddedilmiştir.

B. Bireysel Başvuruya Konu Yargılama Süreci

14. Başvurucu 13/5/2006 tarihli ve 146865 sayılı gümrük beyannamesi muhteviyatı eşyanın 24/5/2006 tarihinde meydana gelen yangında zayi olduğu gerekçesiyle 24/5/2006 tarihli makbuzla ödemiş olduğu 254.295,82 TL ÖTV'nin iadesini talep etmiştir. İstanbul Gümrük ve Muhafaza Başmüdürlüğünün zımni ret kararı üzerine başvurucu, işlemin iptali isteğinde bulunmuştur. İstanbul 1. Vergi Mahkemesi, idari merci tecavüzü nedeniyle dilekçe ve eklerinin Gümrük Müsteşarlığına tevdiine karar vermiştir.

15. Gümrük Müsteşarlığı 1/6/2011 tarihli karar ile eşya için ödenen 254.295,82 TL tutarındaki ÖTV'nin iadesi için eşyanın yandığının mahkeme kararı ile kanıtlanması gerekli olup başvurucu tarafından bu yönde bir karar ibraz edilemediği gerekçesiyle talebi reddetmiştir.

16. Başvurucu 4/7/2011 tarihinde, özellikle aynı eşyalar için ödemiş olduğu KDV iade edilmişken tahsil edilen ÖTV'nin iade edilmemesi yönündeki işlemin hukuka aykırı olduğunu ileri sürerek işlemin iptalini istemiştir.

17. İstanbul 10. Vergi Mahkemesi 22/3/2012 tarihinde davanın reddine karar vermiştir. Mahkemeye göre eşyanın yerine konulamaz şekilde kaybının idarenin taraf olduğu mahkeme kararı ile kanıtlanması gereklidir. Mahkeme, somut olayda başvurucunun iddiasını kanıtlar nitelikte bir mahkeme kararı veya mülki idare amiri tarafından bu yönde düzenlenmiş tevsik edici bir belge de bulunmadığı kanaatindedir. Mahkemeye göre başvurucunun talebi üzerine Asliye Hukuk Mahkemesince alınan bilirkişi raporundaki "eşya veya kalıntısına rastlanmadığı" şeklindeki tespit de yeterli değildir.

18. Karar temyiz edilmiştir. Danıştay Yedinci Dairesi 22/5/2015 tarihinde hükmü onamış, karar düzeltme isteğini de 25/1/2016 tarihinde reddetmiştir.

19. Nihai karar 4/4/2016 tarihinde başvurucu Şirket vekiline tebliğ edilmiştir.

20. Başvurucu 4/5/2016 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

21. 6/6/2002 tarihli ve 4760 sayılı Özel Tüketim Vergisi Kanunu'nun "Verginin konusu" kenar başlıklı 1. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

“d) (I), (III) ve (IV) sayılı listelerdeki mallar ile (II) sayılı listedeki mallardan kayıt ve tescile tâbi olmayanların özel tüketim vergisi uygulanmadan önce müzayede yoluyla satışı,

Bir defaya mahsus olmak üzere özel tüketim vergisine tâbidir…”

22. 4760 sayılı Kanun'a ekli (IV) sayılı Cetvel'in ilgili kısmı şöyledir:

"Alıcısı bulunan verici portatif (Cellular) telsiz telefon cihazları"

23. 4760 sayılı Kanun'un "Tanımlar, teslim ve teslim sayılan haller" kenar başlıklı 2. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

“1. Bu Kanunun uygulanmasında;

a) İthalat: Verginin konusuna giren malların Türkiye Cumhuriyeti Gümrük Bölgesine girişini,

...

İfade eder.''

24. 27/10/1999 tarihli ve 4458 sayılı Gümrük Kanunu'nun ''Eşyanın gümrüğe sunulması'' kenar başlıklı 39. maddesi şöyledir:

 “Türkiye Gümrük Bölgesinin kara suları veya hava sahasından durmaksızın geçen taşıt araçları ile taşınan eşya hariç olmak üzere, Türkiye Gümrük Bölgesine gelen eşya, getiren kişi ya da duruma göre eşyanın gelişinden sonra taşıma sorumluluğunu üstlenen kişi tarafından gümrüğe sunulur. Gümrüğe sunan kişi, eşyayı daha önce ibraz olunan özet beyan ya da gümrük beyannamesi ile ilişkilendirir.''

25. 4458 sayılı Kanun'un 48. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:

 “Geçici depolanan eşya, sadece gümrük idarelerinin uygun gördüğü yerlerde ve bu idarelerin belirlediği koşullarda depolanabilir."

26. 4458 sayılı Kanun'un 186. maddesi şöyledir:

 “1. 182 nci madde ile 184 üncü maddenin 1 inci fıkrasının (a) bendi hükümleri saklı kalmak kaydıyla, yükümlünün;

a) 37 ila 40 ıncı madde hükümlerinden,

b) Bir serbest bölgeden Türkiye'ye eşya sokulmasından,

c) Eşyanın geçici depolanmasından,

d) Eşyanın tabi tutulduğu gümrük rejiminin kullanılmasından,

Doğan yükümlülüklerini yerine getirememesinin eşyanın tahrip olmasının veya tekrar yerine konulamaması şeklinde kaybının, eşyanın özelliklerine bağlı bir nedenden veya beklenmeyen hal veya mücbir sebepten ya da gümrük idarelerinin izninden kaynaklandığını kanıtlaması halinde, ithalat nedeniyle gümrük yükümlülüğü doğmuş sayılmaz.

Eşyanın tekrar yerine konulamaz şekilde kaybı, bunun kullanılamaz hale gelmiş olmasını ifade eder. (…)''

27. 4458 sayılı Kanun'un 186. maddesinin (1) numaralı fıkrasında yer almakta iken 18/6/2009 tarihli ve 5911 sayılı Kanun'un 68. maddesiyle yürürlükten kaldırılan kısım şöyledir:

 “Gümrük idarelerinin izninden kaynaklanmayan hallerde, eşyanın telef olması veya kaybı, idarenin taraf olduğu mahkeme kararı ile kanıtlanır.

Ancak;

a) Suçüstü şeklindeki hırsızlıklar, hazırlık tahkikatı üzerine Cumhuriyet Savcılığınca verilen belge ile,

b) Hasar, telef veya kayıp herkesçe bilinen ve duyulan başka olaylar yüzünden olmuşsa o yerin en büyük mülki idare amiri tarafından verilecek belge ile,

Kanıtlanır.''

28. Danıştay Yedinci Dairesinin 25/1/2016 tarihli ve E.2015/5695, K.2016/838 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"4458 sayılı Gümrük Kanununun 186'ncı maddesinin olay tarihinde yürürlükte olan şeklinde; 182'nci madde ile 184'üncü maddenin 1'inci fıkrasının (a) bendi hükümleri saklı kalmak kaydıyla, yükümlünün; a) 37 ila 40'ıncı madde hükümlerinden, b) bir serbest bölgeden Türkiye'ye eşya sokulmasından, c) eşyanın geçici depolanmasından, d) eşyanın tabi tutulduğu gümrük rejiminin kullanılmasından doğan yükümlülüklerini yerine getirememesinin, eşyanın tahrip olmasının veya tekrar yerine konulamaması şeklinde kaybının, eşyanın özelliklerine bağlı bir nedenden veya beklenmeyen hal veya mücbir sebepten ya da gümrük idarelerinin izninden kaynaklandığını kanıtlaması halinde, ithalat nedeniyle gümrük yükümlülüğünün doğmuş sayılmayacağı; eşyanın tekrar yerine konulamaz şekilde kaybının, bunun kullanılamaz hale gelmiş olmasını ifade edeceği; gümrük idarelerinin izninden kaynaklanmayan hallerde, eşyanın telef olması veya kaybının, idarenin taraf olduğu mahkeme kararı ile kanıtlanacağı; ancak, a) suçüstü şeklindeki hırsızlıklar, hazırlık tahkikatı üzerine Cumhuriyet Savcılığınca verilen belge ile, b) hasar, telef veya kayıp herkesçe bilinen ve duyulan başka olaylar yüzünden olmuşsa o yerin en büyük mülki idare amiri tarafından verilecek belge ile kanıtlanacağı, hükmüne yer verilmiş olup, davacı tarafından ileri sürülen, ithale konu eşya nedeniyle tahakkuk ettirilen katma değer vergisinin tahsiline yönelik olarak düzenlenen ödeme emirlerinin iptali istemiyle açılan davada verilen kararın eşyanın yangında telef olduğuna ilişkin idarenin taraf olduğu mahkeme kararı olarak kabul edilmesi gerektiği, eşyanın yangında telef olduğunun idare tarafından kabul edildiği ve yangın raporunun mülki idare amiri tarafından düzenlendiği yönündeki iddialar, 4458 sayılı Gümrük Kanununun 186'ncı maddesinin olay tarihinde yürürlükte olan şeklinde yer alan, yükümlünün ithalat nedeniyle gümrük yükümlülüğünü ortadan kaldıran sebeplerden değildir."

29. Danıştay Dokuzuncu Dairesinin aynı beyanname üzerine başvurucudan tahsil edilen KDV'ye ilişkin 12/6/2013 tarihli ve E.2010/1275, K.2013/6126 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"Davacı adına tescilli gümrük giriş beyannamesi ile ithal edilen emtianın vergileri ödendikten sonra gümrüğün denetimindeki antrepoda çıkan yangın sonucu zayi olması üzerine ödenen katma değer vergisinin diğer vergi borçlarınamahsubu talebinin reddi üzerine düzenlenen 8.8.2007 tarih ve 5871 sayılı ödeme emrinin iptali istemiyle açılan davayı kabul eden İstanbul 6. Vergi Mahkemesi'nin 22/02/2008 tarih ve E:2007/2112, K:2008/447 sayılı kararının dilekçede ileri sürülen sebeplerle bozulması istenilmektedir.

...

Vergi Mahkemesi kararının dayandığı hukukisebepler ve gerekçesiDairemizce de uygun görülmüş olup, temyiz istemine ilişkin dilekçede ileri sürülen iddialar, sözü geçen kararın bozulmasını sağlayacak durumda bulunmadığından, temyiz isteminin reddine ve kararın onanmasına... [karar verildi.]"

B. Uluslararası Hukuk

30. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatlarında vergi yoluyla mülkiyet hakkına yapılan müdahaleler, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek 1 No.lu Protokol'ün birinci maddesinin ikinci paragrafında öngörülen mülkiyetin kullanımının kontrolüne ilişkin üçüncü kural kapsamında değerlendirilmektedir. Mahkemeye göre bu paragrafta yer alan kural, taraf devletlere vergi koyma ve vergilerin ödenmesini sağlamak için gerekli gördüğü kanunları çıkarma konusunda açık bir yetki tanımaktadır (Gasus Dosier-und Fördertechnik GmbH/Hollanda, B. No: 15375/89, 23/2/1995, § 59).

31. AİHM, vergi yoluyla mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin öncelikle yeterince ulaşılabilir ve belirli bir hukuka dayalı olması gerektiğini belirtmektedir (Lithgow ve diğerleri/Birleşik Krallık [GK], B. No: 9006/80..., § 110). AİHM içtihatlarına göre vergilerin konulması ve ödenmesi için gerekli tedbirlerin alınması şeklindeki bir müdahale, kamunun yararı ile bireyin temel haklarının korunmasının gereklilikleri arasındaki adil dengeyi sağlamalıdır. AİHM, üçüncü kural için de geçerli olan ve Sözleşme'ye ek 1 No.lu Protokol'ün birinci maddesinin yapısında yer alan bu dengenin sağlanması için müdahalede kullanılan araçlar ile takip edilen meşru amaç arasında makul bir ölçülülük ilişkisi bulunması gerektiğini ifade etmektedir. AİHM, vergilendirme alanında makul bir temelden uzaklaşılmamak kaydıyla taraf devletlerin geniş bir takdir yetkisi olduğunu kabul etmektedir (Gasus Dosier-und Fördertechnik GmbH/Hollanda, § 60; Azienda Agricola Silverfunghi S.A.S. ve diğerleri/İtalya, B. No: 48357/07..., § 103; The National&Provincial Bulding Society, The Leeds Permanent Building Society ve The Yorkshire Building Society/Birleşik Krallık, B. No: 21319/93..., 23/10/1997, § 80).

V. İNCELEME VE GEREKÇE

32. Mahkemenin 12/11/2019 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü

33. Başvurucu, yurt dışından ithal ettiği ve vergisini ödediği malların devletin hüküm ve gözetimi altındaki antrepoda çıkan yangın sonucunda zayi olduğunu belirterek bu hususun dahi tek başına mülkiyet hakkının açık ihlali niteliğinde olduğunu savunmuştur. Başvurucuya göre malların zayi olmasına neden olan yangın itfaiye tarafından düzenlenen resmî belge niteliğindeki yangın tutanağı ile sabittir ve ödemiş olduğu ÖTV'nin de bu tespit uyarınca iadesi gereklidir. Başvurucu, üzerine düşen bütün sorumluluklarını yerine getirmiş olmasına rağmen idare tarafından düzenlenen yangın tutanağının 4458 sayılı Kanun'un 186. maddesi kapsamında değerlendirilmemesinin aynı zamanda adil yargılanma hakkını da ihlal ettiğini ileri sürmüştür.

B. Değerlendirme

34. Anayasa'nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

35. Anayasa'nın "Vergi ödevi" kenar başlıklı 73. maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:

"Vergi, resim, harç ve benzeri malî yükümlülükler kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır."

36. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucu, mülkiyet hakkının ihlali iddiası yanında İtfaiye Müdürlüğünün tutmuş olduğu tutanağın derece mahkemelerince dikkate alınmamasının adil yargılanma hakkını ihlal ettiğini ileri sürmüştür. Başvurucunun şikâyetinin özünün ithal edilen ve henüz gümrük sahasındayken zayi olan mala ilişkin ödediği verginin iade edilmemesine yönelik olduğu dikkate alındığında başvurucunun ihlal iddialarının mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesi uygun görülmüştür.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

37. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

a. Mülkün Varlığı

38. Somut olayda ithal edilen mala ilişkin olarak ÖTV adı altında yapmış olduğu ödemenin başvurucu yönünden Anayasa'nın 35. maddesi anlamında korunmaya değer ekonomik bir menfaat teşkil ettiği tartışmasızıdır.

b. Müdahalenin Varlığı ve Türü

39. Somut olayda başvurucu, ithal etmiş olduğu mallar için sunduğu gümrük giriş beyannamesi uyarınca tahakkuk ettirilen ÖTV'yi ödemiştir. Bu vergilendirme işleminin mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiği hususunda tereddüt bulunmamaktadır.

40. Anayasa Mahkemesinin önceki kararlarında; vergi ve benzeri yükümlülükler ile sosyal güvenlik prim ve katkılarını belirlemeye, değiştirmeye ve bunların ödenmesini güvence altına almaya yönelik müdahalelerin -taşıdığı amaçlar dikkate alındığında- devletin mülkiyetin kamu yararına kullanımını kontrol veya düzenleme yetkisi kapsamında incelenmesi gerektiği kabul edilmiştir (Ahmet Uğur Balkaner [GK], B. No: 2014/15237, 25/7/2017, § 49; Arif Sarıgül, B. No: 2013/8324, 23/2/2016, § 50; Narsan Plastik San. ve Tic. Ltd. Şti., B. No: 2013/6842, 20/4/2016, § 71). Bir vergilendirme işlemine ilişkin somut olay bakımından da bu ilkeden ayrılmayı gerektirir bir durum bulunmamaktadır.

c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

41. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

42. Anayasa’nın 35. maddesinde, mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş; bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 62).

 (1) Kanunilik

43. Mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerde ilk incelenmesi gereken ölçüt kanuna dayalı olma ölçütüdür. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır. Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince ulaşılabilir, belirli ve öngörülebilir kanun hükümlerinin bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44; Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49; Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55).

44. Somut olayda, başvurucu Şirketten vergi alınmasının kanuni dayanağını 4760 sayılı Kanun'un 1. maddesi oluşturmaktadır. Öte yandan yangın sonucunda zayi olduğu ileri sürülen mallar nedeniyle ödenen verginin iadesinin reddine karar verilmesi de 4458 sayılı Kanun'un 186. maddesinin mülga (1) numaralı fıkrasına dayanmaktadır.

 (2) Meşru Amaç

45. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı, mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılması imkânı vermekle bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu anlamda bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır. Kamu yararı kavramı, devlet organlarının takdir yetkisini de beraberinde getiren bir kavram olup objektif bir tanıma elverişli olmayan bu ölçütün her somut olay temelinde ayrıca değerlendirilmesi gerekir (Nusrat Külah, B. No: 2013/6151, 21/4/2016, §§ 53, 56; Yunis Ağlar, B. No: 2013/1239, 20/3/2014, §§ 28, 29).

46. Anayasa'nın 73. maddesinde; herkesin kamu giderlerini karşılamak üzere mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlü bulunduğu, vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımının maliye politikasının sosyal amacı olduğu ve vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerin kanunla konulması, değiştirilmesi veya kaldırılması gerektiği belirtilerek hem yükümlüler hem de devlet yönünden vergi ödevinin temel ilkeleri gösterilmiştir. Herkes tarafından yerine getirilmesi gereken bir yükümlülük olarak kabul edilen ve devletin kamusal gereksinimlerini karşılaması için egemenlik gücüne dayanarak tek taraflı iradesiyle kişilere yüklediği bir kamu alacağı şeklinde tanımlanan verginin anayasal sınırlar içinde salınıp toplanması zorunluluğu açıktır. Vergilendirmede genel kural, kanunla belirlenmiş konularda kişilerden vergi, resim ve harç alınmasıdır. Kanun koyucu, Anayasa'ya aykırı olmamak koşuluyla vergilendirilecek alanların seçiminde yetkili olduğu gibi bu vergilerin matrahlarına dâhil olan unsurları da belirleme yetkisine sahiptir (AYM, E.2013/48, K.2014/198, 25/12/2014).

47. Dolayısıyla somut olay bağlamında devletin üstlenmiş olduğu görevlerin finansmanının ve devamının sağlanması amacıyla yurt dışından ithal edilen mallara vergi uygulanması ve tahsil edilen bu verginin iadesinin birtakım koşullara bağlanmasının kamu yararına dayalı meşru bir amaç olduğu kuşkusuzdur.

 (3) Ölçülülük

 (a) Genel İlkeler

48. Son olarak başvurucunun mülkiyet hakkına kamu makamlarınca yapılan müdahaleyle gerçekleştirilmek istenen amaç ile bu amacı gerçekleştirmek için kullanılan araçlar arasında makul bir ölçülülük ilişkisinin olup olmadığı değerlendirilmelidir.

49. Ölçülülük ilkesi elverişlilikgereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2014/176, K.2015/53, 27/5/2015; E.2016/13, K.2016/127, 22/6/2016, § 18; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 38).

50. Orantılılık ilkesi gereği kişilerin mülkiyet hakkının sınırlandırılması hâlinde elde edilmek istenen kamu yararı ile bireyin hakları arasında adil bir dengenin kurulması gerekmektedir. Bu adil denge, başvurucunun şahsi olarak aşırı bir yüke katlandığının tespit edilmesi durumunda bozulmuş olacaktır. Müdahalenin orantılılığını değerlendirirken Anayasa Mahkemesi; bir taraftan ulaşılmak istenen meşru amacın önemini, diğer taraftan da müdahalenin niteliğini, başvurucunun ve kamu otoritelerinin davranışlarını gözönünde bulundurarak başvurucuya yüklenen külfeti dikkate alacaktır (Arif Güven, B. No: 2014/13966, 15/2/2017, §§ 58, 60; Osman Ukav, B. No: 2014/12501, 6/7/2017, § 71).

 (b) İlkelerin Olaya Uygulanması

51. Somut olayda yurda ithal edilen bir mal nedeniyle ÖTV alınması yönündeki müdahalenin ilgili kamu yararı amacını gerçekleştirmeye elverişli olduğu ve gerekliliği kapsamında en uygun aracı sorgulayacak herhangi bir olgunun da mevcut olmadığı dikkate alınmalıdır. Buna göre somut olay bağlamında asıl tartışılması gereken husus, malların gümrük sahasında bulunduğu sırada zayi olması nedeniyle bu verginin iadesinin reddedilmiş olmasının orantılı olup olmadığının belirlenmesidir.

52. Başvurucu, mobil telefon pazarında faaliyette bulunan ticari bir işletme olup yabancı menşeli 5.600 adet cep telefonu için 13/5/2006 tarihli gümrük giriş beyannamesini sunmuş ve bu beyanname uyarınca tahakkuk ettirilen 274.639,49 TL KDV ile 254.295,82 TL ÖTV'yi 24/5/2006 tarihinde Vergi Dairesine yatırmıştır.

53. Başvurucu tarafından vergisi ödenmiş mallar, başvurucuya henüz teslim edilmeden İtfaiye Müdürlüğü tarafından düzenlenen 24/5/2006 tarihli yangın raporuna göre Atatürk Havalimanı gümrük sahasında bulunan H., S. Lojistik ve Ç. Kargoya aitantrepolarda yangın meydana gelmiştir.

54. Başvurucu, ithal ederek vergisini ödediği cep telefonlarının çıkan bu yangın sonucunda zayi olduğu iddiasıyla öncelikle Asliye Hukuk Mahkemesinden tespit talebinde bulunmuştur. İstanbul 1. Asliye Hukuk Mahkemesi, mahallinde yapmış olduğu keşif sonucunda 19/2/2007 tarihli bilirkişi raporunu temin etmiştir. Bireysel başvuru dosyası kapsamında bu raporun bir örneği bulunmamakla birlikte İstanbul 10. Vergi Mahkemesinin 22/3/2012 tarihli gerekçeli kararından yangın mahallinde yapılan incelemede cep telefonları ya da kalıntılarına rastlanmadığı tespitine yer verildiği anlaşılmaktadır. Nitekim İstanbul 10. Vergi Mahkemesi de bu içeriğe sahip raporun beyannameye konu malların gümrük sahasına alındığı hususunda herhangi bir tespit içermediği sonucuna varmış ve buradan hareketlemalların gümrük sahasında bulunduğu mahkeme kararı ya da en büyük mülki amirin düzenlediği belge ile tevsik edilmediğinden davanın reddine karar vermiştir.

55. Başvurucu ise beyannameye konu cep telefonlarının devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan gümrük sahası içinde meydana gelen yangında yok olduğunu ileri sürmektedir. Başvurucu, bu iddiasına aynı beyanname nedeniyle tahakkuk ettirilen ve aynı makbuzla tahsil edilen KDV'nin iadesi için açmış olduğu davanın lehine sonuçlanmasınıdayanak olarak göstermektedir. İstanbul 6. Vergi Mahkemesinin 22/2/2008 tarihli kararında, söz konusu mallar gümrük sahası içinde iken meydana gelen yangında zayi olduğundan tahsil edilen 274.639,49 TL KDV'nin iadesine karar verilmiştir. Anılan karar, Danıştay Dokuzuncu Dairesinin 12/6/2013 tarihli kararıyla onanmış; karar düzeltme isteğinin aynı Daire tarafından 24/9/2014 tarihinde reddiyle kesinleşmiştir (bkz. § 14).

56. Bu durumda somut olay itibarıyla müdahalenin orantılı olup olmadığının tarafların tutumları ve üstlenmiş oldukları yükümlülükler nazara alınarak belirlenmesi gereklidir. Somut olayda ithalatçı firma olan başvurucu, yurt dışından ithal ettiğini ileri sürdüğü cep telefonları için ilgili gümrük idaresine 4458 sayılı Kanun hükümleri uyarınca malların muhteviyatını gösterir gümrük giriş beyannamesini sunmuştur. Gümrük idaresi de bu beyanname üzerine başvurucuya vergi borcu tahakkuk ettirmiş, tahakkuk ettirilen borç ödenmiştir. Gümrük idaresi, bu aşamada anılan malları teslim alarak kendi sorumluluk alanında bulunan ve başvurucunun herhangi bir müdahalesinin mümkün olmadığı gümrük sahası içindeki depoya yerleştirmiştir. Gümrük giriş beyannamesine konu malların mevcut olup olmadığını veya belirtilen nitelikte bulunup bulunmadığını denetleme yükümlülüğü gümrük idaresine ait olup hukuken münhasıran kendi yetki alanında bulunan antrepoda tutulan cep telefonlarının varlığına yönelik olarak idarenin yangının meydana geldiği tarihe kadar herhangi bir itirazı söz konusu değildir.

57. Öte yandan idarenin taraf olduğu ve başvurucu tarafından sunulan aynı beyanname üzerine tahakkuk ettirilen KDV'nin iadesine ilişkin davada cep telefonlarının gümrük sahasında iken meydana gelen yangında zayi olduğu kabul edilmiştir. 4458 sayılı Kanun hükümleri uyarınca başvurucunun yükümlülüğü yurda ithal ettiği bu telefonları doğru bir şekilde beyan ederek tahakkuk ettirilen vergisini ödemekten ibaret olup henüz gümrük sahası içinde bulunan cep telefonlarının mevcudiyetini ve beyannameye uygun olup olmadığını denetleme yükümlülüğü gümrük idaresindedir. İtfaiye Müdürlüğü tarafından tutulan yangın raporu da nazara alındığında beyanname kapsamındaki cep telefonlarının meydana gelen yangında zayi olduğunu kanıtlama yükümlülüğünün başvurucuya yüklenmesinin kamu makamlarının tutum ve yaklaşımlarını gözetmeyen, katı bir yaklaşım olduğu vebaşvurucuya şahsi olarak aşırı ve olağan dışı bir külfet yüklediği sonucuna varılmıştır. Somut olay itibarıyla başvurucunun mülkiyet hakkının korunması ile kamunun yararı arasında olması gereken adil dengenin başvurucu aleyhine bozulduğu ve müdahalenin ölçülü olmadığı sonucuna varılmıştır.

58. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

59. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:

 “(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir...

(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

60. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hak ve hürriyetin ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural, mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle devam eden ihlalin durdurulması, ihlale konu kararın veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan [GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018§ 55).

61. İhlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilmeden önce ihlalin kaynağının belirlenmesi gerekir. Buna göre ihlal; idari eylem ve işlemler, yargısal işlemler veya yasama işlemlerinden kaynaklanabilir. İhlalin kaynağının belirlenmesi uygun giderim yolunun belirlenebilmesi bakımından önem taşımaktadır (Mehmet Doğan, § 57).

62. İhlalin idari eylem ve işlemden kaynaklandığı durumlarda 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (1) numaralı fıkrası uyarınca Anayasa Mahkemesi her somut olayın koşullarını dikkate alarak yapılması gerekenlere hükmeder. İdari eylem ve işleme karşı başvurulacak kanun yolları varsa ve bu yollar tüketildikten sonra yapılan bireysel başvurunun incelenmesi sonucu ihlal tespiti yapılmışsa yeniden yargılama yoluyla ilgili mahkemenin tespit edilen ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırma imkânının bulunduğu durumlarda kararın bir örneğinin ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmedilebilir.

63. Buna göre Anayasa Mahkemesince ihlalin tespit edildiği hâllerde yargılamanın yenilenmesinin gerekliliği hususundaki takdir derece mahkemelerine değil ihlalin varlığını tespit eden Anayasa Mahkemesine bırakılmıştır. Derece mahkemeleri ise Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında belirttiği doğrultuda ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yapmakla yükümlüdür (Mehmet Doğan, § 59).

64. Başvurucunun gümrük sahası içinde meydana gelen yangında zayi olduğunu ileri sürdüğü mallar için ödediği ÖTV'nin iadesi isteği idare tarafından reddedilmiştir. Dolayısıyla somut başvuruda ihlalin idari bir işlemden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

65. Ancak bu idari işlemin iptali için hukuki bir yol mevcut olup derece mahkemelerinin başvurucunun talebini reddetmesi nedeniyle ihlalin sonuçları giderilememiştir. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Buna göre yapılacak yeniden yargılama ise 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda derece mahkemelerince yapılması gereken iş, öncelikle ihlale yol açan mahkeme kararının ortadan kaldırılması ve nihayet ihlal sonucuna uygun olarak yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 10. Vergi Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekir.

66. Mülkiyet hakkının ihlali nedeniyle kararın yeniden yargılama yapılmak üzere ilk derece mahkemesine gönderilmesine karar verilmesinin yeterli giderimi sağladığı değerlendirildiğinden başvurucunun tazminat taleplerinin reddine karar verilmesi gerekir.

67. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 239,50 TL harç ve 2.475 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.714,50 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 10. Vergi Mahkemesine (E.2011/1388, K.2012/491) GÖNDERİLMESİNE,

D. Başvurucunun tazminat taleplerinin REDDİNE,

E. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 239,50 TL harç ve 2.475 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.714,50 TL yargılama giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE,

F. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 12/11/2019 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

ŞEVKİ ATASOY VE YAKUP ATASOY BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2016/866)

 

Karar Tarihi: 12/11/2019

R.G. Tarih ve Sayı: 13/12/2019-30977

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

Başkan

:

Recep KÖMÜRCÜ

Üyeler

:

Engin YILDIRIM

 

 

Celal Mümtaz AKINCI

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Recai AKYEL

Raportör

:

Kamber Ozan TUTAL

Başvurucular

:

1. Şevki ATASOY

 

 

2. Yakup ATASOY

Vekili

:

Av. Veysel ANGIN

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, imar mevzuatına aykırılık gerekçesine dayalı olarak idari para cezası verilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 4/1/2016 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüş bildirmemiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:

A. İdari Para Cezası Verilmesi Süreci

8. Başvurucular, emekli olup İstanbul'da yaşamaktadırlar. Başvurucular, İstanbul'un Maltepe ilçesi İdealtepe Mahallesi 5572 ada 21 parsel sayılı taşınmazın müşterek malikleridirler. Başvurucular ile yüklenici şirket arasında noter huzurunda 4/3/2009 tarihli gayrimenkul satış vaadi ve kat karşılığı inşaat sözleşmesi düzenlenmiştir.

9. Maltepe Belediyesi (Belediye) tarafından taşınmazda yapılan denetimde B Blok'ta projede olan balkonların yerinde yapılmadığı, ayrıca A ve B Blokların çatılarında projeye aykırı olarak 661,5 m2 kaçak imalat yapıldığı tespit edilmiştir.

10. Belediye Encümeninin 17/1/2012 tarihli kararıyla 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanunu'nun 32. maddesi gereğince ruhsata aykırı kısımların yıkımına, aynı Kanun'un 42. maddesi gereğince arsa maliki sıfatıyla başvuruculara toplam 25.609,02 TL, yine yüklenici şirkete ve yapı denetim şirketine ayrı ayrı 25.690,02 TL idari para cezası uygulanmasına karar verilmiştir.

B. Ceza Davası Süreci

11. Kartal Cumhuriyet Başsavcılığının 13/3/2012 tarihli iddianamesi ile projeye aykırı yapılar nedeniyle arsa sahibi olan başvurucuların ve yüklenici şirket temsilcisinin 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 184/1 maddesi gereğince cezalandırılmaları kamu adına talep olunmuştur.

12. İstanbul Anadolu 28. Asliye Ceza Mahkemesi 27/12/2013 tarihinde suçun başvurucular tarafından işlendiğinin sabit olmaması nedeni ile başvurucuların beraatine ve yüklenici şirket temsilcisi hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar vermiştir.

13. Kararın gerekçesinde, başvurucuların gayrimenkul satış vaadi ve kat karşılığı inşaat sözleşmesi ile inşaatın yapımında yüklenici şirkete yetki verdikleri ve inşaatın yüklenici şirket tarafından gerçekleştirildiği açıklanmıştır. Yine başvurucuların inşaat aşamasında gerçekleşen projeye aykırılıkları bildiğini ve bunlara onay verdiğini gösterir herhangi bir delilin bulunmadığı, ayrıca başvurucuların yapı tatil tutanağı düzenlendikten sonra yüklenici şirkete karşı sözleşmenin feshi davası açtıkları belirtilmiştir. Yüklenici şirket temsilcisinin ise inşaattaki projeye aykırı imalatlardan sorumlu olduğu ve sözleşmenin verdiği yetkiye rağmen aykırılıkları gidermediği ifade edilmiştir.

14. Belediyenin temyiz ettiği karar Yargıtay 18. Ceza Dairesi tarafından 11/2/2016 tarihinde onanmıştır.

C. İdari Para Cezasına İtiraz Süreci

15. Başvurucular, idari para cezasına karşı 12/4/2012 tarihinde Belediye aleyhine İstanbul 5. İdare Mahkemesinde (Mahkeme) iptal davası açmıştır. Dava dilekçesinde, idari para cezasından arsa sahibi olarak sorumlu tutulamayacaklarını ifade etmişlerdir. Başvurucular, sözleşme gereğince binayı imar mevzuatına ve tasdikli mimari projesine uygun olarak yapmak zorunda olan yüklenici şirket ile yapı denetim şirketinin sorumlu olduğunu belirtmişlerdir. Başvurucular, ayrıca idari para cezasının hatalı hesaplandığını da ileri sürerek idari para cezasının iptalini talep etmişlerdir.

16. Mahkeme 16/10/2014 tarihinde dava konusu işlemin 4.816,26 TL'ye ilişkin kısmının iptaline, 20.873,76 TL'ye yönelik kısmı yönünden ise iptal talebinin reddine karar vermiştir. Kararın gerekçesinde, 3194 sayılı Kanun'un 42. maddesi hükmü gereğince yapıda yapılacak olan kaçak imar faaliyetinden ötürü yapı sahiplerinin de sorumluluğu bulunduğu ve yapıda projeye aykırı yapılaşmanın varlığı hâlinde ise başvurucuların cezalandırılmalarının mevzuat gereği zorunlu olduğu belirtilmiştir. Mahkeme, parselde başvurucular dışında başka bir hissedar bulunmadığından idari para cezasının %30 oranında artırılmasının ise hatalı olduğunu belirterek alınan bilirkişi raporu doğrultusunda idari para cezasının 20.873,76 TL'lik kısmının hukuka uygun olduğuna hükmetmiştir.

17. Başvurucuların ve Belediyenin itirazı üzerine İstanbul Bölge İdare Mahkemesi 4. Kurulu (Kurul) 21/5/2015 tarihli kararıyla başvurucuların itirazını reddetmiştir. Kurul, idari para cezasının %30 oranında artırılarak uygulanmasının ise mevzuata uygun olduğunu belirterek Belediyenin itirazını kabul etmiş ve davanın tümden reddine karar vermiştir.

18. Başvurucuların karar düzeltme talebi üzerine Kurul 27/10/2015 tarihli kararıyla talebi kısmen kabul etmiş ve mahkeme kararının onanmasına kesin olarak karar vermiştir.

19. Nihai karar 8/12/2015 tarihinde başvuruculara tebliğ edilmiştir.

20. Başvurucular 4/1/2016 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

1. İlgili Mevzuat

21. 3194 sayılı Kanun'un 2. maddesi şöyledir:

"Belediye ve mücavir alan sınırları içinde ve dışında kalan yerlerde yapılacak planlar ile inşa edilecek resmi ve özel bütün yapılar bu Kanun hükümlerine tabidir."

22. 3194 sayılı Kanun'un 20. maddesi şöyledir:

"Yapı:

a) Kuruluş veya kişilerce kendilerine ait tapusu bulunan arazi, arsa veya parsellerde,

b) Kuruluş veya kişilerce, kendisine ait tapusu bulunmamakla beraber kamu kurum ve kuruluşlarının vermiş oldukları tahsis veya irtifak hakkı tesis belgeleri ile, İmar planı, yönetmelik, ruhsat ve eklerine uygun olarak yapılabilir. "

23. 3194 sayılı Kanun'un 21. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"Bu Kanunun kapsamına giren bütün yapılar için 26 ncı maddede belirtilen istisna dışında belediye veya valiliklerden yapı ruhsatiyesi alınması mecburidir."

24. 3194 sayılı Kanun'un 21. maddesinin sekizinci fıkrası şöyledir:

"Yapı müteahhidi ve şantiye şefi; yapıyı, tesisatı ve malzemeleriyle birlikte bu Kanuna, ilgili diğer mevzuata, uygulama imar planına, ruhsata, ruhsat eki etüt ve projelere, standartlara ve teknik şartnamelere uygun olarak inşa etmek, neden olduğu mevzuata aykırılığı gidermek mecburiyetindedir."

25. 3194 sayılı Kanun'un 32. maddesi şöyledir:

"Bu Kanun hükümlerine göre ruhsat alınmadan yapılabilecek yapılar hariç; ruhsat alınmadan yapıya başlandığı veya ruhsat ve eklerine aykırı yapı yapıldığı ilgili idarece tespiti, fenni mesulce tespiti ve ihbarı veya herhangi bir şekilde bu duruma muttali olunması üzerine, belediye veya valiliklerce o andaki inşaat durumu tespit edilir. Yapı mühürlenerek inşaat derhal durdurulur.

Durdurma, yapı tatil zaptının yapı yerine asılmasıyla yapı sahibine tebliğ edilmiş sayılır. Bu tebligatın bir nüshasıda muhtara bırakılır.

Bu tarihten itibaren en çok bir ay içinde yapı sahibi, yapısını ruhsata uygun hale getirerek veya ruhsat alarak, belediyeden veya valilikten mühürün kaldırılmasını ister.

Ruhsata aykırılık olan yapıda, bu aykırılığın giderilmiş olduğu veya ruhsat alındığı ve yapının bu ruhsata uygunluğu, inceleme sonunda anlaşılırsa, mühür, belediye veya valilikçe kaldırılır ve inşaatın devamına izin verilir.

Aksi takdirde, ruhsat iptal edilir, ruhsata aykırı veya ruhsatsız yapılan bina, belediye encümeni veya il idare kurulu kararını müteakip, belediye veya valilikçe yıktırılır ve masrafı yapı sahibinden tahsil edilir."

26. 3194 sayılı Kanun'un 9/12/2009 tarihli ve 5940 sayılı Kanun'un 2. maddesi ile değişik 42. maddesinin ilgili kısımları şöyledir:

"Bu maddede belirtilen ve imar mevzuatına aykırılık teşkil eden fiil ve hallerin tespit edildiği tarihten itibaren on iş günü içinde ilgili idare encümenince sorumlular hakkında, üstlenilen her bir sorumluluk için ayrı ayrı olarak bu maddede belirtilen idari müeyyideler uygulanır.

Ruhsat alınmaksızın veya ruhsata, ruhsat eki etüt ve projelere veya imar mevzuatına aykırı olarak yapılan yapının sahibine, yapı müteahhidine veya aykırılığı altı iş günü içinde idareye bildirmeyen ilgili fenni mesullere yapının mülkiyet durumuna, bulunduğu alanın özelliğine, durumuna, niteliğine ve sınıfına, yerleşmeye ve çevreye etkisine, can ve mal emniyetini tehdit edip etmediğine ve aykırılığın büyüklüğüne göre, beşyüz Türk Lirasından az olmamak üzere, aşağıdaki şekilde hesaplanan idari para cezaları uygulanır:

a) Bakanlıkça belirlenen yapı sınıflarına ve gruplarına göre yapının inşaat alanı üzerinden hesaplanmak üzere, mevzuata aykırılığın her bir metrekaresi için; "

...

3) III. sınıf A grubu yapılara onsekiz, B grubu yapılara yirmi Türk Lirası

...

5) V. sınıf A grubu yapılara otuzsekiz, B grubu yapılara kırkaltı, C grubu yapılara elliiki, D grubu yapılara altmışüç Türk Lirası, idari para cezası verilir. Bu miktarlar her takvim yılı başından geçerli olmak üzere o yıl için 4/1/1961 tarihli ve 213 sayılı Vergi Usul Kanununun mükerrer 298 inci maddesi hükümleri uyarınca tespit ve ilan edilen yeniden değerleme oranında bir Türk Lirasının küsuru da dikkate alınmak suretiyle artırılarak uygulanır.

...

c) (a) ve (b) bentlerine göre cezalandırmayı gerektiren aykırılığa konu yapı;

1) Hisseli parselde diğer maliklerin muvafakati alınmaksızın yapılmış ise cezanın % 30’u,

...

5) Uygulama imar planı bulunan bir alanda yapılmış ise cezanın % 20’si,

...

11) İnşaî faaliyetleri tamamlanmış ve kullanılmıyor ise cezanın % 10’u,

12) İnşaî faaliyetleri tamamlanmış ve kullanılıyor ise cezanın % 20’si,

...

 (a) ve (b) bentlerinde belirtilen şekilde tespit edilen para cezalarının miktarına göre ayrı ayrı hesap edilerek ilave olunur. Para cezalarına konu olan alanın hesaplanmasında, aykırılıktan etkilenen alan dikkate alınır."

2. Anayasa Mahkemesi Kararı

27. Anayasa Mahkemesinin 10/1/2013 tarihli ve E.2012/93, K.2013/8 sayılı kararının ilgili kısımları şöyledir:

"Başvuru kararında, itiraz konusu ibarenin uygulamada idareleri gerekli inceleme yapmadan, ruhsata veya projeye aykırı yapıyı inşa eden ile mülk sahibini ayırt etmeden işlem tesisinde keyfi tutuma sevk ettiği, idarelerin yapının sahibi tespitini yaparken hem mülk sahibine hem de inşai faaliyeti yapan kişiye para cezası verdikleri, bu durumun suçlu olmayanın da cezalandırılmasına sebebiyet verdiği, itiraz konusu ibarenin bu yönüyle hukuk devletinin ilkelerinden olan belirlilik ilkesine aykırı olduğu, öte yandan suçlu olmayanın da cezalandırılmasının Anayasa'nın 38. maddesinde yer alan 'Ceza sorumluluğu şahsidir.' hükmüne aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

İtiraz konusu 'yapının sahibine,' ibaresi, ruhsat alınmaksızın veya ruhsata, ruhsat eki etüt ve projelere veya imar mevzuatına aykırı olarak yapı yapma eyleminin karşılığı olarak cezai müeyyide uygulanacak kişileri ifade etmektedir.

Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir.

Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan hukuk devletinin temel ilkelerinden birisi de 'belirlilik'tir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması gerekir. Belirlilik ilkesi, bireylerin hukuksal güvenliğinin sağlanması bakımından da önem arz etmektedir.

Anayasa'nın 'Suç ve cezalara ilişkin esaslar' kenar başlıklı 38. maddesinin yedinci fıkrasında, 'Ceza sorumluluğu şahsidir.' hükmü yer almaktadır. Ceza sorumluluğunun şahsiliği ceza hukukunun temel kurallarındandır. Cezaların şahsiliğinden amaç, bir kimsenin işlemediği bir fiilden dolayı cezalandırılmamasıdır. Başka bir anlatımla bir kimsenin başkasının fiilinden sorumlu tutulmamasıdır. Anayasa'nın 38. maddesinde idari ve adli cezalar arasında bir ayrım yapılmadığından idari para cezaları da bu maddede öngörülen ilkelere tabidir.

Kanun'un 42. maddesinin 2. fıkrası hükmü, ruhsat alınmadan, ruhsat veya eklerine veya imar mevzuatına aykırı olarak yapının yapıldığı yönündeki idarenin tespiti üzerine fıkrada belirtilen kıstaslar çerçevesinde yapının sahibine, yapı müteahhidine veya aykırılığını altı iş günü içinde idareye bildirmeyen ilgili fenni mesullere para cezası verilmesini öngörmektedir.

3194 sayılı İmar Kanunu'nun 5. maddesinde yapı, karada ve suda, sürekli ya da geçici, resmi ve özel, yerüstü ve yeraltı inşaatı ile bunların eklerini, değişikliklerini, onarımlarını, sabit ve hareketli tesislerini içine alan bir kavram olarak tanımlanmaktadır. Görüldüğü üzere, ister sabit olsun, ister hareketli olsun sadece ana yapı değil, ana yapıya ek olarak yapılan yapılar (ilaveler), ana yapı üzerinde yapılan değişiklikler; onarımlar (tamirler) da yapı olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla 'yapının sahibi' ibaresiyle, yukarıda sayılan inşai faaliyetleri gerçekleştiren kişiler ifade edilmektedir. Başka bir deyişle 'yapının sahibi' ibaresinden ister yapının mülkiyetine sahip kişiler isterse kiracı, yapı malikinin yakını, intifa hakkı sahibi gibi üçüncü kişiler olsun inşai faaliyeti yapan kişiler anlaşılmaktadır.

Danıştay'ın istikrar kazanan içtihatlarında da yapının sahibi ibaresinden, mevzuata aykırı yapıyı inşa eden kişinin anlaşılacağı belirtilmiş olup, uygulamada idarelerce gerekli araştırma yapılarak mevzuata aykırı inşai faaliyeti yapan kişi tespit edilmeksizin doğrudan yapının mülkiyet sahibine para cezası verilmesi, yasanın amacı ve anlamı ile bağdaşmayan bir sonuç doğurur.

Öte yandan, idarelerce gerekli araştırma yapılarak mevzuata aykırı inşai faaliyeti yapan kişi tespit edilerek idari yaptırımın bu kişiye uygulanması gerektiğinden bu anlamda söz konusu ibare Anayasa'nın 38. maddesinde yer alan 'Ceza sorumluluğu şahsidir.' hükmüne aykırı değildir.

Açıklanan nedenlerle, itiraz konusu ibare Anayasa'nın 2. ve 38. maddelerine aykırı değildir. İtirazın reddi gerekir."

3. Danıştay İçtihadı

28. Danıştay Ondördüncü Dairesinin 11/6/2018 tarihli ve E.2015/2907, K.2018/4534 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"...Suç ve cezaların şahsiliği ilkesi gereğince, para cezasına konu yapıların kim ya da kimler tarafından yapıldığı tespit edilerek, gerçek yapı sahibi ya da sahipleri adına para cezası verilmesinin gerektiği, yapı sahibinin ise her zaman taşınmaz maliki ile aynı kişi olması zorunlu olmadığından ruhsatsız yapıyı yapan kişinin taşınmaz malikinden farklı bir kişi olduğunun anlaşılması durumunda, taşınmaz maliki adına değil, yapıyı yapan adına para cezası verilmesi gerektiği, yukarıda yer verilen inşaat sözleşmesi uyarınca ruhsat ve yapı kullanma izni belgesi alma sorumluluğunun müteaahide yüklendiği, dolayısıyla dava konusu aykırılıklardan müteahhidin sorumlu olduğu, arsa sahibi davacının bu aykırılıklardan sorumluluğunun bulunmadığı, zira, uyuşmazlık konusu projeye aykırılıkların, yapının inşası sırasında meydana getirilebilecek mahiyette olduğu açık olduğundan, yapı müteahhidinin eylemi nedeniyle arsa sahibi olan davacıya para cezası verilmesine ilişkin işlemde hukuka uyarlık, aksi yöndeki İdare Mahkemesi kararının bu kısmında hukuki isabet görülmemiştir."

29. Danıştay Ondördüncü Dairesinin 27/2/2019 tarihli ve E.2018/5803, K.2019/1436 sayılı kararının ilgili kısımları şöyledir:

"Cezaların şahsiliği ilkesi uyarınca, 3194 sayılı İmar Kanunu'nun 42. maddesine göre verilecek olan para cezasının ruhsatsız ya da ruhsata aykırı yapıyı fiilen yapan ya da yaptıran kişi adına, bir başka ifade ile yapı sahibi adına verilmesi gerekmektedir. Yapı sahibinin ise her zaman taşınmaz maliki ile aynı kişi olması zorunlu olmadığından, ruhsatsız yapıyı yapan kişinin taşınmaz malikinden farklı bir kişi olduğunun anlaşılması durumunda, taşınmaz maliki adına değil, yapıyı yapan adına para cezası verilmesi gerekmektedir.

Bu durumda; yukarıda bahsedilen kat karşılığı inşaat sözleşmesine göre "ruhsata aykırılıkları yapan" kişi olan yüklenici firma, imar para cezasının muhatabı olacağından, bu hususta araştırma yapılarak ona göre para cezası tesis edilmesi gerekirken, arsa sahibi davacılar adına para cezası verilmesine ilişkin dava konusu işlemde hukuka uyarlık görülmemiştir.

Bu itibarla, para cezasına ilişkin kısım yönünden de davanın reddi yönündeki İdare Mahkemesi kararında hukuki isabet bulunmamaktadır."

B. Uluslararası Hukuk

30. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek 1 No.lu Protokol'ün "Mülkiyetin korunması" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."

31. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), ister suç gelirlerinin elde edilmesinin önüne geçilmesi için müsadere olarak uygulansın isterse de doğrudan uygulansın para cezalarının veya kazanç müsaderesinin mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiğini kabul etmektedir. AİHM, bu suretle yapılan müdahalenin Sözleşme'ye ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesinin ikinci paragrafı kapsamında mülkiyetin kullanılmasının kontrolüne ilişkin üçüncü kural çerçevesinde incelenmesi gerektiği görüşündedir (Butler/Birleşik Krallık (k.k.), B. No: 41661/98, 27/6/2002; Phillips/Birleşik Krallık, B. No: 41087/98, 5/7/2001, §§ 50, 51; Konstantin Stefanov/Bulgaristan, B. No: 35399/05, 27/10/2015, §§ 57, 58).

32. Konstantin Stefanov/Bulgaristan kararına konu olayda başvurucu avukatın ücreti yetersiz bulması nedeniyle zorunlu müdafii olmayı reddederek duruşmadan ayrılması üzerine ceza mahkemesince başvurucu avukata yaklaşık 260 avro tutarında para cezası verilmiştir. AİHM, şikâyet edilen cezaya konu paranın mülk teşkil ettiğini ve bu para cezasının uygulanmasının da mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiğini belirtmiştir (Konstantin Stefanov/Bulgaristan, § 57). AİHM'e göre uygulanan para cezası Sözleşme'nin anlamında bir yaptırım teşkil etmektedir. Bu sebeple müdahale; taraf devletlere yaptırımların ödenmesini sağlamak için mülkiyetin kullanımını, kontrol yetkisi tanıyan Sözleşme'ye ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesinin ikinci paragrafı çerçevesinde değerlendirilmiştir (Konstantin Stefanov/Bulgaristan, § 58).

33. AİHM; para cezasının açık, öngörülebilir ve ulaşılabilir mahiyette bir kanuna dayandığını, yargılamanın etkin ve gecikmeden sürdürülmesi yönünde kamu yararına dayalı meşru bir amacının da bulunduğunu tespit etmiştir (Konstantin Stefanov/Bulgaristan, §§ 63, 64). AİHM, ölçülülük yönünden yaptığı değerlendirmede ise farklı unsurları değerlendirmiştir. Kararda, duruşmanın geçerli bir neden olmaksızın tehir edilmesinin mahkemelerden garanti altına alması istenen adalet sisteminin düzgün işlemesine bir engel teşkil ettiği vurgulanmıştır. AİHM, caydırıcı bir etkinin sağlanması için parasal bir cezanın uygulanabileceğini belirtmiş ve bu alanda devletlerin geniş bir takdir yetkisi olduğuna dikkat çekmiştir. AİHM bu bağlamda en önemli güvencenin ise başvurucuya uygulanan cezaya karşı itiraz edebilme hakkının tanınması olduğunu ve somut başvuruda ise başvurucuya uygulanan cezaya ilişkin karar verme usulünün keyfî olduğunun ortaya konulamadığını belirtmiştir. AİHM son olarak başvurucuya verilen para cezasının üst sınırdan uygulanmakla beraber aşırı veya orantısız olmadığını değerlendirmiş, başvurucunun mülkiyet hakkı ile kamu yararı arasında olması gereken adil dengenin bozulmadığı sonucuna varmıştır (Konstantin Stefanov/Bulgaristan, §§ 65-70).

34. AİHM, ceza olarak değerlendirdiği suç gelirlerinin müsaderesine ilişkin Phillips/Birleşik Krallık kararında da benzer değerlendirmeler yapmıştır. Bu olayda ceza mahkemesince başvurucunun uyuşturucu kaçakçılığı suçundan elde ettiği düşünülen gelirlerinin toplamı olan 91.400 sterlin tutarındaki paranın müsaderesine, bu paranın ödenmemesi durumunda ise iki yıl süreli hapis cezasının infazına karar verilmiştir. AİHM bu cezanın başvurucunun mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiğini, bu sebeple Sözleşme'ye ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesinin olayda uygulanabilir olduğunu belirtmiştir (Phillips/Birleşik Krallık, § 50). AİHM, ceza mahkemesinin kazanç müsaderesine ilişkin kararının Sözleşme anlamında bir yaptırım/ceza olduğunu vurgulamıştır (Phillips/Birleşik Krallık, § 51). AİHM'e göre Sözleşme'ye ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesinin ikinci paragrafı taraf devletlere bu alanda geniş bir takdir yetkisi tanımakta olup Protokol'de uyuşturucu kaçakçılığı ile mücadele anlamında böyle bir tedbirin uygulanmasının caydırıcı etkisine dikkat çekilmiştir (Phillips/Birleşik Krallık, § 52). AİHM, tedbirin yalnızca suçtan elde edilen gelirler ile sınırlı olduğunu ve yargılamada başvurucuya etkin bir itiraz hakkının tanındığını gözeterek karşılaştırılan meşru amaca göre müdahalenin ölçülü olduğu sonucuna varmıştır (Phillips/Birleşik Krallık, §§ 53, 54).

35. Ismayilov/Rusya (B. No: 30352/03, 6/11/2008) kararına konu olayda Bakü’de annesinden intikal eden evi satan başvurucu, yanında taşıdığı para miktarını (21.348 ABD doları) gümrük makamlarına eksik (48 dolar olarak) bildirmiştir. Rus kanunlarına göre 10.000 dolar üzerindeki para miktarı gümrüğe bildirilmelidir. Başvurucuya bildirim yükümlülüğüne uymama suçundan şartlı tahliye koşuluyla altı ay hapis cezası verilmiş ve ayrıca el konulan paranın tamamının müsaderesine karar verilmiştir. AİHM müsadere tedbiriyle ilgili istikrarlı yaklaşımına değinmiş ve müdahalenin mülkiyetten yoksun bırakma içerse dahi Sözleşme'ye ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesinin ikinci paragrafı kapsamında mülkiyetin kullanımının kontrolü mahiyeti taşıdığını belirtmiştir (Ismayilov/Rusya, §§ 28-30).

36. AİHM kamu yararı bakımından korunan hukuki menfaatin ise gümrük makamlarına bildirim yükümlülüğüne uyulmasını sağlamak olduğunu vurgulamıştır(Ismayilov/Rusya, § 33). AİHM; başvurucuya herhangi bir suç isnadında bulunulmadığı ve olayda müsadere tedbirinin kara paranın aklanması, terörizmin finansmanı, uyuşturucu kaçakçılığı, vergi kaçırma veya başka suç faaliyetleri kapsamında uygulanmadığı tespitlerine yer vermiştir. Buna göre belirli bir miktarın üzerinde nakit parayı yanında taşımış olan başvurucu, sadece gümrük makamlarına yanında taşıdığı bu parayı eksik bildirmekten ötürü sorumlu tutulmuştur. AİHM bildirilmeyen paranın meşru yollardan elde edildiğini ve bu paranın bildirilmemesinin kamuya olan zararının ise oldukça az olduğunu vurgulamıştır. Bununla birlikte müsadere tedbirinin sadece zararın tazmini amacıyla değil aynı zamanda caydırıcı ve cezalandırıcı bir yönünün de bulunduğu kabul edilmiştir. Ancak olayda ise başvurucunun zaten bildirim yükümlülüğüne uymadığı için şartlı tahliye koşuluyla hapis cezası aldığına dikkat çekilmiştir. AİHM'e göre yalnızca bildirim yükümlülüğüne uyulmamasından dolayı ceza almışken ayrıca müsaderenin uygulanması ölçüsüz olup başvurucuya aşırı ve olağan dışı bir külfet yüklemektedir (Ismayilov/Rusya, §§ 37, 38).

V. İNCELEME VE GEREKÇE

37. Mahkemenin 12/11/2019 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucuların İddiaları

38. Başvurucular, yüklenici ile yapılan sözleşme gereğince inşaat yapımındaki imar mevzuatına aykırılıklardan sorumlu tutulamayacaklarını belirtmiştir. Başvurucular bilgi ve rızaları dışında yüklenici tarafından inşaatın projeye aykırı olarak imal edildiğini, imar kirliliğine neden olmak suçuna ilişkin ceza yargılamasında haklarında beraate hükmedildiğini ifade ederek idari para cezası verilmesinin suçun şahsiliği ilkesine aykırı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Başvurucular, yüklenicinin gerçekleştirdiği eylem nedeniyle haksız yere idari para cezası verilmesinin hukuka aykırı olduğundan yakınmışlardır. Başvurucular, bu gerekçelerle mülkiyet ve adil yargılanma haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüşlerdir.

B. Değerlendirme

39. Anayasa’nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

 “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”

40. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucular adil yargılanma hakkının da ihlal edildiğini ileri sürmekte ise de yukarıda yer verilen şikâyetlerinin özü imar mevzuatına aykırılık sebebiyle idari para cezası verilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Bu nedenle başvurucuların bütün şikâyetlerinin mülkiyet hakkının ihlali iddiası kapsamında incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

41. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

a. Mülkün Varlığı

42. Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Somut olayda idari para cezasına hükmedilmesi neticesinde başvuruculardan tahsil edilen, belirtilen tutardaki para başvurucuların mal varlığına dâhil olduğundan verilen idari para cezasıyla yoksun bırakılan bu paranın başvurucular açısından mülk teşkil ettiği açıktır.

b. Müdahalenin Varlığı ve Türü

43. Başvuru konusu olayda başvurucuların idari para cezası ile cezalandırılmasının mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiği kuşkusuzdur.

44. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

45. Kaçak imar faaliyeti nedeniyle arsa maliki sıfatıyla başvuruculara idari para cezası uygulanmıştır. Müdahaleyle, yapıların imar mevzuatına uygun şekilde inşa edilmesi ve mevzuata uymayanların ise yaptırıma tabi tutulması amaçlanmaktadır. Bu durumda başvurucuların mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin mülkiyetin kamu yararına kullanımının kontrolüne veya düzenlenmesine ilişkin üçüncü kural çerçevesinde incelenmesi gerekir.

c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

46. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

47. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir(Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

i. Kanunilik

48. Mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerde ilk incelenmesi gereken ölçüt kanuna dayalı olma ölçütüdür. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır. Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince ulaşılabilir, belirli ve öngörülebilir kanun hükümlerinin bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44; Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49; Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55).

49. Somut olayda ruhsat ve eki projesine aykırı olarak kaçak imalatlar yapıldığı gerekçesiyle 3194 sayılı Kanun'un 42. maddesi uyarınca başvuruculara idari para cezası verilmiştir. Mahkeme, başvurucuların cezalandırılmalarının mevzuat gereği zorunlu olduğunu belirterek idari işlemin hukuka aykırı olmadığı sonucuna varmıştır.

50. 3194 sayılı Kanun'un 42. maddesinde; ruhsat alınmaksızın veya ruhsata, ruhsat eki etüt ve projelere veya imar mevzuatına aykırı olarak yapılan yapının sahibine idari para cezası uygulanacağı belirtilmiştir. Bununla birlikte yerleşik Danıştay içtihatları kapsamında suç ve cezaların şahsiliği ilkesi gereğince yapı sahibinden anlaşılması gerekenin her zaman taşınmaz maliki olmadığı vurgulanmış ve ruhsata aykırılıkları yapan kişinin taşınmaz malikinden farklı bir kişi olduğunun anlaşılması hâlinde taşınmaz maliki adına değil yapıyı yapan adına para cezası verilmesi gerektiği ifade edilmiştir.

51. Somut olayda, başvurucular kat karşılığı inşaat sözleşmesi kapsamında binanın yapımını yükleniciye bırakmışlardır. Ayrıca ceza yargılamasında imara aykırı yapıların başvurucular tarafından değil yüklenici şirket tarafından imal edildiği tespit edilmiştir. Bu bağlamda kamu makamlarınca gerekli araştırma yapılmaksızın ve inşai faaliyet yapan kişi tespit edilmeksizin doğrudan taşınmaz maliki olan başvuruculara idari para cezası verilmesi yukarıda belirtilen Danıştay içtihatları ile açık bir çelişkiye yol açmaktadır. Bununla birlikte bu husustaki tartışmanın ölçülülük incelemesiyle birlikte ele alınması uygun görülmüştür.

ii. Meşru Amaç

52. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı, mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılması imkânı vermekle, bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu anlamda bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır. Kamu yararı kavramı, devlet organlarının takdir yetkisini de beraberinde getiren bir kavram olup objektif bir tanıma elverişli olmayan bu ölçütün her somut olay temelinde ayrıca değerlendirilmesi gerekir (Nusrat Külah, B. No: 2013/6151, 21/4/2016, §§ 53, 56; Yunis Ağlar, B. No: 2013/1239, 20/3/2014, §§ 28, 29).

53. Anayasa'nın 56. maddesinde, herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu düzenlenmiş; çevreyi geliştirmenin, çevre sağlığını korumanın ve çevre kirliliğini önlemenin devlet ve vatandaşların ödevi olduğu belirtilmiştir. Yapıların imar mevzuatına uygun olarak inşa edilmesinin sağlanması ve bu kapsamda ilgili mevzuat hükümleri uyarınca ruhsat alınmadan yapılabileceği açıkça düzenlenen yapılar hariç diğer yapıların ruhsata bağlanması suretiyle yapılaşmanın fen, sağlık ve çevre şartlarına uygun olarak teşekkülü; sağlıklı, güvenli, kaliteli ve ekonomik yaşam çevrelerinin oluşturulması bakımından önem teşkil etmektedir. Bu bakımdan yapılaşmanın fen, sağlık ve çevre şartlarına uygunluğunun sağlanmasında ve buna ilişkin düzenlemelerde kamu yararı bulunduğu kabul edilmelidir (Osman Yücel, B. No: 2014/4874, 15/6/2016, §§ 82-84).

54. Bu bağlamda yapıların imar mevzuatına uygun olarak yapılmasının sağlanması amacıyla imar mevzuatına aykırılıkların yaptırıma tabi tutulmasında kamu yararı amacı bulunduğu kuşkusuzdur. Dolayısıyla somut olayda kaçak imar faaliyeti nedeniyle idari para cezası uygulanmasında kamu yararına dayalı, meşru bir amacı olduğu açıktır.

iii. Ölçülülük

 (1) Genel İlkeler

55. Son olarak kamu makamlarınca başvurucuların mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyle gerçekleştirilmek istenen amaç ile bu amacın gerçekleştirilmesi için kullanılan araçlar arasında makul bir ölçülülük ilişkisinin olup olmadığı değerlendirilmelidir.

56. Ölçülülük ilkesi elverişlilikgereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2014/176, K.2015/53, 27/5/2015; E.2016/13, K.2016/127, 22/6/2016, § 18; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 38).

57. Mülkiyet hakkına yapılan bir müdahalenin Anayasa'nın 13. ve 35. maddelerine göre ölçülü olabilmesi için her şeyden önce bu tedbirin öngörülen kamu yararı amacını gerçekleştirmeye elverişli olması zorunludur. Diğer taraftan müdahalede bulunulurken takip edilen kamu yararı amacını gerçekleştirmeye en uygun aracın seçilmesi gerekmektedir. Bu alanda hangi araçların tercih edileceği ise öncelikli olarak daha isabetli karar verebilecek konumda olan ilgili kamu makamlarının yetkisindedir. Bu nedenle hangi aracın tercih edileceğinin belirlenmesi hususunda idarelerin belli ölçüde takdir yetkisi bulunmaktadır. Ne var ki seçilen aracın gerekliliğine ilişkin olarak idarelerin sahip olduğu takdir yetkisi sınırsız değildir. Tercih edilen aracın müdahaleyi ulaşılmak istenen amaca nazaran bariz bir biçimde ağırlaştırması durumunda Anayasa Mahkemesince müdahalenin gerekli olmadığı sonucuna ulaşılması mümkündür. Ancak Anayasa Mahkemesinin bu kapsamda yapacağı denetim, seçilen aracın isabet derecesine yönelik olmayıp hak ve özgürlükler üzerinde oluşturduğu müdahalenin ağırlığına dönüktür (bazı değişikliklerle birlikte bkz. Hamdi Akın İpek, B. No: 2015/17763, 24/5/2018, § 108; Hanife Ensaroğlu, B. No: 2014/14195, 20/9/2017, § 67).

58. Ayrıca ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirlerine ilişkin kurallar ceza hukukunun ana ilkeleri ile Anayasa'nın konuya ilişkin kuralları başta olmak üzere ülkenin sosyal, kültürel yapısı, etik değerleri ve ekonomik hayatın gereksinmeleri gözönüne alınarak saptanacak ceza politikasına göre belirlenir. Kanun koyucu cezalandırma yetkisini kullanırken toplumda hangi eylemlerin suç sayılacağı, bunun hangi tür ve ölçüdeki ceza yaptırımı ile karşılanacağı, nelerin ağırlaştırıcı veya hafifletici sebep olarak kabul edilebileceği ve ceza sistemini tamamlayan müesseseler konusunda takdir yetkisine sahiptir (AYM, E.2013/24, K.2013/133, 14/11/2003).

59. Bununla birlikte orantılılık ilkesi gereği kişilerin mülkiyet hakkının sınırlandırılması hâlinde elde edilmek istenen kamu yararı ile bireyin hakları arasında adil bir dengenin kurulması gerekmektedir. Bu adil denge, başvurucunun şahsi olarak aşırı bir yüke katlandığının tespit edilmesi durumunda bozulmuş olacaktır. Anayasa Mahkemesi müdahalenin orantılılığını değerlendirirken bir taraftan ulaşılmak istenen meşru amacın önemini, diğer taraftan da müdahalenin niteliğini, başvurucunun ve kamu otoritelerinin davranışlarını gözönünde bulundurarak başvurucuya yüklenen külfeti dikkate alacaktır (bazı değişikliklerle birlikte bkz. Arif Güven, B. No: 2014/13966, 15/2/2017, §§ 58, 60).

60. Anayasa'nın 35. maddesi usule ilişkin açık bir güvenceden söz etmemektedir. Bununla birlikte mülkiyet hakkının gerçek anlamda korunabilmesi bakımından bu madde, -Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında da ifade edildiği üzere- mülk sahibine müdahalenin kanun dışı veya keyfî ya da makul olmayan şekilde uygulandığına ilişkin savunma ve itirazlarını sorumlu makamlar önünde etkin bir biçimde ortaya koyabilme olanağının tanınması güvencesini kapsamaktadır. Bu değerlendirme ise uygulanan sürecin bütününe bakılarak yapılmalıdır (Züliye Öztürk, B. No: 2014/1734, 14/9/2017, § 36; Bekir Yazıcı [GK], B. No: 2013/3044, 17/12/2015, § 71).

61. Elkoyma veya müsadere gibi tedbirler yoluyla ya da para cezası uygulanması suretiyle mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerin bireyin menfaatleri ile kamunun yararı arasında olması gereken adil dengeyi bozmaması için malikin davranışı ile kanunun ihlali arasında uygun bir illiyet bağının olması, başvurucunun müdahaleye yönelik iddia ve savunmalarının ilgili idari ve yargısal makamlarca makul biçimde karşılanması, ayrıca her hâlde iyi niyetli malikin zararının ise tazmini gerekmektedir. Bu gerekliliklere uyulduğu takdirde mülkiyet hakkına yapılan müdahale ölçülü olacaktır (Züliye Öztürk, § 64).

 (2) İlkelerin Olaya Uygulanması

62. İlk olarak idari para cezasının ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişliliği ele alınmalıdır. Başvuruculara idari para cezası verilmesinin imar mevzuatına aykırılıkların önlenmesini sağlamaya yönelik olduğu dikkate alındığında müdahalenin söz konusu kamu yararı amacını gerçekleştirmeye elverişli olduğunda şüphe bulunmamaktadır. İkinci olarak başvurucuların mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin gerekli olup olmadığı değerlendirilmelidir. Olayda takip edilen meşru amacı gerçekleştirmeye elverişli diğer araçlarla karşılaştırıldığında ve başvuruculara atfedilen fiilinin kabahat olarak düzenlenerek yalnızca idari para cezası uygulandığı dikkate alındığında müdahalenin gerekli olmadığı söylenemez.

63. Orantılılık yönünden ise öncelikle başvuruculara idari para cezası kararına karşı iddia ve savunmalarını etkin bir biçimde ortaya koyabilme olanağının tanınıp tanınmadığı değerlendirilmelidir. Başvurucular idari para cezası kararına karşı kendilerini avukat ile temsil ettirerek önce idare mahkemesinde dava açmış, davanın kısmen reddine ilişkin karara karşı da istinaf kanun yoluna başvurmuşlardır.

64. Başvurucuların temel şikâyeti, gayrimenkul satış vaadi ve kat karşılığı inşaat sözleşmesi gereğince yapının inşası ile ilgili tüm sorumluluğunun yükleniciye ait olduğu ve bu nedenle inşaatın yapım aşamasında yüklenici tarafından gerçekleştirilen projeye aykırılıklardan kendilerinin sorumlu tutulamayacağına ilişkindir.

65. Mülkiyet hakkına idari para cezası yoluyla yapılan müdahalede, kamu yararı ile başvurucuların mülkiyet hakkı arasında bir adil dengenin kurulması gerekmektedir. Bunun için de başvurucuların tutum ve davranışları ile idari para cezasına neden olan eylem arasındaki illiyet bağı derece mahkemelerince makul bir şekilde ortaya konulmalıdır.

66. Anayasa Mahkemesi bariz bir takdir hatası veya açık bir keyfîlik bulunmadıkça derece mahkemelerin delillerin değerlendirilmesinde ve hukukun uygulanmasındaki takdir hakkına karışmayacağını vurgulamaktadır. Bununla birlikte idari para cezasına neden olan eylem ile başvurucuların tutum ve davranışları arasındaki illiyet bağının değerlendirilip değerlendirilmediği belirlenmelidir.

67. Somut olayda idari para cezasının iptali için açılan davada Mahkeme, başvurucuların kaçak imar faaliyetinden dolayı yapı sahibi olarak imar mevzuatı gereğince sorumluluğu bulunduğunu ifade etmiştir. Yapıdaki projeye aykırılık nedeniyle başvurucuların cezalandırılmalarının mevzuat hükümleri uyarınca zorunlu olduğunu belirten Mahkeme, kaçak imalat nedeniyle başvurucuların sorumlu olmadıklarına ilişkin iddiaları reddetmiştir. Mahkeme kararının incelenmesi neticesinde yapının kim tarafından inşa edildiğine, başvurucuların projeye aykırı yapıyı yapan kişiler olup olmadığına ve başvurucular ile yüklenici arasındaki sözleşme kapsamında tarafların sorumluluklarına ilişkin makul bir değerlendirmenin bulunmadığı görülmüştür.

68. Aynı olay hakkındaki projeye aykırı yapı inşası iddiasına dayalı ceza yargılamasında ise başvurucuların inşaat aşamasında geçekleşen projeye aykırılıkları bildiğini ve bunlara onay verdiğini gösterir herhangi bir delilin bulunmadığı gerekçesiyle beraat kararı verilmiştir. Karar, temyiz kanun yolundan geçerek kesinleşmiştir.

69. Anayasa Mahkemesinin somut olaydaki idari para cezasının kanuni dayanağı olan 3194 sayılı Kanun'un 42. maddesinin itiraz yoluyla iptali istemine ilişkin kararında ve Danıştayın yerleşik içtihatlarında da belirtildiği üzere yapı sahibi ibaresinden anlaşılması gereken, yapıyı mevzuata aykırı inşa eden kişidir (bkz. §§ 28,29). Yine bu kararlarda, idarelerce gerekli araştırma yapılarak mevzuata aykırı inşaat yapan kişi tespit edilmeksizin doğrudan yapının mülkiyet sahibine para cezası verilmesinin kanunun amacı ve anlamı ile bağdaşmayan bir sonuç doğuracağı vurgulanmıştır.

70. Sonuç olarak yapıların imar mevzuatına uygun olarak inşası ve imara aykırı yapı nedeniyle yaptırım uygulanması ile caydırıcılığın sağlanmasında kamu yararına dayalı meşru bir amacın takip edildiği kuşkusuzdur. Bu kapsamda devletin idari para cezalarının düzenlenmesi ve uygulanması alanında geniş bir takdir yetkisine sahip olduğu da dikkate alınmalıdır. Bununla birlikte somut olayda idari para cezasına neden olan projeye aykırı inşa eylemi ile başvurucuların tutum ve davranışları arasındaki illiyet bağının Mahkeme tarafından makul bir şekilde değerlendirilmediği anlaşılmaktadır. Başvurucuların projeye aykırı eylemi gerçekleştirmedikleri ve sorumluluğunun yükleniciye ait olduğu iddialarının Mahkeme tarafından yeterince incelenmediği ve başvurucuların cezalandırılmalarının mevzuat gereğince zorunlu olduğunun belirtilmekle yetinildiği görülmüştür.

71. Anayasa Mahkemesinin norm denetimi kapsamında verdiği karara ve Danıştayın yerleşik içtihatlarına rağmen idari para cezasının iptali istemine ilişkin olarak derece mahkemeleri kararlarında yapıyı inşa eden kişinin belirlenmesine dair bir değerlendirmede bulunulmamıştır. Bu yönüyle derece mahkemeleri kararının yerleşik içtihatlar ile olan tutarsızlığının belirlilik ve öngörülebilirlik ilkelerini zedelediğini de belirtmek gerekmektedir.

72. Bu durumda idari para cezası verilmesine neden olan eylem ile başvurucuların tutum ve davranışları arasındaki illiyet bağı makul bir şekilde değerlendirilmeyerek başvuruculara şahsi olarak olağan dışı ve aşırı bir külfet yüklenmiştir. Dolayısıyla müdahaleyle kamu yararı ile başvurucuların mülkiyet hakkının korunması arasında olması gereken adil dengenin başvurucular aleyhine bozulduğu ve müdahalenin ölçülü olmadığı sonucuna varılmıştır.

73. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

74. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 50. maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:

 “(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir...

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

75. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hak ve hürriyetin ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural, mümkün olduğunca eski hâle getirmenin, yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle devam eden ihlalin durdurulması, ihlale konu kararın veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan [GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018§ 55).

76. İhlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilmeden önce ihlalin kaynağının belirlenmesi gerekir. Buna göre ihlal; idari eylem ve işlemler, yargısal işlemler veya yasama işlemlerinden kaynaklanabilir. İhlalin kaynağının belirlenmesi uygun giderim yolunun belirlenebilmesi bakımından önem taşımaktadır (Mehmet Doğan, § 57).

77. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı durumlarda 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca kural olarak ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmedilir (Mehmet Doğan, § 58).

78. Buna göre Anayasa Mahkemesince ihlalin tespit edildiği hâllerde yargılamanın yenilenmesinin gerekliliği hususundaki takdir derece mahkemelerine değil ihlalin varlığını tespit eden Anayasa Mahkemesine bırakılmıştır. Derece mahkemeleri ise Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında belirttiği doğrultuda ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yapmakla yükümlüdür (Mehmet Doğan, § 59).

79. Bu bağlamda derece mahkemesinin öncelikle yapması gereken şey, bir temel hak veya özgürlüğü ihlal ettiği veya idari makamlar tarafından bir temel hak veya özgürlüğe yönelik olarak gerçekleştirilen ihlali gideremediği tespit edilen önceki kararını kaldırmaktır. Derece mahkemesi, kararın kaldırılmasından sonraki aşamada ise Anayasa Mahkemesi kararında tespit edilen ihlalin sonuçlarını gidermek için gereken işlemleri yapmak durumundadır (Mehmet Doğan, § 60).

80. Başvurucular, ihlalin tespiti ile maddi ve manevi tazminat taleplerinde bulunmuşlardır.

81. Anayasa Mahkemesi, idari para cezasına neden olan eylem ile başvurucuların tutum ve davranışları arasındaki illiyet bağının derece mahkemelerince makul bir şekilde değerlendirilmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Dolayısıyla somut başvuruda ihlalin mahkeme kararından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

82. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Buna göre yapılacak yeniden yargılama ise 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda derece mahkemelerince yapılması gereken iş, öncelikle ihlale yol açan mahkeme kararının ortadan kaldırılması ve nihayet ihlal sonucuna uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 5. İdare Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekir.

83. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 239,50 TL harç ve 2.475 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.714,50 TL tutarındaki yargılama giderinin başvuruculara müştereken ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 5. İdare Mahkemesine (E.2012/654, K.2014/1849) GÖNDERİLMESİNE,

D. Başvurucuların tazminat taleplerinin REDDİNE,

E. 239,50 TL harç ve 2.475 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.714,50 TL tutarındaki yargılama giderinin BAŞVURUCULARA MÜŞTEREKEN ÖDENMESİNE,

F. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvuruculara Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 12/11/2019 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

FARMASOL TIBBİ ÜRÜNLER SAN. VE TİC. A.Ş. BAŞVURUSU (2)

(Başvuru Numarası: 2017/37300)

 

Karar Tarihi: 15/1/2020

R.G. Tarih ve Sayı: 19/3/2020-31073

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

Başkan

:

Hasan Tahsin GÖKCAN

Üyeler

:

Serdar ÖZGÜLDÜR

 

 

Hicabi DURSUN

 

 

Kadir ÖZKAYA

 

 

Yusuf Şevki HAKYEMEZ

Raportör

:

Umut FIRTINA

Başvurucu

:

Farmasol Tıbbi Ürünler San. ve Tic. A.Ş.

Vekili

:

Av. Suat Murat ÇELİKTEN

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, itirazen şikâyet sürecinde alınan başvuru bedelinin lehe karar verilmesine rağmen başvurucuya iade edilmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 15/11/2017 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvuruların kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvuruların kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüş bildirmiştir.

7. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı beyanlarını Anayasa Mahkemesine sunmuştur.

III. OLAY VE OLGULAR

8. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:

A. Uyuşmazlığın Arka Planı

9. Başvurucu tıbbi ürünlerin ticareti ile iştigal eden bir şirkettir. Sinop ili Kamu Hastaneleri Birliği tarafından hemodiyaliz sarf malzemelerinin alımı için ihale düzenlenmiş, başvurucu Şirket ise İhale Komisyonunca ihale dışı bırakılmıştır.

10. Başvurucu, ihaleye ait idari şartnamenin 8. maddesine göre %15 oranındaki fiyat avantajının uygulanmadığını belirterek 30/12/2015 tarihinde ihaleyi gerçekleştiren idareye şikâyet başvurusunda bulunmuştur. İdare, başvurucunun şikâyetini 4/1/2016 tarihinde reddetmiştir.

11. Başvurucu bunun üzerine 12/1/2016 tarihinde Kamu İhale Kurumuna (KİK) itirazen şikâyet başvurusunda bulunmuştur. Başvurucu 6.831 TL tutarında başvuru bedeli ödemiştir. KİK 3/2/2016 tarihinde başvurucunun şikâyetini kabul etmiştir. Buna göre ihalenin bazı kısımlarında yerli malı teklif eden isteklilere %15 oranında fiyat avantajı sağlanması gerektiği belirtilerek başvurucunun haklı olduğu sonucuna varılmıştır.

12. Başvurucu, itirazen şikâyet başvuru bedelinin iade edilmesi için 2/3/2016 tarihinde KİK'ten talepte bulunmuştur. KİK 1/4/2016 tarihinde bu talebi reddetmiştir.

B. İptal Davası Süreci

13. Başvurucu söz konusu idari işlemin iptali istemiyle KİK aleyhine 3/5/2016 tarihinde Ankara 11. İdare Mahkemesinde dava açmıştır.

14. Mahkeme 24/3/2017 tarihinde davanın reddine karar vermiştir. Kararın gerekçesinde, davaya konu başvuru bedellerinin idarenin gelirleri arasında sayıldığına vurgu yapılmıştır. Mahkeme ayrıca başvuru bedeli alınmasına ilişkin kanun hükmünün Anayasa Mahkemesince iptal edilmediğine işaret etmiştir.

15. Başvurucunun istinaf talebi Bölge İdare Mahkemesi 8. İdari Dava Dairesince (Daire) 21/9/2017 tarihinde reddedilmiştir.

16. Nihai karar 16/10/2017 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir.

17. Başvurucu 15/11/2017 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Mevzuat Hükümleri

18. 4/1/2002 tarihli ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu'nun 53. maddesinin (j) bendinin (2) numaralı alt bendi şöyledir:

"Kurumun gelirleri aşağıda belirtilmiştir:

...

2) (Değişik: 6/2/2014-6518/49 md.) Yaklaşık maliyeti beş yüz bin Türk Lirasına kadar olan ihalelerde üç bin Türk Lirası, beş yüz bin Türk Lirasından iki milyon Türk Lirasına kadar olanlarda altı bin Türk Lirası, iki milyon Türk Lirasından on beş milyon Türk Lirasına kadar olanlarda dokuz bin Türk Lirası, on beş milyon Türk Lirası ve üzerinde olanlarda on iki bin Türk Lirası tutarındaki itirazen şikâyet başvuru bedeli.

..."

19. 4734 sayılı Kanun'un 54. maddesinin ilgili kısımları şöyledir:

"İhale sürecindeki hukuka aykırı işlem veya eylemler nedeniyle bir hak kaybına veya zarara uğradığını veya zarara uğramasının muhtemel olduğunu iddia eden aday veya istekli ile istekli olabilecekler, bu Kanunda belirtilen şekil ve usul kurallarına uygun olmak şartıyla şikâyet ve itirazen şikâyet başvurusunda bulunabilirler.

Şikâyet ve itirazen şikâyet başvuruları, dava açılmadan önce tüketilmesi zorunlu idari başvuru yollarıdır.

Şikâyet başvuruları idareye, itirazen şikâyet başvuruları Kuruma hitaben yazılmış imzalı dilekçelerle yapılır.

...

İtirazen şikâyette bulunanlardan 53 üncü maddenin (j) bendinin (2) nolu alt bendinde belirtilen bedelin dört katı tutarına kadar başvuru teminatı alınmasına Cumhurbaşkanınca karar verilebilir. Başvuru teminatları Kurum hesaplarına yatırılır. Bu teminatlar Kurum gelirleri ile ilişkilendirilmeksizin ayrı hesaplarda tutulur.

İtirazen şikâyet dilekçelerine, başvuruda bulunmaya yetkili olunduğuna dair belgeler ile imza sirkülerinin aslı veya yetkili mercilerce onaylı örneklerinin, varsa şikâyete idarece verilen cevabın bir örneği ile başvuru bedeli ve teminatının Kurum hesaplarına yatırıldığına dair belgenin eklenmesi zorunludur.

Aynı kişi tarafından birden fazla ihaleye, birden fazla kişi tarafından ise aynı ihaleye tek dilekçe ile başvuruda bulunulamaz.

Belirtilen hususlara aykırılık içeren ve henüz başvuru süresi dolmamış olan başvurulardaki eksiklikler, idare veya Kurumun bildirim yapma zorunluluğu bulunmaksızın, başvuru süresinin sonuna kadar başvuru sahibi tarafından giderilebilir.

(Ek: 6/2/2014-6518/50 md.) Başvuruların ihaleyi yapan idare veya Kurum dışındaki idari mercilere ya da yargı mercilerine yapılması ve başvuru dilekçelerinin bu merciler tarafından ilgisine göre idareye veya Kuruma gönderilmesi hâlinde, dilekçelerin idare veya Kurum kayıtlarına girdiği tarih, başvuru tarihi olarak kabul edilir.

Başvurular üzerine ihaleyi yapan idare veya Kurum tarafından gerekçeli olarak;

a) İhale sürecinin devam etmesine engel oluşturacak ve düzeltici işlemle giderilemeyecek hukuka aykırılığın tespit edilmesi halinde ihalenin iptaline,

b) İdare tarafından düzeltme yapılması yoluyla giderilebilecek ve ihale sürecinin kesintiye uğratılmasına gerek bulunmayan durumlarda, düzeltici işlem belirlenmesine,

c) Başvurunun süre, usul ve şekil kurallarına uygun olmaması, usulüne uygun olarak sözleşme imzalanmış olması veya şikâyete konu işlemlerde hukuka aykırılığın tespit edilememesi veya itirazen şikâyet başvurusuna konu hususun Kurumun görev alanında bulunmaması hallerinde başvurunun reddine,

karar verilir. Kurumun görev alanında bulunmaması hali hariç, itirazen şikâyet başvurusunun reddedilmesi durumunda, başvuru teminatı yatırılan hallerde teminatın gelir kaydedilmesine de karar verilir.

..."

B. Anayasa Mahkemesi Kararı

20. 4734 sayılı Kanun'un 20/11/2008 tarihli ve 5812 sayılı Kanun'un 20. maddesiyle değiştirilen 53. maddesinin (j) fıkrasının değiştirilen ikinci bendinin iptali istemine ilişkin Anayasa Mahkemesince verilen 16/6/2011 tarihli ve E.2009/9, K.2011/103 sayılı kararın ilgili kısımları şöyledir:

"Dava dilekçesinde, iptali istenen kural ile Kamu İhale Kurumu'na yapılacak itirazen şikâyet başvurularında getirilen yüksek başvuru ücretlerinin, ihaleye aday ve istekli olmuş gerçek ve tüzel kişilerin başvurularını ölçüsüzce sınırlandırdığı, bu nedenle kuralın Anayasa'nın 2., 11. ve 13. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

İptali istenilen kural ile mal, hizmet veya yapım işleri ihalelerine ilişkin olarak Kamu İhale Kurumu'na yapılacak itirazen şikâyet başvurusu bedelleri yaklaşık maliyetle ilişkilendirilmiş ve buna göre mal, hizmet, yapım işleri ihalelerinde itirazen şikâyet başvuru bedellerinin, ihalelerin yaklaşık maliyetlerine göre kademeli olarak artırılıp azaltılması esası getirilmiştir.

Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devletinin önemli ilkelerinden birisi de ölçülülük ilkesidir. Buna göre, hak ve özgürlüklerin kullanım alanına ilişkin kuralların hakkaniyete uygun, dengeli ve ölçülü bir şekilde düzenlenmesi gerekmektedir.

İptali istenilen kural ile Kuruma yapılan itirazen şikâyet başvurularından alınmakta olan başvuru bedeli, ihalelerin niteliği ve parasal büyüklükleri göz önünde tutularak yeniden belirlenmiştir. Düzenlemenin amacının; şikâyet ve itirazen şikâyet başvurusunda bulunacakları iyi niyetli, esas saiki hak arama amacı olan, özenli biçimde hazırlanmış başvurulara sevk etmek, bununla birlikte şikâyet ve itirazen şikâyet sürecinin hızlı ve etkili biçimde gerçekleşmesini temin etmek olduğu anlaşıldığından, itirazen şikâyet başvurularından bedel alınmasının ve bu bedelin yaklaşık maliyete göre kademeli olarak artmasının amaç ve araç arasında makul ve uygun bir ilişki kurduğu ve düzenlemenin amacına ulaşmaya elverişli olduğu görülmekle, kuralın ölçüsüzce düzenlendiği söylenemeyeceğinden söz konusu düzenleme Anayasa'nın 2. maddesine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir."

V. İNCELEME VE GEREKÇE

21. Mahkemenin 15/1/2020 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü

22. Başvurucu Şirket; Anayasa Mahkemesinin 16/6/2011 tarihli kararına konu olan davada tartışma konusunun itirazen şikâyet bedeli alınmasının hukuka aykırı olup olmadığı hususu olduğunu, başvuru konusu olayda ise şikâyetinde haklı çıkmasına rağmen itirazen şikâyet başvuru bedelinin iade edilmemesinin çekişmeye yol açtığını, Dairenin benzer bir uyuşmazlıkla ilgili vermiş olduğu 30/6/2017 tarihli kararda itirazen şikâyet bedelinin ihale makamından alınabileceğine hükmettiğini, KİK nezdinde yaptığı itirazen şikâyet başvurusunun hukuka uygun olduğu belirlenmesine rağmen itirazen şikâyet bedelinin iade edilmemesinin ölçülü olmadığını, bu nedenlerle mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

23. Başvurucu Şirket ayrıca itirazen şikâyet başvurusunun dava açılmadan önce tüketilmesi zorunlu bir başvuru yolu olduğunu, doğrudan dava açması durumunda 250 TL yargılama gideri ödeyeceğini, itirazen şikâyet başvuru bedelinin ise 6.381 TL olduğunu, 25 kat daha fazla masrafa katlanarak hukuka aykırılığın tespit ettirilebildiğini, haklı çıkmasına rağmen ödenen bedelin kendisine iade edilmemesinin orantısız bir müdahale teşkil ettiğini, içtihatlara aykırı hüküm tesis edildiğini belirterek adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Başvurucu benzer gerekçelerle eşitlik ilkesinin de ihlal edildiğini dile getirmiştir.

24. Bakanlık görüşünde; başvurucu Şirketin KİK'e yaptığı itirazen şikâyet başvurusu esnasında ödediği başvuru bedelinin alınmasının dayanağının 4734 sayılı Kanun'un 53. maddesinin (j) fıkrasının (2) numaralı alt bendinde yer alan hüküm olduğu belirtildikten sonra anılan hükmün iptali istemiyle açılan davada Anayasa Mahkemesinin 16/6/2011 tarihli ve E.2009/9 K.2011/103sayılıkararı ile anılan düzenlemeyi Anayasa’ya aykırı bulmadığı ifade edilmiştir. Bakanlık ayrıca Anayasa Mahkemesinin bu kararı verirken düzenlemenin amacını da gözönünde bulundurarak kuralın ölçüsüzce düzenlenmediği kanaatine vardığını vurgulayarak başvurucunun şikâyetlerinin incelenmesinde bu hususların da dikkate alınması gerektiğini bildirmiştir.

25. Başvurucu vekili cevap dilekçesinde; Bakanlık görüşünün başvuru dilekçesinde ileri sürdükleri iddiaları karşılamadığını, anılan Anayasa Mahkemesi kararının başvuru bakımından emsal teşkil etmediğini vurgulamıştır. Karşı beyanda Bakanlığın 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu uygulamasına ilişkin görüş bildirmekten imtina ettiği hususuna da dikkat çekilmiştir.

B. Değerlendirme

26. Anayasa'nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

27. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucu, mülkiyet hakkının ihlali iddiası yanında aynı gerekçelerle mahkemeye erişim hakkı ile eşitlik ilkesinin de ihlal edildiğini de ileri sürmüştür. Başvurucunun şikâyetinin özünün KİK nezdinde yaptığı itirazen şikâyet başvurusunun hukuka uygun olduğu belirlenmesine rağmen itirazen şikâyet bedelinin iade edilmemesine yönelik olduğu anlaşılmakla ihlal iddialarının mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesi uygun görülmüştür.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

28. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

a. Mülkün Varlığı

29. Başvuruya konu itirazen şikâyet başvuru bedelinin başvurucu Şirketin mal varlığından tahsil edildiği dikkate alındığında somut olayda Anayasa'nın 35. maddesi anlamında mülkün varlığı hususunda tereddüt bulunmamaktadır.

b. Müdahalenin Varlığı ve Türü

30. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma ve ondan tasarruf etme, onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).

31. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

32. Başvurucu Şirketten itirazen şikâyet başvuru bedeli alınması mülkiyet hakkına müdahale teşkil etmekle olup bu müdahalenin mülkiyet hakkının kamu yararına kullanımının kontrolü veya düzenlenmesine ilişkin üçüncü kural çerçevesinde incelenmesi gerekir.

c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

33. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

34. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir(Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

i. Kanunilik

35. Mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerde ilk incelenmesi gereken ölçüt, kanuna dayalı olma ölçütüdür. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır. Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince ulaşılabilir, belirli ve öngörülebilir kanun hükümlerinin bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44; Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49; Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55).

36. Somut olayda idare ve derece mahkemeleri, başvuruya konu itirazen şikâyet başvuru bedelinin kanuni dayanağı olarak 4734 sayılı Kanun'un 53. maddesinin (j) bendinin (2) numaralı alt bendini göstermiştir. Gerçekten de bu kanun hükmünde söz konusu başvuru bedeli KİK gelirleri arasında sayılmıştır. Bu itibarla ulaşılabilir, öngörülebilir ve belirli olduğu açık olan söz konusu kanun hükmüne dayanan müdahalenin kanunilik ölçütünü taşıdığı değerlendirilmiştir. Bununla birlikte itirazen şikâyetin haklı görülmesi hâlinde başvuru bedelinin iade edilip edilmeyeceği ile ilgili bir düzenlemeye ise 4734 sayılı Kanun'da yer verilmemiştir. Bu hususun ise müdahalenin ölçülülüğü bağlamında tartışılması gerekmektedir. Bu itibarla ulaşılabilir, öngörülebilir ve belirli olduğu açık olan söz konusu kanun hükmüne dayanan müdahalenin kanunilik ölçütünü taşıdığı değerlendirilmiştir.

ii. Meşru Amaç

37. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı, mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılması imkânı vermekle bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu anlamda bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır. Kamu yararı kavramı, devlet organlarının takdir yetkisini de beraberinde getiren bir kavram olup objektif bir tanıma elverişli olmayan bu ölçütün her somut olay temelinde ayrıca değerlendirilmesi gerekir (Nusrat Külah,B. No: 2013/6151, 21/4/2016, §§ 53, 56; Yunis Ağlar, B. No: 2013/1239, 20/3/2014, §§ 28, 29).

38. Somut olayda KİK tarafından itirazen şikâyet başvuru bedeli alınmasının amacının yersiz başvuruların önüne geçmek ve idari sürecin etkin bir şekilde işlemesini sağlamak olduğu dikkate alındığında bedel öngörülmesinin kamu yararı amacına dayandığı hususunda tereddüt bulunmamaktadır (benzer yöndeki değerlendirmeler için bkz. AYM, E.2009/9, K.2011/103, 16/6/2011).

iii. Ölçülülük

 (1) Genel İlkeler

39. Son olarak kamu makamlarınca başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyle gerçekleştirilmek istenen amaç ile bu amacı gerçekleştirmek için kullanılan araçlar arasında makul bir ölçülülük ilişkisinin olup olmadığı değerlendirilmelidir.

40. Ölçülülük ilkesi elverişlilikgereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2014/176, K.2015/53, 27/5/2015; E.2016/13, K.2016/127, 22/6/2016, § 18; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 38).

41. Orantılılık ilkesi gereği kişilerin mülkiyet hakkının sınırlandırılması hâlinde elde edilmek istenen kamu yararı ile bireyin hakları arasında adil bir dengenin kurulması gerekmektedir. Bu adil denge, başvurucunun şahsi olarak aşırı bir yüke katlandığının tespit edilmesi durumunda bozulmuş olacaktır. Müdahalenin orantılılığını değerlendirirken Anayasa Mahkemesi; bir taraftan ulaşılmak istenen meşru amacın önemini, diğer taraftan da müdahalenin niteliğini, başvurucunun ve kamu otoritelerinin davranışlarını gözönünde bulundurarak başvurucuya yüklenen külfeti dikkate alacaktır (Arif Güven, B. No: 2014/13966, 15/2/2017, §§ 58, 60; Osman Ukav, B. No: 2014/12501, 6/7/2017, § 71).

42. İdari veya yargısal başvuru yollarında yapılan giderlerin bunlara sebebiyet veren kişiye -haksız bulunan tarafa- yükletilmesi ölçülü bir müdahale olarak kabul edilebilir. Ancak bireylerin, ilgili sürecin sonunda haklı çıkmalarına rağmen, söz konusu idari başvuru veya dava sebebiyle yapılan giderleri yüklenmeye mahkum edilmeleri mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyi ölçüsüz kılabilir. Son olarak söz konusu idari veya yargısal giderlerin kişilere yükletilmesinin her hâlde, kamu yararı ile karşılaştırıldığında bireyler üzerinde şahsi olarak aşırı bir külfete yol açmaması gerekir.

 (2) İlkelerin Olaya Uygulanması

43. Somut olayda yersiz başvuruların önüne geçilmesi ve idari sürecin etkin bir şekilde işlemesi amacı çerçevesinde itirazen şikâyet başvurusunda bulunacaklardan bedel alınmasının müdahalenin amacını gerçekleştirmeye elverişli olduğu açıktır. Kamu makamlarınca gerçekleştirilen işlemin yalnızca bedel tahsilatı olduğu ve müdahalede kullanılacak en uygun aracın belirlenmesi konusunda kamu makamlarına tanınan takdir yetkisi dikkate alındığında müdahalenin gerekli olduğu da söylenebilir. Bu sebeple müdahalenin orantılılığının tartışılması gerekmektedir.

44. Başvurucu Şirket kendisinden itirazen şikâyet başvuru bedeli alınmasından değil başvurusunda haklı çıkmasına rağmen itirazen şikâyet bedelinin iade edilmemesinden yakınmaktadır.

45. Başvuru konusu olayda KİK'e yapılan itirazen şikâyet başvurusunda başvurucu Şirket haklı bulunmuş ve düzeltici işlem belirlenmesine karar verilmiştir. KİK'in düzeltici işlem belirlenmesine karar vermesinin nedeni ihaleyi gerçekleştiren idarenin hukuka aykırı işlemidir. 4734 sayılı Kanun'a göre isteklilerin şikâyet ve itirazen şikâyet yollarını tüketmeden dava açmaları mümkün değildir. Başvurucu Şirket idarenin hukuka aykırı işleminin tespitini sağlayabilmek adına 6.381 TL itirazen şikâyet başvuru bedeli yatırmak durumunda kalmıştır. Diğer taraftan başvurucu Şirket şikâyetinde haklı çıkmasına ve ihaleyi yapan idarenin hukuka aykırı işlemi tespit edilmesine rağmen bu tutar kendisine iade edilmemiştir.

46. Yukarıda da değinildiği üzere ilgili kanuna istinaden itirazen şikâyet yolu için başvuru bedeli alınmasının amacı yersiz başvuruların önüne geçmek ve idari sürecin etkin bir şekilde işlemesini sağlamaktır. Başvurucu Şirketten itirazen şikâyet başvuru bedeli alınması belirtilen kamu yararı amacına dayanmakla birlikte haklı çıktıktan sonra bedelin iade edilmemesi şeklinde mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin başvurucu aleyhine aşırı bir külfet yüklememesi gerekmektedir.

47. Başvurucu, mevzuatta öngörülen idari yolları tüketmeden dava açamamaktadır. Hâlbuki doğrudan dava açılabilseydi başvurucu Şirket itirazen şikâyet başvuru bedeli ödemeyecek, davasında haklı çıkması durumunda ise yargılama giderleri karşı tarafa yüklenecektir. Diğer taraftan itirazen şikâyet başvuru bedelinin idari yargıda dava açma masraflarıyla karşılaştırıldığında çok yüksek olduğu görülmektedir. İhaleye katılan isteklilerin hukuka aykırı bir durumla karşılaştıklarında haklı çıksalar dahi itirazen şikâyet başvuru bedelinin kendilerine iade edilmeyeceğini bilmeleri bu yola başvurmalarını engelleyebilmektedir.

48. İhaleyi yapan idarenin hukuka aykırı işlemi nedeniyle idari yollara başvurmak zorunda kalan başvurucu Şirkete şikâyetinde haklı çıkmasına rağmen başvuru bedeli iade edilmemiş ve neticede başvurucu Şirketin mal varlığında ödenen bedel kadar eksilme meydana gelmiştir. Başvuru konusu olayda başvurucu Şirkete haklı çıkmasına rağmen itirazen şikâyet başvuru bedelinin iade edilmemesi suretiyle mülkiyet hakkına yapılan müdahale başvurucu Şirketin menfaatlerinin dikkate alınmaması nedeniyle ölçüsüzdür.

49. Şikâyetinde haklı çıkan başvurucunun söz konusu başvuru bedelini doğrudan yatırdığı KİK'ten almak yerine ayrı bir dava açmaya zorlanması başvurucu aleyhine aşırı bir külfet yüklemektedir. Zira söz konusu bedel kolaylıkla idari süreç içinde ilgili idareye rücu edilebilir. Bu külfetin başvurucuya yükletilmesi ise mülkiyet hakkının usul güvencelerine de uygun düşmemektedir.

50. Diğer taraftan derece mahkemesince başvuru bedeli alınmasına ilişkin kanun hükmünün Anayasa Mahkemesinin 16/6/2011 tarihli ve E.2009/9, K.2011/103 sayılı kararı ile iptal edilmediği belirtilerek davanın reddine karar verilmiş ise de anılan karar itirazen şikâyet başvuru bedelinin iadesiyle ilgili değildir. Karardan, itirazen şikâyet bedeli alınmasının hukuka aykırı olup olmadığı hususunun tartışıldığı anlaşılmaktadır.

51. Sonuç olarak itirazen şikâyet başvurusunda alınan başvuru bedelinin lehe karar verilmesine rağmen başvurucu Şirkete iade edilmemesi başvurucuya şahsi olarak aşırı bir külfet yüklemektedir. Dolayısıyla müdahalenin kamu yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunması arasında olması gereken adil dengenin başvurucu aleyhine bozulduğu ve müdahalenin ölçülü olmadığı sonucuna varılmıştır.

52. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

53. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinin şöyledir:

 “(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

54. Başvurucu ihlalin tespit edilmesini istemiş ve tazminat talebinde bulunmuştur.

55. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir(Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

56. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

57. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca, ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak, ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde, usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir karar kendisine ulaşan mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58-59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).

58. İncelenen başvuruda mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin idarenin işleminden/eyleminden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte derece mahkemeleri de ihlali giderememiştir. Bu açıdan ihlalin aynı zamanda mahkeme kararından da kaynaklandığı söylenebilir.

59. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere Ankara 11. İdare Mahkemesine (E.2016/1996) gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

60. İhlal tespiti ve yeniden yargılanma kararı verilmesinin yeterli bir giderim sağlayacağı anlaşıldığından ayrıca tazminata hükmedilmesine gerek görülmemiştir.

61. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 257,50 TL harç ve 3.000 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.257,50 TL TL tutarındaki yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Ankara 11. İdare Mahkemesine (E.2016/1996) GÖNDERİLMESİNE,

D. Başvurucunun tazminat taleplerinin REDDİNE,

E. 257,50 TL harç ve 3.000 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.257,50 TL yargılama giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE,

F. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 15/1/2020 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

FERİDUN ÇALIŞKAN VE DİĞERLERİ BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2017/32275)

 

Karar Tarihi: 16/9/2020

R.G. Tarih ve Sayı: 10/11/2020-31300

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

Başkan

:

Hasan Tahsin GÖKCAN

Üyeler

:

Serdar ÖZGÜLDÜR

 

 

Burhan ÜSTÜN

 

 

Muammer TOPAL

 

 

Selahaddin MENTEŞ

Raportör

:

Kamber Ozan TUTAL

Başvurucular

:

1. Feridun ÇALIŞKAN

 

 

2. Muzafet ERCAN

 

 

3. Mükerrem ARABACILAR

 

 

4. Mehmet Kalender İnşaat Giyim İthalat İhracat Sanayi ve Turizm Ticaret Ltd. Şti.

Başvurucular Vekili

:

Av. Sezer AYYILDIZ

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, üzerinde aile konutu şerhi bulunan taşınmazla ilgili olarak ortaklığın satış yoluyla giderilmesi talebinin reddedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 11/8/2017 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüş bildirmemiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

8. İzmir'in Karşıyaka ilçesi Şemikler Mahallesi 32300 numaralı adada yer alan ve üzerilerinde ev bulunan, başvuruculara ait 11 parsel ile yine aynı adada yer alıp üzerinde ev bulunan, H.A.ya ait 8 parsel 19/11/2015 tarihli parselasyon işlemi sonucu 25 parsel sayılı taşınmaz altında birleştirilmiştir.

9. Tapu kaydında taşınmaz, iki adet iki katlı ev niteliğinde olup 302,96 m2 yüz ölçümüne sahiptir. Taşınmazın 128,29 m2si başvuruculara, 174,67 m2si H.A.ya aittir. H.A.ya ait pay üzerinde 18/4/2013 tarihinde tesis edilmiş aile konutu şerhi bulunmaktadır. Tapu kaydındaki muhdesat bilgilerinde ise 11 ve 8 parsel maliklerine ait iki ayrı evin bulunduğu belirtilmiştir.

10. Başvurucular 23/6/2016 tarihinde ortaklığın satış yoluyla giderilmesi davası açmıştır. Dava dilekçesinde paydaşların bir araya gelerek ortaklığı gidermelerinin mümkün olmadığı belirtilmiştir.

11. Davalı H.A. cevap dilekçesinde, parselasyon işleminin iptali için açılan davanın bekletici mesele yapılması gerektiğini ve taşınmazdaki pay üzerinde aile konutu şerhi bulunduğundan ortaklığın giderilmesinin mümkün olmadığını savunmuştur.

12. Karşıyaka 3. Sulh Hukuk Mahkemesi (Mahkeme) 21/2/2017 tarihinde, bilirkişi raporu doğrultusunda taşınmazın aynen taksiminin mümkün olmaması nedeniyle satış suretiyle ortaklığın giderilmesine karar vermiştir. Kararın gerekçesinde, parselasyon işleminin iptali için açılan dava 8 parsel sayılı taşınmaza ilişkin olduğundan davanın bekletici mesele sayılmadığı belirtilmiştir. Mahkeme ayrıca davanın konusu itibarıyla taşınmaz üzerinde aile konutu şerhi bulunması hususunun araştırılmasına yer olmadığını ifade etmiştir.

13. Mahkeme kararına karşı davalı, istinaf yoluna başvurmuştur. İstinaf dilekçesinde, aile konutu şerhi nedeniyle ortaklığın giderilmesinin mümkün olmadığı ve parselasyon işleminin iptali davasının bekletici mesele sayılması gerektiği ileri sürülmüştür.

14. İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 6. Hukuk Dairesi (Daire) 16/5/2017 tarihinde mahkeme kararının kaldırılmasına ve davanın reddine kesin olarak karar vermiştir. Daire kararında, Yargıtay içtihadına göre dava konusu taşınmaza aile konutu şerhi konulmasının ortaklığın giderilmesine engel teşkil edeceği ve şerh terkin edilmedikçe ortaklığın giderilmesinin mümkün olmadığı belirtilmiştir. Ayrıca Daire, parselasyon işleminin iptaline ilişkin olarak açılan davanın sonucunun da beklenmesi gerektiğini ifade etmiştir.

15. Nihai karar 18/7/2017 tarihinde başvuruculara tebliğ edilmiştir.

16. Başvurucular 11/8/2017 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

17. Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) üzerinden yapılan incelemede parselasyon işleminin iptali için açılan davanın İzmir 5. İdare Mahkemesince işlemde hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle 4/10/2017 tarihinde reddedildiği ve dosyanın -bireysel başvurunun inceleme tarihi itibarıyla- istinaf aşamasında olduğu görülmüştür.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

1. Mevzuat Hükümleri

18. 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanunu'nun "Parselasyon planlarının hazırlanması" kenar başlıklı 18. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"İmar hududu içinde bulunan binalı veya binasız arsa ve arazileri malikleri veya diğer hak sahiplerinin muvafakatı aranmaksızın, birbirleri ile, yol fazlaları ile, kamu kurumlarına veya belediyelere ait bulunan yerlerle birleştirmeye, bunları yeniden imar planına uygun ada veya parsellere ayırmaya, müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esaslarına göre hak sahiplerine dağıtmaya ve re'sen tescil işlemlerini yaptırmaya belediyeler yetkilidir. Sözü edilen yerler belediye ve mücavir alan dışında ise yukarıda belirtilen yetkiler valilikçe kullanılır."

19. 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun "Genel olarak" kenar başlıklı 193. maddesi şöyledir:

"Kanunda aksine hüküm bulunmadıkça, eşlerden her biri diğeri ve üçüncü kişilerle her türlü hukukî işlemi yapabilir."

20. 4721 sayılı Kanun'un "Aile konutu" kenar başlıklı 194. maddesi şöyledir:

"Eşlerden biri, diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz.

Rızayı sağlayamayan veya haklı bir sebep olmadan kendisine rıza verilmeyen eş, hâkimin müdahalesini isteyebilir.

Aile konutu olarak özgülenen taşınmaz malın maliki olmayan eş, tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmesini tapu müdürlüğünden isteyebilir.

Aile konutu eşlerden biri tarafından kira ile sağlanmışsa, sözleşmenin tarafı olmayan eş, kiralayana yapacağı bildirimle sözleşmenin tarafı hâline gelir ve bildirimde bulunan eş diğeri ile müteselsilen sorumlu olur."

21. 4721 sayılı Kanun'un "Paylaşma istemi" kenar başlıklı 698. maddesi şöyledir:

"Hukukî bir işlem gereğince veya paylı malın sürekli bir amaca özgülenmiş olması sebebiyle paylı mülkiyeti devam ettirme yükümlülüğü bulunmadıkça, paydaşlardan her biri malın paylaşılmasını isteyebilir.

Paylaşmayı isteme hakkı, hukukî bir işlemle en çok on yıllık süre ile sınırlandırılabilir. Taşınmazlarda paylı mülkiyetin devamına ilişkin sözleşmeler, resmî şekle bağlıdır ve tapu kütüğüne şerh verilebilir.

Uygun olmayan zamanda paylaşma isteminde bulunulamaz."

22. 4721 sayılı Kanun'un "Paylaşma biçimi" kenar başlıklı 699. maddesi şöyledir:

"Paylaşma, malın aynen bölüşülmesi veya pazarlık ya da artırmayla satılarak bedelinin bölüşülmesi biçiminde gerçekleştirilir.

Paylaşma biçiminde uyuşma sağlanamazsa, paydaşlardan birinin istemi üzerine hâkim, malın aynen bölünerek paylaştırılmasına, bölünen parçaların değerlerinin birbirine denk düşmemesi hâlinde eksik değerdeki parçaya para eklenerek denkleştirme sağlanmasına karar verir.

Bölme istemi durum ve koşullara uygun görülmezse ve özellikle paylı malın önemli bir değer kaybına uğramadan bölünmesine olanak yoksa, açık artırmayla satışa hükmolunur. Satışın paydaşlar arasında artırmayla yapılmasına karar verilmesi, bütün paydaşların rızasına bağlıdır. "

2. Yargıtay İçtihadı

23. Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 5/7/2017 tarihli ve E.2015/15195, K.2017/5681 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalardır.

Hemen belirtilmelidir ki, aile konutunun, hak sahibi eş tarafından devri ve konut üzerindeki hakların sınırlandırılması, diğer eşin açık rızasına bağlıdır. Aile konutu olarak özgülenen taşınmaz malın maliki olmayan eş, tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmesini isteyebilir (TMK m.194). Bu rıza alınmadan konutla ilgili yapılan tasarruf işlemi geçersizdir. Bu geçersizliği, rızası gereken eş konutun bu vasfını devam ettirmesi koşuluyla evlilik birliği süresince ileri sürebilir. Evlilik, ölümle veya boşanma yahut da iptal kararıyla sona ermiş ise, Türk Medeni Kanununun 194. maddesinin 'aile konutuna' sağladığı koruma da sona erer ve diğer eşin rızası alınmadan yapılan tasarruf işlemi yapıldığı andan itibaren geçerlilik kazanır.

Somut olayda; dava konusu taşınmazın taraflar adına 1/2'şer pay ile kayıtlı olduğu, Antalya 4. Aile Mahkemesinin 23.10.2015 tarih, 2015/442 Esas, 2015/895 Karar sayılı hükmü ile dava konusu taşınmaz üzerine 'aile konutu' şerhi konulduğu, hükmün 22.12.2015 tarihinde kesinleştiği anlaşılmaktadır. Dava konusu taşınmaza aile konutu şerhi konulduğuna göre artık bu şerh, ortaklığın giderilmesine engel teşkil eder. Tapu kaydındaki aile konutu şerhi terkin edilmediği müddetçe ortaklığın giderilmesine karar verilmesi mümkün olmadığından mahkemece, davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir."

24. Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 4/3/2019 tarihli ve E.2016/15977, K.2019/1842 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"...mahkemece, davaya konu taşınmaz üzerinde aile konutu şerhi bulunması nedeniyle davanın reddine karar verilmiş ise de; davacı Ö.B., davalı ile dava dışı eşi M.U. dava konusu taşınmazda birlikte paydaş iken, M.U.nun payını satın almış ve işbu davayı açmıştır. Diğer eş A.U. tarafından taşınmazı satan aleyhine Türk Medeni Kanununun 194. maddesine dayalı tapunun iptali ve tescil davası açılmamıştır. Satıcı eş M.U. ile davacı Ö.B. arasında aile konutu şerhini bertaraf etmek amacıyla el ve işbirliği olduğu da iddia edilip kanıtlanmadığından üçüncü kişi konumundaki paydaş davacının mülkiyet hakkı aile konutu şerhi nedeniyle kısıtlanamaz.

Bu durumda, mahkemece davanın esası hakkında bir karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir."

25. Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 16/7/2007 tarihli ve E.2007/10018, K.2007/11375 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"Davalı, 125 parsel sayılı taşınmazda 219/1630 oranında paydaştır. Bu paya ilişkin tapu kaydı üzerine aile konutu şerhi konulması gerekirken, diğer paydaşların tasarruflarını sınırlayacak şekilde 125 parsel nolu taşınmazın tapu kaydına şerh konulmasına biçiminde hüküm kurulması doğru görülmemiştir."

26. Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 2/3/2016 tarihli ve E.2015/20284, K.2016/3924 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"Aile konutu olarak özgülenen taşınmaz malın maliki olmayan eş tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmesini isteyebilir. (TMK m. 194/3) Aile konutu şerhi konulmasının amacı, taşınmazın maliki olmayan eşin rızası olmaksızın, aile konutu olarak özgülenen taşınmaz üzerinde tasarrufta bulunulmasını engellemektir."

27. Yargıtay 6. Hukuk Dairesinin 9/1/2010 tarihli ve E.2009/9010, K.2010/172 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"Dosya kapsamına, toplanan delillere, mevcut deliller mahkemece takdir edilerek karar verilmiş olmasına ve takdirde de bir isabetsizlik bulunmamasına ve dava konusu edilen bağımsız bölümün tapu kaydında Medeni Kanun’un 194/3 maddesi hükmü gereğince aile konutu olduğuna dair şerh yer almamasına, paydaş sayısı ve pay oranları itibariyle aynen bölünmesine olanak bulunmayan taşınmazın satışı suretiyle ortaklığın giderilmesine karar verilmesinde bir usulsüzlük olmamasına göre yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddi ile usul ve kanuna uygun olan hükmün onanmasına ..."

B. Uluslararası Hukuk

28. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek 1 No.lu Protokol'ün "Mülkiyetin korunması" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."

29. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) göre Sözleşme'ye ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesinin temel amacı, devlet tarafından mülkiyet hakkına yapılan haksız müdahalelere karşı kişinin korunmasını sağlamaktır. Bununla birlikte Sözleşme'nin 1. maddesi uyarınca taraf her devlet "kendi yetki alanı içinde bulunan herkesin Sözleşme'de tanımlanan hakları ve özgürlüklerden yararlanmalarını sağlama" yükümlülüğü altındadır. Bu genel nitelikli görevin yerine getirilmesi, Sözleşme ile güvence altına alınan hakların etkili bir biçimde uygulanmasını sağlamak için bazı pozitif yükümlülükler ortaya koymaktadır (Ališić ve diğerleri/Bosna Hersek, Hırvatistan, Sırbistan, Slovenya ve Makedonya Cumhuriyeti [BD], B. No: 60642/08, 16/7/2014, § 100; Sovtransavto Holding/Ukrayna, B. No: 48553/99, 25/7/2002, § 96).

30. AİHM, Sözleşme'ye ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesi ile güvence altına alınan mülkiyet hakkının da bazı pozitif yükümlülükler içerdiğini kabul etmektedir. AİHM'e göre mülkiyet hakkının gerçekten etkili bir biçimde korunabilmesi, devletin müdahale etmeme görevi yanında ayrıca bazı pozitif tedbirler almasını da gerektirmektedir (Öneryıldız/Türkiye [BD], B. No: 48939/99, 30/11/2004, § 134; Broniowski/Polonya [BD], B. No: 31443/96, 22/6/2004, § 143).

31. AİHM, Sözleşme'ye ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesinin devletin doğrudan müdahalesinin söz konusu olmadığını, özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklar yönünden de -belirli durumlarda- mülkiyet hakkının korunması için gerekli tedbirleri alma yükümlülüğünü içerdiğini kabul etmektedir. Devletin pozitif yükümlülükleri çerçevesinde -özel kişiler arası mülkiyet ilişkileri bakımından olsa bile- kişilerin mülkiyet haklarına yapılacak keyfî müdahalelere karşı hukuksal bir koruma sağlaması gerekmektedir. Bu bağlamda devlet, özellikle tarafların mülkiyet hakkına ilişkin uyuşmazlıklar yönünden usule ilişkin gerekli güvenceleri sunan etkin bir yargısal mekanizma oluşturma yükümlülüğü altındadır. Bu çerçevede oluşturulan yargı yollarında ulusal mahkemeler de iç hukukta yer alan ilgili kanunlar ışığında makul ve adil bir biçimde mülkiyet uyuşmazlıklarını çözmek durumundadır. AİHM, bu gerekliliğin sağlanıp sağlanmadığını değerlendirirken uygulanan usulün bütününü incelemektedir (Sovtransavto Holding/Ukrayna, § 96; Fuklev/Ukrayna, B. No: 71186/01, 7/6/2005, §§ 90, 91; Kotov/Rusya [BD], B. No: 54522/00, 3/4/2012, § 112; Anheuser-Busch Inc./Portekiz [BD], B. No: 73049/01, 11/1/2007, §§ 82-87; Capital Bank AD/Bulgaristan, B. No: 49429/99, 24/11/2005, § 134).

32. Bununla birlikte AİHM; iç hukukun yorumlanması ve uygulanması konusundaki görevinin sınırlı olduğunu, ulusal mahkemelerin hukuk kurallarının yorumlanması bakımından sahip oldukları takdir hakkına, açık bir keyfîlik veya bariz bir takdir hatası olmadıkça karışamayacağını belirtmektedir (Anheuser‑Busch Inc./Portekiz, § 83).

V. İNCELEME VE GEREKÇE

33. Mahkemenin 16/9/2020 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucuların İddiaları

34. Başvurucular, bir paydaşa ait payda aile konutu şerhi bulunması nedeniyle taşınmaz üzerindeki mülkiyet haklarının kısıtlanmış olmasından şikâyet etmektedir. Aile konutu şerhinin bulunduğu payın bağımsız bir bölüm olarak tapuda yer almadığını belirten başvurucular, şerh nedeniyle diğer paydaşların satışa ilişkin haklarının kısıtladığını iddia etmiştir. Başvurucular; hissesi üzerinde aile konutu şerhi olan, H.A. tarafından açılmış bir dava olmadığından 4721 sayılı Kanun'un 194. maddesinin uygulama alanı bulamayacağını ifade etmiştir.

35. Başvurucular, Daire kararında emsal olarak gösterilen Yargıtay içtihadında bağımsız bölüm vasfındaki taşınmaz hakkındaki ortaklığın giderilmesi davasının reddedildiğini ancak malik oldukları taşınmazın arsa vasfında ve hisseli olduğunu belirtmiştir. Haksız bir kararla davanın reddedildiğini ifade eden başvurucular, aile konutu şerhi nedeniyle mağdur olduklarını iddia etmiştir.

36. Başvurucular sonuç olarak bu gerekçelerle mülkiyet ve adil yargılanma hakları ile eşitlik ilkesinin ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

B. Değerlendirme

37. Anayasa’nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

 “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”

38. Anayasa’nın "Devletin temel amaç ve görevleri" kenar başlıklı 5. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

 “Devletin temel amaç ve görevleri, … Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.”

39. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucular adil yargılanma hakkı ve eşitlik ilkesinin de ihlal edildiğini ileri sürmekte ise de aile konutu şerhi nedeniyle ortaklığın giderilemediği yönündeki şikâyetlerin esas itibarıyla mülkiyet hakkını ilgilendirdiği anlaşıldığından başvurucuların tüm şikâyetlerinin mülkiyet hakkının ihlali iddiası kapsamında incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

40. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

41. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır. Bu nedenle öncelikle başvurucuların Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadıkları noktasındaki hukuki durumun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

42. Somut olayda başvurucuların taşınmazın paydaşları olduğu dikkate alındığında Anayasa'nın 35. maddesi anlamında mülkün mevcut olduğu kuşkusuzdur.

43. Başvuru konusu olayda başvurucuların mülkiyet hakkına yönelik olarak kamu makamlarınca doğrudan yapılan bir müdahale mevcut olmayıp özel kişiler arası bir uyuşmazlık söz konusudur. Dolayısıyla başvuruda devletin mülkiyet hakkına ilişkin pozitif yükümlülükleri yönünden inceleme yapılması gerekmektedir.

44. Somut olayda mülkiyet hakkına ilişkin pozitif yükümlülükler kapsamında değerlendirme yapılacaktır. Bu nedenle başvurunun Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında yer alan ve mülkten barışçıl yararlanma hakkını düzenleyen genel kural çerçevesinde incelenmesi gerekir.

a. Genel İlkeler

45. Mülkiyet hakkının korunmasının devlete birtakım pozitif yükümlülükler yüklediği hususu Anayasa'nın 35. maddesinin lafzında açık bir biçimde düzenlenmemiş ise de bu güvencenin sadece devlete atfedilebilen müdahalelere yönelik sınırlamalar getirdiği, bireyi üçüncü kişilerin müdahalelerine karşı korumasız bıraktığı düşünülemez. Pozitif yükümlülüklerin ortaya çıkmasının nedeni gerçek anlamda koruma sağlanmasıdır. Buna göre anılan maddede bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkının gerçekten ve etkili bir şekilde korunabilmesi yalnızca devletin müdahaleden kaçınmasına bağlı değildir. Gerçek anlamda koruma sağlanması için devletin negatif yükümlülükleri dışında pozitif yükümlülüklerinin de olması gerekir. Dolayısıyla Anayasa'nın 5. ve 35. maddeleri uyarınca devletin mülkiyet hakkının korunmasına ilişkin pozitif yükümlülükleri bulunmaktadır. Bu bağlamda söz konusu pozitif yükümlülükler, kimi durumlarda özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklar da dâhil olmak üzere mülkiyet hakkının korunması için belirli tedbirlerin alınmasını gerektirmektedir (Türkiye Emekliler Derneği, B. No: 2012/1035, 17/7/2014, §§ 34-38; Eyyüp Boynukara, B. No: 2013/7842, 17/2/2016, §§ 39-41; Osmanoğlu İnşaat Eğitim Gıda Temizlik Hizmetleri Petrol Ürünleri Sanayi Ticaret Limitet Şirketi, B. No: 2014/8649, 15/2/2017, § 43).

46. Devletin pozitif yükümlülükleri, mülkiyet hakkına yapılan müdahalelere karşı usule ilişkin güvenceleri sunan yargısal yolları da içeren etkili hukuksal bir çerçeve oluşturma ve oluşturulan bu hukuksal çerçeve kapsamında yargısal ve idari makamların bireylerin özel kişilerle olan uyuşmazlıklarında etkili ve adil bir karar vermesini temin etmek sorumluluklarını da içermektedir (Selahattin Turan, B. No: 2014/11410, 22/6/2017, § 41).

47. Özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklarda tarafların birbirleriyle çatışan menfaatleri bulunmaktadır. Dolayısıyla tarafların karşı karşıya gelen menfaatleri çerçevesinde mülkiyet hakkını korumakla yükümlü bulunan devletin maddi ve usule ilişkin pozitif yükümlülüklerini yerine getirip getirmediği dikkate alınarak sonuca varılmalıdır. Bu bağlamda ilk olarak belirli, ulaşılabilir ve öngörülebilir bir kanun hükmünün mevcut olup olmadığı irdelenmelidir (Nobel İlaç Pazarlama ve Sanayii Ltd. Şti., B. No: 2016/4887, 3/7/2019, § 61).

48. İkinci olarak başvuruculara mülkiyet haklarına yapılan müdahaleye etkin bir biçimde itiraz edebilme, savunma ve iddialarını yetkili makamlar önünde ortaya koyabilme olanağının tanınıp tanınmadığı incelenmelidir. Anayasa'nın 35. maddesi usule ilişkin açık bir güvenceden söz etmemektedir. Bununla birlikte mülkiyet hakkının gerçek anlamda korunabilmesi bakımından bu madde -Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında da ifade edildiği üzere- mülk sahibine müdahalenin kanun dışı veya keyfî ya da makul olmayan şekilde uygulandığına ilişkin savunma ve itirazlarını sorumlu makamlar önünde etkin bir biçimde ortaya koyabilme olanağının tanınması güvencesini kapsamaktadır. Bu değerlendirme ise uygulanan sürecin bütününe bakılarak yapılmalıdır (Züliye Öztürk, B. No: 2014/1734, 14/9/2017, § 36; Bekir Yazıcı [GK], B. No: 2013/3044, 17/12/2015, § 71).

49. Mülkiyet hakkının usule ilişkin güvenceleri hem özel kişiler arasındaki mülkiyet uyuşmazlıklarında hem de taraflardan birinin kamu gücü olduğu durumlarda geçerlidir. Bu bağlamda mülkiyet hakkının korunmasının söz konusu olduğu durumlarda usule ilişkin güvencelerin somut olayda yerine getirildiğinden söz edilebilmesi için derece mahkemelerin kararlarında konu ile ilgili ve yeterli gerekçe bulunmalıdır. Ayrıca belirtmek gerekir ki bu zorunluluk davacının bütün iddialarına cevap verilmesi anlamına gelmemekle birlikte mülkiyet hakkını ilgilendiren davanın sonucuna etkili esasa ilişkin temel iddia ve itirazların yargılama makamlarınca özenli bir şekilde değerlendirilerek karşılanması gerekmektedir (Kamil Darbaz ve GMO Yapı Grup End. San. Tic. Ltd. Şti., B. No: 2014/12563, 24/5/2018, § 52).

50. Son olarak ise başvurucuların mülkiyet haklarını koruyacak ve yeterli güvenceler sağlayacak hukuksal mekanizmaların oluşturulup oluşturulmadığı incelenmelidir. Bununla birlikte her iki tarafın menfaatlerinin mümkün olduğunca dengelenmesi ve sürecin taraflardan biri aleyhine ölçüsüz bir sonuca da yol açmaması gerekir. Menfaatler dengesinin kurulmasında taraflardan biri aleyhine bireysel olarak aşırı ve olağan dışı bir külfetin yüklenmesi, pozitif yükümlülüklerin ihlali sonucunu doğurabilir. Olayın bütün koşulları ve taraflara tanınan tüm imkânlar ile tarafların tutum ve davranışları gözönünde bulundurularak menfaatlerin adil bir şekilde dengelenip dengelenmediği değerlendirilmelidir (Faik Tari ve Sultan Tari, B. No: 2014/12321, 20/7/2017, § 52).

51. Anayasanın tüm maddeleri aynı etki ve değerde olup aralarında bir üstünlük sıralaması bulunmadığından, uygulamada bunlardan birine öncelik tanımak olanaklı değildir. Bu nedenle, kimi zaman zorunlu olarak birlikte uygulanan iki Anayasa kuralından biri diğerinin sınırını oluşturabilir. Bir başka ifadeyle hakkı düzenleyen maddede herhangi bir sınırlama nedenine yer verilmemiş olsa da Anayasa’nın başka maddelerinde yer alan kurallara dayanarak bu hakların sınırlandırılması da mümkün olabilir (AYM, E.2013/57, K.2013/162, 26/12/2013).

52. Mülkiyet hakkının korunması ile aile konutu bağlamında özel hayata saygı hakkının korunması arasında olması gereken adil dengenin sağlanıp sağlanmadığı değerlendirilmelidir. Kamu makamları, temel hak ve özgürlüklerin korunması çerçevesinde tarafların çatışan hakları arasında adil bir denge kurmalıdır. Bu dengenin kurulmasında kamu makamlarının belli ölçüde takdir yetkisine sahip olduğu kabul edilmekle birlikte her iki tarafın menfaatinin korunması konusunda devletin eşit özen gösterdiği ve taraflardan birine yüklenen külfetin kayda değer biçimde orantısız olmadığı ilgili ve yeterli bir gerekçeyle ortaya konulmalıdır.

b. İlkelerin Olaya Uygulanması

53. Somut olayda başvuruculara ait taşınmaz, ilgili belediyece yapılan parselasyon işlemi sonucu H.A.ya ait taşınmazla birleştirilmiştir. Başvurucuların kamu makamlarının yaptığı parselasyon işlemi sonucu oluşan ortaklığın giderilmesi için açtıkları ortaklığın giderilmesi davası, paydaşlardan birinin payı üzerinde aile konutu şerhi bulunduğu gerekçesiyle reddedilmiştir.

54. Mülkiyet hakkının hak sahibine sağlamış olduğu yetkilerden biri de mülk üzerinde tasarrufta bulunma yetkisidir. Bir taşınmazın satış yoluyla başkalarına devredilebilmesi mülkiyet hakkının kullanımının en karakteristik görünümlerinden biridir. Mülkiyet hakkı üzerinde tasarrufta bulunma yetkisi paylı mülkiyette paydaşların ortaklığı sona erdirebilmesini de içermektedir. Nitekim 4721 sayılı Kanun'un 698. maddesi paydaşların malın paylaşılmasını isteme hakkına sahip oldukları hükme bağlanmıştır.

55. Bununla beraber paylı mülkiyette birden fazla hak sahibi söz konusu olduğundan bunların paydaşlığın sona erdirilmesi konusundaki iradelerinin uyuşmadığı ve paydaşlardan birinin paydaşlığın sona erdirilmesine rıza göstermediği durumlar da söz konusu olabilir. Bu gibi hâllerde müşterek malikler arasındaki uyuşmazlığı, tarafların çatışan menfaatleri arasında adil bir denge kuracak şekilde çözüme bağlamak devletin pozitif yükümlülüklerindedir. 4721 sayılı Kanun'un 699. maddesinde paydaşların mahkemeye başvurarak ortaklığın sona erdirilmesini talep etme imkânı getirilmiştir.

56. Başvurucular, müşterek malikler arasında uzlaşmanın sağlanamaması üzerine ortaklığın giderilmesi davası açmıştır. Ancak yargılama sonucunda başvurucuların talebi, paydaşlardan birinin taşınmazı üzerinde aile konutu şerhi bulunduğu gerekçesiyle reddedilmiştir. Bu durumda bireysel başvuru incelemesi kapsamında çözümlenmesi gereken temel mesele başvurucular ile diğer paydaşın menfaatleri arasında adil bir denge kurulup kurulmadığıdır.

57. Ailenin sosyal ve ekonomik yaşamı açısından son derece önemli bir yere sahip olan aile konutu; eşlerin mutluluğu ve çocukların geleceği için bir güvence, evlilik kurumunun ve aile hayatının bir arada sürmesini sağlayan ve aileyi bir çatı altında toplayan en önemli unsurlardan biri olarak görülmektedir (Melahat Karkin [GK], B. No: 2014/17751, 13/10/2016, § 52). Eşlerin acı tatlı günlerini bu konutta yaşamakta olduğu, sosyal ilişkilerini ve dış çevreyle olan münasebetlerini bu konut ekseninde gerçekleştirdiği, kişisel ve sosyal gelişimlerini bu konut çerçevesinde sürdürdükleri dikkate alındığında yadsınamayacak ölçüdeki ekonomik öneminin yanı sıra aile konutunun eş ve çocuklar yönünden manevi ve duygusal değerinin de bulunduğu açıktır. Çoğu olayda kadın eşin çocukları ile barındığı mekân konumunda olan aile konutunun -yukarıda belirtilen önemi de dikkate alındığında- birliğin devamı sırasında özensizce elden çıkarılması büyük sıkıntılara yol açabilmektedir (Melahat Karkin, § 53).

58. Anayasa Mahkemesi Melahat Karkin kararında, 4721 sayılı Kanun'un 194. maddesi hükmündeki aile konutuna ilişkin güvencelerin devletin Anayasa'nın 20. ve 41. maddelerinden doğan aile hayatına saygıyı tesis etme konusundaki pozitif yükümlülüğünü gerçekleştirme vasıtalarından biri olduğunu ve aile hayatına saygı hakkı bakımından kamu makamlarının, her somut olayın kendi koşulları çerçevesinde aile konutunun korunmasına ilişkin pozitif yükümlülüklerinin söz konusu olabileceğini vurgulamıştır (Melahat Karkin, § 57).

59. Yıldız Eker ([GK], B. No: 2015/18872, 22/11/2018) kararında aile konutu güvencesinden kaynaklanan hakların yargı mercileri nezdinde ileri sürebilmesi ve bunların yargı mercilerinde tartıştırabilme imkânına sahip olunması gerektiğinin altı çizilmiştir (Yıldız Eker, § 39). Emine Göksel ([GK]B. No: 2016/10454, 12/12/2019) kararında eşlerden birinin borcu nedeniyle üzerinde aile konutu şerhi bulunan taşınmazın haczedilemeyeceği şikâyetinin aktif dava ehliyetinin bulunmadığı gerekçesiyle reddedilmiş olmasının aile hayatına saygı hakkının ihlaline neden olduğu değerlendirilmiştir. Anılan kararda hâline münasip evin haczedilemeyeceğine ilişkin düzenlemeyle barınma hakkı ile mülkiyet hakkı arasında bir dengeleme yapıldığı belirtilmiş ve mesken yönünden bir korunma sağlayarak kanun koyucunun borçlunun barınma hakkına üstünlük tanıdığı açıklanmıştır (Emine Göksel, §§ 41-46).

60. Tüm aile fertlerinin bir arada barınabilecekleri aile konutunun korunmasının önemi inkâr edilmemekle birlikte aile konutundan kaynaklanan anayasal değerlere mutlak bir biçimde üstünlük tanınması düşünülemez. Devletin diğer paydaşların mülkiyet hakkından kaynaklanan menfaatlerini koruma yükümlülüğü de bulunmaktadır. Temel hak ve özgürlüklerin çatışması durumunda, haklar arasında makul bir denge kurularak her ikisinin de gerektiği ölçüde korunduğu bir yolun benimsenmesi gerekmektedir. Bu bağlamda tüm paydaşların haklarının uygun düştüğü ölçüde korunması devletin bireylere eşit ilgi gösterme yükümlülüğünün bir gereğidir.

61. Somut olayda aile konutu iddiasının eşe karşı değil üçüncü kişiye karşı ileri sürüldüğü vurgulanmalıdır. Ayrıca aile konutu iddiası eş ile üçüncü kişi arasında tesis edilen bir hukuki işlemin geçerlilik şartı olarak da dile getirilmemiştir. Esasen diğer eş ile başvurucular arasında bir hukuki işlem de söz konusu değildir. Başvurucular sadece kanun tarafından kendilerine tanınan ortaklığın sona erdirilmesi hakkını kullanmak istemişlerdir.

62. Öte yandan ortaklığın sona erdirilmesi paydaşların mülklerini kaybetmeleri sonucunu doğuran bir işlem değildir. Satış sonucu elde edilen bedel paydaşlara tapu kaydındaki hisseleri oranında ödenecektir. Dolayısıyla üzerinde aile konutu şerhi bulunan taşınmazın maliki olan kişinin de mülkünden mahrum kalması söz konusu olmayacaktır. Yine taşınmaz üzerindeki payı gözönüne alındığında bu kişi barınma ihtiyacını sağlayacak maddi imkâna kavuşabilecektir. Ayrıca satış suretiyle ortaklığın giderilmesi hâlinde bu kişi ihaleye katılabilecek ve taşınmazı satın alabilecektir.

63. Bunun yanında başvurucular ile H.A. arasındaki müşterek mülkiyet ilişkisinin tarafların kendi rızalarıyla kurulmadığına dikkat çekilmelidir. Taraflar arasındaki paylı mülkiyet ilişkisi bir kamu otoritesi olan belediyenin üstün kamu gücüne dayanarak tek taraflı bir biçimde yaptığı parselasyon işlemi sonucunda ortaya çıkmıştır. Son olarak ortaklığa devam edilmesini haklı kılan başkaca bir sebep de gösterilememiştir.

64. Diğer taraftan başvurucuların başka yollarla paydaşlığı giderme imkânlarının da oldukça az olduğu görülmektedir. Olayda tarafların rızaen satış konusunda uzlaşamadıkları anlaşılmaktadır. Her ne kadar başvurucuların kendi paylarını üçüncü kişilere satmalarının önünde hukuki bir engel bulunmasa da taşınmazın mevcut durumu karşısında paylarını gerçek bedeli üzerinden satma imkanlarının önemli ölçüde azaldığı söylenebilir. Ayrıca muhtemel bir pay satışı halinde başvurucular diğer paydaşlar tarafından açılacak şufa davası gibi sonuçlarla da karşılaşabilecektir.

65. Tüm bu koşullar gözetildiğinde başvurucular tarafından açılan ortaklığın giderilmesi davasının paydaşlardan birinin eşinin aile konutu itirazında bulunması nedeniyle reddedilmesinin başvuruculara -diğer tarafın menfaatlerine nazaran- orantısız bir külfet yüklenmesine yol açtığı değerlendirilmiştir. Başvurucuların ortaklığın dava yoluyla giderilmesi talebinin reddedilmesi tasarruf yetkisini tamamen ortadan kaldırmasa da aşırı derece zorlaştırmıştır. Bu durumda kamu makamlarının her iki tarafın menfaatleri arasında adil bir denge kurabildikleri ve eşit ilgi gösterme yükümlülüklerini ifa edebildikleri söylenemeyecektir.

66. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

67. 30/11/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

 “(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

68. Başvurucular ihlalin tespitini istemiş ve yargılamanın yenilenmesi talebinde bulunmuşlardır.

69. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

70. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

71. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kararın kendisine ulaştığı mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).

72. İncelenen başvuruda, taşınmaz üzerinde aile konutu şerhi bulunduğu gerekçesiyle ortaklığın giderilmesi davasının reddedilmiş olması nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin Daire kararından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

73. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş, yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere Karşıyaka 3. Sulh Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

74. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 257,50 TL harç ve 3.000 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.257,50 TL yargılama giderinin başvuruculara müştereken ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Karşıyaka 3. Sulh Hukuk Mahkemesine (E.2016/748, K.2017/194) GÖNDERİLMESİNE,

D. 257,50 TL harç ve 3.000 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.257,50 TL yargılama giderinin başvuruculara MÜŞTEREKEN ÖDENMESİNE,

E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucuların Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 16/9/2020 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

AYDA YAVUZ BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2017/39772)

 

Karar Tarihi: 13/10/2020

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

 

Başkan

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

M.Emin KUZ

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Yıldız SEFERİNOĞLU

 

 

Basri BAĞCI

Raportör

:

Kamber Ozan TUTAL

Başvurucu

:

Ayda YAVUZ

Vekili

:

Av. Mehmet BAĞLARS

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, infaz edilmiş olan adli para cezasına dayanak mahkûmiyetin ortadan kaldırılmış olmasına rağmen paranın iade edilmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının; yakalama kararı sonrası bir süre tutuklu kalınması nedeniyle kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 13/12/2017 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğini ilişkin iddia yönünden ayrılarak 2018/33765 başvuru numarasına kaydedilmesine ve mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiası yönünden başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüş bildirmemiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

8. Timcon Bilgisayar Elektronik Sanayi ve Ticaret Limited Şirketinin (Şirket) ortağı olan başvurucu, noterde düzenlenen 27/12/2004 tarihli limited şirket hisse devri sözleşmesi ile Şirketteki hisselerini devretmiştir. Başvurucu, Şirket adına düzenlenmiş diğer çeklerle birlikte Y.K. Bankası A.Ş. E. şubesi hesabından 9008069 numaralı boş çek yaprağını da Şirket hisselerini devrettiği kişilere teslim etmiştir. Hisse devri 22/3/2005 tarihli Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi'nde ilan edilmiştir.

9. Başvurucu hakkında Şirket hisselerini devrettiği kişilere teslim ettiği başvuru konusu haricindeki diğer bazı çeklerle ilgili olarak karşılıksız çek keşide etme suçundan ceza davaları açılmıştır. Söz konusu ceza davalarında başvurucu adli para cezası ile cezalandırılmıştır. Buna karşın yargılamanın yenilenmesi sonucunda çekler üzerindeki imzanın başvurucuya ait olmadığının tespiti üzerine mahkûmiyet hükümleri ortadan kaldırılarak başvurucunun beraatine ve infaz edilen para cezası bedellerinin iadesine karar verilmiştir.

A. Adli Para Cezasına İlişkin Ceza Davası Süreci

10. Yasal hamil 18/3/2005 tarihinde, Y.K. Bankası A.Ş.E. şubesi hesabından 9008069 numaralı 3/4/2005 keşide tarihli ve 5.720 USD bedelli çekin karşılıksız çıktığı iddiasıyla Şirket yetkilisinden şikâyetçi olmuştur. Kadıköy Cumhuriyet Başsavcılığı 18/4/2005 tarihli iddianamesi ile başvurucunun 19/3/1985 tarihli ve 3167 sayılı mülga Çekle Ödemelerin Düzenlenmesi ve Çek Hamillerinin Korunması Hakkında Kanun'un 16. maddesinin birinci fıkrası uyarınca cezalandırılmasını talep etmiştir. İddianamede başvurucu tarafından keşide edilen ve süresinde bankaya ibraz edilen çekin karşılığının bulunmadığı iddia edilmiştir.

11. Gaziosmanpaşa 1. Asliye Ceza Mahkemesi (Mahkeme) 18/5/2006 tarihinde 3167 sayılı mülga Kanun'un 16. maddesinin birinci fıkrası gereğince çek bedelinin TL karşılığı olan 7.773 TL adli para cezası ile başvurucunun cezalandırılmasına ve bir sene süreyle çek hesabı açma hakkından yasaklanmasına yokluğunda karar vermiştir. Mahkeme kararın gerekçesinde; başvurucunun keşide ederek müştekiye verdiği çekin yasal süre içerisinde bankaya ibraz edildiğini, çekin karşılığının bulunmadığı ve başvurucunun düzeltme hakkını kullanmadığını ifade etmiştir.

12. Mahkemece 2/3/2009 tarihinde hükmün temyiz edilmeden kesinleştiğine ilişkin kesinleşme şerhi düzenlemiş ve cezanın infazı için Cumhuriyet Başsavcılığına müzekkere yazılmıştır. Jandarma tarafından yakalanması üzerine söz konusu adli para cezası başvurucudan 14/4/2009 tarihinde tahsil olunmuştur.

13. Başvurucu 16/4/2009 tarihinde yargılamanın yenilenmesi talebinde bulunmuştur. Başvurucu talep dilekçesinde; iddiaya konu çekin Şirket devri ile birlikte teslim edilen çeklerden olduğunu, söz konusu çek üzerindeki imzanın kendisine ait olmadığını ve keşide tarihi itibariyle de Şirketin ortağı veya yetkilisi olmadığını ileri sürmüştür. Bu hâliyle suçun kanuni unsurlarının oluşmadığını ileri süren başvurucu ayrıca tebligat yapılmadığından ceza davasından haberi olmadığını ve yakalanma ile birlikte hakkındaki kararı öğrendiğini belirtmiştir.

14. Mahkeme 21/7/2009 tarihinde yargılamanın yenilenmesi nedenlerinin mevcut olmadığını belirterek başvurucunun talebini reddetmiştir. Başvurucu, iddialarıyla ilgili yeterli inceleme yapılmadığını belirterek karara itiraz etmiştir. Bakırköy 3. Ağır Ceza Mahkemesi 17/11/2009 tarihinde, bankadan gelen yazıda Şirket müdürü olarak başvurucunun görevli olduğu ve çekin bankaya ibraz tarihinde Şirketin devir sözleşmesinin Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi'nde yayımlanmamış olduğu gerekçesiyle itirazı reddetmiştir.

15. Başvurucu 21/1/2010 tarihinde, çekin keşide tarihi itibariyle Şirketin ortağı veya temsilcisi olmadığını ve devir işleminin keşide tarihinden önce Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi'nde yayımlandığını belirterek bir kez daha yargılamanın yenilenmesi talebinde bulunmuştur. Mahkeme 28/1/2010 tarihinde başvurucunun talebinin bir önceki yargılamanın yenilenmesi talebi içeriği ile aynı olduğunu belirterek talebi reddetmiştir. Ret kararına başvurucunun yaptığı itirazı inceleyen Bakırköy 6. Ağır Ceza Mahkemesi daha önce itirazın kesin olarak reddedildiğini belirtmiş ve yeniden karar verilmesine yer olmadığına 23/2/2010 tarihinde hükmetmiştir.

16. Başvurucu benzer iddialarla 24/3/2010 tarihinde kanun yararına bozma talebinde bulunmuştur. Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü 20/8/2010 tarihinde yaptığı değerlendirmede; adli para cezasına hükmedilen Mahkeme kararında kanun yollarına başvuru şeklinin eksik gösterildiğine, kararda kanun yollarına başvurulmadığı takdirde hükmün kesinleşeceğinin açıkça belirtilmediğine ve buna ilişkin başvurucuya meşruhatlı davetiye gönderilmediğine işaret etmiştir. Bu nedenlerle henüz kesinleşmemiş bulunan Mahkeme kararına karşı başvurucu tarafından verilen 24/3/2010 tarihli dilekçenin öğrenme üzerine verilmiş bir temyiz dilekçesi olarak merciince değerlendirilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bakanlık, bu aşamada kanun yararına bozma incelemesi yapmayacağını ve dosyanın Mahkemeye tevdii edilmesinin icap ettiğini açıklamıştır.

17. Mahkeme, başvurucunun temyiz talebini yerinde görüldüğünü belirterek ilamat evraklarının işlemsiz olarak iadesini İlamat ve İnfaz Bürosundan (Büro) 30/9/2010 tarihinde istemiştir. Mahkeme 8/11/2010 tarihinde temyiz formu düzenleyerek adli para cezası mahkûmiyete ilişkin hükmün başvurucu tarafından temyiz edildiğini belirtmiş ve dosyayı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına göndermiştir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı 23/3/2012 tarihinde, 31/1/2012 tarihli ve 6273 sayılı Kanun ile 14/12/2009 tarihli ve 5941 sayılı Kanun'da yapılan değişiklik sonucu cezanın idari yaptırıma dönüştüğünü açıklayarak 23/1/2008 tarihli ve 5278 sayılı Kanun'un geçici 3. maddesinin ikinci fıkrası gereğince dosyanın Mahkemeye iade edilmesi gerektiğini belirtmiştir.

18. Mahkeme 13/4/2012 tarihinde 6273 sayılı Kanun ile 5941 sayılı Kanun'da değişiklik yapıldığından bahisle ilamat evraklarının işlemsiz olarak iadesini Bürodan yeniden istemiştir. Büro, başvurucu hakkındaki adli para cezasının infaz edilmiş olduğunu belirterek başvurucuya ait ilamı bila infaz Mahkemeye 18/4/2012 tarihinde göndermiştir.

19. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından iade edilen dosyayı yeniden ele alan Mahkeme 20/4/2012 tarihinde başvurucu hakkında idari yaptırım uygulanmasına yer olmadığına karar vermiştir. Mahkeme gerekçesinde; çekin keşide tarihinden önce bankaya ibraz edildiğinden suçun yasal unsurlarının oluşmadığını, dolayısıyla -suç tarihinden sonra yürürlüğe giren 6273 sayılı Kanun ile eylemin de idari para cezasına dönüştüğünü gözönüne alarak- idari yaptırım uygulanmasına yer olmadığına karar verildiğini açıklamıştır. Temyiz edilmeyen karar 2/7/2012 tarihinde kesinleşmiştir.

B. Adli Para Cezası Tutarının İadesi Talebine İlişkin Süreç

20. Başvurucu, adli para cezasının dayanak kararın kaldırılmış olması nedeniyle infaz edilmiş olan adli para cezası bedelinin iadesini 24/4/2012 tarihinde talep etmiştir. Mahkeme 30/5/2012 tarihli ek kararı ile talebi reddetmiştir. Mahkeme, başvurucu hakkında verilen adli para cezasına ilişkin kararın kanun yolundan geçerek kesinleştiğini ve kesinleşen adli para cezasının başvurucu tarafından ödenerek infaz edilmiş olduğunu belirtmiştir. Bakırköy 4. Ağır Ceza Mahkemesi, başvurucunun karara itirazını 2/7/2012 tarihinde reddetmiştir.

21. Başvurucu, 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 46. maddesi uyarınca hâkimlerin hukuki sorumluluğuna dayalı olarak Bakanlık aleyhine 12/3/2013 tarihinde tazminat davası açmıştır. Başvurucu dava dilekçesinde; adli para cezasına ilişkin hükmün kesinleşmediğini, idari yaptırım uygulanmasına yer olmadığına karar verildiğini, buna rağmen infaz edilen para cezası bedelinin iade edilmediğini ve çekin incelenmesinde gerekli özenin yargılama sürecinde gösterilmediğini ileri sürmüştür. Başvurucu, söz konusu iddialar kapsamında ödemek zorunda kaldığı para cezası bedeli olan 7.773 TL ile 5.000 TL munzam zararının tazmininin yanında 15.000 TL manevi tazminat talep etmiştir.

22. İlk derece mahkemesi sıfatıyla davaya bakan Yargıtay 4. Hukuk Dairesi (Daire) 4/2/2014 tarihinde davayı reddetmiştir. Daire kararın gerekçesinde, yargısal işlemlerde özel amaçla davranıldığına dair delil bulunmadığını ve hukuki sorumluluk nedenlerinden hiçbirisinin mevcut olmadığını belirtmiştir. Başvurucu, Dairenin kararını temyiz etmiştir.

23. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 18/2/2015 tarihinde görev yönünden Daire kararını bozmuştur. Kararın gerekçesinde 18/6/2014 tarihli ve 6545 sayılı Kanun hükümleri kapsamında 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 141. maddesi uyarınca ceza hâkimleri ve savcıları aleyhine yargısal faaliyetler nedeniyle açılacak tazminat davasında ağır ceza mahkemelerinin görevli olduğunu açıklamıştır. Daire, bozma ilamına uyarak 5271 sayılı Kanun'un 141. maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca görevsizlik kararı vermiş ve dosyayı görevli ağır ceza mahkemesine göndermiştir.

24. İstanbul Anadolu 1. Ağır Ceza Mahkemesi (Ağır Ceza Mahkemesi) 20/4/2017 tarihinde davayı reddetmiştir. Ağır Ceza Mahkemesi kararın gerekçesinde, ilk olarak adli para cezasına ilişkin yargılama sürecinde hukuka aykırılık bulunmadığını belirtmiştir. İnfaz edilen para cezasının iadesine Mahkemece karar verilebileceğini ancak sehven verilmediğini ve itiraz incelemesinde de bu hususun gözden kaçtığını belirten Ağır Ceza Mahkemesi, ortada tazminatı gerektirecek bir hukuki sorumluluğun bulunmadığını açıklamıştır. Ağır Ceza Mahkemesi, yazılı emre gidilmesi veya Mahkemeye yeniden başvurulması hâlinde infaza konu paranın iade edilebileceğini ifade etmiş ve yargılama sürecinde görevli hakimlerin sorumluluklarını gerektirecek bir durumun tespit edilemediğini açıklamıştır.

25. Başvurucu, karara karşı istinaf başvurusunda bulunmuştur. İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı da 5271 sayılı Kanunun 141. maddesinde belirtilen koşulların gerçekleştiğini ve başvurucu lehine tazminata hükmedilmesi gerektiğini belirterek kararın bozulmasını talep etmiştir. Davalı Maliye Hazinesi ise lehe vekâlet ücretine hükmedilmesi talebiyle istinaf başvurusunda bulunmuştur.

26. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 19. Ceza Dairesi (İstinaf) 26/9/2017 tarihinde başvurucunun ve Başsavcılığın istinaf itirazlarını Ağır Ceza Mahkemesi kararında hukuka aykırılık olmadığını belirterek esastan kesin olarak reddetmiştir. İstinaf, davalı Maliye Hazinesi lehine ise Ağır Ceza Mahkemesi kararına eklenmek suretiyle 3.960 TL vekâlet ücretine hükmetmiştir.

27. Nihai karar 4/12/2017 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir.

28. Başvurucu 13/12/2017 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

1. Mevzuat Hükümleri

29. 3167 sayılı mülga Kanunu'nun 16. maddesi şöyledir:

"Üzerinde yazılı keşide tarihinden önce veya ibraz süresi içinde 4 üncü madde uyarınca ibraz edildiğinde, yeterli karşılığı bulunmaması nedeniyle kısmen de olsa ödenmeyen çeki keşide eden hesap sahipleri veya yetkili temsilcileri, kanunların ayrıca suç saydığı haller saklı kalmak üzere, çek bedeli tutarı kadar ağır para cezasıyla cezalandırılırlar. Ancak verilecek para cezası seksenmilyar liradan fazla olamaz. Bu miktar, 1.3.1926 tarihli ve 765 sayılı Türk Ceza Kanununun ek 2 nci maddesine göre her yıl artırılır. Bu suçtan mükerrirlere, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası verilir.

Bu suçun, organ veya temsilcisi tarafından tüzelkişi yararına işlenmesi halinde özel hukuk tüzelkişisi hakkında da birinci fıkra uyarınca para cezasına hükmolunur. Ayrıca yetkili temsilci tarafından yararına çek keşide edilen hesap sahibi gerçek kişi hakkında da bu fıkra hükmü uygulanır.

Mahkeme, ayrıca işlenen suçun niteliğine göre bir yıl ile beş yıl arasında belirleyeceği bir süre için hesap sahiplerinin ve yetkili temsilcilerinin çek hesabı açtırmalarının yasaklanmasına karar verir. Yasaklanma kararı bütün bankalara duyurulmak üzere Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasına bildirilir.

Kısmen veya tamamen karşılıksız çıkan her çek yaprağı ayrı bir suç oluşturur."

30. 5941 sayılı Kanun'un 6273 sayılı Kanun ile değiştirilmeden önceki 5. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"(1) Üzerinde yazılı bulunan düzenleme tarihine göre kanunî ibraz süresi içinde ibrazında, çekle ilgili olarak karşılıksızdır işlemi yapılmasına sebebiyet veren kişi hakkında, hamilin şikâyeti üzerine, her bir çekle ilgili olarak, binbeşyüz güne kadar adlî para cezasına hükmolunur. Ancak, hükmedilecek adlî para cezası, çek bedelinin karşılıksız kalan miktarından az olamaz. Mahkeme ayrıca, çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağına; bu yasağın bulunması hâlinde, çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağının devamına hükmeder. Bu davalar, çekin tahsil için bankaya ibraz edildiği veya çek hesabının açıldığı banka şubesinin bulunduğu yer ya da hesap sahibinin yahut şikâyetçinin yerleşim yeri mahkemesinde görülür.

 (2) Birinci fıkra hükmüne göre çek karşılığını ilgili banka hesabında bulundurmakla yükümlü olan kişi, çek hesabı sahibidir. Çek hesabı sahibinin tüzel kişi olması hâlinde, bu tüzel kişinin malî işlerini yürütmekle görevlendirilen yönetim organının üyesi, böyle bir belirleme yapılmamışsa yönetim organını oluşturan gerçek kişi veya kişiler, çek karşılığını ilgili banka hesabında bulundurmakla yükümlüdür.

 (3) Çek hesabı sahibi gerçek kişi, kendisi adına çek düzenlemek üzere bir başkasını temsilci veya vekil olarak tayin edemez. Gerçek kişinin temsilcisi veya vekili olarak çek düzenlenmesi hâlinde, bu çekten dolayı hukukî ve cezaî sorumluluk çek hesabı sahibine aittir.

 (4) Karşılıksız çek düzenleyen, adına karşılıksız çek düzenlenen ve ileri düzenleme tarihli çek üzerinde yazılı tarihe göre kanunî ibraz süresi içinde ibrazında, karşılığını ilgili banka hesabında bulundurmayan gerçek ve tüzel kişi hakkında, soruşturma evresinde Cumhuriyet savcısının talebi üzerine, sulh ceza hâkimi tarafından, kovuşturma evresinde resen mahkeme tarafından, karşılıksız çıkan her bir çekle ilgili olarak, çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararı verilir.

..."

31. 5941 sayılı Kanun'un 5. maddesinin 31/1/2012 tarihli ve 6273 sayılı Kanun'un 3. maddesi ile değiştirildikten sonraki hâliyle ilgili kısmı şöyledir:

"(1) Üzerinde yazılı bulunan düzenleme tarihine göre kanunî ibraz süresi içinde ibrazında, çekle ilgili olarak karşılıksızdır işlemi yapılması hâlinde, altı ay içinde hamilin talepte bulunması üzerine, çek hesabı sahibi gerçek veya tüzel kişi hakkında, çekin tahsil için bankaya ibraz edildiği veya çek hesabının açıldığı banka şubesinin bulunduğu yer ya da çek hesabı sahibinin yahut talepte bulunanın yerleşim yeri Cumhuriyet savcısı tarafından, her bir çekle ilgili olarak çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararı verilir. Bu fıkra hükmüne göre çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararı, karşılıksızdır işlemine tabi tutulan çekin düzenlenmesi suretiyle dolandırıcılık, belgede sahtecilik veya başka bir suçun işlenmesi hâlinde de verilir.

...

 (3) Çek hesabı sahibi gerçek kişi, kendisi adına çek düzenlemek üzere bir başkasını temsilci veya vekil olarak tayin edemez. Gerçek kişinin temsilcisi veya vekili olarak çek düzenlenmesi hâlinde, bu çekten dolayı hukukî sorumluluk ile idarî yaptırım sorumluluğu çek hesabı sahibine aittir.

..."

32. 5278 sayılı Kanun'un geçici 3. maddesi şöyledir:

"Bu Kanun hükümlerine göre suç karşılığı uygulanan yaptırımı idarî yaptırıma dönüşen fiiller nedeniyle;

a) Soruşturma evresinde Cumhuriyet başsavcılığınca,

b) Kovuşturma evresinde mahkemece,

idarî yaptırım kararı verilir.

Birinci fıkra kapsamına giren fiillerden, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığında bulunan işlerde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca, Yargıtayın ilgili dairesinde bulunan işlerde ise ilgili dairece, bu Kanuna göre işlem yapılmak üzere gelişlerindeki usule uygun olarak dava dosyası hükmü veren mahkemeye gönderilir."

33. 5271 sayılı Kanun'un 141. maddesinin (1) numaralı fıkrasının ilgili kısmı şöyledir:

"Suç soruşturması veya kovuşturması sırasında;

...

j) Eşyasına veya diğer malvarlığı değerlerine, koşulları oluşmadığı halde elkonulan veya korunması için gerekli tedbirler alınmayan ya da eşyası veya diğer malvarlığı değerleri amaç dışı kullanılan veya zamanında geri verilmeyen,

Kişiler, maddî ve manevî her türlü zararlarını, Devletten isteyebilirler."

34. 5271 sayılı Kanun'un 141. maddesinin 6545 sayılı Kanun'un 70. maddesi ile eklenen (3) numaralı fıkrası şöyledir:

"Birinci fıkrada yazan hâller dışında, suç soruşturması veya kovuşturması sırasında kişisel kusur, haksız fiil veya diğer sorumluluk hâlleri de dâhil olmak üzere hâkimler ve Cumhuriyet savcılarının verdikleri kararlar veya yaptıkları işlemler nedeniyle tazminat davaları ancak Devlet aleyhine açılabilir."

2. Yargıtay İçtihadı

35. Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 30/3/2010 tarihli ve E.2010/11-37, K.2010/66 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"İnceleme konusu olan dosyada, davacı vekili müvekkilinin haksız bir şekilde yakalanıp gözaltına alındığı iddiasıyla 1500 YTL maddi ve 1000 YTL manevi tazminat isteminde bulunmuş, talebinin yasal dayanağı olarak ta, 5271 sayılı CYY'nın 141. maddesinin 1. fıkrasının (a) bendini göstermiş, yerel mahkemece de 141. maddenin 1. fıkrasının (a) bendi ile sınırlı bir inceleme yapılmak suretiyle, davanın reddine karar verilmiştir.

Tazminat davalarında yargıç, tarafların ileri sürdüğü hukuki nedenlerle bağlı olmayıp, ileri sürülen olaylara uygulanacak hukuk kurallarını kendiliğinden belirlemek ve uygulamakla yükümlüdür.

Haksız bir şekilde yakalanıp, gözaltına alındığından bahisle maddi ve manevi tazminat isteminde bulunan davacının bu istemi konusunda yerel mahkeme tarafından karar verilirken, somut uyuşmazlıkta uygulama olanağı bulunan 5271 sayılı Yasanın 141. maddesinin 1. fıkrasının (e) veya (f) bentleri yönünden hiçbir araştırma ve inceleme yapılmamıştır. Yakalanan ve gözaltına alınan davacı ile ilgili olarak Bursa C.Başsavcılığınca ne gibi bir işlem yapıldığı veya karar verildiği dosya içeriğinden anlaşılamamakta olup, davacı hakkında kovuşturmaya yer olmadığına karar verildiğinin veya davacı hakkında yüklenen suçla ilgili olarak açılmış olan davanın beraat ile sonuçlandığının saptanması halinde, davacının 5271 sayılı CYY'nın 141. maddesinin 1. fıkrasının (e) veya (f) bentleri uyarınca tazminat hakkı doğacağı muhakkakdır. Bu nedenle dolandırıcılık suçu şüphesi ile yakalanıp işlemler için bir süre karakolda tutulan ve daha sonra salıverilen davacı hakkında yapılan soruşturmanın akıbetinin ne olduğunun tespiti ile sonucuna göre hüküm kurulması zorunludur.

Bu itibarla Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının değişik gerekçeyle kabulü ile Özel Daire onama kararının kaldırılmasına ve yerel mahkeme hükmünün eksik araştırma nedeniyle bozulmasına karar verilmelidir."

36. Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 31/3/2015 tarihli ve E.2014/18203, K.2015/5558 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"... bu kapsamda 5271 sayılı CMK'nın 323. maddesinin 3. fıkrasında yargılamanın yenilenmesi sonucunda beraat veya ceza verilmesine yer olmadığına kararı verilmesi halinde, önceki mahkumiyet kararının tamamen veya kısmen infaz edilmesi dolayısıyla kişinin uğradığı maddî ve manevî zararların Kanunun 141 ilâ 144. maddeleri hükümlerine göre tazmin edileceğinin düzenlendiği dikkate alınarak, iptaline karar verilen mahkumiyet hükmünün infaz edilip edilmediği tereddüde mahal vermeyecek şekilde belirlenerek kısmen ya da tamamen infaz edildiğinin tespiti halinde davacı lehine hak ve nesafet ilkelerine uygun makul bir miktar maddi ve manevi tazminata hükmolunması gerektiği gözetilmeden, yazılı şekilde davanın reddine karar verilmesi, yaptırım kararının iptali ile davacının beraatine hükmedildiği, yargılamanın yenilenmesi sonucunda beraat veya ceza verilmesine yer olmadığı kararının verilmesi halinde, önceki mahkûmiyet kararının tamamen veya kısmen infaz edilmesi dolayısıyla kişinin uğradığı maddî ve manevî zararlar Ceza Muhakemesi Kanununun141 ilâ 144 üncü ve 323/3. maddeleri hükümlerine göre tazmin edilir şeklindeki düzenleme karşısında idari para cezası olarak ödemek zorunda kalınan 33.500 TL’nin de maddi kayıp niteliğinde olduğu değerlendirilerek maddi zarara eklenmesi gerektiğinin düşünülmemesi ... [kanuna aykırıdır.]"

37. Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 9/4/2018 tarihli ve E.2017/11358, K.2018/4127 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"Davacının tazminat davasına esas ... 2.Asliye Ceza Mahkemesinin 18/09/2008 tarih, 2008/77-2008/321 sayılı dosyası kapsamında karşılıksız çek keşide etmek suçundan 52.000 TL adli para cezası ile cezalandırılmasına karar verildiği, hükmün kesinleşmesine müteakip 06/12/2011 tarihinde infaz edilerek, bu bedelin devlet hazinesine ödendiği, ancak sonradan davacı tarafından kesinleşen bu hükümle ilgili olarak yeniden yargılama talebinin kabul edilerek yapılan yargılama sonucu, karşılıksız çıkan çekteki imzanın davacıya ait olmaması nedeniyle davacı hakkında verilen mahkumiyet hükmünün iptaliyle, 11/12/2014 tarihinde beraatine karar verildiği, verilen beraat kararının temyiz edilmeksizin 03/03/2015 tarihinde kesinleştiği, görülmekle;

Yapılan incelemeye, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, incelenen dosya kapsamına göre, davacı vekilinin sair temyiz itirazlarının reddine, ancak;

1-5271 sayılı CMK'nın 323/3 maddesindeki, yargılamanın yenilenmesi sonucunda beraat veya ceza verilmesine yer olmadığı kararının verilmesi halinde, önceki mahkûmiyet kararının tamamen veya kısmen infaz edilmesi dolayısıyla kişinin uğradığı maddî ve manevî zararlar bu Kanunun 141 ile 144 üncü maddeleri hükümlerine göre tazmin edileceğine ilişkin düzenleme dikkate alınarak, davacı tarafından hazineye ödenen 52.000 TL nin beraat kararı sonrasında davacıya iade edilip edilmediği araştırılıp, iade edilmemiş ise bu miktarın ve ödeme ile iade arasında işleyecek kanuni faizin de maddi tazminat kapsamında hüküm altına alınması gerektiği gözetilmeden, bahse konu tazminat isteminin idari yargı mercilerine yapılması gerekçesiyle, bu hususla ilgili istemin reddine karar verilmek suretiyle, yazılı şekilde hüküm tesisi ... [kanuna aykırıdır.]"

B. Uluslararası Hukuk

1. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi

38. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek 1 No.lu Protokol'ün "Mülkiyetin korunması" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."

2. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları

39. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) ilgili kararları için bkz. Züliye Öztürk, B. No: 2014/1734, 14/9/2017, §§ 33-37; Torsan Orman San. ve Tic. Ltd. Şti., B. No: 2014/13677, 20/9/2017, §§ 38-42; Üças Gıda Pazarlama ve Tekstil San. ve Tic. Ltd. Şti., B. No: 2014/16633, 6/12/2017, §§ 23-29.

V. İNCELEME VE GEREKÇE

40. Mahkemenin 13/10/2020 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Mülkiyet Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucunun İddiaları

41. Başvurucu, eksik inceleme neticesinde karar verildiğini ve derece mahkemeleri kararlarında yeterli gerekçe bulunmadığını iddia etmiştir. Hakkında kesinleşmiş bir mahkûmiyet hükmü olmamasına rağmen ödemek zorunda kaldığı adli para cezasının iade edilmemesinden yakınan başvurucu; Şirket ve çeklerin devrine ilişkin tüm sorumluklarını yerine getirmesine karşın davalar için masraf yapmak ve yargılama giderlerini ödemek zorunda kaldığını belirtmiştir. Son olarak başvurucu, daha önce paranın iadesi için yaptığı başvurunun Mahkemece reddedilmiş olması rağmen Ağır Ceza Mahkemesince yazılı emre gidilmesi veya Mahkemeye yeniden başvurulması yolunun gösterilmiş olmasının karar vermekten kaçınmak anlamına geldiğini ifade etmiştir.

42. Başvurucu sonuç olarak bu gerekçelerle adil yargılanma, mülkiyet ve etkili başvuru haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

2. Değerlendirme

43. Anayasa’nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

 “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”

44. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucu adil yargılanma ve etkili başvuru haklarının da ihlal edildiğini ileri sürmekte ise de infazı gerçekleştirilen adli para cezasına ilişkin bedelin iadesi talebine yönelik şikâyetlerin esas itibarıyla mülkiyet hakkını ilgilendirdiği anlaşıldığından, başvurucunun bütün şikâyetlerinin mülkiyet hakkının ihlali iddiası kapsamında incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.

a. Kabul Edilebilirlik Yönünden

45. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir nedeni de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

b. Esas Yönünden

i. Mülkün Varlığı

46. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır (Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, B. No: 2013/1178, 5/11/2015, § 54). Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaatinin olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31). Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20).

47. Somut olayda başvurucu karşılıksız çek keşide etme suçu nedeniyle 7.773 TL tutarında adli para cezası ile cezalandırılmış ve bu tutar başvurucudan tahsil edilmiştir. Bununla birlikte başvurucunun adli para cezası kararına karşı başlattığı itiraz süreci ve sürecin sonucu gözönüne alındığında adli para cezasına ilişkin hükmün tahsil tarihinde henüz kesinleşmediği anlaşılmaktadır. Nitekim dosyayı yeniden ele alarak işin esasını inceleyen Mahkeme, suçun yasal unsurları oluşmadığını belirterek başvurucu hakkında yaptırım uygulanmasına yer olmadığına hükmetmiş ve karar bu hâliyle kesinleşmiştir. Buna göre başvurucuya isnat edilen eylem nedeniyle başvurucu hakkında herhangi bir yaptırıma yer olmadığına karar veren Mahkemenin mahkûmiyete ilişkin ilk kararını kaldırmış olduğu kabul edilmelidir. Dolayısıyla yargılama süreci sonunda henüz kesinleşmediği anlaşılan bir hükme istinaden başvurucudan tahsil edilen paranın başvurucunun mal varlığına dâhil olduğu kuşkusuz olduğuna göre bu paranın mülk teşkil ettiği açıktır.

ii. Müdahalenin Varlığı ve Türü

48. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma ve ondan tasarruf etme, onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).

49. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

50. Başvuru konusu olayda karşılıksız çek keşide etme suçundan adli para cezası verilmesi yoluyla başvurucunun mülkiyet hakkına müdahale edilmiştir. Ticari hayatın korunması amacıyla öngörülen adli para cezası ile mülkün kamu yararına uygun kullanılması amaçlandığından başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin mülkiyetin kullanımının kontrolüne veya düzenlenmesine ilişkin üçüncü kural çerçevesinde incelenmesi gerekir.

iii. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

51. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

52. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

 (1) Kanunilik

53. Mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerde ilk incelenmesi gereken ölçüt kanuna dayalı olma ölçütüdür. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır. Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince ulaşılabilir, belirli ve öngörülebilir kanun hükümlerinin bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44; Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49; Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55).

54. Somut olayda başvuruya konu adli para cezası, dava ve kararın verildiği tarih itibarıyla yürürlükte olan 3167 sayılı mülga Kanun'un 16. maddesinin birinci fıkrasına göre verilmiştir. Bununla birlikte yeniden yargılama ve temyiz taleplerine ilişkin süreç sonunda adli para cezasına dayanak mahkûmiyetin henüz kesinleşmediği tespit edilmiştir. Sonrasında ise kanuni unsurları oluşmadığından 5941 sayılı Kanun uyarınca başvurucu hakkında idari para cezasına yer olmadığına karar verilmiştir. Buna karşı başvurucu hakkındaki adli para cezasının, mahkûmiyetin ortadan kaldırılmasına ilişkin karar öncesinde 14/4/2009 tarihinde infaz edildiği görülmektedir.

55. Başvuru konusu olayda adli para cezasına ilişkin mahkûmiyetin henüz kesinleşmeden infazın gerçekleştirilmesi ve yargılama süreci sonunda adli para cezasına dayanak mahkûmiyetin ortadan kaldırılarak idari yaptırıma yer olmadığına karar verilmesi karşısında adli para cezasının kanuni dayanaktan yoksun kaldığı anlaşılmaktadır. Öte yandan başvurucunun infaz edilen adli para cezası bedelinin iadesi için başlattığı süreç sonucunda geri ödeme yapılmaması hâli de gözönüne alınmalıdır. Dolayısıyla mülkiyet hakkı kapsamında yargılama sürecinin bütününe bakılarak değerlendirilmesi gerektiğinden ölçülülük yönünden inceleme yapılarak sonuca varılması gerekli görülmüştür.

 (2) Meşru Amaç

56. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı, mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılması imkânı vermekle, bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu anlamda bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır. Kamu yararı kavramı, devlet organlarının takdir yetkisini de beraberinde getiren bir kavram olup objektif bir tanıma elverişli olmayan bu ölçütün her somut olay temelinde ayrıca değerlendirilmesi gerekir (Nusrat Külah,B. No: 2013/6151, 21/4/2016, §§ 53, 56; Yunis Ağlar, B. No: 2013/1239, 20/3/2014, §§ 28, 29).

57. Kambiyo senetlerinden olan çekin güvenilir bir ödeme aracı olmasının ticaret hayatı ve ekonomi sistemi bakımından önemi dikkate alındığında kambiyo taahhüdüne uyulmamasının cezalandırılmasını amaçlayan müdahale kamu yararına dayalı meşru bir amaç içermektedir (Züliye Öztürk, § 60). Somut olayda söz konusu ilkeden ayrılmayı gerektirir bir husus bulunmamaktadır.

 (3) Ölçülülük

 (a) Genel İlkeler

58. Son olarak kamu makamlarınca başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyle gerçekleştirilmek istenen amaç ile bu amacı gerçekleştirmek için kullanılan araçlar arasında makul bir ölçülülük ilişkisinin olup olmadığı değerlendirilmelidir.

59. Ölçülülük ilkesi elverişlilikgereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2014/176, K.2015/53, 27/5/2015; E.2016/13, K.2016/127, 22/6/2016, § 18; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, § 38).

60. Orantılılık ilkesi gereği kişilerin mülkiyet hakkının sınırlandırılması hâlinde elde edilmek istenen kamu yararı ile bireyin hakları arasında adil bir dengenin kurulması gerekmektedir. Bu adil denge, başvurucunun şahsi olarak aşırı bir yüke katlandığının tespit edilmesi durumunda bozulmuş olacaktır. Müdahalenin orantılılığını değerlendirirken Anayasa Mahkemesi; bir taraftan ulaşılmak istenen meşru amacın önemini, diğer taraftan da müdahalenin niteliğini, başvurucunun ve kamu otoritelerinin davranışlarını gözönünde bulundurarak başvurucuya yüklenen külfeti dikkate alacaktır (Arif Güven, B. No: 2014/13966, 15/2/2017, §§ 58, 60; Osman Ukav, B. No: 2014/12501, 6/7/2017, § 71).

61. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkına yapılan bu müdahale ve sınırlamanın, belirlenen meşru amaç doğrultusunda kanuna dayalı olarak ölçülülük ilkesi ve kamu yararı ile bireyin hakları arasında olması gereken adil denge de gözetilerek yapılması zorunludur. Bunun için de öncelikle malike, uygulanan tedbirlere karşı savunma ve itirazlarını etkin biçimde ortaya koyabilme olanağının tanınması, söz konusu iddia ve savunmaların makul biçimde karşılanması, ayrıca malikin iyi niyetli olduğunun tespit edilmesi durumunda zararının tazmini gerekmektedir. Bu gerekliliklere uyulduğu takdirde mülkiyet hakkına yapılan müdahale ölçülü olacaktır (Başvurucuya diğer unsurlar yanında ayrıca etkin bir savunma hakkı tanındığı için müdahalenin ölçülü görüldüğü kararlar için bkz. Eyyüp Baran, B. No: 2014/8060, 29/9/2016, §§ 75-95; Fatma Çavuşoğlu ve Bilal Çavuşoğlu, B. No: 2014/5167, 28/9/2016, §§ 74-89; buna karşılık aynı koşulun yargılama sürecinde sağlanmaması nedeniyle müdahalenin ölçüsüz görüldüğü karar için bkz. Mahmut Üçüncü, B. No: 2014/1017, 13/7/2016, §§ 79-102; Arif Güven, §§ 57-72).

 (b) İlkelerin Olaya Uygulanması

62. Başvuruya konu olayda Mahkeme karşılıksız çek keşide etme suçunu işlediği gerekçesiyle başvurucu hakkında 7.773 TL adli para cezasına hükmetmiştir. Adli para cezası infaz edilerek söz konusu tutar başvurucudan tahsil edilmiştir. Bununla birlikte devam eden ceza davası süreci sonunda kanuni unsurları oluşmadığı belirtilerek başvurucu hakkında idari yaptırım uygulanmasına yer olmadığına karar verilmiştir. Başvuru hakkındaki ceza yargılaması bu hâliyle kesinleşmiştir.

63. Başvurucu, ödemiş olduğu adli para cezasının bedelinin iadesini talep etmiştir. Mahkeme iade talebini reddetmiştir. Adli para cezası nedeniyle uğramış olduğu zararın tazmini için başvurucunun yürüttüğü hukuksal süreç sonucunda ise Ağır Ceza Mahkemesi tazminat davasını reddetmiştir. Başvurucu, hakkındaki mahkûmiyetin ortadan kaldırılmış olmasına rağmen ödemek zorunda kaldığı adli para cezası bedelinin iade edilmemesinden şikâyetçidir.

64. Somut olayda Mahkemenin 18/5/2006 tarihli kararı ile keşide ettiği çekin karşılığı bulunmadığı gerekçesiyle başvurucuya adli para cezası verilmiştir. Söz konusu kararın başvurucunun yokluğunda yapılan yargılama sonucunda verildiğine işaret etmek gerekmektedir. Cezanın infazı ile birlikte 14/4/2009 tarihinde karardan haberdar olan başvurucu hukuksal yolları kullanma imkânına kavuşabilmiştir. Bu hâliyle hakkındaki yakalama işlemi sonucunda başvurucu adli para cezasını ödemek zorunda bırakılmıştır. Adli para cezasının infazı sonrasında başvurucu, hükme karşı hukuki süreç başlatmıştır.

65. Adli para cezasına ilişkin Mahkeme kararının kesinleşmediğinin tespit edilmesi sonrası Mahkeme davayı esastan yeniden incelemiştir. Mahkeme, çekin keşide tarihinden önce bankaya ibraz edildiğini ve dolayısıyla kanuni unsurları oluşmadığından başvurucu hakkında idari yaptırım uygulanmasına yer olmadığına 20/4/2012 tarihinde karar vermiştir. Böylece başvuru hakkında verilen adli para cezası ortadan kaldırılmıştır.

66. Başvurucu, Mahkemenin ilk kararına istinaden ödemek zorunda kaldığı bedelin iadesini istemiştir. Mahkeme, adli para cezasının kanun yollarından geçerek kesinleştiğini ve başvurucu tarafından ödenerek infaz edildiğini belirterek talebi reddetmiştir. Oysaki aynı Mahkeme adli para cezasına ilişkin hüküm sonrasındaki süreç sonucunda işin esasını yeniden ele alıp incelemiş ve idari yaptırım uygulanmasına yer olmadığına hükmetmiştir. Dolayısıyla Mahkeme yeniden inceleme sonucu idari yaptırım uygulanmasına yer olmadığı kararıyla ilk hükmünü ortadan kaldırmış olmasına rağmen adli para cezası yönünden kesinleşmiş bir hüküm bulunduğu gerekçesiyle iade talebini reddetmiş olması, kendi içerisinde açık bir çelişki barındırmaktadır.

67. Ayrıca somut olayda başvurucunun tutum ve davranışları ile tedbire neden olan eylem arasındaki illiyet bağının da gözönüne alınması gerekmektedir. Mahkeme kararında çekin keşide tarihinden önce bankaya ibraz edilmiş olması nedeniyle başvurucu hakkında idari yaptırım uygulanmasına yer olmadığına karar verilmiştir. Bu hâliyle adli para cezasına neden olan eylemde başvurucuya atfedilebilir bir davranışın bulunduğu söylenemeyecektir.

68. Başvurucu, ödemek zorunda kaldığı para cezası bedelinin iadesi için başlattığı dava süreçlerinden de sonuç alamamıştır. Mahkemenin ilk kararına dayanılarak başvurucudan alınan adli para cezasına konu tutar, mahkûmiyetin ortadan kaldırılması ve idari yaptırım uygulanmasına yer olmadığına ilişkin Mahkemenin son hükmüne rağmen başvurucuya iade edilmemiştir. Yine başvurucunun ödemiş olduğu bedelin iade edilmemesi nedeniyle uğradığı zararın tazmini için hakimlerin hukuki sorumluğuna dayalı açmış olduğu ve derece mahkemelerince 5271 sayılı Kanun'un 141. maddesi kapsamında nitelendirilen tazminat davası da reddedilmiştir. Bunun yanında İstinaf tarafından başvurucuya 3.960 TL vekalet ücreti de yüklenmiştir.

69. Sedat Vardarlı kararına konu olayda infaz edilip sonradan ortadan kaldırılmış olan adli para cezası tutarının iadesinin idarece reddedilmesi üzerine açılan iptal davası reddedilmiştir. Anayasa Mahkemesi, sadece idarenin işleminin hukuka aykırılığının denetlendiği idari yargı yerinde açılan iptal davasının etkili bir hukuk yolu olmadığını vurgulamıştır (Sedat Vardarlı, B. No: 2016/75770, 12/6/2019, § 30). Anılan kararda Yargıtay 12. Ceza Dairesince, yargılamanın yenilenmesi üzerine ortadan kaldırılan hükümler kapsamında alıkonulan mal varlığı değeri yönünden 5271 sayılı Kanun'un 141. ve devamı maddeleri hükümlerine göre malikin zararının tazmin edilmesi gerektiğinin kabul edildiğine işaret edilmiştir (Sedat Vardarlı, § 33).

70. Somut olayda adli para cezasına konu bedelin iadesi istemiyle açılan tazminat davasında hâkimlerin kusuru bulunmadığının tespitine ilişkin derece mahkemeleri kararlarında bariz takdir hatası veya açık keyfilik bulunduğu söylenemeyecektir. Bununla birlikte Yargıtay içtihadına göre (bkz. §§ 35-37) derece mahkemelerinin başvurucunun ileri sürdüğü hukuki nedenlerle bağlı olmayıp hukuk kurallarını re'sen uygulamakla yükümlü olduğu ve etkin bir çözüm imkanı sunduğu kabul edilen 5271 sayılı Kanun'un 141. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (j) bendi kapsamında adli para cezasına konu bedelin iade edilebileceği kabul edilmiştir. Buna rağmen derece mahkemelerin hakimlerin hukuki sorumluluğu ile sınırlı bir inceleme yapıp söz konusu bent kapsamında iade talebi yönünden yeterli bir değerlendirme yapmadıkları anlaşılmaktadır. Dolayısıyla adli para cezasına dayanak hükmün kaldırılmasından açılan tazminat davasının reddine kadarki yargılama sürecine bir bütün olarak bakıldığında başvurucunun kanuni dayanaktan yoksun hâle gelmiş adli para cezasına konu bedele kavuşamadığı görülmektedir.

71. Sonuç olarak adli para cezasına ilişkin tedbirin uygulanmasında meşru bir amacın mevcut olduğu ve bu alanda kamu makamlarının geniş bir takdir yetkisinin bulunduğu kabul edilmekle birlikte somut olayda başvurucu hakkındaki adli para cezasına ilişkin kararın yargılama süreci sonunda ortadan kaldırılmış olması, buna rağmen başvurucu tarafından ödenerek infaz edilmiş olan adli para cezasına konu bedelin iade edilmemiş olması ve başvurucuya atfedilebilecek bir kusurun bulunmaması dikkate alındığından başvurucuya şahsi olarak aşırı ve orantısız bir külfet yüklenmiştir. Dolayısıyla kamunun yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkı arasında olması gereken adil denge başvurucu aleyhine bozulmuştur.

72. Açıklanan gerekçeyle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

B. Kişi Hürriyeti ve Güvenliği Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucunun İddiaları

73. Başvurucu, adli para cezasının infazı için verilen yakalama kararı sonrası bir süre tutuklu kaldığını belirterek kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

2. Değerlendirme

74. Bireysel başvuru yolunun ikincil niteliği gereği Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunabilmek için öncelikle olağan kanun yollarının tüketilmesi zorunludur. Başvurucunun bireysel başvuru konusu şikâyetini öncelikle ve süresinde yetkili idari ve yargısal mercilere usulüne uygun olarak iletmesi, bu konuda sahip olduğu bilgi ve delilleri zamanında bu makamlara sunması, bu süreçte dava ve başvurusunu takip etmek için gerekli özeni göstermiş olması gerekir (İsmail Buğra İşlek, B. No: 2013/1177, 26/3/2013, § 17).

75. Somut olayda başvurucunun açtığı tazminat davasında yakalama nedeniyle uğramış olduğu zararların tazmini talebini ileri sürmediği dikkate alındığında iddiasını ileri sürebileceği olağan kanun yolunu tüketmeksizin bireysel başvuruda bulunduğu anlaşılmaktadır.

76. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

C. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

77. 30/11/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

 “(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

78. Başvurucu ihlalin tespiti ile maddi ve manevi tazminat talebinde bulunmuştur.

79. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir (B. No: 2014/8875, 7/6/2018, [GK]). Mahkeme diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına da işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

80. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

81. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile İçtüzük’ün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca, ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak, ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde, usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir karar kendisine ulaşan mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58-59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66-67).

82. İncelenen başvuruda mahkûmiyetin ortadan kaldırılmış olmasına rağmen başvurucu tarafından ödenerek infaz edilmiş olan adli para cezasına konu bedelin iade edilmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin mahkeme kararından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

83. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul Anadolu 1. Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

84. İhlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılamanın yeterli bir giderim sağlayacağı anlaşıldığından maddi ve manevi tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.

85. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 257,50 TL harç ve 3.000 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.257,50 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. 1. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

2. Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,

B. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul Anadolu 1. Ağır Ceza Mahkemesine (E.2016/32, K.2017/127) GÖNDERİLMESİNE,

D. Başvurucunun tazminat talebinin REDDİNE,

E. 257,50 TL harç ve 3.000 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.257,50 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

F. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 13/10/2020 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

CEMAL TAŞ VE DİĞERLERİ BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2016/3316)

 

Karar Tarihi: 29/12/2020

R.G. Tarih ve Sayı: 10/2/2021-31391

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

Başkan

:

Zühtü ARSLAN

Başkanvekili

:

Hasan Tahsin GÖKCAN

Başkanvekili

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

Burhan ÜSTÜN

 

 

Engin YILDIRIM

 

 

Hicabi DURSUN

 

 

Celal Mümtaz AKINCI

 

 

Muammer TOPAL

 

 

M. Emin KUZ

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Recai AKYEL

 

 

Yusuf Şevki HAKYEMEZ

 

 

Yıldız SEFERİNOĞLU

 

 

Selahaddin MENTEŞ

 

 

Basri BAĞCI

Raportör

:

Olcay ÖZCAN

Başvurucular

:

1. Cemal TAŞ

 

 

2. Tenzile TAŞ

 

 

3. Leyla TAŞ

Başvurucular Vekili

:

Av. İlyas SOLAK

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, taşınmazların tapu kaydına askerî güvenlik bölgesi şerhi konulması nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 17/2/2016 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüş bildirmemiştir.

7. İkinci Bölüm tarafından 15/9/2020 tarihinde yapılan toplantıda, niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanması gerekli görüldüğünden başvurunun Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün (İçtüzük) 28. maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Genel Kurula sevkine karar verilmiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

8. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:

9. Başvurucular Batman'da ikamet etmektedir.

10. Batman Tapu Müdürlüğünden gönderilen belge ve kayıtlara göre Batman'ın, İluh köyünde bulunan tarla vasıflı 9.120 m² yüz ölçüme sahip 101 parsel, 16.200 m² yüz ölçüme sahip 102 parsel, 5.056 m² yüz ölçüme sahip 12587 parsel ve 7.310 m² yüz ölçüme sahip 12589 parsel sayılı taşınmazlarda başvurucuların murisi H.S.nin hisseli olarak malik olduğu, H.S.nin 101 ve 102 parsel sayılı taşınmazları 1974 yılında, 12587 ve 12589 parsel sayılı taşınmazları ise 1984 yılında edindiği anlaşılmıştır. Ayrıca taşınmazlardaki bir kısım hisse başvurucu Cemal Taş tarafından 1988 yılında satış yoluyla devralınmıştır.

11. Batman Hava Meydan Komutanlığı birlik fens teline bitişik konumda oldukları ve askerî güvenlik sahası (bölgesi) içinde kaldıkları gerekçesiyle bu taşınmazlar üzerine 12/6/1995 tarihinde askerî güvenlik bölgesi şerhi konulmuştur.

12. Başvurucuların murisi H.S. 18/7/1996 tarihinde vefat etmiş ve geriye mirasçıları olarak başvurucular kalmıştır.

13. Batman Tapu Müdürlüğünün 1/2/2008 tarihli işlemi ile muris adına kayıtlı hisseler başvuruculara intikal ettirilmiştir. Başvurucu Cemal Taş'ın satış yoluyla devraldığı hisse ile miras yoluyla intikal eden hisseleri birleştirilmiştir.

14. Başvurucular, Millî Savunma Bakanlığına (İdare) gönderdikleri Batman 1. Noterliğinin 15/1/2009 tarihli ihtarnamesi ile anılan taşınmazlara imar izni verilmediği gerekçesiyle taşınmazların üzerindeki askerî güvenlik bölgesi şerhinin kaldırılması veya taşınmazın kamulaştırılması talebinde bulunmuştur.

15. Başvurucuların talebini değerlendiren Diyarbakır 2'nci Hava Kuvvet Komutanlığının (Hava Kuvvet Komutanlığı) 2/3/2009 tarihli cevabında; taşınmazların hâlen maliklerinin tasarrufu altında tarım amaçlı olarak kullanıldığı, herhangi bir kısıtlamanın söz konusu olmadığı, bu nedenle taşınmazlar üzerinde bulunan askerî güvenlik bölgesi şerhinin kaldırılmayacağı ve kamulaştırmaya gerek duyulmadığı ifade edilmiştir.

16. Başvurucuların Batman Valiliğine aynı yönde yaptıkları 18/5/2009 tarihli başvuruya Hava Kuvvet Komutanlığı 3/7/2009 tarihinde cevap vermiş ve 2/3/2009 tarihli cevabını aynen tekrar etmiştir.

17. Başvurucular 3/7/2009 tarihli işlemin iptali istemiyle İdare aleyhine 30/9/2009 tarihinde Batman İdare Mahkemesinde (İdare Mahkemesi) dava açmıştır.

18. Yargılama sırasında yapılan keşif sonrasında düzenlenen bilirkişi raporunda özetle;

i. Taşınmazların Batman Hava Meydan Komutanlığı tel örgüsüne bitişik, Batman-Diyarbakır yoluna 500 metre ve bu yol üzerindeki binalara 400 metre, askerî havaalanı lojmanlarına 300 metre, uçak pistine 750 metre ve uçaksavar bataryalarına 80 metre mesafede olduğu, başvurucuların taşınmazları hâlen tarımsal faaliyette kullandıkları ifade edilmiştir.

ii. Taşınmazların konumu dikkate alındığında askerî güvenlik bölgesi şerhinin kaldırılarak imara açılması ve bina inşası hâlinde havaalanındaki insansız hava araçlarının ve diğer uçakların iniş ve kalkışlarının, askerî personelin nöbet noktalarının ve nöbet değişim saatlerinin, askerî personelin servis araçlarının ve diğer askerî araçların geliş ve gidişleri ile diğer faaliyetlerinin, askerî personelin eğitim, atış, tatbikat ve diğer faaliyetlerinin kolay bir şekilde takip edilebileceği vurgulanmıştır. Ayrıca taşınmazların 80 metre uzağında bulunan uçaksavar mevzilerinin güvenlik ve etkinliğinin tehlikeye düşebileceğine, askerî güvenlik bölgesinin fotoğraf ve filmlerinin çekilmesi, harita, resim ve krokisinin yapılması gibi faaliyetlerin kolaylaşabileceğine işaret edilmiştir.

iii. Terörle mücadelenin yoğun olarak yaşandığı Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde yer alan taşınmazların üzerine askerî güvenlik bölgesi şerhi konulmamasının askerî faaliyetler açısından güvenlik zafiyeti oluşturacağı belirtilmiştir.

iv. Sonuç olarak başvurucuların taşınmazları üzerine askerî güvenlik bölgesi şerhi konulması için 18/12/1981 tarihli ve 2565 sayılı Askerî Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Kanunu ile bu Kanun uyarınca çıkarılan 30/4/1983 tarihli ve 18033 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan Askerî Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Yönetmeliği'nde (Yönetmelik) aranan şartların oluştuğu ifade edilmiştir.

19. İdare Mahkemesi 1/4/2016 tarihinde davayı reddetmiştir. Kararın gerekçesi özetle şöyledir:

i. Taşınmazların Batman Hava Meydan Komutanlığının tel örgüsüne bitişik surette sınır olduğu ve ayrıca askerî havaalanı lojmanlarına 300 metre mesafede bulunduğu görülmektedir. Bahse konu taşınmazlar üzerindeki askerî güvenlik bölgesi şerhinin kaldırılması ve taşınmazların imara açılması durumunda inşa edilecek binalar ve çevresinden askerî faaliyet ile hareketliliğin kolayca takip altına alınabileceği sonucuna varılmıştır.

ii. Bu nedenle taşınmazların üzerindeki askerî güvenlik bölgesi şerhinin kaldırılması istemiyle yapılan başvurunun reddine ilişkin dava konusu işlemde kamu yararı ve askerî hizmetin gereklilikleri yönünden hukuka aykırılık bulunmamaktadır.

20. Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) üzerinden yapılan incelemede Batman İdare Mahkemesinin 1/4/2016 tarihli kararının başvurucular tarafından 28/6/2016 tarihinde temyiz edildiği ancak temyiz isteminin sonuçlanmadığı anlaşılmıştır.

21. Başvurucular iptal davası açtıktan sonra taşınmazlarında meydana gelen değer kaybının tespiti için 18/10/2012 tarihinde Batman Sulh Hukuk Mahkemesine başvurmuş ve delil tespiti yapılmasını istemiştir. Yapılan tespit sonrası düzenlenen 13/10/2012 tarihli bilirkişi raporu özetle şöyledir:

i. Şehir yapılaşması askerî güvenlik sınırına kadar gelmiştir. Ancak askerî güvenlik sınırında belediye imar planı kesildiğinden inşaat yapılaşması söz konusu değildir. Askerî güvenlik sahasında olduğu hâlde taşınmaza komşu parsele Toplu Konut İdaresi Başkanlığı tarafından beş katlı askerî lojmanlar yapılmıştır. Dava konusu taşınmazlardan daha uzak olan bölgelerde de şehir planı yapılmış ve yedi sekiz katlı binalar inşa edilmiştir. Dava konusu taşınmazlar imara açılmadığı için üzerinde tarım yapılmaktadır. Taşınmazlarda mısır ekildiğine dair belirtiler tespit edilmiştir. Dava konusu taşınmazlar şehrin son on yıldır en hızlı geliştiği ve modern konutların bulunduğu bölgesindedir. Batman Üniversitesi, otobüs terminali, alışveriş merkezleri, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü gibi birçok kamu kuruluşunun binası bu bölgede inşa edilmiştir. Dava konusu taşınmazlar ile yapılaşma arasındaki boşluk askerî güvenlik bölgesi olması nedeniyle yapılaşmaya açılmamıştır.

ii. Askerî güvenlik bölgesi şerhi nedeniyle başvurucuların taşınmazlarında değer kaybı olduğu açıktır. Aynı bölgede imara açılmış olan taşınmazlar %30 kat karşılığında müteahhide verilebilmektedir. Batman-Silvan kara yolu üzerinde bulunan Tilmerç köyünde kâin 6 No.lu emsal parselin metrekaresi 8/12/2011 tarihinde 851,69 TL bedel ile satılmıştır. Emsal taşınmazın tespit davası tarihine uyarlandığında metrekare değeri 862,29 TL etmektedir. Söz konusu taşınmaz başvuruculara ait taşınmazlardan ana yol üzerinde olması nedeniyle konum itibarıyla daha değerlidir.

iii. Başvuru konusu taşınmazlar, sadece tarım yapıldığından en fazla 40 TL/m² etmektedir. İmara ve yapılaşmaya açılan en yakın bölgedeki taşınmazların değeri ise en az 200 TL/m²dir. İmara açılması hâlinde kat adedine göre fiyat daha da artabilmektedir. Dolayısıyla başvurucuların taşınmazlarındaki değer kaybı en az 160 TL/m²dir. Başvurucuların her dört taşınmazdaki toplam hissesi dikkate alındığında toplam zarar 160 TL/m² x 7.223,15 m²=1.155.704 TL etmektedir.

22. Bireysel başvuru dosyası içinde sunulan ve C. Yapı Tasarım Ltd. Şti. tarafından Belediyeye yazılan 26/8/2015 tarihli dilekçede, başvurucuların taşınmazlarının da aralarında bulunduğu toplam on dört taşınmaz üzerine 9,50 metre yüksekliğinde site yapılması için izin verilmesi talep edilmiştir. Belediye, müracaatın değerlendirilmesi için talebi Hava Kuvvetleri Komutanlığı Muharip Hava Kuvveti ve Hava Füze Savunma Komutanlığına göndermiştir. Bu yazıya verilen cevabın ilgili kısmı şöyledir:

"...Bu kapsamda yapılması istenen sitenin 14 üncü ...Üs K.lığının gizliliği, güvenliği, savunulması ve harekatına karşı tendit teşkil edebileceği ve aynı zamanda söz konusu bölgede bulunan mevzinin atış kavsinde bulunduğu ve 9.50 m. yüksekliğindeki binanın atış kavsini yükseklik olarak etkileyeceği, mevziden yapılan atışlarda ortaya çıkan ses ve blast etkisinin yapılması düşünülen siteye zarar verebileceği tespit edilmiştir.

Sonuç olarak söz konusu parseller üzerine yapılması istenen site için imar planı çalışması ve sonrasındaki inşaat faaliyetlerinin yapılmasının uygun olmayacağı değerlendirilmektedir..."

23. Başvurucular, şerh nedeniyle taşınmazların imar sınırı içine alınamadığı ve şerhin kaldırılması için yapılan başvuruların neticesiz kaldığı gerekçesiyle delil tespiti dosyasında değer kaybı olarak belirlenen 1.155.704 TL tazminatın yasal faizi ile birlikte İdareden tazmini istemiyle 25/3/2013 tarihinde İdare Mahkemesinde dava açmıştır.

24. İdare Mahkemesi 16/7/2014 tarihinde davayı reddetmiştir. Kararın gerekçesi özetle şöyledir:

i. Taşınmazlar tapu kayıtlarına göre tarla vasıflıdır. Başvurucular 2565 sayılı Kanun ve bu kanun uyarınca çıkarılan Yönetmelik uyarınca taşınmazlarda zirai faaliyetlerini, meslek ve sanatlarını serbestçe yapabilecektir. Başvuruculara taşınmazlarını bölgede oturan Türk vatandaşlarına satma ve kiraya verme konusunda da herhangi bir kısıtlama getirilmediği açıktır.

ii. Bu durumda askerî güvenlik bölgesi içine alınan taşınmazların değerinin ne şekilde düştüğü başvurucular tarafından açıkça ortaya konulamamıştır. Tapu kayıtlarında tarla olarak yer alan ve üzerinde zirai faaliyete serbestçe devam edilebilen taşınmazların değerindeki düşüklük ancak taşınmazın emsallerine göre daha düşük değerde alınıp satılması durumunda ortaya çıkabilecektir. Henüz gerçekleşmeyen ve gerçekleşmesi muhtemel olan zararların davalı idarelerce tazminine olanak bulunmamaktadır.

iii. Öte yandan askerî güvenlik bölgesi içinde kalan taşınmazların kamulaştırılması zorunlu olmadığından kamulaştırılmaması nedeniyle bir zararın doğduğundan söz edilmesi mümkün değildir.

25. İdare Mahkemesi kararını temyizen inceleyen Danıştay Onuncu Dairesinin (Danıştay Dairesi) 14/10/2015 tarihli kararında yer alan Tetkik Hâkimi görüşünde İdare tarafından dosyaya sunulan belgelere dayalı olarak şu açıklamaların bulunduğu görülmektedir:

"Olayda, 2565 sayılı Kanun uyarınca söz konusu taşınmazların bulunduğu alanın Genelkurmay Başkanlığı tarafından askeri güvenlik bölgesi olarak belirlendiği ve bu durumun tapu idaresince şerh edilerek davacıya bildirildiği, davalı idare savunmasında belirtildiği üzere anılan parsellerin uçaksavar mevziilerinin atış kavsinde ve etkili menzilinde kaldığı, söz konusu alanda yer alan şerhlerin kaldırılarak anılan bölgenin yapılaşmaya açılması halinde mevcut sistemlerin radar görüşünü olumsuz yönde etkileyerek olası bir harp durumunda düşman hava hedeflerinin uzaktan karşılanmasına ve dengeli hava savunması yapılmasına mani olabileceği, ayrıca mevcut alanın imara açılması durumunda insanların yaşam alanı haline gelebileceğinden ve burada yaşayan insanların uçaksavar mevziilerinde her üç ayda bir yapılması gereken dönem sonu top atışlarında meydana gelecek patlama ve basınçtan fiziksel ve ruhsal yönden olumsuz etkilenebileceğinin değerlendirildiği, bu kapsamda hava savunma faaliyetinin olumsuz etkilenmemesi, etkili bir hava savunması yapılabilmesi ve ortaya çıkabilecek her türlü olumsuzluğun önlenebilmesi açısından mevcut bölgenin imara açılabilmesi veya bölgede herhangi bir bina, ev, işyeri vb. yapıların yapılmamasının uygun bulunmadığının ifade edildiği görülmektedir. Anılan bölgenin Milli Savunma Bakanlığınca stratejik önem arz ettiği ancak aradan geçen yirmi yıllık sürede kamulaştırma işlemi yapılmadığı, ne zaman yapılacağının da belli olmadığı, güvenlik şerhi açısından da geleceğe yönelik bu belirsizliğin devam ettiği açıktır."

26. Karar Danıştay Dairesi tarafından 14/10/2015 tarihinde oyçokluğu ile onanmıştır. Karşıoy yazısı şöyledir:

"Uyuşmazlık davacıların maliki olduğu taşınmazın 'askeri güvenlik bölgesi' şerhi konulması nedeniyle uğranıldığı ileri sürülen maddi zararın tazmini isteminden kaynaklanmaktadır.

Bakılan davada; davacılar taşınmazına 2565 sayılı Kanun uyarınca 'askeri güvenlik bölgesi' şerhi konulduğu ihtilafsızdır. Bu itibarla; söz konusu taşınmazın ekonomik değerinde anılan şerh öncesi ve sonrası durum arasında farklılık olup - olmadığının, konunun uzmanı bilirkişiler marifetiyle yerinde incelendikten sonra ulaşılacak bilimsel sonuçlara göre, varsa zararın idari sorumluluk/tazminat şartları yönünden değerlendirilmesi suretiyle karar verilmesi gerekirken; temyize konu idare mahkemesince davanın reddine karar verilmesinde hukuka uyarlık bulunmamakta olup; anılan mahkeme kararının belirtilen gerekçeyle bozulması gerekirken aksi yöndeki Daire Kararına katılmıyorum."

27. Nihai karar başvuruculara 21/1/2016 tarihinde tebliğ edilmiştir.

28. Başvurucular 17/2/2016 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

1. Mevzuat Hükümleri

29. 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun "Mülkiyet hakkının içeriği" kenar başlıklı 683. maddesi şöyledir:

"Bir şeye malik olan kimse, hukuk düzeninin sınırları içinde, o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir.

Malik, malını haksız olarak elinde bulunduran kimseye karşı istihkak davası açabileceği gibi, her türlü haksız elatmanın önlenmesini de dava edebilir."

30. 2565 sayılı Kanun’un "Amaç" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

"Bu Kanunun amacı;

a) Yurt savunması bakımından hayati önemi haiz askeri tesisler ve bölgeler ile sınırların, güvenlik ve gizliliğini sağlamak için bunların çevrelerinde, kıyılarında ve havalarında; kara, deniz ve hava askeri yasak bölgelerinin,

b) Yurt savunması veya yurt ekonomisine önemli ölçüde katkıda bulunan veya kısmen dahi tahripleri veya devamlı olarak ya da geçici bir zaman için faaliyetten alıkonulmaları halinde milli güvenlik veya toplum hayatı bakımından olumsuz sonuçlar doğurabilecek; diğer askeri tesis ve bölgeler ile kamu veya özel kuruluşlara ait her türlü yer ve tesislerin etrafında güvenlik bölgelerinin,

Kurulması, kaldırılması ve gerektiğinde genişletilmesine ilişkin esas ve yöntemlerin düzenlenmesidir."

31. 2565 sayılı Kanun’un "Özel ve askeri güvenlik bölgeleri" kenar başlıklı 20. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi şöyledir:

"b) Birinci derece kara ve deniz askeri yasak bölgesi olarak ilan edilmeyen Silahlı Kuvvetlere ait kışla, kıta, karargah, kurum, ordugah ve tesisler ile sualtı ve suüstü tesislerinin, her türlü patlayıcı, yanıcı, akaryakıt ve gizlilik dereceli maddelerin konmasına tahsis edilmiş sabit ve seyyar depo ve cephaneliklerle, bu gibi maddeleri dolduran, boşaltan tesisler ve atış poligonlarının çevresinde; bu yerlerin dış sınırlarından itibaren en fazla dörtyüz metreye kadar geçen noktaların birleştirilmesi ile tespit edilecek askeri güvenlik bölgeleri Genelkurmay Başkanlığınca tesis edilebilir. Bu bölgelerin çevresinin işaretlenmesine ilişkin esaslar yönetmelikte gösterilir."

32. 2565 sayılı Kanun’un "Güvenlik bölgelerinde uygulanacak esaslar" kenar başlıklı 21. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"Güvenlik bölgelerinde aşağıdaki esaslar uygulanır:

a) Bölge içindeki gerçek ve tüzelkişilere ait mallar kamulaştırılabilir.

...

d) Bu bölgelerin güvenliğinin sağlanması, bölgeye giriş ve kamulaştırılmayan taşınmaz mallardan yararlanma esasları yönetmelikte gösterilir. 22/7/1981 tarih ve 2495 sayılı Bazı Kurum ve Kuruluşların Korunması ve Güvenliklerinin Sağlanması Hakkında Kanun hükümleri saklıdır.

e) (Ek: 26/2/2008-5740/1 md.) Askeri güvenlik bölgesi olarak tespit edilen, Türk Silâhlı Kuvvetlerine ait kışla, kıta, karargah, kurum, ordugah gibi tesislerin, fotoğraf ve filminin çekilmesi, harita, resim ve krokisinin yapılması, not alınması veya harita uygulaması gibi faaliyetlerde bulunulması, bölgenin savunma ve güvenlik tedbirlerini aksatacak, bozacak ve açıklayacak cihazlar kullanılması, bu amaçla görevlendirilmiş olanlar ile ilgili birlik komutanlığı tarafından izin verilmiş olanlar dışındakilere yasaktır.

f) (Ek: 15/8/2017-KHK-694/46 md.; Aynen kabul: 1/2/2018-7078/43 md.) Güvenlik bölgelerinin dış sınırlarından itibaren ikiyüz metreye kadar olan bölgelerde hangi tür zirai ürünün yetiştirileceğine mahalli mülki amirler tarafından karar verilebilir."

33. Yönetmelik'in "Tanımlar" kenar başlıklı 3. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"...

7) Güvenlik Bölgeleri

...

B - Askeri Güvenlik Bölgeleri

a) Daimi Askeri Güvenlik Bölgeleri:

Birinci derece kara ve deniz yasak bölgesi olarak ilan edilmeyen silahlı kuvvetlere ait kışla, kıta, karargah, kurum ve ordugah ve tesisler ile sualtı ve suüstü tesislerinin her türlü patlayıcı, yanıcı, akaryakıt ve gizlilik dereceli maddelerin konmasına tahsis edilmiş sabit ve seyyar depo ve cephaneliklerle, bu gibi maddeleri dolduran, boşaltan tesisler ve atış poligonlarının çevresinde; bu yerlerin dış sınırlarından itibaren en fazla dörtyüz metreye kadar geçen noktaların birleştirilmesi ile tesbit edilen alanlar ile (ŞEKİL - 9)

..."

34. Yönetmelik'in "Askeri ve özel güvenlik bölgelerinde uygulanacak esaslar" kenar başlıklı 22. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"1) Bölge içindeki gerçek ve tüzel kişilere ait mallar kamulaştırılabilir."

35. Yönetmelik'in "Askeri ve özel güvenlik bölgelerinin arazide işaretlenmesi" kenar başlıklı 23. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"...

2) Kamulaştırma yapılmayan güvenlik bölgelerinin çevresi:

A- Arazide işaretlenmez,

B- Bu bölgelerdeki kamulaştırma yapılmayan taşınmaz malların tapu kaydına, taşınmazın güvenlik bölgesi içinde olduğu işletilir ve taşınmaz mal sahiplerine gerekli tebligat yapılır. Varsa imar planlarında güvenlik bölgeleri belirtilir.

..."

36. Yönetmelik'in "Askeri ve özel güvenlik bölgelerinde kamulaştırılmayan mallardan yararlanma esasları" kenar başlıklı 24. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"1) Bu bölgeler içinde kalan ve kamulaştırılmayan malların maliklerinin ve diğer Türk Vatandaşlarının bölgede oturmaları zirai faaliyetleri, meslek ve sanatlarını icra etmeleri serbesttir. Ancak bölgede oturanlar dışındaki Türk Vatandaşlarının bölgede oturmaları, zirai faaliyetlerini meslek ve sanatlarını icra etmeleri;

A - Askeri Güvenlik Bölgelerinde; yetkili komutanlığın isteği üzerine Genelkurmay Başkanlığının uygun görmesi halinde, Milli Savunma Bakanlığının,

...

Teklifi ile alınacak Bakanlar Kurulu Kararı ile sınırlandırılabilir.

...

 (Değişik ikinci paragraf: 30/9/2014-2014/6845 K.) Askeri güvenlik bölgelerindeki kamulaştırılmayan mallar yabancı uyruklu gerçek ve tüzel kişilere satılamaz, devredilemez ve kiralanamaz. Özel güvenlik bölgelerinde bulunan taşınmazlar yabancı ülkelerde kendi kanunlarına göre kurulan tüzel kişiliğe sahip ticaret şirketleri dışındaki yabancı tüzel kişilere satılamaz, devredilemez ve kiralanamaz. Bu taşınmazların yabancı uyruklu gerçek kişilere satılması, devredilmesi ve kiralanması taşınmazın bulunduğu yerdeki valiliğin iznine tabidir. Valilik iznine tabi hususlar, 2644 sayılı Tapu Kanununun 36 ncı maddesinin uygulanmasına ilişkin yönetmelik gereğince oluşturulan komisyon tarafından taşınmaz edinimi ya da kiralamanın ülke güvenliğine uygunluğu değerlendirilerek karara bağlanır.

2) Bu mallar üzerinde inşaat, hafriyat, tadilat, orman yetiştirme veya kesmek gibi hususlar 9 uncu maddenin 8, 9 ve 10 uncu bendleri hükümlerine tabidir. Özel güvenlik bölgelerinde 9 uncu maddenin 8 inci bendinde sözü edilen yetkili komutanlık, bu bölgeler içinde yetkili makamdır.

3) Bu bölgeler içinde kalan ve kamulaştırılmasına gerek duyulmayan mallar, yetkili komutanlık veya yetkili makam tarafından tespit edilir.''

37. Yönetmelik'in "İkinci derece kara askeri yasak bölgelerinde uygulanacak esaslar" kenar başlıklı 9. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"...

8) Bölgenin savunma gücü ve gizliliğini ihlal etmemek şartiyle taşınmaz mallar üzerinde inşaat, hafriyat, tadilat, orman yetiştirmek veya kesmek, bataklık kurmak veya kurutmak gibi hususlar kendi özel kanunlarına göre ilgili mercilerce izin ve ruhsat verilmeden önce, bölgenin savunma gücü ve gizliliği yönünden yetkili komutanlığın da izninin alınması zorunludur. Dilek sahibi dilekçesinde yapacağı işin mahiyetini detaylı olarak ifade ederek konuya ait belge ve planlardan tasdikli birer suretini vermek zorundadır. Yetkili komutanlık bu istemi kabule değer görmediği takdirde red sebebini gerekçesiyle birlikte yazılı olarak ilgili merci kanalı ile dilekçe sahibine bildirir. İtiraz vukuunda konu bir kerede Genelkurmay Başkanlığınca tetkik edilerek sonuçlandırılır.

9) İzin ve ruhsata tabi olmayan mahal veya işler ile bu şekilde başlatılmış olan işlerde yapılacak tadilat istekleri hakkında da yukarıdaki fıkra esasları uygulanır. Ancak müracaat doğrudan doğruya yetkili komutanlığa yapılır.

10) Yetkili komutanlıkça izin verilmeyen veya komutanlıkça kabul edilen şartlara uymayan her türlü inşaat ve eylemler durdurulur.

Böyle yapılar, yetkili komutanlığın tayin ve tebliğ edeceği süre içinde sahipleri tarafından yıktırılır.

Süresi içinde yıkılmaması halinde yetkili komutanlığın istemi üzerine mahalli mülki idare amirliğince başkaca bir işlem ve karara gerek kalmadan yıktırılır ve masrafı sahiplerinden alınır.

...''

2. Yargı Kararı

38. Danıştay Altıncı Dairesinin 9/1/2017 tarihli ve E.2014/7479, K.2017/8 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

''...

Dava, mülkiyeti davacıya ait Çanakkale İli, ... İlçesi, ... Mahallesi, .. Mevkii, ... ada, ... parsel sayılı taşınmaza günübirlik turistik tesis kurulabilmesi için inşaat izni verilmesi isteminin Genelkurmay Başkanlığının ... tarihli kararı ile Askeri Güvenlik Bölgesi olarak ilan edilen alanda kalması ve tapuya bu yönde şerh verilmesi nedeniyle reddi üzerine; kendisine inşaat izni verilmemesi ve taşınmazını günübirlik tesis alanı olarak kullanamaması nedeniyle uğranıldığı ileri sürülen 50.000,00.-TL zararın tazmini istemiyle açılmış; İdare Mahkemesince, Danıştay Altıncı Dairesinin 22.1.2011 tarihli, E:2009/9102, K:2011/4660 sayılı bozma kararına uyularak, davacının 04/06/2008 tarihli başvurusunun cevap verilmemek suretiyle zımnen reddine ilişkin işlemin iptali istemiyle açılan davanın Mahkemenin 20.01.2012 tarihli, E:2011/118, K:2012/48 sayılı kararı ile reddine karar verildiği, hukuka aykırı bulunmayan işlem nedeniyle davacının maddi zarara uğradığını kabule olanak bulunmadığı, diğer yandan, davacı tarafından, dava dilekçesinde, taşınmazını günübirlik turistik tesis yaparak işletemediğinden bahisle zarara uğradığı iddia edilmekte ise de, söz konusu taşınmaza günübirlik turistik tesis yapılarak işletilememesinin gerçekleşmiş bir zarar olduğunu da kabule imkan bulunmadığı, uğranıldığı ileri sürülen zararın elde edilmesi kesin olan gelirden yoksunluk mahiyetinde bulunmadığı gerekçesiyle reddine karar verilmiş, bu karar davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

...

2565 sayılı Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Kanununun 7.maddesinin 2. fıkrasında, kara sınır hattı boyunca ve kıyılarda tesis edilen birinci derece kara askeri yasak bölgelerinde kamulaştırma yapılmasının zorunlu olmadığı, 3.fıkrasında, 2'nci fıkra hükümlerine göre kamulaştırılmayan taşınmaz mallardan yerli halkın yararlanmasına ilişkin esaslar ile birinci derece kara askeri yasak bölgelerinin, bölge içindeki geçiş yollarının güvenliğinin sağlanması ve bölgeye girme yasağı ile ilgili diğer esasların yönetmelikle tespit edileceği, Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Yönetmeliğinin 24.maddesinde, bu bölgeler içinde kalan ve kamulaştırılmayan malların maliklerinin ve diğer Türk vatandaşlarının bölgede oturmaları, zirai faaliyetleri, meslek ve sanatlarını icra etmelerinin serbest olduğu hükümlerine yer verilmiştir.

Uyuşmazlıkta, dava konusu taşınmazın, tapuya verilen askeri güvenlik bölgesi şerhi nedeniyle kısıtlı olduğu, davacının taşınmazın günübirlik turistik tesis inşaatı yaparak işletememesinden kaynaklı zararının henüz gerçekleşmemiş, muhtemel bir zarar olduğundan tazmin edilmemesinde hukuka aykırılık bulunmamakta ise de, davacının, mülkiyet hakkını 2565 sayılı Kanun ve Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Yönetmeliğinin 24.maddesi uyarınca, taşınmazının özel askeri güvenlik bölgesi olarak belirlenmesi nedeniyle kullanamadığı da kuşkusuzdur. Taşınmazın bir kamu hizmeti nedeniyle kullanılmasından doğan olumsuz durumun taşınmazı dolaylı ya da doğrudan kullanan idarece giderilmesi gerekmektedir. Davacının dilekçesinde taşınmazını kullanamaması nedeniyle de maddi zararının olduğu ifade edilmiş olup, davalı idareye en son başvuru yapılan 4.06.2008 tarihinden bakılan davanın açıldığı tarihe kadar olan dönemde (24.02.2009) davacının taşınmazını kullanamaması sebebiyle (mevcut haliyle kiraya vermesi halinde getireceği gelir mahrumiyeti vb.) uğradığı zararın taşınmazın mevcut niteliği gözetilerek keşif ve bilirkişi incelemesi yapılmak suretiyle tespit edilerek yeniden bir karar verilmesi gerekmektedir.

...''

B. Uluslararası Hukuk

39. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek 1 No.lu Protokol'ün "Mülkiyetin korunması" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."

40. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Sözleşme'ye ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesinin -özünde- mülkiyet hakkını güvence altına aldığını kabul etmektedir. AİHM'e göre bu madde üç belirgin kural içermektedir. Bu kurallardan ilki, maddenin birinci paragrafının birinci cümlesinde yer alan mülkiyetin barışçıl yararlanmaya (mülkiyetin dokunulmazlığına saygı) ilişkin genel nitelikli kuraldır. İkinci kuralın bulunduğu birinci paragrafın ikinci cümlesi ise mülkiyetten yoksun bırakmayı içerir ve bunu bazı koşullara bağlar. İkinci paragrafta yer alan üçüncü kural ise taraf devletlere mülkiyetin kamu yararına kullanılmasını kontrolünü veya vergilerin ya da diğer katkıların veya cezaların yerine getirilmesini sağlama yetkisi tanımaktadır (Sporrong ve Lönnroth/İsveç [GK], B. No: 7151/75-7152/75, 23/9/1982, § 61). Ancak bu üç kural birbiriyle bağlantılı olup ikinci ve üçüncü kuralların genel nitelikli birinci kuralın ışığında incelenmesi gerektiği AİHM tarafından ifade edilmiştir (James ve diğerleri/Birleşik Krallık [GK], B. No: 8793/79 21/2/1986, § 37; Lithgow ve diğerleri/Birleşik Krallık [GK], B. No: 9006/80 ... 8/7/1986, § 106).

41. AİHM, taşınmazın imar planında kamu hizmetine ayrılmasının ve bu çerçevede kamu makamlarının süre sınırlaması olmaksızın herhangi bir zamanda taşınmazı kamulaştırmaya yetkili olmalarının mülkiyet hakkının kullanımını belirsiz ve kullanılamaz hâle getireceğini vurgulamıştır (Sporrong ve Lönnroth/İsveç, § 60; Hakan Arı/Türkiye, B. No: 13331/07, 11/1/2011, § 35).

42. Sporrong ve Lönnroth/İsveç kararına konu olayda başvurucuların taşınmazlarının imar planı çerçevesinde kamulaştırılması öngörülerek on iki ve yirmi beş yıl süren inşaat yasakları uygulanmıştır. AİHM; bu taşınmazlar henüz kamulaştırılmadığından mülkten yoksun bırakmanın söz konusu olmadığını, gerçek anlamda bir kamulaştırmanın olmadığı, dolayısıyla mülkiyetin devredilmediği bu gibi durumlarda görünenin arkasına bakılması ve şikâyet edilen hususta gerçek durumun ne olduğunun araştırılması gerektiğini belirtmiştir. AİHM bu bağlamda getirilen kamulaştırma tedbirlerinin taşınmazlar üzerindeki sınırlandırıcı etkilerinden söz etmiş ve bu tedbirlerin taşınmazların değerinde olumsuz etkiye yol açtığını, başvurucuların taşınmazlarından dilediği gibi yararlanmalarının veya taşınmazları kullanmalarının önemli ölçüde kısıtlandığını vurgulamıştır. AİHM bu gibi kamulaştırma izinlerinin genel kamulaştırma sürecinin ilk aşaması olması nedeniyle kontrol amacı da gütmediğini belirterek müdahaleyi mülkiyetten barışçıl yararlanma ilkesine ilişkin birinci kural çerçevesinde incelemiştir. AİHM sonuç olarak kamulaştırma tedbirlerinin uygulandığı sürenin uzunluğu ve bu süre içinde getirilen kısıtlamalar nedeniyle başvuruculara şahsi olarak aşırı bir külfet yüklendiği kanaatiyle mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin ölçülü olmadığı sonucuna varmıştır(Sporrong ve Lönnroth/İsveç, §§ 56-74).

43. AİHM, imar planının hukuka aykırılığından değil de bu planın herhangi bir tazmin olmaksızın taşınmaz üzerinde meydana getirdiği kısıtlamaların sonuçlarından şikâyetçi olunması durumunda imar planının iptali istemiyle açılacak davanın tüketilmesi gerekli bir hukuk yolu olmadığını belirtmiştir (Rossitto/İtalya, B. No: 7977/03, 26/5/2009, § 19; Ayangil ve diğerleri/Türkiye, B. No: 33294/03, 6/12/2011, § 30). AİHM kararlarında, bu tür şikâyetler bakımından söz konusu kısıtlamalar nedeniyle oluşan zararın tazmini olanağını sağlayan mevcut ve yeterli hukuk yollarının kullanılması gerektiği kabul edilmektedir (Gülizar Öz/Türkiye (k.k.), B. No: 40687/98, 1/7/2004; Pınar Güngör/Türkiye (k.k.), B. No: 46745/99, 6/3/2007; Rabia Tan ve diğerleri/Türkiye, B. No: 8095/02, 31/1/2008, §§ 37-41; Remzi Tekin Bozkurt/Türkiye (k.k.), B. No: 38045/05, 2/3/2010).

44. Köktepe/Türkiye (B. No: 35785/03, 22/7/2008) kararında, taşınmazın tapu kaydına konulan şerhin mülkiyet hakkına etkisi ayrıntılı olarak tartışılmıştır. AİHM; derece mahkemelerinin anayasal gerekçelerle başvurucunun mülkünün bir bölümüne tahdit getirdiğini, bu mahrumiyetin doğanın ve çevrenin korunması şeklindeki kamu yararına dayalı meşru bir amacının bulunduğunu, dolayısıyla hukuka aykırı ve keyfî hiçbir işlem bulunmadığını kabul etmiştir. Bununla birlikte AİHM, başvurucunun taşınmazı 1993 yılında iyi niyetle edindiğini vurgulayarak mülkiyet hakkına yapılan bu müdahaleye karşın iç hukukta etkin bir tazminat yolunun mevcut olmadığını belirtmiştir. AİHM, başvurucunun mülkiyet hakkından yararlanması engellendiği hâlde bir tazminat ödenmemiş olması nedeniyle kamu yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunmasının gereklilikleri arasındaki adil dengenin bozulduğu sonucuna varmıştır. Bu doğrultuda başvurucunun şahsi olarak olağan dışı ve aşırı bir yüke katlanmış olduğu kanaatiyle başvurucunun mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmiştir (Köktepe/Türkiye, §§ 67-93).

45. Kutlu ve diğerleri/Türkiye (B. No: 51861/11, 13/12/2016) kararına konu olayda ise başvurucuların taşınmazlarından 81 ada 44 parsel sayılı taşınmaz baraj inşaatı kapsamında su rezervuarının etrafında kısa mesafeli koruma alanında, 84 ada 72 ve 76 parsel sayılı taşınmazlar ise mutlak koruma alanında yer almaktadır. Mutlak koruma alanında her türlü inşaat ve tarımsal faaliyet yasaklanmış iken kısa mesafeli koruma alanında -her türlü inşaat yasak olmakla birlikte- suni gübre veya kimyasal ürünler kullanmamak şartıyla ve yetkili bakanlığın izniyle tarımsal faaliyet yapılabilmektedir. Başvurucuların açtığı tazminat davasında asliye hukuk mahkemesince söz konusu taşınmazlara ulaşımın ve tarım yapmanın eskisinden daha güç olduğu belirtilmiş ve taşınmazın değer kaybettiği kabul edilerek tazminat ödenmesine karar verilmiştir. AİHM mutlak koruma alanındaki taşınmazlar yönünden kamulaştırma zorunluluğuna işaret ederek mülklerin tam değerine uygun bir tazminat ödenmediği için müdahalenin ölçülü olmadığına karar vermiştir (Kutlu ve diğerleri/Türkiye, §§ 53-61). AİHM bunun yanında kısa mesafeli koruma alanındaki taşınmaz yönünden zirai bir kullanıma izin verildiği için bir kamulaştırma zorunluluğundan söz edilemez ise de bir mal veya mülk teşkil edebilecek taşınmazın kamulaştırılması hakkı bulunmaması nedeniyle yönetmelikle ilgili kısıtlamalardan kaynaklanan zarara uygun düşen bir tazminat ödenmesi gerektiğini vurgulamıştır (Kutlu ve diğerleri/Türkiye, §§ 68-70). AİHM başvuruya konu olayda ise bilirkişi raporunda taşınmazın değer düşüklüğünün %40 olarak belirlenmiş olmasına rağmen mahkemece yeterli bir gerekçe gösterilmeden %25 olarak belirlenerek daha az tazminata hükmedilmesi adil dengeyi bozduğu için bu durumun mülkiyet hakkının ihlaline yol açtığını kabul etmiştir (Kutlu ve diğerleri/Türkiye, §§ 71-76).

V. İNCELEME VE GEREKÇE

46. Mahkemenin 29/12/2020 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucuların İddiaları

47. Başvurucular, maliki oldukları taşınmazların üzerine 12/6/1995 tarihinde konulan askerî güvenlik bölgesi şerhi nedeniyle tasarruf yetkilerinin kısıtlanarak taşınmazların yalnızca tarımsal amaçlı kullanılabildiğini ileri sürmüştür. Şerh nedeniyle taşınmazların imara açılamadığını ve yirmi bir yıldır devam eden kısıtlamanın ne kadar devam edeceğinin belirsiz olduğunu belirten başvurucular, taşınmazlarında meydana gelen zararların giderilmediğini, bu nedenle mülkiyet hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir.

B. Değerlendirme

48. Anayasa’nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

49. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucuların taşınmazları üzerine konulan ve devam eden şerh nedeniyle meydana gelen değer kaybının karşılanmamasına ilişkin şikâyetlerinin mülkiyet hakkını ilgilendirdiği anlaşıldığından başvurunun bu kapsamında incelenmesi uygun görülmüştür.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

50. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

a. Mülkün Varlığı

51. Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Somut olayda başvuruya konu taşınmazların başvurucular adına tapuda kayıtlı olduğu anlaşıldığına göre Anayasa'nın 35. maddesi anlamında mülkün varlığında tereddüt bulunmamaktadır.

b. Müdahalenin Varlığı ve Türü

52. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve kanunların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma, üzerinde tasarruf etme ve ürünlerinden yararlanma imkânı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).

53. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

54. Başvurucular, askerî güvenlik bölgesi ilan edilmesi nedeniyle taşınmazlarından diledikleri gibi yararlanma, onları kullanma ve üzerinde tasarrufta bulunmaları bakımından bir kısıtlamaya tabi tutulmuştur. Buna göre başvurucuların taşınmazlarını belirli koşullar dâhilinde sadece zirai amaçlarla kullanabilmeleri ile belirli kişilere satış, devir ve kiralamalarının engellenmesi mülkiyet hakkına müdahale niteliği taşımaktadır. Bunun yanında askerî güvenlik bölgeleri yönünden kamulaştırılmayan taşınmazlarda izin dâhilinde yapılaşma imkânı söz konusu ise de somut olayın koşulları altında bu taşınmazlar için konumları sebebiyle yapılaşma imkânı da tanınmadığı görülmektedir. Başvurucuların söz konusu taşınmazları edindikten sonra bunların askerî güvenlik bölgesi ilan edilmesi, taşınmazların değerinde bir kayba da yol açmaktadır.

55. Somut başvuruda, başvurucuların taşınmazlarının sadece belirli amaçlarla kullanılmasına ilişkin kısıtlama ile belirli kişilere devir ve kira yasağı getirilmesinin yanında askerî güvenlik bölgesi ilan edilmesiyle taşınmazların özel konumu gözetilerek fiilî bir yapılaşma yasağının da uygulandığı görülmektedir. Öte yandan başvurucuların bu taşınmazları askerî güvenlik bölgesi ilan edilmeden önce satın aldıkları da dikkate alındığında söz konusu yapılaşma yasağı ile birlikte mülkiyet hakkının sağladığı hak ve yetkilerin kullanımının belirsiz bir süreyle ve önemli ölçüde kısıtlandığı söylenebilir. Bu durumda müdahalenin mülkiyetten barışçıl yararlanmaya ilişkin genel nitelikli birinci kural çerçevesinde incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.

c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

56. Anayasa'nın "Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması" kener başlıklı 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

57. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

i. Kanunilik

58. Mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerde ilk incelenmesi gereken ölçüt kanuna dayalı olma ölçütüdür. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır. Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince ulaşılabilir, belirli ve öngörülebilir kanun hükümlerinin bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44; Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49; Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55).

59. Somut olayda başvurucuların maliki olduğu taşınmazların üzerine 1995 yılında 2565 sayılı Kanun'un 20. ve 21. maddeleri kapsamında konulan askerî güvenlik bölgesi şerhinin devam ettiği anlaşılmaktadır. Bu kanun hükümlerinin belirli, öngörülebilir ve ulaşılabilir olduğunda bir tereddüt bulunmadığından müdahalenin kanuni bir dayanağı mevcuttur.

ii. Meşru Amaç

60. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı, mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılmasına imkân verdiğinden bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanmasını engelleyerek ve bu anlamda bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır. Kamu yararı kavramı, devlet organlarının takdir yetkisini de beraberinde getiren bir kavram olup objektif bir tanıma elverişli olmayan bu ölçütün her somut olay temelinde ayrıca değerlendirilmesi gerekir (Nusrat Külah, B. No: 2013/6151, 21/4/2016, §§ 53, 56; Yunis Ağlar, B. No: 2013/1239, 20/3/2014, §§ 28, 29).

61. Hava savunma faaliyetinin olumsuz etkilenmemesi, etkili bir hava savunması yapılabilmesi, silahlı kuvvetlere ait bir tesisin korunması amacıyla taşınmazların askerî güvenlik bölgesi ilan edildiği ve söz konusu kısıtlamaların uygulandığı görülmektedir. Bu durumda başvurucuların mülkiyet haklarına yapılan müdahalenin millî güvenliğin sağlanması yönünde kamu yararına dayalı meşru bir amacının olduğu kuşkusuzdur.

iii. Ölçülülük

 (1) Genel İlkeler

62. Son olarak kamu makamlarınca başvurucuların mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyle gerçekleştirilmek istenen amaç ile bu amacın gerçekleştirilmesi için kullanılan araçlar arasında makul bir ölçülülük ilişkisinin olup olmadığı değerlendirilmelidir.

63. Anayasa'nın 13. maddesi uyarınca hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında dikkate alınacak ölçütlerden biri olan ölçülülük, hukuk devleti ilkesinden doğmaktadır. Hukuk devletinde hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması istisnai bir yetki olduğundan bu yetki ancak durumun gerektirdiği ölçüde kullanılması koşuluyla haklı bir temele oturabilir. Bireylerin hak ve özgürlüklerinin somut koşulların gerektirdiğinden daha fazla sınırlandırılması kamu otoritelerine tanınan yetkinin aşılması anlamına geleceğinden hukuk devletiyle bağdaşmaz (AYM, E.2013/95, K.2014/176, 13/11/2014).

64. Ölçülülük ilkesi elverişlilikgereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2014/176, K.2015/53, 27/5/2015; E.2016/13, K.2016/127, 22/6/2016; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, § 38).

65. Ölçülülük ilkesi gereği kişilerin mülkiyet hakkının sınırlandırılması hâlinde elde edilmek istenen kamu yararı ile bireyin hakları arasında adil bir dengenin kurulması gerekmektedir. Bu adil denge, başvurucunun şahsi olarak aşırı bir yüke katlandığının tespit edilmesi durumunda bozulmuş olacaktır. Müdahalenin ölçülülüğünü değerlendirirken Anayasa Mahkemesi bir taraftan ulaşılmak istenen meşru amacın önemini ve diğer taraftan müdahalenin niteliğini, başvurucunun ve kamu otoritelerinin davranışlarını da gözönünde tutarak başvurucuya yüklenen külfeti dikkate alacaktır (Arif Güven, B. No: 2014/13966, 15/2/2017, §§ 58, 60).

66. Mülkiyet hakkını sınırlandıran bir tedbirin uygulanmasının ölçülü olabilmesi için gerek kapsamı gerekse de süresi itibarıyla orantılı olarak uygulanması gerekir. Bireylerin mülkiyet haklarıyla ilgili olarak bu ve benzeri tedbirlerin uygulanmasının zarara yol açması kaçınılmazdır. Ancak bu zararın kaçınılmaz olandan ağır veya aşırı sonuçlara da yol açmaması veya böyle bir zararın oluşması durumunda kamu makamlarınca uygun yöntem ve vasıtalarla makul sürede gideriminin sağlanması gerekmektedir. Buna göre mülkiyet hakkına müdahale teşkil eden tedbirler uygulanması ve bu tedbirlerin belirli bir süre de devam etmesi ancak bireye şahsi olarak aşırı bir külfet yüklemediği takdirde ölçülü görülebilir. Diğer bir deyişle mülkiyet hakkına müdahale teşkil eden tedbirlerin söz konusu olduğu durumlarda tedbiri uygulayan kamu makamlarının ivedi olarak ve özenli bir biçimde davranma yükümlülükleri bulunmaktadır. Aksi hâlde yani tedbirin makul olmayan bir süre devam etmesi, mülkiyet hakkının tanıdığı yetkilerin kullanılmasının belirsiz olacak şekilde ötelenmesi suretiyle mülk sahibine orantısız bir külfet yüklemiş olur (Hesna Funda Baltalı ve Baltalı Gıda Hayvancılık San. ve Tic. Ltd. Şti. [GK], B. No: 2014/17196, 25/10/2018, § 73).

 (2) İlkelerin Olaya Uygulanması

67. Başvurucular 12/6/1995 tarihinde taşınmazlarına konulan askerî güvenlik bölgesi şerhi nedeniyle taşınmazlarını diledikleri gibi kullanma, taşınmazlarından yararlanma ve üzerinde tasarrufta bulunma haklarının kısıtlandığından ve taşınmazların imara açılamaması nedeniyle ortaya çıkan zararın karşılanmamasından yakınmaktadır.

68. Kamu makamlarının ulusal ve bölgesel güvenliğin sağlanması için askerî tesisler kurduğu ve bu tesislerin emniyetinin sağlanması maksadıyla anılan şerhin konulduğu hususunda bir duraksama bulunmamaktadır. Dolayısıyla askerî tesislerin kurulması ve güvenliğinin sağlanması çerçevesinde söz konusu şerhlerin uygulanması bakımından kamu makamlarının belirli bir takdir yetkisinin mevcut olduğuna dikkat çekmek gerekir. Bu kapsamda, askerî güvenlik bölgesi şerhi dolayısıyla uygulanan kısıtlamaların öngörülen kamu yararı amacını gerçekleştirmek için elverişli ve bu şerhin konulmasının da gerekli olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre somut olayın elverişlilik ve gereklilik kriterlerinin tartışılmasını gerektiren bir yönü bulunmamaktadır.

69. Somut olaydaki müdahalenin ölçülülüğünün değerlendirilmesi bakımından asıl önem taşıyan ölçüt orantılılıktır. Öngörülen şerhin, malikleri olağan dışı ve aşırı bir yük altına sokması durumunda müdahalenin orantılı ve dolayısıyla ölçülü olduğundan söz edilemez. Bu itibarla, uygulanan şerhle başvuruculara aşırı ve orantısız bir yük yüklenip yüklenmediğinin tespiti gerekmektedir.

70. Uyuşmazlıkta derece mahkemeleri -başvurucular taşınmazları tarım yapmak suretiyle kullandıklarından- henüz gerçekleşmeyen ve gerçekleşmesi muhtemel olan zararların idarelerce tazminine olanak bulunmadığından yola çıkarak davayı reddetmiştir. Başvurucular ise anılan şerh sonrasında taşınmazların ekonomik değerinde azalma meydana geldiğini öne sürmüştür.

71. Başvurucuların murisi 1995 yılında taşınmazlarına konulan askerî güvenlik bölgesi şerhinden önce taşınmazları edinmiştir. Dolayısıyla başvurucuların edinme tarihinde bu sınırlamayı öngörebilmeleri mümkün değildir. Başvurucuların taşınmazlarının bulunduğu bölgede yer alan ve askerî tesise sınır olmayan diğer taşınmazların imara açıldığı, bu taşınmazlara yapılaşma izni verildiği hâlde askerî güvenlik bölgesi şerhi nedeniyle başvurucuların taşınmazlarının imara açılamadığı ve özellikle de konumları nedeniyle İdarece taşınmazlara ilişkin fiilî bir yapılaşma yasağının da uygulandığı görülmektedir. Bu durumda yaklaşık yirmi beş yıldır devam eden şerh nedeniyle taşınmazların fiilî yapılaşma yasağı da dâhil olmak üzere bazı kısıtlamalara maruz kaldığı, bu kısıtlamaların daha ne kadar süreceğinin belirsiz ve öngörülemez bir zamana bırakıldığı anlaşılmıştır.

72. Yönetmelik'in 24. ve 9. maddeleri uyarınca bölgenin savunma gücü ve gizliliğini ihlal etmemek şartıyla taşınmaz malların üzerinde inşaat, hafriyat, tadilat, orman yetiştirmek veya ağaç kesmek, bataklık kurmak veya kurutmak gibi hususların izne tabi olduğu, izin verilmeyen veya komutanlıkça kabul edilen şartlara uymayan her türlü inşaat ve eylemlerin durdurulacağı ve yapıların yıkılacağı hükme bağlanmıştır. Dolayısıyla öngörülen mevzuatın yol açtığı kısıtlamaların bir sonucu olarak taşınmazların tamamen kullanılamaz durumda olduğu söylenemez ise de başvurucuların taşınmazlarını diledikleri gibi kullanma, taşınmazlarından yararlanma ve üzerinde tasarrufta bulunma hak ve yetkilerinin kısıtlandığı açıktır. Başvurucuların şerhin kaldırılmasına veya taşınmazların kamulaştırılmasına yönelik talepleri de kamu makamlarınca reddedilmiştir. Kamu makamlarının şerhin kaldırılması veya taşınmazların kamulaştırılması hususunda 2565 sayılı Kanun ve Yönetmelik hükümleri uyarınca takdir yetkisi bulunmaktadır. Fakat kamu makamları bu takdir yetkisi kapsamında başvurucuların şikâyetlerini ortadan kaldıracak şekilde bir işlem tesis etmemiştir. Hâlbuki kamu makamları, kamulaştırılmasına gerek görmedikleri bu durumdaki taşınmazlar için makul kabul edilebilecek ölçüde bir tazminat ödemek suretiyle mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin adil dengeyi bozmasının önüne geçebilecektir.

73. Dolayısıyla kullanma ve yararlanma hakkına yönelik olarak bir kısım yasal kısıtlamalara maruz kalan ancak tamamen de kullanılamaz nitelikte bulunmayan taşınmazların kamulaştırılması veya bedelinin tamamına hükmedilmesi gerektiğinden söz edilemez ise de çevresinde bulunan taşınmazlar imara açıldığı hâlde askerî güvenlik bölgesi şerhi nedeniyle imara açılamayan ve fiilî yapılaşma yasağı da uygulanan taşınmazlar nedeniyle başvurucuların bir zararlarının olduğu açıktır.

74. Derece mahkemelerinin henüz gerçekleşmeyen ve gerçekleşmesi muhtemel olan zararların tazminine olanak bulunmadığına yönelik yorumu başvuruculara şahsi olarak aşırı ve olağan dışı bir külfet yüklemiştir. Bu durumda başvurucuların mülkiyet hakkının korunması ile kamunun yararı arasında olması gereken adil dengenin başvurucular aleyhine bozulduğu ve müdahalenin ölçülü olmadığı sonucuna varılmıştır.

75. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

Kadir ÖZKAYA, Recai AKYEL, Yıldız SEFERİNOĞLU, Selahaddin MENTEŞ ve Basri BAĞCI bu görüşe katılmamışlardır.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

76. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

 “(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

77. Başvurucular ihlalin tespit edilmesini istemiş, maddi ve manevi tazminat ödenmesi talebinde bulunmuştur.

78. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

79. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

80. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gidermediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile İçtüzük’ün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca, ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak, ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde, usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kararın kendisine ulaştığı mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).

81. İncelenen başvuruda başvurucuların taşınmazlarının bulunduğu alanın askerî güvenlik bölgesi ilan edilmesi üzerine taşınmazlar üzerinde oluşan kısıtlamaların boyutu ve süresi dikkate alındığında somut olayda mülkiyetin akıbeti konusunda belirsizliğe yol açılması, buna karşılık uğranılan zararın giderilmemesi sebebiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin idarenin işleminden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte derece mahkemeleri de ihlali giderememiştir.

82. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere Batman İdare Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

83. İhlal tespiti ve yeniden yargılanma kararı verilmesinin yeterli bir giderim sağlayacağı anlaşıldığından başvurucuların tazminat taleplerinin reddine karar verilmesi gerekir.

84. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 239,50 TL harç ve 3.600 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.839,50 TL tutarındaki yargılama giderinin başvuruculara müştereken ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE,

B. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE, Kadir ÖZKAYA, Recai AKYEL, Yıldız SEFERİNOĞLU, Selahaddin MENTEŞ ve Basri BAĞCI'nın karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Batman İdare Mahkemesine (E.2013/658, K. 2014/1913) GÖNDERİLMESİNE,

D. Başvurucuların tazminat taleplerinin REDDİNE,

E. 239,50 TL harç ve 3.600 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.839,50 TL yargılama giderinin başvuruculara MÜŞTEREKEN ÖDENMESİNE,

F. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucuların Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 29/12/2020 tarihinde karar verildi.

 

 

 

KARŞI OY

Başvurucuların iddiası; Batman Havaalanı sınırına komşu olan taşınmazlarının tapu sicil kayıtları üzerine konulan “Askeri güvenlik bölgesi” şerhi nedeniyle imar uygulaması kapsamına alınmadığı, bu nedenle arsa vasfını kazanamayan gayri menkullerinin tarım arazisi olarak kaldığı, değerlerinin de imar gören emsallerine nazaran çok daha düşük olması nedeniyle zarara uğradıkları ve mülkiyet haklarının ihlal edildiği yönündedir.

Tapu kayıtları üzerine 1995 yılında askeri güvenlik bölgesi şerhi konulması sırasında söz konusu taşınmazlar tarım arazisi vasfında olup, konulan şerhin taşınmazların bu amaç doğrultusunda kullanılmasına gerek şerhin konulduğu tarihte ve gerekse günümüzde olumsuz bir etkisi bulunmamaktadır.

Tapuya şerh konulma işleminden yaklaşık 14 yıl sonra, Batman şehir yerleşiminin taşınmazların bulunduğu istikamete doğru yönelmesi ve komşu taşınmazların imar uygulamasına tabi tutulmaları ve arsa vasfını kazanmalarına bağlı olarak değerlerinde artış meydana gelmiştir.

Başvurucular şerh nedeniyle kendi taşınmazlarının imar uygulamasına tabi tutulmaması nedeniyle değerlerinde artış olmamasını bir zarar olarak nitelendirmektedirler. Bu haliyle başvurucular taşınmazlarının değerinin eksilmesini değil komşu taşınmazlarda meydana gelen değer artışının kendi mülklerinde gerçekleşmemesini müracaat konusu yapmaktadırlar.

Halbuki taşınmazlar imarlı iken askeri güvenlik bölgesi yapılmak suretiyle üzerlerinde var olan bir yapılaşma izninin kaldırılması ve buna bağlı olarak değer kaybına uğramış değillerdir.

İdari yargılama mercileri somut olaydaki zarar kavramını değerlendirmek suretiyle bunun gerçekleşmiş değil muhtemel bir zarar olduğundan bahisle hak sahiplerinin tazminat taleplerini reddetmiştir.

Bu tespitler çerçevesinde zararın varlığı, oluşma nedeni ve oluşma zamanı tartışmalıdır. İddia edilen zarar taşınmazların tapu kayıtlarına şerh konulması anında gerçekleşmiş değildir. Zira malikler ilk defa 2009 yılında tapudaki şerhin kaldırılması istemiyle resmi makamlara müracaat etmişlerdir.

İddia olunan zarar, imar uygulamalarının komşu taşınmazlara kadar gelmesi ve tartışma konusu taşınmazlara uygulanmaması neticesinde, değer azalması şeklinde değil, değer artışının gerçekleşmemesine bağlı menfi ve muhtemel bir değer azlığı şeklinde ortaya çıkmıştır.

Bu haliyle zararın, tek başına güvenlik bölgesi ilanına bağlı olarak doğrudan değil, sair hususlarda yaşanan dolaylı gelişmelerin ilk sebeple birleşmesinin etkisiyle ortaya çıktığından söz edilebilir.

Başka bir açıdan bakıldığında zarara sebebiyet veren unsurun ortadan kaldırılması halinde iddia olunan zararında ortadan kalkması makul bir beklenti olması gerekirken, somut olayımızda güvenlik bölgesi şerhi kaldırılsa bile bu taşınmazların imar uygulaması kapsamına alınma garantisi bulunmamaktadır.

Askeri güvenlik bölgesi şerhi hiç konulmamış olsa bile havaalanının sınır hattında bulunan taşınmazların imar uygulaması kapsamına alınması kesin değildir. İmar uygulaması kapsamına alınma durumun da bile konut alanı olma ihtimali havaalanına yakınlığından dolayı çok yüksek gözükmemektedir. Bu bağlamda başvurucuların delil tespiti kapsamında elde ettikleri veriler ve zarar hesaplama yöntemi gerçekçi olmaktan uzak olup varsayımsaldır.

Başvurucular, havaalanına sınırdaş olmak gibi, taşınmazlarının konumlarından kaynaklanan doğal bir dezavantaja da sahiptirler. Havaalanına bitişik konumda bulunması da taşınmazların imar kapsamına alınmasını engelleyecek önemli bir etkendir.

Bu değerlendirmeler çerçevesinde zarara neden olan etkenin tek başına güvenlik bölgesi ilan edilmesi olmayacağı aşikârdır.

Ayrıca idareyi taşınmazlar üzerindeki güvenlik bölgesi şerhini kaldırmak suretiyle imar uygulamasına icbar etmek de mümkün değildir. İdarenin her yeri yerleşime açmak gibi bir mükellefiyeti bulunmamaktadır. İmara açılma kararının verilmesinde taşınmazların durumu kadar şehir planlarının gereklilikleri ve idari takdir hakkı kapsamında verilecek kararlar da kritik önem taşımaktadır.

Yukarda izah edilen gerekçeler doğrultusunda;

Zararın oluşumu, zamanı ve nedeninin muğlak olması,

Taşınmaz üzerinde oluşan kısıtlamaların başlangıçtan günümüze sabit kalmasına rağmen oluştuğu iddia edilen zararların aslında sonradan vukuu bulan sair gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkması,

Zararın önceden var olan bir değerin azalması şeklinde olmayıp değer artışının gerçekleşmemesi olarak tezahür etmesi,

Zarara neden olan görünürdeki sebebin ortadan kalkması durumunda bile umulan değer artışının üçüncü kişi konumunda bulunan idarenin takdir hakkı kapsamında alacağı kararlara bağlı bulunması,

Taşınmaz üzerindeki şerh olmasa bile taşınmazın konumundan kaynaklanan doğal olumsuzlukların benzer menfi durumun ortaya çıkmasında etkin olabileceği,

Hususları dikkate alınmak suretiyle çoğunluğun ihlal yönündeki fikrine iştirak edilmemiştir.

Başkanvekili

Kadir ÖZKAYA

Üye

Recai AKYEL

Üye

Yıldız SEFERİNOĞLU

Üye

Selahaddin MENTEŞ

Üye

Basri BAĞCI

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

POSTAŞ LOJİSTİK A.Ş. BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2018/14585)

 

Karar Tarihi: 27/1/2021

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

 

Başkan

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

Engin YILDIRIM

 

 

Celal Mümtaz AKINCI

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Basri BAĞCI

Raportör

:

Zehra GAYRETLİ

Başvurucu

:

Postaş Lojistik Anonim Şirketi

Vekili

:

Av. Enver TURUNÇ

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, geçiş ücreti ödemeden otoyoldan geçiş yapılması kabahatine dayalı olarak idari para cezası verilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 30/4/2018 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüş bildirmemiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

8. Başvurucunun maliki olduğu 35 FZ... plakalı aracın ücretli otoyol ve köprülerden 4/1/2016 ile 31/12/2016 tarihleri arasında ödeme yapmadan geçiş yaptığı gerekçesiyle başvurucu hakkında tek seferde 76.727,75 TL idari para cezası uygulanmıştır. Söz konusu idari para cezası 19/6/2017 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir.

9. Başvurucu; mülkiyetinde çok sayıda araç bulunduğunu, bu araçlardan birine ait Hızlı Geçiş Sistemi (HGS) etiketinin sehven söz konusu 35 FZ.. plakalı araca takıldığını, bu HGS etiketine ilişkin hesapta geçiş ücretlerini karşılayacak kadar paranın mevcut olması nedeniyle aracın geçişlerinin ücret ödemeden yapıldığının farkında olamadığını, olayda herhangi bir şekilde kasta dayalı eylemi bulunmadığını ileri sürerek anılan cezanın iptali için başvuruda bulunmuştur. Başvurucu ayrıca, idari para cezasına konu geçişlerin 4/1/2016 ile 31/12/2016 tarihleri arasında meydana gelmiş olmasına rağmen cezanın idare tarafından 19/6/2017 tarihinde bildirilmesi nedeniyle söz konusu hatadan geç haberdar olması sonucu yüksek oranda ceza ödemek zorunda kalmasının hakkaniyete aykırı olduğunu ileri sürmüştür.

10. Başvurucu, iptal başvurusuna ilişkin dilekçede "ceza konusu yapılan geçişlere ait kamera görüntülerinin idareden istenilmesi ve bu görüntüler üzerinde bilirkişi incelemesi yaptırılması durumunda maddi gerçeğin ortaya çıkacağı [nı]" iddia ederek belirtilen hususta bilirkişi incelemesi yaptırılması yönünde talepte de bulunmuştur.

11. Başvuru, Düzce Sulh Ceza Hâkimliğinin (Hâkimlik) 5/2/2018 tarihli kararı ile reddedilmiştir. Hâkimlik olayla ilgili olarak başvurucunun iddialarını, idarede tarafından dosyaya sunulan mütalaayı ve tüm dosya kapsamını birlikte değerlendirmek suretiyle idari para cezasının usul ve yasaya uygun olduğu sonucuna ulaşmıştır.

12. Hâkimlik gerekçeli kararında; başvuru konusu plakaya ait HGS hesabının 7/7/2017 tarihinde açıldığını, farklı bir plakada kullanılan HGS hesabının 17/7/2017 tarihinde dava konusu plakaya taşındığını, ceza işleminin ise aracın etiketsiz geçiş yapması ve yasal süresi içinde HGS etiketi açtırılmamasından kaynaklandığını belirtmiştir. Gerekçeli kararın ilgili kısmı şöyledir:

"Karayolları Genel Müdürlüğü 4. Bölge Müdürlüğünün 22/12/2017 havale tarihli mütalaasında özetle; plakaya ait HGS hesabı 07/07/2017 tarihinde açıldığı, ayrıca farklı bir plakada kullanılan HGS hesabı ise 17/07/2017 tarihinde söz konusu plakaya taşındığı, cezalı geçişler, araç gişelerden etiketsiz geçiş yaptığı ve 15 günlük yasal süre içerisinde HGS etiketi açtırmadığından kaynaklandığı, sistem üzerinde ilgili geçişin görüntü kaydına erişilemediği, bahse konu olan 35 FZ ... plakalı araç gişelerden geçiş ihlali yaptığı, itiraz eden hakkında düzenlenen idari para cezasının hukuk ve mevzuata uygun olduğu belirtilmiştir.

İtiraz eden Postaş Taşımacılık İnşaat Temizlik Hizmetleri Petrol Otomotiv Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi vekili Av. Enver TURUNÇ'a ait 15/01/2018 tarihli cevabi dilekçesinde özetle, iddia olunan HGS ihlali geçişlerine ait kamera görüntü kayıtlarının idarece sunulamamış olması, başlı başına HGS ihlali geçişlerinin idarece ispatlanamamış olduğunun kabulünü gerektirdiği, bütün bunların dışında 6111 sayılı Kanunun 22. maddesindeki düzenleme gereği 04/07/2016 tarihinden önceki dönemde gerçekleşmiş olduğu iddia edilen HGS geçiş ihlallerinin karşılığı olarak tahakkuk ettirildiği görülen idari para cezasının 38.652,25 TL lik kısmının iptalinin gerektiği, davaya konu idari para cezasının tümden iptalini talep etmiştir.

Bu kapsamda; İtiraz edenin dilekçesi, idari para cezası tutanağı ve Karayolları Genel Müdürlüğü 4. Bölge Müdürlüğünün mütalaası ve tüm dosya kapsamı birlikte değerlendirildiğinde; İtiraz eden hakkında düzenlenen idari para cezası tutanağının usul ve yasaya uygun olduğu, başvurunun haklı ve somut nedenlere dayanmadığı anlaşılmakla, başvurunun reddine dair aşağıdaki şekilde karar verilmiştir."

13. Başvurucu; diğer nedenlerin yanı sıra maddi gerçeğin ortaya çıkarılması için ilgili ceza tutanağında belirtilen tüm geçişlere ilişkin kamera kayıtlarının getirtilmesi ve bu kayıtların üzerinde bilirkişi incelemesi yaptırılması yönündeki talebinin karşılanmadığını, kaçınılmaz hataya düştüğü iddiasına ilişkin olarak gerekçeli kararda herhangi bir değerlendirmede bulunulmadığını belirterek karara itiraz etmiştir.

14. Başvurucunun itirazı Bolu Sulh Ceza Hâkimliğinin 20/3/2018 tarihli kararı ile reddedilmiştir.

15. Başvurucu 30/4/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

16. 25/6/2010 tarihli ve 6001 sayılı Karayolları Genel Müdürlüğünün Hizmetleri Hakkında Kanun'un "Geçiş ücretini ödememe ve güvenliğin ihlali" kenar başlıklı 30. maddesinin olay tarihinde yürürlükte olan (1) numaralı fıkrası şöyledir:

"(1) Genel Müdürlük işletimindeki otoyollar ile erişme kontrolünün uygulandığı karayolları için belirlenen geçiş ücretlerini ödemeden geçiş yaptığı tespit edilen araç sahiplerine Genel Müdürlük tarafından, geçiş ücreti ödemeden giriş çıkış yaptığı mesafeye ait geçiş ücretinin on katı tutarında idarî para cezası verilir."

V. İNCELEME VE GEREKÇE

17. Mahkemenin 27/1/2021 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları

18. Başvurucu; yargılamanın sonucuna etkili olabilecek taleplerinin ve idari para cezasının kaçınılmaz bir hataya düşmesinden kaynaklandığı yönündeki iddiasının Hâkimlik kararında karşılanmadığını, bilirkişi incelemesi yaptırılması yönündeki talebinin gerekçesiz olarak reddedildiğini, meramını daha iyi anlatmak için duruşma açılmasını talep ettiği hâlde talebinin kabul edilmediğini belirterek hak arama hürriyetinin ve mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

B. Değerlendirme

19. Anayasa’nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

20. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16).

21. Başvurucunun yukarıda yer verilen şikâyetlerinin özü, kanuna aykırı eylemi sebebiyle idari para cezası verilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlali iddiasına ilişkindir. Bu nedenle başvurucunun belirtilen ihlal iddialarının tümü mülkiyet hakkı kapsamında incelenmiştir.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

22. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

a. Mülkün Varlığı

23. Somut olayda idari para cezası uygulanması neticesinde başvurucudan tahsil edilen paranın başvurucunun mal varlığına dâhil olduğu ve verilen idari para cezasıyla başvurucunun mal varlığından eksilmeye yol açıldığı kuşkusuz olduğuna göre bu paranın başvurucu açısından mülk teşkil ettiği açıktır (benzer yöndeki değerlendirmeler için bkz. Orhan Gürel, B. No: 2015/15358, 24/5/2018, § 43; Mustafa Taş, B. No: 2017/23968, 31/10/2018, § 35).

b. Müdahalenin Varlığı ve Türü

24. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, §§ 55-58).

25. Somut olayda geçiş ücreti ödenmeden otoyolun kullanılmış olması nedeniyle başvurucu hakkında idari para cezası uygulanmasının mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiği açıktır. Söz konusu müdahaleyle otoyol kullanımıyla ilgili düzenlemelerin ihlal edilmesinin önlenmesi amaçlanmaktadır. Bu durumda başvuru konusu olayda müdahalenin amacı dikkate alındığında mülkiyetin kamu yararına kullanılmasının kontrol edilmesine ilişkin kural çerçevesinde incelenmesi gerekir (benzer yöndeki değerlendirmeler için bkz. Mars Sinema Turizm ve Sportif Tesisler İşletmeciliği A.Ş., B. No: 2017/23849, 10/10/2018, § 48; Mustafa Taş, § 38).

c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

26. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

27. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

i. Kanunilik

28. Mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerde ilk incelenmesi gereken ölçüt kanuna dayalı olma ölçütüdür. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır. Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince ulaşılabilir, belirli ve öngörülebilir kanun hükümlerinin bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44; Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49; Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55).

29. Somut olayda başvurucunun 4/1/2016 ile 31/12/2016 tarihleri arasında ücret ödemeden otoyoldan geçiş yaptığı gerekçesiyle 6001 sayılı Kanun'un 30. maddesinin (1) numaralı fıkrası uyarınca başvurucuya idari para cezası verilmiştir. 6001 sayılı Kanun'un 30. maddesinin (1) numaralı fıkrasında Karayolları Genel Müdürlüğü (Genel Müdürlük) işletimindeki otoyolları için belirlenen geçiş ücretlerini ödemeden geçiş yaptığı tespit edilen araç sahiplerine Genel Müdürlük tarafından, geçiş ücreti ödemeden giriş çıkış yaptığı mesafeye ait geçiş ücretinin -olay tarihindeki mevzuata göre- on katı tutarında idari para cezası verileceği hüküm altına alınmıştır.

30. Dolayısıyla söz konusu Kanun hükümlerinin açık, ulaşılabilir ve öngörülebilir mahiyette olduğu dikkate alındığında başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuna dayalı olduğu kuşkusuzdur.

ii. Meşru Amaç

31. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı, mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılması imkânı vermekle bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu anlamda bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır. Kamu yararı kavramı, devlet organlarının takdir yetkisini de beraberinde getiren bir kavram olup objektif bir tanıma elverişli olmayan bu ölçütün her somut olay temelinde ayrıca değerlendirilmesi gerekir (Nusrat Külah, B. No: 2013/6151, 21/4/2016, §§ 53, 56; Yunis Ağlar, B. No: 2013/1239, 20/3/2014, §§ 28, 29).

32. Genel Müdürlüğe bağlı otoyolların kullanımına ilişkin talebin yükselmesine bağlı olarak artan maliyetlerin karşılanabilmesi amacıyla kullanıcılardan otoyolundan geçiş yaptıkları sırada ücret alınması yönünde bir sistem geliştirilmiştir. HGS olarak adlandırılan bu sistem kullanıcıların otoyol gişelerinden geçiş yaptıkları sırada gişelerde bulunan teknik cihazların araç üzerindeki HGS etiketiyle iletişime geçerek kullanıcının hesap bilgilerine ulaşması ve hesabından ücretin tahsil edilmesi esasına dayanmaktadır.

33. Kullanıcıların araçlarında HGS etiketi veya HGS etiketine ilişkin hesapta ücreti karşılamaya yetecek miktarda bakiye bulundurmayarak geçiş ücretini ödemeden otoyolu kullanmaları durumunda haklarında idari para cezası yaptırımı uygulanmasının temelinde yatan amaç, sistemin korunması ve devamlılığının sağlanmasıdır. Bu amacın kamu yararına dönük olduğu açıktır. Dolayısıyla başvurucunun ücret ödemeden geçiş yaptığı gerekçesiyle hakkında idari para cezası tesis edilmesi yönündeki uygulamanın kamu yararı amacına dayandığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle müdahalenin meşru bir amacının bulunduğu sonucuna ulaşılmaktadır.

iii. Ölçülülük

 (1) Genel İlkeler

34. Son olarak kamu makamlarınca başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyle gerçekleştirilmek istenen amaç ile bu amacı gerçekleştirmek için kullanılan araçlar arasında makul bir ölçülülük ilişkisinin olup olmadığı değerlendirilmelidir.

35. Ölçülülük ilkesi elverişlilikgereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2014/176, K.2015/53, 27/5/2015; E.2016/13, K.2016/127, 22/6/2016, § 18; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 38).

36. Mülkiyet hakkına yapılan bir müdahalenin Anayasa'nın 13. ve 35. maddelerine göre ölçülü olabilmesi için her şeyden önce bu tedbirin öngörülen kamu yararı amacını gerçekleştirmeye elverişli olması zorunludur. Diğer taraftan müdahalede bulunulurken takip edilen kamu yararı amacını gerçekleştirmeye en uygun aracın seçilmesi gerekmektedir. Bu alanda hangi araçların tercih edileceği ise öncelikli olarak daha isabetli karar verebilecek konumda olan ilgili kamu makamlarının yetkisindedir. Bu nedenle hangi aracın tercih edileceğinin belirlenmesi hususunda idarelerin belli ölçüde takdir yetkisi bulunmaktadır. Ne var ki seçilen aracın gerekliliğine ilişkin olarak idarelerin sahip olduğu takdir yetkisi sınırsız değildir. Tercih edilen aracın müdahaleyi ulaşılmak istenen amaca nazaran bariz bir biçimde ağırlaştırması durumunda Anayasa Mahkemesince müdahalenin gerekli olmadığı sonucuna ulaşılması mümkündür. Ancak Anayasa Mahkemesinin bu kapsamda yapacağı denetim, seçilen aracın isabet derecesine yönelik olmayıp hak ve özgürlükler üzerinde oluşturduğu müdahalenin ağırlığına dönüktür (bazı değişikliklerle birlikte bkz. Hamdi Akın İpek, B. No: 2015/17763, 24/5/2018, § 108; Hanife Ensaroğlu, B. No: 2014/14195, 20/9/2017, § 67).

37. Bununla birlikte orantılılık ilkesi gereği kişilerin mülkiyet hakkının sınırlandırılması hâlinde elde edilmek istenen kamu yararı ile bireyin hakları arasında adil bir dengenin kurulması gerekmektedir. Bu adil denge, başvurucunun şahsi olarak aşırı bir yüke katlandığının tespit edilmesi durumunda bozulmuş olacaktır. Müdahalenin orantılılığını değerlendirirken Anayasa Mahkemesi; bir taraftan ulaşılmak istenen meşru amacın önemini, diğer taraftan da müdahalenin niteliğini, başvurucunun ve kamu otoritelerinin davranışlarını gözönünde tutarak başvurucuya yüklenen külfeti dikkate alacaktır (Arif Güven, B. No: 2014/13966, 15/2/2017, §§ 58, 60).

38. Mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kamu yararı amacı ile bireyin mülkiyet hakkının korunması arasındaki adil dengenin sağlanabilmesi için öncelikle malike, uygulanan tedbirlere karşı savunma ve itirazlarını etkin biçimde ortaya koyabilme olanağının tanınması, söz konusu iddia ve savunmaların makul biçimde karşılanması gerekmektedir (başvurucuya diğer unsurlar yanında ayrıca etkin bir savunma hakkı tanındığından müdahalenin ölçülü görüldüğü kararlar için bkz. Eyyüp Baran, B. No: 2014/8060, 29/9/2016, §§ 75-95; Fatma Çavuşoğlu ve Bilal Çavuşoğlu, B. No: 2014/5167, 28/9/2016, §§ 74-89. Buna karşılık aynı güvencenin yargılama sürecinde sağlanmaması nedeniyle müdahalenin ölçüsüz görüldüğü kararlar için bkz. Mahmut Üçüncü, B. No: 2014/1017, 13/7/2016, §§ 79-102; Arif Güven, §§ 57-72).

 (2) İlkelerin Olaya Uygulanması

39. Başvurucuya idari para cezası verilmesinin otoyol işletim sisteminin devamlılığını sağlamaya yönelik olduğu dikkate alındığında müdahalenin söz konusu kamu yararı amacını gerçekleştirmeye elverişli olduğunda şüphe bulunmamaktadır. İkinci olarak başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin gerekli olup olmadığı irdelenmelidir. Buna göre mülkiyetin kamu yararına kullanımının kontrolüne ilişkin üçüncü kural çerçevesinde kamu makamlarının sahip olduğu geniş takdir yetkisi de gözönünde bulundurulmalıdır. Bu kapsamda başvurucunun fiilinin kabahat olarak düzenlenerek yalnızca idari para cezası uygulandığı dikkate alındığında müdahalenin gerekli olmadığı söylenemez.

40. Orantılılık yönünden ise öncelikle başvurucuya idari para cezası kararına karşı iddia ve savunmalarını etkin bir biçimde ortaya koyabilme olanağının tanınıp tanınmadığı değerlendirilmelidir. Başvurucu; idari para cezasına karşı cezanın iptal edilmesi talebiyle Hâkimliğe başvuruda bulunmuş, talebin reddine ilişkin karara karşı da itiraz kanun yoluna müracaat etmiştir.

41. Başvurucu özellikle ücret ödenmeden geçiş yapıldığına ilişkin ilk ihlalin tespit edildiği 2016 yılı Ocak ayını takiben 2016 yılı içinde cezanın kendisine bildirilmiş olması hâlinde cezaya neden olan hatanın düzeltilebilecek olması karşısında idarenin 19/6/2017 tarihinde bildirimde bulunması sonucu 2016 yılı içinde ihlalin müteaddit defa tekrarlanmasına sebep olunduğunu belirterek kamu makamlarının üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmediğinden yakınmıştır. Başvurucunun iddia ve itirazlarını inceleyen Hâkimlik, idari para cezasının aracın gişelerden etiketsiz geçiş yapması ve 15 günlük yasal süre içinde HGS etiketi açtırılmamasından kaynaklandığını belirtmiştir. Ayrıca Hâkimlik, plakaya ait HGS hesabının 7/7/2017 tarihinde açıldığına ve farklı bir plakada kullanılan HGS hesabının ise 17/7/2017 tarihinde söz konusu plakaya taşındığına vurgu yapmıştır. Bu kapsamda Hâkimlik tarafından idari para cezasına konu eylemin sübuta erdiği ve işlemin hukuka uygun olduğu değerlendirilmiştir. Başvurucu ise idari para cezasına konu araca takılı olan HGS etiketinin mülkiyetinde bulunan başka bir araca ait plakaya tanımlı olduğunu, bu plakaya ilişkin HGS hesabında ise yeterli bakiyenin bulundurulduğunu, buna rağmen etiketin sehven ceza konu araca takılması sonucu yaptırıma maruz kaldığını ileri sürmektedir.

42. Müdahalenin orantılılığı yönünden başvurucuya idari para cezası kararına karşı iddia ve savunmalarını etkin bir biçimde ortaya koyabilme olanağının tanındığı, derece mahkemelerinin kararlarının ise keyfî veya öngörülemez nitelikte olmadıkları not edilmelidir. Öte yandan lojistik alanında faaliyet gösteren başvurucu Şirketin mülkiyetinde bulunan araçlara hatalı etiket takmak suretiyle ceza konusu ücretsiz geçişlerin meydana gelmesine kendi kusurlu davranışının neden olduğu da gözönünde bulundurulmalıdır.

43. Bununla birlikte somut olayda başvurucuya 4/1/2016 tarihinden 31/12/2016 tarihine kadar geçen zaman zarfında meydana gelen her bir geçiş için geçiş ücreti ile birlikte ücretin on katı tutarında olmak üzere toplam 76.727,75 TL idari para cezası verilmiştir. Olayda ihlale sebep olan cezalı geçişlerinin 2016 yılı içinde meydana gelmesine rağmen buna ilişkin bildirimin 2017 yılının Haziran ayı içinde yapılması başvurucunun cezalı geçişe sebep olan hatadan geç haberdar olmasına ve buna bağlı olarak ceza miktarının yükselmesine neden olmuştur. Her ne kadar araca hatalı etiket takılmış olması başvurucunun kusurlu davranışından kaynaklanmakta ise de idarenin ilk ihlalli geçişe ilişkin bildirimi söz konusu geçişin meydana geldiği tarihten yaklaşık 1,5 yıl sonra başvurucuya tebliğ ettiği dikkate alındığında ihlalli geçişlerin müteaddit defa tekrarlanması noktasında idarenin geç bildirimde bulunmasının da etkili olduğu gözardı edilemez.

44. İdarenin bu davranışı kamu yararı amacı ile bireyin mülkiyet hakkının korunması arasındaki adil dengenin bozulması sonucunu doğurmuştur. Buna göre verilen idari para cezası -somut olayın koşulları altında- yaptırımın koruduğu amaç birlikte değerlendirildiğinde başvurucu yönünden şahsi olarak aşırı bir külfete yol açmaktadır.

45. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

Kadir ÖZKAYA bu görüşe katılmamıştır.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

46. 30/11/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

 “(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

47. Başvurucu ihlalin tespiti talebinde bulunmuştur.

48. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir (B. No: 2014/8875, 7/6/2018, [GK]). Mahkeme diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına da işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

49. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

50. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile İçtüzük’ün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca, ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak, ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde, usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir karar kendisine ulaşan mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58-59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66-67).

51. İncelenen başvuruda mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin idari işlemden kaynaklandığı ancak mahkemenin de bu ihlali ortadan kaldırmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin mahkeme kararından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

52. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş, yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere Düzce Sulh Ceza Hâkimliğine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

53. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 294,70 TL harç ve 3.600 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.894,70 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE,

B. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE Kadir ÖZKAYA'nın karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Düzce Sulh Ceza Hâkimliğine (2017/8348 D.İş) GÖNDERİLMESİNE,

D. 294,70 TL harç ve 3.600 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.894,70 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 27/1/2021 tarihinde karar verildi.

 

 

 

KARŞI OY

Başvuru, otoyoldan geçiş ücreti ödemeden geçiş yapıldığı için uygulanan idari para cezasına yapılan itirazın reddedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

Başvurucu mülkiyetinde çok sayıda araç bulunduğunu, bu araçlardan birine ait Hızlı Geçiş Sistemi (HGS) etiketinin sehven söz konusu 35 FZ.. plakalı araca takıldığını, bu HGS etiketine ilişkin hesapta geçiş ücretlerini karşılayacak kadar paranın mevcut olması nedeniyle aracın geçişlerinin ücret ödemeden yapıldığının farkında olamadığını, olayda herhangi bir şekilde kasta dayalı eylemi bulunmadığını; ayrıca, idari para cezasına konu geçişlerin 4/1/2016 ile 31/12/2016 tarihleri arasında meydana gelmiş olmasına rağmen cezanın idare tarafından 19/6/2017 tarihinde bildirilmesi nedeniyle söz konusu hatadan geç haberdar olması sonucu yüksek oranda ceza ödemek zorunda kalmasının hakkaniyete aykırı olduğunu ileri sürmüştür.

Mahkememiz çoğunluğunca cezalı geçişlerinin 2016 yılı içinde meydana gelmesine rağmen buna ilişkin bildirimin 2017 yılının Haziran ayı içinde yapıldığı, dolayısıyla ihlalli geçişlerin müteaddit defa tekrarlanması noktasında idarenin geç bildirimde bulunmasının etkili olduğu değerlendirilerek başvurucu yönünden aşırı bir külfete yol açıldığı gerekçesiyle başvurucunun Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmiştir.

Aşağıda açıklanan nedenlerle çoğunluk görüşüne iştirak edemedim.

Kararda da belirtildiği üzere, Karayolları Genel Müdürlüğüne bağlı otoyolların kullanımına ilişkin talebin yükselmesine bağlı olarak artan maliyetlerin karşılanabilmesi amacıyla kullanıcılardan otoyoldan geçiş yaptıkları sırada ücret alınması yönünde bir sistem geliştirilmiştir. HGS olarak adlandırılan bu sistem kullanıcıların otoyol gişelerinden geçiş yaptıkları sırada gişelerde bulunan teknik cihazların araç üzerindeki HGS etiketiyle iletişime geçerek kullanıcının hesap bilgilerine ulaşması ve hesabından ücretin tahsil edilmesi esasına dayanmaktadır. (Karar; Paragraf 32)

Kullanıcıların araçlarında HGS etiketi veya HGS etiketine ilişkin hesapta ücreti karşılamaya yetecek miktarda bakiye bulundurmayarak geçiş ücretini ödemeden otoyolu kullanmaları durumunda haklarında idari para cezası yaptırımı uygulanmasının temelinde yatan amaç, sistemin korunması ve devamlılığının sağlanmasıdır. (Karar; Paragraf 33)

Açık kaynaklardan, uygulamada, sistemin, geçiş anında veya sonrasında bağlantı problemi ve benzeri nedenlerle kullanıcıların hesaplarına ulaşamaması, arızalanması gibi nedenlere bağlı olarak bir takım problemlerin yaşanabildiği tespit edilmektedir. (Somut olayda ise böyle bir durum söz konusu değildir.)

Bu bağlamda elbette ki geçiş ihlalleri konusunda, ilgili mevzuatta gerekli değişiklikler yapılmak suretiyle teknolojik imkânlardan da yararlanılarak, ihlâl yapan kişilerin belirtilen durumdan makul bir süre içinde bilgilendirilmesi veya ihlâlli geçişe ilişkin idari para cezasının da yine (olayın üzerinde çok uzun zaman geçmeden) makul bir süre içinde ilgilisine tebliğ edilmesi halinde izleyen dönemde usulsüz geçişlerin azaltılabileceği veya önlenebileceği, böyle bir uygulamanın uygulamadaki birçok problemi çözebileceği değerlendirilebilir.

Ne var ki somut olayda başvurucu şirkete ait 35 FZ.. plakalı aracın 4/1/2016 ile 31/12/2016 arasında ücretsiz geçiş yaptığında, ceza konusu ücretsiz geçişlerin meydana gelmesine başvurucunun kendi kusurlu davranışının neden olduğunda, söz konusu cezanın ilgili idarece ilgili mevzuatta öngörülen bildirim sürelerine ve usule uygun olarak tebliğ edildiğinde, bir başka söyleyişle başvurucuya uygulanan idari para cezasının ilgili mevzuata uygun bulunduğunda tartışma bulunmamaktadır. Ayrıca derece Mahkemelerince de maddi olayın gerçekleşme biçimi tespit edildikten sonra dosya kapsamı delillerin değerlendirilmesi ve hukuk kurallarının yorumlanması suretiyle, bariz takdir hatasına veya açık keyfilik oluşturan bir duruma neden olunmadan hüküm tesis edildiği görülmektedir.

Hal böyle olunca, yürürlükteki mevzuata uygun davrandığı anlaşılan idareye, kendi kusuru nedeniyle böyle bir cezaya muhatap olduğu Mahkememiz çoğunluğunca da kabul edilen başvurucunun kusurunun göz ardı edilmesi suretiyle ilave bir sorumluluk yüklenemeyeceği, dolayısıyla başvurucunun mülkiyet hakkına kanuna dayalı olarak yapılan ve meşru bir amacı bulunduğu anlaşılan müdahalenin elverişli, gerekli ve orantılı olduğu kanaatine ulaşılmaktadır.

Açıklanan nedenle başvurunun reddi gerektiği görüşüyle çoğunluk görüşüne dayalı karara iştirak etmedim.

Başkan

Kadir ÖZKAYA

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

GÖKSAL ÇETİN VE İSMAİL TEMEL BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2018/13305)

 

Karar Tarihi: 15/12/2021

R.G. Tarih ve Sayı: 25/1/2022 - 31730

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

Başkan

:

Zühtü ARSLAN

Başkanvekili

:

Hasan Tahsin GÖKCAN

Başkanvekili

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

Engin YILDIRIM

 

 

Hicabi DURSUN

 

 

Celal Mümtaz AKINCI

 

 

Muammer TOPAL

 

 

M. Emin KUZ

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Recai AKYEL

 

 

Yusuf Şevki HAKYEMEZ

 

 

Yıldız SEFERİNOĞLU

 

 

Selahaddin MENTEŞ

 

 

Basri BAĞCI

 

 

İrfan FİDAN

Raportör

:

Ayhan KILIÇ

Başvurucular

:

1. Göksal ÇETİN

 

 

2. İsmail TEMEL

Başvurucular Vekili

:

Av. Serhat MENZİLCİOĞLU

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, belediyenin hukuki el atma dolayısıyla verilen mahkeme kararı sonucu paydaşı olduğu taşınmazda ön alım hakkını kullanması nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 17/5/2018 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir.

7. İkinci Bölüm tarafından 16/6/2021 tarihinde yapılan toplantıda niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanması gerekli görüldüğünden başvurunun Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün (İçtüzük) 28. maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Genel Kurula sevkine karar verilmiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

8. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

9. Başvurucular 1959 ve 1955 doğumlu olup Ankara'da ikamet etmektedir.

A. Arka Plan Bilgisi

10. Ankara'nın Yenimahalle ilçesi Yuva köyünde kâin 43249 ada 1 parsel numaralı ve 45.656 m² büyüklüğünde olan arsa vasıflı taşınmaz Ankara Büyükşehir Belediyesinin (Belediye) 12/10/1995 tarihli ve 1/5.000 ölçekli revizyon nâzım imar planına dayanılarak çıkarılan 13/6/1996 tarihli ve 1/1.000 ölçekli uygulama imar planında ve 6/5/1997 tarihli parselasyon planında kentsel rekreasyon alanı olarak tespit edilmiştir.

11. Taşınmazın hissedarlarından biri olan H.Y. tarafından 27/6/2011 tarihinde, kamulaştırmasız el atma nedeniyle açılan dava sonucunda Ankara 19. Asliye Hukuk Mahkemesinin 27/4/2012 tarihli kararıyla Belediye tarafından taşınmaza kamulaştırmasız el atıldığı tespit edilerek davacı lehine tazminata hükmedilmiş, ayrıca taşınmaz hissesinin (7021/228280) Belediye adına tescil edilmesine karar verilmiştir. Karar, Yargıtay 5. Hukuk Dairesinin 19/11/2012 tarihli kararıyla onanmıştır. Onama kararında; Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 15/12/2010 tarihli kararına atıfta bulunularak imar planında park, yol ve okul alanı gibi kamu hizmetine ayrılmış yerlere fiilen el atılmamış olsa dahi 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanunu'nun 10. maddesinin amir hükmü uyarınca 1/1.000 ölçekli uygulama imar planının kesinleştiği tarihten itibaren 5 yıl içinde sorumlu davalı idarece kamulaştırma görevinin yerine getirilmemesi ve malikinin süresi belirsiz şekilde mülkiyet hakkının kısıtlanması nedeniyle taşınmaz bedelinin ödenmesi gerektiği ifade edilmiştir. Karar düzeltme istemi 2/5/2013 tarihinde reddedilerek kararın kesinleşmesi üzerine taşınmazın 7021/228280 oranındaki hissesi 1/8/2013 tarihinde Belediye adına tapuda tescil edilmiştir.

12. Söz konusu taşınmaz 11/12/2013 tarihli ve 1/1.000 ölçekli uygulama imar planında ticari rekreasyon alanına dönüştürülmüştür.

13. Başvurucular anılan taşınmazın bir kısım hissesini M.A.dan 31/7/2013 tarihli tapu senediyle toplam 112.000 TL bedelle satın almıştır. Birinci başvurucunun taşınmazdaki hissesi 75/5707 (600 m²), ikinci başvurucunun ise 73/11414 (292 m²) şeklindedir.

B. Başvuruya Konu Dava Süreci

14. Belediye 17/4/2015 tarihinde Ankara 9. Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) 31/7/2013 tarihli satıştan doğan ön alım hakkı nedeniyle tapu iptali ve tescil davası açmıştır. Dava dilekçesinde, Belediyenin taşınmazın hissedarı olması nedeniyle 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 734. maddesi uyarınca ön alım hakkına sahip olduğu ifade edilmiştir. Dilekçede, satış işleminin Belediyenin bilgisi ve rızası dışında gerçekleştiği vurgulanarak taşınmazın Belediye adına tesciline karar verilmesi talep edilmiştir.

15. Başvurucular 20/5/2015 tarihli cevap dilekçesinde, davanın dürüstlük kuralına aykırı olarak açıldığını ileri sürmüştür. Başvuruculara göre 31/7/2013 tarihinde gerçekleşen satış işlemine yönelik olarak 17/4/2015 tarihinde dava açılması kötü niyetin göstergesidir. Taşınmaz son bir yıl içinde oldukça değerlenmiştir. İdare, yüksek kamulaştırma bedeli ödememek için ön alım hakkını kullanmıştır. İdarenin kamulaştırma bedeli yerine tapudaki satış bedelini ödemesi hakkaniyetle bağdaşmaz. Doktrine atıfta bulunan başvurucular ön alım davasında tapudaki satış bedeli yerine taşınmazın rayiç bedelinin esas alınması gerektiğini savunmuştur. Başvurucular cevap dilekçesinde ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) Hentrich/Fransa (B. No: 13616/88, 22/9/1994) kararına atıfta bulunarak kamu makamlarının kamulaştırma yerine ön alım hakkını kullanmalarının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ve Anayasa'ya aykırı olduğunu belirtmiştir.

16. Başvurucular ikinci cevap dilekçesinde önceki iddialarına ek olarak taşınmazın satın alındığı tarihte Belediyenin tapu sicilinde hissedar gözükmediğini, tapu siciline güvenerek hareket ettiklerini, bu nedenle satıştan sonra gerçekleşen tescilin aleyhlerine sonuç doğuramayacağını ileri sürmüştür. Başvuruculara göre kendileri Belediyenin ön alım davası açacağını öngörebilecek durumda değildir.

17. Belediye, Mahkemenin verdiği süre içinde resmî satış senedinde gösterilen 112.000 TL satış bedeli ile başvurucuların ödediği harç ve diğer masrafları bankaya depo ettirmiştir.

18. Mahkeme 29/12/2016 tarihli kararla davayı kabul etmiştir. Mahkeme öncelikle davanın iki yıllık hak düşürücü süre içinde açıldığını tespit etmiştir. Mahkemeye göre 4721 sayılı Kanun'un 732. maddesinde ön alım hakkı taşınmazın maliklerine tanınmıştır. Yargıtay içtihatları gözetildiğinde ön alım hakkı mülkiyet hakkının kazanılmasından itibaren sahip olunan bir hak olup bu hakkın kullanımı tapuya tescil şartına bağlı değildir. Dolayısıyla Belediye 2/5/2013 tarihinde mülkiyet hakkını kazandığından 31/7/2013 tarihinde yapılan satış işleminde ön alım hakkına sahiptir. Mahkeme, başvurucunun ibraz ettiği AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararlarının somut olaya uygun düşmediğini belirtmiştir. Netice olarak Mahkeme başvurucular tarafından satın alınan hisselere ilişkin tapu kaydının iptal edilerek anılan hisselerin Belediye adına tesciline, bankaya depo ettirilen tutarların başvuruculara ödenmesine hükmetmiştir.

19. Başvurucular bu karara karşı istinaf yoluna başvurmuştur. İstinaf dilekçesinde, ilk derece mahkemesine sunulan dilekçelerdeki iddiaları tekrarlamıştır. Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 15. Hukuk Dairesi (Bölge Adliye Mahkemesi) 5/4/2017 tarihli kararıyla istinaf istemini esastan reddetmiştir. Kararda, ön alım hakkının mülkiyet ilişkisinin kurulmasıyla doğacağı ve payın üçüncü kişiye satılmasıyla kullanılabilir hâle geleceği belirtilmiştir. Ön alım hakkının kullanılmasıyla hak sahibi paydaş ile alıcı arasında kapsam ve şartları satıcı ile alıcı arasında yapılan sözleşmenin aynı olan bir satım ilişkisi kurulacağının ifade edildiği kararda, ön alım bedelinin tapuda gösterilen satış bedeli ile davalı tarafından ödenen harç ve masrafların toplamından ibaret olduğu vurgulanmıştır. Kararda ayrıca ön alım hakkının satışın hak sahibine bildirildiği tarihin üzerinden üç ay ve her hâlde satışın üzerinden iki yıl geçmesiyle düşeceğine dikkat çekilmiştir. Bölge Adliye Mahkemesi sonuç olarak ilk derece mahkemesinin kararında usule ve hukuka aykırılık bulunmadığını değerlendirmiştir.

20. Başvurucular, benzer iddialarla kararı temyiz etmiştir. Yargıtay 14. Hukuk Dairesi 14/3/2018 tarihinde Bölge Adliye Mahkemesi kararını onamıştır. Nihai karar başvuruculara 19/4/2018 tarihinde tebliğ edilmiştir.

21. Başvurucular 17/5/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

C. Başvurucular Tarafından Açılan Tazminat Davası

22. Başvurucular 24/11/2015 tarihinde Belediyeye karşı kamulaştırmasız el atma nedeniyle tazminat davası açmıştır. Dava dilekçesinde, taşınmazın Belediye tarafından hafriyat yeri olarak kullanılması suretiyle taşınmaza fiilî olarak el atıldığını belirtmiş ve fazlaya ilişkin hakları saklı tutulmak üzere her bir davacı için 500 TL tazminata hükmedilmesini talep etmiştir.

23. Davaya bakan Ankara 17. Asliye Hukuk Mahkemesi 14/4/2016 tarihinde taşınmaz mahallinde bilirkişilerle birlikte keşif yapmıştır. Bilirkişi kurulu tarafından hazırlanan 6/5/2016 tarihli raporda; başvurucuların hisselerinin dava tarihi itibarıyla değeri birinci başvurucu için 441.600 TL, ikinci başvurucu için 214.912 TL olmak üzere toplam 656.512 TL olarak tespit edilmiştir.

24. Başvurucular bilirkişi raporunu dikkate alarak 20/5/2016 tarihinde tazminat taleplerini ıslah etmiştir. Talep edilen tazminat tutarı birinci başvurucu için 441.600 TL, ikinci başvurucu için 214.912 TL şeklinde revize edilmiştir. Ankara 17. Asliye Hukuk Mahkemesi, Belediye tarafından açılan ön alım davasının bekletici mesele yapılmasına karar vermiştir. Söz konusu davanın sonraki aşamalarıyla ilgili olarak başvurucular herhangi bir bilgi vermemiştir.

D. Başka Hissedarlar Tarafından Açılan Tazminat Davası

25. Aynı taşınmaza hissedar olan M.İ., Y.U.K., A.H. ve K.B.A. tarafından 15/5/2013 tarihinde Belediye aleyhine kamulaştırmasız el atma nedeniyle tazminat davası açılmıştır. Ankara 21. Asliye Hukuk Mahkemesi 8/5/2014 tarihli kararıyla davayı kabul etmiş, davacılar lehine tazminata hükmetmiş, buna karşılık taşınmaz hissesinin Belediye lehine tescil edilmesine karar vermiştir. Söz konusu karar Yargıtay 5. Hukuk Dairesinin 1/10/2015 tarihli kararıyla harç yönünden düzeltilerek onanmıştır.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

26. 4721 sayılı Kanun'un 732. maddesi şöyledir:

"Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması hâlinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler."

27. 4721 sayılı Kanun'un 733. maddesi şöyledir:

"Önalım hakkından feragatin resmî şekilde yapılması ve tapu kütüğüne şerh verilmesi gerekir.

Belirli bir satışta önalım hakkını kullanmaktan vazgeçme, yazılı şekle tâbidir ve satıştan önce veya sonra yapılabilir.

Yapılan satış, alıcı veya satıcı tarafından diğer paydaşlara noter aracılığıyla bildirilir.

Önalım hakkı, satışın hak sahibine bildirildiği tarihin üzerinden üç ay ve her hâlde satışın üzerinden iki yıl geçmekle düşer. "

28. 4721 sayılı Kanun'un 734. maddesi şöyledir:

"Önalım hakkı, alıcıya karşı dava açılarak kullanılır.

Önalım hakkı sahibi, adına payın tesciline karar verilmeden önce, satış bedeli ile alıcıya düşen tapu giderlerini, hâkim tarafından belirlenen süre içinde hâkimin belirleyeceği yere nakden yatırmakla yükümlüdür."

B. Uluslararası Hukuk

29. Sözleşme'ye ek (1) No.lu Protokol'ün "Mülkiyetin korunması" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."

30. AİHM kamu makamlarınca ön alım hakkının kullanılmasının mülkiyet hakkına müdahale niteliğinde olduğunu kabul etmiştir (Beyeler/İtalya [BD], B. No: 33202/96, 5/1/2000, § 107; Hentrich/Fransa, § 35).

V. İNCELEME VE GEREKÇE

31. Anayasa Mahkemesinin 15/12/2021 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucuların İddiaları

32. Başvurucular;

i. Taşınmazın kamulaştırılması yerine ön alım hakkı hükümlerine göre ve gerçek satış bedeli olmayan tapudaki satış bedeli üzerinden Belediye adına tesciline hükmedilmesinin mülkiyet hakkını ihlal ettiğini belirtmiştir.

ii. Taşınmazı satın aldıkları 31/7/2013 tarihinde Belediyenin tapu sicilinde malik gözükmediğini ifade etmiştir.

iii. Belediyenin taşınmaza hafriyat dökmek suretiyle kamulaştırmasız olarak el attığını vurgulamıştır. Belediyenin satın alma veya bağışlama yoluyla değil kamulaştırmasız el atma davası sonucunda mahkemece kurulan bir tescil hükmü sebebiyle taşınmaza hissedar olduğuna dikkat çekmiştir. Belediyenin kamulaştırmasız el attığı yer için bu yerin rayiç bedelini ödemesi gerekirken mahkeme kararıyla edindiği hisseye bağlı ön alım hakkından yararlanarak daha düşük bir bedel ödediğini savunmuştur. Başka bir hissedar tarafından açılan dava sonucu paydaş olan Belediyenin ön alım hakkı sahibi olduğunun kabul edilmesinin Anayasa'ya ve iyi niyet kurallarına aykırı olduğunu belirtmiştir.

iv. Ön alım hakkının amacının istenmeyen kişilerle hissedar olunmasının önlenmesi olduğunu ileri sürmüştür. Somut olaydaki taşınmaz, imar planında kamu hizmetine ayrıldığı ve idarece de fiilen -kamulaştırılmaksızın- kamu hizmetinde kullanıldığı için ön alım hakkının hukuk sisteminde yer almasına sebep olan istenmeyen kişilerle paydaş olunması riskinin bulunmadığını ifade etmiştir.

v. Ön alım hakkına ilişkin olarak 4721 sayılı Kanun'da yer alan hükümlerin amacının özel kişiler arasındaki mülkiyet ilişkisini düzenlemek olduğunu vurgulamış, ön alım hakkının kamulaştırmanın alternatifi olarak kullanılamayacağını iddia etmiştir. AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararında da kamu otoritelerinin ön alım hakkının olamayacağının kabul edildiğini savunmuştur. AİHM'in Hentrich/Fransa kararına atıfta bulunarak Belediyenin kanuna karşı hile yaptığını, kamulaştırma mevzuatından doğan yükümlülüklerinden kaçınmak amacıyla ön alım hakkını kullandığını belirtmiş, bu durumun Anayasa'nın 35. maddesi ile Sözleşme'ye ek (1) No.lu Protokol'ün 1. maddesine aykırı olduğunu ifade etmiştir.

vi. Derece mahkemelerindeki yargılamanın her aşamasında Belediyenin 4721 sayılı Kanun hükümleri uyarınca ön alım davası açamayacağını, kamu kurumlarının mülk edinmesinin tek yolunun kamulaştırma olduğunu, Belediyenin ön alım davası açmasının gerçek sebebinin kamulaştırma mevzuatından kaynaklanan yükümlülüklerinden kaçınmak olduğunu ve taşınmazı edindikleri tarihte tapu sicilinde Belediye adına bir kaydın bulunmadığını ileri sürdüğü hâlde bu iddialarının ilgili ve yeterli gerekçe ile karşılanmadığını iddia etmiştir.

B. Değerlendirme

1. İncelemenin Kapsamı ve Yöntemi

33. Anayasa'nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

34. Anayasa'nın ''Kamulaştırma'' kenar başlıklı 46. maddesi şöyledir:

"Devlet ve kamu tüzelkişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre, kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idarî irtifaklar kurmaya yetkilidir.

Kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan artırım bedeli nakden ve peşin olarak ödenir. Ancak, tarım reformunun uygulanması, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskân projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla kamulaştırılan toprakların bedellerinin ödenme şekli kanunla gösterilir. Kanunun taksitle ödemeyi öngörebileceği bu hallerde, taksitlendirme süresi beş yılı aşamaz; bu takdirde taksitler eşit olarak ödenir.

Kamulaştırılan topraktan, o toprağı doğrudan doğruya işleten küçük çiftçiye ait olanlarının bedeli, her halde peşin ödenir.

İkinci fıkrada öngörülen taksitlendirmelerde ve herhangi bir sebeple ödenmemiş kamulaştırma bedellerinde kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz uygulanır."

35. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucular, mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasının yanında adil yargılanma hakkının da ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Başvurucuların adil yargılanma hakkı kapsamında ileri sürdüğü tüm iddiaların mülkiyet hakkının usul güvenceleri kapsamında incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.

36. Olayda Belediyenin tek taraflı bir idari işlemle başvurucuların mülkiyet hakkına müdahalesi söz konusu değildir. Başvurucuların mülkiyet hakkına müdahale teşkil eden işlem, taşınmazın Belediye adına tesciline hükmeden mahkeme kararıdır. Mahkeme hükmünün kamu otoritesi işlemi sayılacağı açıktır. Ancak müdahalenin mahkeme kararıyla gerçekleştiği her şikâyetin -idari işlemlerden farklı olarak- otomatik olarak negatif yükümlülük kapsamında incelenmesi gerektiği kabul edilemez. Mahkeme kararının özel hukuk kişileri arasındaki ihtilafların çözümlenmesi kapsamında verilmiş olması hâlinde müdahale teşkil eden işlem kamu gücü işlemi olsa da ilgili şikâyetin pozitif yükümlülük kapsamında incelenmesi söz konusu olur. Zira bu gibi hâllerde mahkeme kamu gücünün bireyler arasındaki uyuşmazlıkları çözüme kavuşturma pozitif yükümlülüğünün gereği olarak bir karar vermiştir. Dolayısıyla özel hukuk kişileri arasındaki ihtilafın çözümüne yönelik olarak verilen mahkeme kararına dayanan müdahalelerle ilgili şikâyetler kural olarak pozitif yükümlülükler kapsamında incelenir.

37. Somut olayda 4721 sayılı Kanun uyarınca açılmış bir dava söz konusudur. 4721 sayılı Kanun kişiler hukukunu, aile hukukunu, miras hukukunu ve eşya hukukunu düzenleyen bir kanundur. Diğer bir ifadeyle 4721 sayılı Kanun'da esas itibarıyla bireylerin toplumda barış ortamı içinde birlikte yaşamalarının şartları ve hangi koşullarda ve ne tür araçlarla devletin bu ilişkilere müdahale edeceği, kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerinde ihtilaf çıkması hâlinde bu ihtilafların nasıl çözümleneceği düzenlenmektedir. Somut olayda Belediye 4721 sayılı Kanun'un 732. ve devamı maddelerinde düzenlenen ön alım hakkı kapsamında dava açmış ve bu dava neticesinde taşınmazın başvuruculara ait hisselerinin Belediye adına tesciline hükmedilmiştir.

38. Bireysel başvuruya konu davanın kişiler arasındaki ilişkileri düzenleyen bir kanunun uygulanmasından kaynaklı uyuşmazlığın çözümüne yönelik olduğunun altı çizilmelidir. Buna karşılık davanın taraflarından biri medeni hukuk kişisi değil bir kamu tüzel kişisi olan ve kamu gücü yetkisiyle donatılan Belediyedir. Bununla birlikte 4721 sayılı Kanun'un 732. ve devamı maddelerinde düzenlenen ön alım hakkından yararlanan Belediyenin kamu gücü kullanması söz konusu değildir. Derece mahkemelerinin kabulüne göre Belediye sıradan bir özel hukuk kişisi gibi mülkiyet hakkından kaynaklanan yetkisini kullanmıştır. Dolayısıyla bu açıdan bakıldığında Belediyenin mülkiyet hakkından doğan yetkilerini kullanması tek başına ihlalin kamu gücüne atfedilebilmesine imkân vermemektedir (benzer bir değerlendirme için bkz. Tülay Arslan ve diğerleri, B. No: 2014/7051, 2/2/2017, §§ 72-75).

39. Bununla birlikte olayın somut koşullarının da değerlendirilmesi gerekmektedir. Olayda Belediyenin taşınmazın bir kısım hissesine malik olması özel hukuk ilişkisi çerçevesinde gerçekleşmemiş, Belediyenin malik statüsü taşınmaza hukuki olarak el attığını tespit eden bir mahkeme kararına dayalı olarak vücut bulmuştur. Diğer bir ifadeyle Belediyenin hisselerinin bir kısmına malik olduğu taşınmaza hukuki olarak el attığı (taşınmazı beş yıllık kanuni süresi içinde kamulaştırmadığı) mahkeme kararıyla tespit edilmiştir. Belediyenin mülkiyeti kazanması da taşınmazı beş yıllık kanuni süresi içinde kamulaştırmamış olmasının doğurduğu mağduriyetlerin giderilmesi için verilen hükmün sonucunda söz konusu olmuştur. Kamu hizmetine ayrılması nedeniyle hukuki kısıtlamalara tabi tutulan taşınmazın uzun süre kamulaştırılmadan bırakılmasının idari bir fiil olduğu, dolayısıyla bu suretle gerçekleşen müdahalenin kamu gücüne atfedilebilirliği tartışmasızdır. Sonuç olarak olayın koşulları bir bütün olarak gözetildiğinde -her ne kadar derece mahkemelerinin kabulüne göre Belediye mülkiyet hakkından doğan yetkilerini kullanması neticesinde başvurucuların hisselerini edinmiş ise de- Belediyenin medeni hukuk yetkilerinin (ön alım hakkının) sahibi olması, hukuki el atma fiilinin doğurduğu mağduriyetin giderilmesi sonucunda meydana geldiğinden başvurucuların mülkiyet hakkına ilişkin şikâyetinin negatif yükümlülükler kapsamında incelenmesi gerektiği kanaatine varılmıştır.

2. Kabul Edilebilirlik Yönünden

40. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

3. Esas Yönünden

a. Mülkün Varlığı

41. Başvurucular ihtilaf konusu taşınmazın bir kısım hissesini (birinci başvurucu 75/5707, ikinci başvurucu ise 73/11414) M.A.dan 31/7/2013 tarihli tapu senediyle satın almıştır. Dolayısıyla başvurucuların mülkünün bulunduğu açıktır.

b. Müdahalenin Varlığı ve Türü

42. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve kanunların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma, üzerinde tasarruf etme ve ürünlerinden yararlanma imkânı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlandırılması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53). Belediyenin ön alım hakkını kullanması nedeniyle başvurucuların taşınmaz hisselerinin mahkeme kararıyla Belediye adına tesciline hükmedilmesi mülkiyet hakkına müdahale teşkil etmektedir (benzer yöndeki AİHM kararları için bkz. § 30).

43. Anayasa'nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

44. Somut olayda mülkiyet hakkı yönünden şikâyet edilen temel husus başvurucuların hisselerinin iptal edilerek Belediye adına tesciline karar verilmesidir. Başvuruculara ait tapu kaydının iptali mülkün kaybı sonucunu doğurmuştur. Dolayısıyla somut olaydaki müdahale mülkten yoksun bırakma mahiyetindedir.

c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

45. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

46. Anayasa'nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Anılan madde uyarınca temel hak ve özgürlükler, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmaksızın Anayasa'nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

i. Kanunilik

47. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında, mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gerektiği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesi de hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceğini temel bir ilke olarak benimsemiştir. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde dikkate alınacak öncelikli ölçüt, müdahalenin kanuna dayalı olmasıdır (Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49).

48. Derece mahkemelerinin kararlarında başvurucuların hisselerinin Belediye adına tesciline karar verilmesinin dayanağı olarak 4721 sayılı Kanun'un 732. ve devamı maddeleri gösterilmiştir. Anılan Kanun'un 732. maddesinin birinci fıkrasında, paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması hâlinde diğer paydaşların ön alım hakkını kullanabileceği belirtilmiştir.

49. Belediyenin mahkeme kararına istinaden taşınmazın paydaşlığını kazandığı hususunda ihtilaf bulunmamaktadır. Mahkeme, Ankara 19. Asliye Hukuk Mahkemesi kararının kesinleştiği 2/5/2013 tarihinde Belediyenin mülkiyet hakkını kazandığını ve 31/7/2013 tarihinde yapılan satış işlemine ilişkin olarak ön alım hakkına sahip olduğunu kabul etmiştir. Başvurucular ise öncelikle, bir kamu kurumu olan Belediyenin ön alım hakkına sahip olamayacağını öne sürmüştür. Başvurucular ayrıca payı satın aldığı tarihte Belediyenin tapu sicilinde paydaş gözükmediğini, Belediyenin payının alış işleminden bir gün sonra -1/8/2013 tarihinde- tapuya işlendiğini, bu sebeple Belediyenin ön alım hakkını kullanamayacağını belirtmiştir.

50. 4721 sayılı Kanun medeni hukuk kişileri arasındaki ilişkileri düzenlemektedir. Bu bakımdan kamu gücüyle donatılan ve kamulaştırma gibi üstün yetkilere sahip olan kamu otoritelerinin 4721 sayılı Kanun'un 732. ve devamı maddelerindeki ön alım hakkından yararlanmasının mümkün olup olmadığı konusunda tereddüt oluşabilir. Ne var ki uyuşmazlıkta uygulanacak hukuk kurallarını yorumlama yetkisi öncelikle derece mahkemelerine ait olduğundan derece mahkemelerinin Belediyenin 4721 sayılı Kanun'un 732. maddesi uyarınca ön alım hakkının süjesi olduğu yolunda ulaştıkları sonuçla ilgili olarak daha öte bir değerlendirme yapılması gerekli görülmemiştir.

51. Tapuda satış işleminin gerçekleştiği tarihte Belediyenin tapu sicilinde malik gözükmediği iddiasının müdahalenin ölçülülüğü kapsamında incelenmesinin daha uygun olacağı değerlendirilmiştir.

52. Sonuç olarak taşınmazın Belediye adına tescil edilmesinin yeterli bir kanuni temelinin bulunduğu kanaatine varılmıştır.

ii. Meşru Amaç

53. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılması imkânı vermekle bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu anlamda bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır. Kamu yararı kavramı, devlet organlarının takdir yetkisini de beraberinde getiren bir kavram olup objektif bir tanıma elverişli olmayan bu ölçütün her somut olay temelinde ayrıca değerlendirilmesi gerekir (Nusrat Külah, B. No: 2013/6151, 21/4/2016, §§ 53, 56; Yunis Ağlar, B. No: 2013/1239, 20/3/2014, §§ 28, 29).

54. Özellikle mülkiyetten yoksun bırakmayı düzenleyen kanunlar gibi sosyal ve ekonomik politikaların uygulanmasını belirleyen düzenlemeler konusunda yasama organının geniş bir takdir yetkisinin olması doğaldır. Kural olarak kamu makamları ekonomik veya toplumsal bir politikayı hayata geçirmek amacıyla mülkiyet hakkına müdahale etmişlerse burada meşru bir kamu yararı amacının bulunduğunu varsaymak gerekir. Bu nedenle müdahalenin kamu yararına uygun olmadığını ispat yükümlülüğü bunu iddia edene aittir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, § 35). Makul bir temelden açıkça yoksun olan düzenlemelerin ve uygulamaların ise kamu yararının tespitine ilişkin takdir yetkisi kapsamında değerlendirilmesi mümkün değildir (Yunis Ağlar, § 29).

55. Mevcut başvurunun konusunu, taşınmazın beş yıllık kanuni süresi içinde Belediye tarafından kamulaştırılmayarak taşınmaza hukuki olarak el atılması değil başvurucuların hissesinin ön alım hakkı hükümleri çerçevesinde Belediye adına tescil edilmesi oluşturmaktadır. Ön alım hakkı; malikin malını bir üçüncü kişiye satması hâlinde hak sahibine, tek taraflı bir beyanla malın alıcısı olma yetkisini veren, yenilik doğuran bir haktır. 4721 sayılı Kanun hükümlerine göre müşterek mülkiyette, paydaşlardan birinin hissesini diğer paydaşlar dışındaki üçüncü bir kişiye satması durumunda diğer paydaşların kanunda öngörülen sürede dava açmak ve hâkimin belirlediği süre içinde satış bedeli ile alıcıya düşen tapu giderini ödemek suretiyle satılan hisseyi devralma hakkı bulunmaktadır. Müşterek maliklere ön alım hakkı tanınmasının amacı, paylı mülkiyet beraberliğine yabancıların girmesini engellemek, arzu etmedikleri kişilerle paydaş olmaktan kaçınma fırsatını paydaşlara vermek ve paydaşlar arasında işletme bakımından devamlı anlaşmazlık yaratması nedeniyle kullanışlı olmayan paylı mülkiyet ilişkisinin belirli bir müddet sonra ortadan kalkmasını sağlamaktır (bazı farklarla birlikte bkz. AYM, E.2014/133, K.2014/165, 30/10/2014).

56. Paydaş olmaya bağlanan birçok hak ve sorumluluk bulunmaktadır. Bu hak ve sorumlulukların birçoğu diğer paydaşlara yöneliktir. Dolayısıyla paydaşın kim olduğu müşterek mülkiyet ilişkisinin sağlıklı bir biçimde yürütülmesi için önem taşımaktadır. Paydaşlar arasındaki ihtilaflar sadece paydaşlara zarar vermekle kalmaz, toplumsal barışı da zedeleyebilir. Bu sebeple paydaşın kimliği önemli hâle gelmektedir. Kanun koyucunun tüm bu hususları gözeterek paydaşa ön alım hakkı tanımasının kamu yararına yönelik olduğu ve anayasal açıdan meşru bir amaç taşıdığı sonucuna ulaşılmıştır.

iii. Ölçülülük

 (1) Genel İlkeler

57. Anayasa'nın 13. maddesi uyarınca hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında dikkate alınacak ölçütlerden biri olan ölçülülük, hukuk devleti ilkesinden doğmaktadır. Hukuk devletinde hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması istisnai bir yetki olduğundan bu yetki ancak durumun gerektirdiği ölçüde kullanılması koşuluyla haklı bir temele oturabilir. Bireylerin hak ve özgürlüklerinin somut koşulların gerektirdiğinden daha fazla sınırlandırılması kamu otoritelerine tanınan yetkinin aşılması anlamına geleceğinden hukuk devletiyle bağdaşmaz (AYM, E.2013/95, K.2014/176, 13/11/2014).

58. Anayasa'nın 13. maddesinde yer alan ölçülülük ilkesi elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2016/16, K.2016/37, 5/5/2016; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, § 38).

59. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasının yanında gerekli olması da gerekir. Gereklilik yukarıda da belirtildiği üzere hakka müdahale teşkil eden birden fazla araç arasından hakkı en az zedeleyen aracın seçilmesini ifade etmektedir. Hak ve özgürlüğü sınırlayan tedbirlerden hangisi diğerlerine nazaran hakkın norm alanına daha az müdahale edilmesi sonucunu doğuruyorsa o tedbirin tercih edilmesi gerekir. Bununla birlikte hakka müdahale oluşturacak aracın seçiminde kamu otoritelerinin belli ölçüde takdir payının bulunduğu da kabul edilmelidir. Zira yetkili kamu makamları, öngörülen amaca ulaşılması bakımından hangi aracın etkili ve verimli sonuçlar doğuracağına ilişkin olarak isabetli karar verme noktasında daha iyi bir konumdadır. Özellikle alternatif aracın bulunmadığı veya mevcut alternatiflerin öngörülen meşru amaca ulaşılması bakımından etkili olmadığı ya da daha az etkili olduğu durumlarda kamu makamlarının araç seçimi hususundaki tercih yetkisinin gereklilik kriterini sağlamadığının söylenebilmesi için çok güçlü nedenlerin bulunması gerekir (D.C., B. No: 2018/13863, 16/6/2021, § 48).

60. Öte yandan mülkiyet hakkına yönelik müdahaleler orantılı olmalıdır. Orantılılık sınırlamayla ulaşılmak istenen amaç ile başvurulan sınırlama tedbiri arasında aşırı bir dengesizlik bulunmamasına işaret etmektedir. Diğer bir ifadeyle orantılılık, amaç ile araç arasında adil bir denge kurulmasını gerektirmektedir. Buna göre mülkiyet hakkına getirilen sınırlamayla ulaşılmak istenen meşru amaç ve başvurucunun mülkiyet hakkından yararlanmasındaki bireysel yarar arasında makul bir orantı kurulmalıdır. Hedeflenen amaca ulaşıldığında elde edilecek kamusal yararla kıyaslandığında sınırlama ile kişiye yüklenen külfetin aşırı ve orantısız olmaması gerekir (D.C., § 49).

61. Mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin orantılı olup olmadığı değerlendirilirken başvurucunun ve idarenin kusurlarının bulunup bulunmadığı da gözönünde bulundurulur. Bu bağlamda tarafların yasal yükümlülüklerinin neler olduğu, bunların yerine getirilmesinde ihmalkârlık gösterilip gösterilmediği ve ihmalin varlığının tespiti hâlinde bunun hukuka aykırı sonucun doğmasında bir etkisinin bulunup bulunmadığı da dikkate alınır (D.C., § 51).

 (2) İlkelerin Olaya Uygulanması

62. Olayda başvurucuların satın aldığı taşınmaz hisselerinin Belediyenin ön alım hakkını kullanması sonucu Belediye adına tesciline karar verilmiştir. Müşterek maliklere ön alım hakkı tanınmasının amacı, paylı mülkiyet beraberliğine yabancıların girmesini engelleme ve arzu etmedikleri kişilerle paydaş olmaktan kaçınma fırsatını paydaşlara sunmak, ayrıca kullanışlı olmayan paylı mülkiyet ilişkisinin zamanla tasfiyesini sağlamaktır. Gelgelelim somut olayda Belediyenin ön alım hakkının doğduğu 31/7/2013 tarihinde taşınmazın imar planında henüz kamu hizmetine ayrılan yerlerden olduğu anlaşılmıştır. Belediye tarafından kamu hizmetine ayrılan bir taşınmazın medeni hukuk hükümlerine tabi olarak özel mülkiyette bırakılması düşünülemeyeceğinden, diğer bir ifadeyle taşınmazın özel mülkiyette bulunan diğer hisselerinin de kamulaştırılması gerekeceğinden müşterek mülkiyet birlikteliğine yabancıların girmesinin önlenmesi ve müşterek mülkiyet ortaklığının zamanla tasfiyesinin sağlanması amacının ön alım hakkının doğduğu tarihte geçerli olduğu söylenemez.

63. Ancak Belediyenin ön alım hakkını kullandığı tarihte taşınmazın imar planındaki kullanım amacının ticari rekreasyon alanı şeklinde değiştiğini gözetmek gerekir. Taşınmazın kamu hizmetine ayrılma durumunun ortadan kalktığı dikkate alındığında ön alım hakkının yeni paydaşların birlikteliğe girmesine engel olma ve paydaş sayısını azaltma amacının tartışılabilir hâle geldiği anlaşılmaktadır. Bu durumda ön alım hakkının taşınmazın ticari rekreasyon alanına dönüştürüldüğü tarihten sonrası için yukarıda belirtilen amaçlara erişilmesi bakımından elverişli bir araç hâline geldiği söylenebilir.

64. İkinci olarak başvurucuların hisselerinin Belediye adına tescil edilmesinin gerekli olup olmadığı incelenmelidir. Gereklilik, hedeflenen amaca ulaşılması için hakka en az müdahale teşkil eden aracın seçilmesini ifade etmektedir. Başvurucuların hisselerinin iptal edilerek Belediye adına tescil edilmesinin oldukça ağır bir müdahale olduğu kabul edilmelidir. Ancak ön alım hakkının kullanılması biçimindeki müdahalenin gerekli olmadığının ifade edilebilmesi için aynı amaca ulaştırmaya elverişli alternatif bir aracın bulunması gerekir. Müşterek mülkiyet birlikteliğine yeni paydaşların girmesine engel olmaya ve paydaş sayını azaltmaya elverişli başka bir aracın varlığı başvurucu tarafından ileri sürülmediğinden ön alım hakkının kullanılması suretiyle başvurucuların tapusunun iptal edilmesi şeklinde aracın tercih edilmesinin kamu makamlarının takdir yetkisi kapsamında kaldığı değerlendirilmiştir.

65. Son olarak başvurucunun tapusunun iptal edilmesinin orantılı olup olmadığı değerlendirilmelidir. Müdahalenin orantılılığı değerlendirilirken olayın tüm koşulları gözönünde bulundurulmalıdır. Bu bağlamda öncelikle başvurucuların tapusunun Belediyenin ön alım hakkını kullanması sebebiyle iptal edilebileceğinin somut olayın koşulları özelinde öngörülebilir olup olmadığına bakılmalıdır.

66. 4721 sayılı Kanun hükümleri gözetildiğinde bir taşınmaz hissesini satın alan kişinin diğer paydaşlardan birinin ön alım hakkını kullanabileceğini bilebilecek durumda olduğu tereddütsüzdür. Ancak somut olayda başvurucular taşınmaz hissesini satın alırken tapuda Belediye adına herhangi bir kayıt mevcut olmadığından Belediye tarafından ön alım hakkının kullanılabileceğini öngörebilecek durumda değildir. Belediyenin hissedarlığının tapuya işlenmesi satış işleminden bir gün sonra söz konusu olmuştur. Başvurucuların taşınmazın hisselerinin bir kısmının Belediye adına tesciline hükmedildiğine dair mahkeme kararından haberdar olduklarına ilişkin bir bilgi de başvuru dosyasında mevcut değildir. Tapu siciline kayıtlı paydaşlar ile sicile kayıtlı olmayan paydaşların ön alım hakkını kullanmasının öngörülebilirliği yönünden aynı kefede olamayacağı açıktır.

67. Öte yandan Belediyenin Anayasa'nın 46. maddesini açıkça ihlal eden bir uygulamasının yaptırımı olarak taşınmaza hissedar olduğunun altı bir kere daha çizilmelidir. Diğer bir ifadeyle Belediye satın alma, bağış kabul etme veya benzeri usullerle değil kamu hizmetine ayrılan bir taşınmazı uzun süre kamulaştırmayarak Anayasa'yı ve kamulaştırmaya ilişkin kanuni düzenlemeleri ihlal ettiğini tespit eden mahkeme kararına dayalı olarak taşınmazın hisselerinin bir kısmının maliki olmuştur. Kamu hizmetine ayrılan bir taşınmazın uzun süre kamulaştırılmamasının mülkiyet hakkına yönelik ağır bir müdahale oluşturduğu ve kamu yararı ile malikin mülkiyet hakkı arasında gözetilmesi gereken adil dengeyi malik aleyhine bozduğu Anayasa Mahkemesinin önceki kararlarında belirtilmiştir (detaylı açıklama için bkz. AYM, E.2016/196, K.2018/34, 28/3/2018, §§ 15-24). Dolayısıyla Belediyenin diğer paydaşlarla aynı kefeye konulması somut olayın koşullarında hakkaniyete uygun olmayacaktır.

68. Aksi bir yaklaşım, kamu kurumlarının kamulaştırmayla ilgili anayasal yükümlülüklerini yerine getirmekten kaçınmalarına imkân sağlayabilecek; Anayasa'nın 46. maddesini açıkça bertaraf eden uygulamaların daha çok avantaj sağlayacağını gören kamu idarelerini anayasal yükümlülüklere uymada daha isteksiz davranmaya teşvik edebilecektir. Kamulaştırmasız el atma Anayasa'nın 46. maddesine açıkça aykırı olan bir uygulama olup bu suretle mülkiyet hakkına müdahalede bulunulan hâllerde kamu idarelerinin haksız fiillerinden lehlerine haklar çıkaracak veya bu uygulamaları meşru görülmesi sonucunu doğuracak değerlendirme ve yorumların hukuk devleti ilkesiyle bağdaştırılması mümkün değildir.

69. Bunun yanında Belediyenin ön alım hakkının doğduğu 31/7/2013 tarihinde taşınmazın imar planındaki kullanım amacının kentsel rekreasyon alanı olduğunu da dikkate almak gerekir. Kamulaştırılması zorunlu olan bir taşınmazın kamulaştırma yükümlüsü idare tarafından ön alım hakkına konu edilmesinin 4721 sayılı Kanun'un 732. maddesindeki ön alım hakkının amacıyla bağdaşmayacağı açıktır. Dolayısıyla somut olayda taşınmazın imar planında kentsel rekreasyon alanı olarak ayrıldığı dönemde Belediye tarafından ön alım hakkının kullanımına konu edilmesi mümkün değildir.

70. Ne var ki Belediye, taşınmaza hissedar olmasından sonra -11/12/2013 tarihinde- yaptığı uygulama imar planı değişikliğiyle taşınmazı ticari rekreasyon alanına dönüştürmüştür. Taşınmazın kamu hizmetine ayrılması durumu ve kamu hizmetine ayrılmasından kaynaklı olarak ortaya çıkan kısıtlamalar 11/12/2013 tarihli imar planı değişikliğinin yürürlüğe girmesiyle sona ermiştir. Dolayısıyla taşınmazın Belediye tarafından ön alım hakkına konu edilmesi ancak bu değişiklikten sonra mümkün hâle gelmiştir. Bu itibarla Belediyenin ön alım hakkını kullanabilmesinin üstün bir kamusal yetki olan imar planı değiştirme gücünün kullanılması neticesinde olanaklı duruma geldiği anlaşılmaktadır. Öte yandan başvurucuların hisseleri satın aldığı tarihte imar planı değişikliğini öngörebilmesi de mümkün değildir.

71. Belediyenin imar planı değiştirme yetkisini kullanarak 4721 sayılı Kanun'da düzenlenen ve bir özel hukuk kurumu olan ön alım hakkını kullanılabilir hâle getirmesi Belediyeye ciddi bir avantaj sağlamıştır. Doğduğu tarihte kullanılması hukuken mümkün olmayan ön alım hakkının özel hukuk kişilerinde bulunmayan kamusal bir yetkinin icrasıyla mahkemelerde öne sürülebilir hâle getirilmesi başvurucu aleyhine önemli bir dengesizliğin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Kamusal bir yetkinin tarafların eşitliği prensibine dayanan özel hukuk ilişkilerinde avantajlı bir pozisyon elde etmek amacıyla kullanılması hakkaniyet ilkesiyle bağdaştırılamamıştır.

72. Ayrıca Belediyenin ön alım hakkını kullanmasının temelinde vergi kaçırılması amacıyla satış bedelinin düşük gösterilmesi fiili olmadığı gibi muvazaalı fiilin yaptırıma bağlanarak önlenmesi gibi bir amacın da bulunmadığı vurgulanmalıdır. Türk hukuk sisteminde vergi kaçırılmasını önlemek amacıyla belediyelere ön alım hakkı tanınması şeklinde bir müessese mevcut değildir. 4721 sayılı Kanun'un 732. ve devamı maddelerinde düzenlenen ön alım hakkının amacı vergi kaçırılmasını değil müşterek mülkiyet birlikteliğine yabancıların girmesini önlemek ve ortak sayısının zamanla azalmasını sağlamaktır.

73. Sonuç olarak Belediyenin Anayasa'yı ihlal ettiğini tespit eden mahkeme kararına dayalı olarak taşınmaza hissedar olduğu, başvurucuların taşınmazı satın aldığı tarihte Belediyenin tapu sicilinde hissedar olarak kayıtlı olmadığı ve ön alım hakkının imar planı değişikliğiyle kullanılabilir hâle geldiği hususları gözetildiğinde somut olayda Belediyenin ön alım hakkını kullanması suretiyle başvurucuların tapularının iptal edilmesinin orantılı olmadığı değerlendirilmiştir. Bu koşularda, başvurucuların tapusunun iptal edilmesinin kamu yararı ile bireysel yarar arasındaki dengeyi başvurucular aleyhine bozduğu ve mülkiyet hakkının ihlal edilmesine yol açtığı kanaatine varılmıştır.

74. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

4. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

75. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir. …

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir."

76. Başvurucular ihlalin tespit edilmesi, yeniden yargılama yapılmasına hükmedilmesi ve her biri için ayrı ayrı 30.000 TL manevi tazminata karar verilmesi talebinde bulunmuştur.

77. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

78. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

79. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile İçtüzük'ün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kararın kendisine ulaştığı mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).

80. İncelenen başvuruda, mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin ölçülü olmaması sebebiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin mahkeme kararından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

81. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere Ankara 9. Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

82. İhlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılamanın yeterli bir giderim sağlayacağı anlaşıldığından tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.

83. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 294,70 TL harç ve 4.500 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 4.794,70 TL yargılama giderinin başvuruculara müştereken ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Ankara 9. Asliye Hukuk Mahkemesine (E.2015/182, K.2016/565) GÖNDERİLMESİNE,

D. Başvurucuların tazminat talebinin REDDİNE,

E. 294,70 TL harç ve 4.500 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 4.794,70 TL yargılama giderinin başvuruculara MÜŞTEREKEN ÖDENMESİNE,

F. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucuların Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 15/12/2021 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

AFFAN AKİF TEZEROĞLU BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2019/32003)

 

Karar Tarihi: 23/11/2022

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

 

Başkan

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

Engin YILDIRIM

 

 

M. Emin KUZ

 

 

Basri BAĞCI

 

 

Kenan YAŞAR

Raportör

:

Ayhan KILIÇ

Başvurucu

:

Affan Akif TEZEROĞLU

Vekili

:

Av. Ayşegül BÖLÜK

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru; binanın belediye tarafından yıktırılması nedeniyle mülkiyet hakkının, davanın uzun sürmesi nedeniyle de makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 9/8/2019 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

6. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

7. Başvurucu 1947 doğumlu olup Almanya Federal Cumhuriyeti'nin Aachen şehrinde ikamet etmektedir. Başvurucu 2008 yılından önce Almanya'ya taşındığını ve Almanya'da yaşadığını belirtmektedir.

8. Başvurucu, İstanbul ili Avcılar ilçesi Ambarlı Mahallesi'nde kâin 41 pafta 16953 parsel numaralı taşınmazda bulunan sitedeki bir adet bağımsız bölümün malikidir. Başvurucunun evi 1999 yılında meydana gelen depremden dolayı hasar görmüş ve hasar durumu "orta" olarak tespit edilmiştir. Güçlendirme işlemlerinden sonra 12/2/2001 tarihinde taşınmaz için tekrar yapı kullanma izni düzenlenmiştir.

9. Ancak daha sonraki tarihlerde -meydana gelen heyelanların da etkisiyle- binada çatlaklar oluşması üzerine Bayındırlık ve İskan İl Müdürlüğü tarafından binanın durumu incelenerek 2008 yılında rapor tanzim edilmiştir. Avcılar Kaymakamlığının binanın heyelan bölgesinde olduğu ve can güvenliği için hemen tahliye edilmesi gerektiği yönündeki yazısından sonra Avcılar Belediyesi Encümeninin 1/8/2008 tarihli kararıyla binanın yıkımına karar verilmiştir.

10. Yıkım kararı, yıkıma konu evde tebligata çıkarılmış; başvurucunun adreste bulunamaması üzerine 11/2/1959 tarihli ve 7201 sayılı Tebligat Kanunu'nun 10. maddesi uyarınca ihbarnamenin bir suretinin 9/7/2008 tarihinde evin kapısına asılması ve tebliğ evrakının muhtara teslimi suretiyle tebliğ edilmiştir. Bina 17/8/2008 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi ekiplerince yıktırılmıştır.

11. Başvurucu, yıkım işlemini 2/6/2011 tarihinde öğrendiğini belirterek 6/12/2011 tarihinde Çevre ve Şehircilik Bakanlığına ve Avcılar Belediyesine başvurmuş, hukuka aykırı yıkım kararı sebebiyle 44.000 TL tazminat ödenmesini talep etmiştir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığına yapılan başvuru 16/1/2012 tarihli yazıyla reddedilmiştir.

12. Başvurucu 2/2/2012 tarihinde İstanbul 6. İdare Mahkemesinde (İdare Mahkemesi) Çevre ve Şehircilik Bakanlığı aleyhine tam yargı davası açmıştır. Dava dilekçesinde başvurucu, emsal bazı kararlardan söz ederek binanın yıkımında idarenin hizmet kusuru bulunduğunu savunmuş ve 44.000 TL maddi tazminatın ödenmesine hükmedilmesini istemiştir.

13. İdare Mahkemesi 15/1/2014 tarihli ara kararıyla Avcılar Belediyesini de hasım mevkiine dâhil etmiştir. Avcılar Belediyesi aynı konuda İstanbul 3. İdare Mahkemesinde de dava açıldığını belirterek derdestlik itirazında bulunmuştur.

14. İdare Mahkemesi 26/12/2014 tarihli kararıyla konusu kalmayan dava hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar vermiştir. Kararın gerekçesinde, başvurucunun aynı taleple Avcılar Belediyesine karşı İstanbul 3. İdare Mahkemesinde dava açtığı, anılan Mahkemece bu davada 23/11/2012 tarihinde başvurucu lehine tazminata hükmedildiği ve tazminatın başvurucunun avukatına ödendiği vurgulanmıştır. Kararda, eldeki davanın farklı hasımla mükerreren açıldığı belirtilmiş ve maddi tazminatın da ödendiğine işaret edilerek davanın konusuz kaldığı açıklanmıştır.

15. Başvurucu bu karara karşı temyiz yoluna başvurmuştur. Temyiz dilekçesinde, yıkım işleminden Çevre ve Şehircilik Bakanlığının da kusurunun bulunduğunu ve onun aleyhine de tazminata hükmedilmesi gerektiğini ileri sürmüştür.

16. Danıştay Ondördüncü Dairesi (Daire) 9/3/2017 tarihinde kararı bozmuştur. Bozma kararında, başvurucu yıkım kararından 6/12/2011 tarihinde haberdar olduğunu iddia etmiş ise de 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanunu'nun 39. maddesi uyarınca gerekli işlemlerin tesis edilerek ilgili mevzuat uyarınca kararın tebliğ edildiği ve başvurucunun en geç yıkım işleminin gerçekleştiği 27/8/2008 tarihinde yıkım kararını öğrendiğinin kabulü gerektiği ifade edilmiştir. Bozma kararında, davanın süre aşımından reddi gerektiği belirtilmiştir. Karar düzeltme istemi Dairenin 8/11/2017 tarihli kararıyla reddedilmiştir.

17. Bozma kararına uyan İdare Mahkemesi 28/2/2018 tarihinde Daire kararındaki gerekçeye atıfla davayı süre aşımından reddetmiştir.

18. Başvurucu bu karara karşı temyiz yoluna başvurmuştur. Başvurucu; kendisine tebligat yapılmadığını, Almanya'da ikamet etmesi sebebiyle yıkım kararından haberdar olamadığını belirtmiştir. Başvurucu, zabıta memurlarının 2008 yılında yeterli araştırma yapması hâlinde adresinin Almanya'da olduğunu öğrenmelerinin mümkün olduğunu vurgulamış; 2004 yılında Ambarlı Mahallesi Muhtarlığına adresinin Almanya'da bulunduğuna dair bildirimde bulunduğunu ifade etmiştir. Avcılar Belediyesinin tebligat görevlisinin tapu idaresinden araştırması durumunda adresinin Almanya'da olduğunu tespit edebileceğini belirten başvurucu, tebligatın 27/8/2008 tarihinde yapılmış sayılmasının mülkiyet hakkını ihlal ettiğini iddia etmiştir.

19. Daire 26/12/2018 tarihinde kararı onamıştır. Karar düzeltme istemi Dairenin 14/6/2019 tarihli kararıyla reddedilmiştir. Nihai karar 15/7/2019 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu 9/8/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

20. 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 2. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"1. İdari dava türleri şunlardır:

...

b) İdari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan muhtel olanlar tarafından açılan tam yargı davaları,

..."

21. 2577 sayılı Kanun'un 7. maddesinin (1) numaralı fıkrasının ilgili kısmı şöyledir:

"Dava açma süresi, özel kanunlarında ayrı süre gösterilmeyen hallerde Danıştayda ve idare mahkemelerinde altmış ... gündür."

22. 2577 sayılı Kanun'un 12. maddesi şöyledir:

"İlgililer haklarını ihlal eden bir idari işlem dolayısıyla Danıştaya ve idare ve vergi mahkemelerine doğrudan doğruya tam yargı davası veya iptal ve tam yargı davalarını birlikte açabilecekleri gibi ilk önce iptal davası açarak bu davanın karara bağlanması üzerine, bu husustaki kararın veya kanun yollarına başvurulması halinde verilecek kararın tebliği veya bir işlemin icrası sebebiyle doğan zararlardan dolayı icra tarihinden itibaren dava süresi içinde tam yargı davası açabilirler. Bu halde de ilgililerin 11 nci madde uyarınca idareye başvurma hakları saklıdır."

23. 7201 sayılı Kanun'un 10. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"Tebligat, tebliğ yapılacak şahsa bilinen en son adresinde yapılır."

24. 7201 sayılı Kanun'un 21. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"Kendisine tebligat yapılacak kimse veya yukarıdaki maddeler mucibince tebligat yapılabilecek kimselerden hiçbiri gösterilen adreste bulunmaz veya tebellüğden imtina ederse, tebliğ memuru tebliğ olunacak evrakı, o yerin muhtar veya ihtiyar heyeti azasından birine veyahut zabıta amir veya memurlarına imza mukabilinde teslim eder ve tesellüm edenin adresini ihtiva eden ihbarnameyi gösterilen adresteki binanın kapısına yapıştırmakla beraber, adreste bulunmama halinde tebliğ olunacak şahsa keyfiyetin haber verilmesini de mümkün oldukça en yakın komşularından birine, varsa yönetici veya kapıcıya da bildirilir. İhbarnamenin kapıya yapıştırıldığı tarih, tebliğ tarihi sayılır."

25. 7201 sayılı Kanun'un 25. maddesi şöyledir:

"Yabancı memlekette tebliğ o memleketin salahiyetli makamı vasıtasiyle yapılır. Bunun için anlaşma veya o memleket kanunları müsait ise, o yerdeki Türkiye siyasi memuru veya konsolosu tebligat yapılmasını salahiyetli makamdan ister.

 (Mülga: 19/3/2003-4829/18 md.)

Yabancı memleketlerde bulunan kimselere tebliğ olunacak evrak, tebligatı çıkaran merciin bağlı bulunduğu vekalet vasıtasiyle Dışişleri Bakanlığıne, oradan damemuriyet havzası nazarı itibara alınarak ilgili Türkiye Elçiliğine veya Konsolosluğuna gönderilir.

 (Ek : 6/6/1985 - 3220/8 md.) Şu kadar ki, Dışişleri Bakanlığının aracılığına lüzum görülmeyen hallerde tebligat evrakı, ilgili Bakanlıkça doğrudan doğruya o yerdeki Türkiye Büyükelçiliğine veya Başkonsolosluğuna gönderilebilir."

V. İNCELEME VE GEREKÇE

26. Anayasa Mahkemesinin 23/11/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Mülkiyet Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucunun İddiaları

27. Başvurucu; yıkım kararından haberdar olduğu kabulünün varsayıma dayandığını, bu nedenle gerekçeli karar hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Başvurucu, uzun yıllar yurt dışında olduğu hâlde yıkım kararından haberdar olduğu varsayımına dayanılarak hüküm kurulmasının hakkaniyete aykırı olduğunu ve bu durum nedeniyle mülkiyet hakkının, adil yargılanma hakkının, ifade özgürlüğünün, etkili başvuru hakkı ile ayrımcılık yasağının ihlal edildiğini belirtmiştir.

2. Değerlendirme

28. Anayasa'nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

29. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun şikâyetinin özü, evinin tazminatsız olarak yıkılmasına yöneliktir. Dolayısıyla başvurucunun bütün şikâyetlerinin mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesinin uygun olacağı değerlendirilmiştir.

a. Kabul Edilebilirlik Yönünden

30. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

Basri BAĞCI bu görüşe katılmamıştır.

b. Esas Yönünden

i. Mülkün Varlığı

31. Olayda yıkılan evin mülkiyetinin başvurucuya ait olduğuyla ilgili olarak bir ihtilaf bulunmamaktadır.

Basri BAĞCI bu görüşe katılmamıştır.

ii. Müdahalenin Varlığı ve Türü

32. Somut olayda başvurucunun dairesinin bulunduğu bina, oturulabilir durumda olmadığı ve insan yaşamı için tehlike oluşturduğu gerekçesiyle yıktırılmıştır. Yıkım kararının mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiği açıktır. Yıkım kararının temel amacı insan yaşamı yönünden risk oluşturan yapıları ortadan kaldırmaktır. Bu durumda başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin mülkiyetin kamu yararına kullanımının kontrolüne veya düzenlenmesine ilişkin üçüncü kural çerçevesinde incelenmesi gerekir.

iii. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

33. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

34. Anayasa'nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

 (1) Kanunilik

35. Somut olaydaki taşınmaz 3194 sayılı Kanun'un 39. maddesi uyarınca yıktırılmıştır. Dolayısıyla yıkımın kanuni dayanağının bulunduğu değerlendirilmiştir.

 (2) Meşru Amaç

36. Anayasa'nın 17. maddesinin birinci fıkrasında herkesin yaşam hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Anılan madde uyarınca devletin, yetki alanında bulunan tüm bireylerin yaşam hakkını gerek kamusal makamların gerek diğer bireylerin gerekse kişinin kendisinin eylemlerinden kaynaklanabilecek risklere karşı koruma yükümlülüğü bulunmaktadır (Serpil Kerimoğlu ve diğerleri, B. No: 2012/752, 17/9/2013, §§ 50, 51). İnsan yaşamı yönünden risk teşkil eden binanın yıktırılmasının Anayasa'nın 17. maddesiyle devlete yüklenen yaşamı koruma pozitif yükümlülüğünün ifası amacıyla gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla yıkım kararının kamu yararına dönük meşru bir amacın bulunduğu değerlendirilmektedir.

 (3) Ölçülülük

37. Anayasa'nın 13. maddesinde yer alan ölçülülük ilkesi elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2016/16, K.2016/37, 5/5/2016; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, § 38).

38. Usule ilişkin güvencelerin varlığı orantılılık değerlendirmesinde önemli bir rol oynayabilir. Bu bağlamda müdahalenin hukuka aykırılığının ileri sürülebileceği veya müdahale nedeniyle oluşan maddi ve manevi zararların tazmin edilmesinin istenebileceği hukuk yollarının olmaması da bazı durumlarda kişiye yüklenen külfeti ağırlaştıran bir unsur olarak görülebilir. Bu bakımdan kişinin hukuka aykırılık iddialarının bir mahkeme tarafından etkili bir biçimde incelenmesi müdahalenin orantılılığı bakımından ehemmiyet arz etmektedir (D.C., B. No: 2018/13863, 16/6/2021, § 52).

39. Başvurucu, yıkım kararının ve işleminin hukuka aykırı olduğunu ileri sürerek yıkım dolayısıyla uğradığını ileri sürdüğü zararın tazmin edilmesi istemiyle 2/2/2012 tarihinde tam yargı davası açmıştır. Ancak Daire yıkımla ilgili işlemlerin ilgili mevzuat uyarınca tebliğ edildiğini belirterek başvurucunun en geç yıkım işleminin gerçekleştiği 27/8/2008 tarihinde yıkım işlemini öğrendiğinin kabulü gerektiğini ifade etmiştir. Dairenin bozma kararına uyan İdare Mahkemesi davayı süre aşımından reddetmiştir.

40. Tebligat, yetkili makamlarca birtakım hukuki işlemlerin bu işlemin hukuki sonuçlarından etkilenmeleri amaçlanan kişilere kanuna uygun şekilde bildirimi ve bu bildirimin usulüne uygun olarak yapıldığının belgelendirilmesi işlemidir. Usulüne uygun işlemlerin kendilerine bağlanan hukuki sonuçları doğurabilmesi için muhatabına bildirilmesi gerekir. Usulüne uygun olarak yapılan tebligat, Anayasa'da güvence altına alınmış olan iddia ve savunma hakkının tam olarak kullanılabilmesinin ve bireylere tanınan hak arama hürriyetinin önemli güvencelerinden biridir (AYM, E.2013/95, K.2014/176, 13/11/2014).

41. Can güvenliği yönünden ciddi risk teşkil eden taşınmazların gecikmeksizin yıktırılması devletin Anayasa'nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşamı koruma yükümlülüğü yönünden önem taşımaktadır. Ne var ki hatalı olduğu değerlendirilen yıkım işleminin iptali veya yıkım işleminden kaynaklanan zararların tazmini amacıyla yargı yollarına başvuru imkânının sağlanması mülkiyet hakkının korunmasına ilişkin anayasal yükümlülüklerin bir gereğidir. Dolayısıyla yıkım kararını yargısal denetimden geçirecek mekanizmaları işletme fırsatının sağlanması için söz konusu kararın ilgilisine usulüne uygun olarak tebliğ edilmesi gerekmektedir.

42. Somut olayda tebligat işlemi, başvurucunun yıkılan adresinde yapılmaya çalışılmış ancak başvurucunun adresinde bulunmaması üzerine ihbarnamenin bir örneği kapıya yapıştırılmış ve tebliğ evrakı Ambarlı Mahallesi Muhtarlığına bırakılmak suretiyle tebligat işlemi gerçekleştirilmiştir. Derece mahkemelerinde ileri sürdüğü iddialara göre başvurucu 1999 depreminden sonra söz konusu adreste hiç oturmamış, Almanya'ya taşındığını 2004 yılında Ambarlı Mahallesi Muhtarlığına bildirmiştir. Başvurucu ayrıca Avcılar Belediyesinin tebligat memurunun tapu idaresinde araştırma yapması hâlinde ikamet adresinin Almanya'da olduğunu anlayabileceğini iddia etmiştir. İdare Mahkemesi ve Danıştay kararları incelendiğinde başvurucunun bu iddialarına yönelik herhangi bir değerlendirme yapıldığı görülememektedir.

43. Başvurucunun ileri sürdüğü iddiaların ciddi olduğunun altı çizilmelidir. Başvurucunun tebligatın yapıldığı adreste yaşamadığının ve Almanya'da yaşamaya başladığının resmî makamların bilgisinde olduğunun anlaşılması hâlinde söz konusu adresin başvurucunun bilinen adresi olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Başvurucunun belirtilen iddialarının araştırılmaması evinin yıkılmasına ilişkin işlemin hukuka aykırılığını denetlettirme ve gerekirse tazminat elde etme fırsatından başvurucuyu mahrum bırakmıştır.

44. Sonuç olarak başvurucunun 2008 yılında Almanya'da yaşadığı ve bunun kamu makamlarının bilgisinde bulunduğu iddiaları araştırılmadan, yıkılan evde yapılan tebligatın geçerli kabul edilmesi başvurucunun mülkiyet hakkıyla ilgili iddiaları mahkeme önünde tartıştırma imkânından mahrum kalmasına yol açmış, can güvenliğinin korunmasındaki kamusal yarar ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunmasındaki bireysel yarar arasındaki dengeyi başvurucu aleyhine bozmuştur. Bu durum başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyi orantısız kılmıştır.

45. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

Basri BAĞCI bu görüşe katılmamıştır.

B. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucunun İddiaları

46. Başvurucu, yargılamanın makul süre içinde tamamlanmaması nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

2. Değerlendirme

a. Kabul Edilebilirlik Yönünden

47. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

b. Esas Yönünden

48. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin idari yargılamanın süresi tespit edilirken sürenin başlangıç tarihi olarak davanın ikame edildiği tarih; sürenin sona erdiği tarih olarak -çoğu zaman icra aşamasını da kapsayacak şekilde- yargılamanın sona erdiği, yargılaması devam eden davalar yönünden ise Anayasa Mahkemesinin makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin şikâyetle ilgili kararını verdiği tarih esas alınır (Selahattin Akyıl, B. No: 2012/1198, 7/11/2013, §§ 45-47).

49. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin idari yargılama süresinin makul olup olmadığı değerlendirilirken yargılamanın karmaşıklığı ve kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun yargılamanın süratle sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar dikkate alınır (Selahattin Akyıl, § 41).

50. Anılan ilkeler ve Anayasa Mahkemesinin benzer başvurularda verdiği kararlar dikkate alındığında yaklaşık 7 yıl 6 ay 8 gün devam eden yargılamanın süresinin makul olmadığı sonucuna varmak gerekir.

51. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

C. Giderim Yönünden

52. Başvurucu; ihlalin tespiti ile 300.000 TL maddi, 100.000 TL manevi tazminata hükmedilmesini talep etmiştir.

53. Tespit edilen ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına ilişkin usul ve esaslar 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinde yer almaktadır.

54. Başvuruda tespit edilen mülkiyet hakkı ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Bu kapsamda kararın gönderildiği yargı mercilerince yapılması gereken iş, yeniden yargılama işlemlerini başlatmak ve Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar vermektir (6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasında düzenlenen bireysel başvuruya özgü yeniden yargılama kurumunun özelliklerine ilişkin kapsamlı açıklamalar için bkz. Mehmet Doğan [GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018, §§ 54-60; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019, §§ 53-60, 66; Kadri Enis Berberoğlu (3) [GK], B. No: 2020/32949, 21/1/2021, §§ 93-100).

55. Varılan ihlal sonucu, davanın otomatik olarak kabulü gerektiği biçiminde anlaşılmamalıdır. İhlal kararı davanın süre aşımından reddi yönündeki gerekçeye ilişkin olup ihlal kararının gereği yerine getirildikten sonra ne yönde karar verileceği yargı mercilerinin takdirindedir.

56. Öte yandan mülkiyet hakkına ilişkin ihlalin niteliğine göre yeniden yargılamanın yeterli bir giderim sağlayacağı anlaşıldığından başvurucunun maddi tazminat taleplerinin reddine karar verilmesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.

57. Makul sürede yargılanma hakkı yönünden ihlal tespitiyle giderilemeyecek olan manevi zararları karşılığında 31.500 TL manevi tazminatın başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. 1. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA Basri BAĞCI'nın karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,

2. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE,

B. 1. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE Basri BAĞCI'nın karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,

2. Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki makul sürede yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE OYBİRLİĞİYLE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 6. İdare Mahkemesine (E.2018/47, K.2018/290) GÖNDERİLMESİNE,

D. Başvurucuya net 31.500 TL manevi tazminatın ÖDENMESİNE, tazminata ilişkin diğer taleplerin REDDİNE,

E. 364,60 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.264,60 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

F. Ödemenin kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 23/11/2022 tarihinde karar verildi.

 

 

 

KARŞIOY

Mülkiyeti başvurucuya ait olan taşınmaz, 1999 yılında yaşanan depremde hasar gördüğünden ve tehlike arz ettiğinden bahisle belediye tarafından yıkılmıştır. Başvurucu yıkım öncesi kendisine usulüne uygun tebligat yapılmadığını belirterek Çevre ve Şehircilik Bakanlığı aleyhine tam yargı davası açmıştır.

Yargılamayı görmekte olan İstanbul 6. İdare Mahkemesi aynı konuda belediyenin davalı olduğu bir yargılama sürecinin İstanbul 3. İdare Mahkemesinde görüldüğünü ve davacı lehine tazminata hükmedildiğini öğrenmekle, bakmakta olduğu dava hakkında karar verilmesine yer olmadığına hükmetmiştir.

Başvurucu, lehine neticelenen davada almış olduğu tazminat miktarının ne kadar olduğu ve buna mukabil ne kadarlık bir tazmin edilmemiş bir mal varlığı değerinin bulunduğundan bahisle mülkiyet hakkının varlığına dair bir veri sunmamıştır.

Cemal Günsel Kararı ([GK], B. No: 2016/12900) doğrultusunda başvurunun temellendirilmediğini ve kabul edilemez olduğunu değerlendirdiğimizden çoğunluğun aksi yöndeki kararına iştirak edilmemiştir.

Üye

Basri BAĞCI

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

BAHİRE GÜL GÖKTEPE BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2019/9545)

 

Karar Tarihi: 7/12/2022

R.G. Tarih ve Sayı: 17/3/2023 - 32135

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

Başkan

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

M. Emin KUZ

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Yıldız SEFERİNOĞLU

 

 

Kenan YAŞAR

Raportör

:

Ayhan KILIÇ

Başvurucu

:

Bahire Gül GÖKTEPE

Vekili

:

Av. Şevket Can ÖZBAY

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru; memuriyet unvanının ve ek göstergenin değiştirilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının, yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle de makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 27/3/2019 tarihinde yapılmıştır. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

3. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

4. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

5. Başvurucu 1949 doğumlu olup İstanbul'da ikamet etmektedir.

6. Başvurucu -olay tarihindeki adıyla- Türkiye Atom Enerjisi Komisyonu (İdare) hesabına devlet burslusu olarak Amerika Birleşik Devletleri'nde Sussex Üniversitesi applied physics lisans programından 1973 yılında mezun olmuş, Birleşik Krallık'ta Londra Üniversitesi nükleer reaktör mühendisliği dalında yüksek lisans programını 1975 yılında tamamlamıştır.

7. Yurt dışındaki lisans ve yüksek lisans eğitimlerini tamamlamasının ardından başvurucu 22/1/1976 tarihinde Türkiye Atom Enerjisi Komisyonuna bağlı Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezinde mühendis unvanıyla göreve başlamıştır. Başvurucu 1/12/1979 tarihinden itibaren de kadro karşılığı sözleşmeli mühendis olarak görevine devam etmiştir.

8. İdare tarafından yapılan inceleme sonucunda başvurucunun mezun olduğu lisans programının fizik olduğu belirtilerek 8/2/2008 tarihli işlemle, mühendis olan unvanı fizikçi, 3.600 olan ek göstergesi de 3.000 olarak değiştirilmiştir.

9. Başvurucu, bu işlemin iptali istemiyle 31/3/2008 tarihinde İstanbul 4. İdare Mahkemesinde (İdare Mahkemesi) dava açmıştır. Dava dilekçesinde; atandığı dönemde denklik işlemlerinin Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yapıldığını, tasdik edilen belgelerde yurt dışındaki eğitiminin nükleer fizik yüksek mühendisliği eğitimi olduğunun açıkça ifade edildiğini belirtmiştir. Lisans diplomasının fizik değil İngilizce ifadesiyle applied physics olduğunu ve Türk yükseköğretim sisteminde bunun fizik mühendisliğine karşılık geldiğini savunmuştur.

10. İdare, savunma yazısında başvurucunun 22/1/1976 tarihinde ataması yapılırken lisans diplomasının fizik bölümüne ilişkin olduğu dikkate alınmadan doğrudan yüksek lisans diploması gözönünde tutularak yüksek mühendis kadrosuna atandığını ve bunun hatalı olduğunu belirtmiştir. İdare, diploma denklik işlemlerinin usul ve esaslarının Yükseköğretim Diplomaları Denklik Yönetmeliği'nde düzenlendiğini ifade etmiş; başvurucunun Sussex Üniversitesinden aldığı diplomanın Türkiye'de fizik mühendisliği diplomasına denk olduğu yönünde Yükseköğretim Kurulundan alınmış bir karar bulunmadığını vurgulamıştır. İdare, başvurucunun belirlenen niteliklere sahip olmadan ilişkilendirildiği mühendislik unvanının geçersiz sayılarak fizikçi olarak değiştirilmesine yönelik işlemde hukuka aykırılık bulunmadığını ileri sürmüştür.

11. İdare Mahkemesi 24/3/2009 tarihinde idari işlemin iptaline karar vermiştir. Kararın gerekçesinde özetle şunlar ifade edilmiştir:

i. Başvurucunun göreve başladığı tarih itibarıyla Yükseköğretim Kurumu, Türk idare teşkilatı içinde yer almamakta; bu konuyla ilgili iş ve işlemler Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde yer alan Yükseköğretim Genel Müdürlüğü tarafından gerçekleştirilmektedir. Başvurucunun göreve başlatılmadan evvel yurt dışındaki üniversitelerden aldığı diplomaların ülkemizdeki hangi programa denk olduğu hususunun o tarihte Türk idare teşkilatı içinde yer alan Yükseköğretim Genel Müdürlüğü nezdinde araştırılarak durumuna uygun düşen kadroya atanması gerekir. Olayda da başvurucunun ataması bu usule uygun olarak yapılmıştır. Aradan otuz iki yıl geçtikten sonra başvurucunun mezun olduğu yüksek öğrenim programının ülkemizdeki hangi programa denk olduğu hususunun sonradan kurulan Yükseköğretim Kuruluna sorulması ve alınacak cevaba göre yeniden işlem yapılması hukuken mümkün değildir. Kaldı ki olayda idarece konuyla ilgili olarak Yükseköğretim Kurulundan görüş sorulmasına karşın bu yazının nihai cevabı da beklenmeksizin işlem tesis edilmiştir.

ii. İdare, ülkemizde bir meslek ve bu mesleğin unvanını alabilmenin ancak o meslekle ilgili lisans eğitimini tamamlayarak mümkün olacağını, kanunla belirlenen niteliklere sahip olmayan başvurucunun mühendislik unvanına atanmasının açık hata teşkil ettiğini ileri sürmekteyse de başvurucunun lisans diploması atandığı kadro unvanıyla ilgisiz olmadığından açık hatanın varlığından söz edilemez. Başvurucunun lisans diploması fizik değil İngilizce ifadesiyle applied physics olup bunun Türkiye’deki karşılığı fizik mühendisliğidir. Millî Eğitim Bakanlığının tasdik ettiği belgelerde de başvurucunun aldığı eğitimin nükleer fizik yüksek mühendisliği eğitimi olduğu açıkça ifade edilmiştir. Dolayısıyla başvurucunun ilk ataması sırasında İdarece hata yapıldığından da söz edilemeyecektir.

iii. Başvurucunun atandığı kadro unvanı lisans ve yüksek lisans derecesi ile tam bir uyum içindedir. Ülkemizde bir meslek ve bu mesleğin unvanını alabilmenin ancak o meslekle ilgili lisans eğitimini tamamlayarak mümkün olacağı tabiidir. Ne var ki bu durum lisans ve yüksek lisans diplomalarının uyumlu olduğu durumlarda yüksek lisans diplomasının dikkate alınmayacağı anlamına gelmemektedir. Dolayısıyla idarece tesis edilen işlem kazanılmış hak ilkesine açıkça aykırıdır.

12. İdarenin temyizini inceleyen Danıştay Beşinci Dairesi (Daire) 27/12/2011 tarihinde İdare Mahkemesi kararını bozmuştur. Bozma kararında özetle şunlar ifade edilmiştir:

i. Ara kararıyla sorulması üzerine Yükseköğretim Kurulu tarafından cevaben gönderilen yazıda başvurucunun lisans düzeyinde almış olduğu eğitimin fen fakültesi uygulamalı fizik alanında olduğu, bu nedenle fizik mühendisliği yeterliliğini karşılamadığı belirtilmiştir. Ayrıca başvurucunun müracaatı üzerine Sussex Üniversitesi tarafından 19/5/2011 tarihli belgede "uygulamalı Fizik diplomasının Ekim 1979 tarihinden geçerli olmak üzere yeni girenler için Fizik Mühendisliği adını aldığı" yönünde açıklama yer almaktadır.

ii. 4/11/1981 tarihli ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nun 3. ve 43. maddeleri ile 17/6/1938 tarihli ve 3458 sayılı Mühendislik ve Mimarlık Hakkında Kanun'un 1. maddesi dikkate alındığında bir meslek veya bu mesleğin unvanını alabilmek ancak o meslekle ilgili lisans eğitimi yapılması şartıyla mümkün olabilmektedir. Diğer bir deyişle bir meslek ya da meslek unvanını ancak lisans eğitimi sağlayabilmektedir. Buna göre bir mühendislik alanında lisans diplomasına sahip olanların yüksek lisans öğrenimi görmesi hâlinde yüksek mühendis unvanını alabileceği anlaşılmıştır.

iii. Başvurucunun mezun olduğu tarih itibarıyla diplomasının mühendisliğe yönelik olmadığı görülmüştür. Mühendislik alanında lisans eğitimi görmeyen başvurucunun yüksek lisans eğitiminin mühendislik alanına ilişkin olması ona mühendis unvanı kazandırmaz. Bu sebeple başvurucunun unvanının ve ek göstergesinin değiştirilmesi hukuka uygundur.

iv. Ancak başvurucunun fiilen mühendis olarak görev yaptığı döneme ilişkin olarak bu unvan dikkate alındığında kendisine yapılan ödemelerin iadesinin istenemeyeceği de tabiidir.

13. İdare Mahkemesi 28/11/2013 tarihinde bozma kararına uymayarak ısrar kararı vermiş ve idari işlemi bir kez daha iptal etmiştir. Kararın gerekçesinde önceki karardaki argümanlar tekrarlanmakla birlikte ek olarak başvurucunun lisans diplomasını aldığı Sussex Üniversitesince verilen beyanda başvurucunun 1973 yılında mezun olduğu uygulamalı fizik bölümünden fizik mühendisliği derecesi olduğu, uygulamalı fizik diplomasının da Ekim 1979 tarihinden itibaren olmak üzere yeni girenler için fizik mühendisliği adını aldığının belirtildiği vurgulanmıştır.

14. Israr kararını temyizen inceleyen Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu (İDDK) 17/2/2016 tarihinde ısrar kararını Daire kararındaki gerekçelerle bozmuştur.

15. Başvurucu, bu karara karşı karar düzeltme yoluna başvurmuştur. Karar düzeltme dilekçesinde; Sussex Üniversitesinin 1979 yılında yaptığı değişikliğin sadece bölümün adına ilişkin olduğunu, müfredatın ise değişmediğini belirtmiştir. Ayrıca Yükseköğretim Kurulunun görüşünün bağlayıcı olmadığı gibi hatalı olduğunu ileri sürmüştür. Başvurucu applied physics sözcüğünün bire bir çevrilmesinin doğru olmayacağını, kavramın anlamsal çevirisinin fizik mühendisliği olduğunu ifade etmiştir. İDDK 24/12/2018 tarihinde karar düzeltme talebini reddetmiştir. Nihai karar 25/2/2019 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir.

IV. İLGİLİ HUKUK

16. 2547 sayılı Kanun'un 3. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"Bu Kanunda geçen kavram ve terimlerin tanımları aşağıda belirtilmiştir.

...

k) Bölüm: Amaç, kapsam ve nitelik yönünden bir bütün teşkil eden, birbirini tamamlayan veya birbirine yakın anabilim ve anasanat dallarından oluşan; fakültelerin ve yüksekokulların eğitim - öğretim, bilimsel araştırma ve uygulama birimidir. Anabilim dalı ve anasanat dalları bilim ve sanat dallarından oluşur. Yükseköğretimdeki çeşitli birimlerin ortak derslerini vermek üzere rektörlüğe bağlı bölümler de kurulabilir.

...

s) Lisans: Ortaöğretime dayalı, en az sekiz yarı yıllık bir programı kapsayan bir yükseköğretimdir.

t) (Değişik birinci cümle: 19/11/2014-6569/25 md.) Lisans Üstü: Yüksek lisans ve doktora ile tıpta, diş hekimliğinde, eczacılıkta ve veteriner hekimlikte uzmanlık ve sanatta yeterlik eğitimini kapsar ve aşağıdaki kademelere ayrılır.

 (1) Yüksek Lisans: (Bilim uzmanlığı, yüksek mühendislik, yüksek mimarlık, master): Bir lisans öğretimine dayalı, eğitim - öğretim ve araştırmanın sonuçlarını ortaya koymayı amaçlayan bir yükseköğretimdir.

..."

17. 2547 sayılı Kanun'un 43. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"Yükseköğretim, harca tabi olup bu kanunda belirlenen amaç ve anailkelere göre aşağıdaki şekilde düzenlenir.

...

b. (Değişik: 17/8/1983 - 2880/24 md.) Aynı meslek ve bilim dallarında, eğitim - öğretim yapan üniversitelerde, eğitim - öğretim, metod, kapsam, öğretim süresi ve yıl içindeki değerlendirme esasları bakımından eşdeğer olması ve öğrenimden sonra kazanılan unvanların aynı ve elde edilen hakların eşdeğer sayılması hususu Üniversitelerarası Kurulun önerisi üzerine; öğretmen yetiştiren birimler için belirtilen esasların tespiti Milli Eğitim Bakanlığı ile de işbirliği yapılarak, Yükseköğretim Kurulunca düzenlenir.

..."

18. 3458 sayılı Kanun'un 1. maddesi şöyledir:

"Türkiye Cumhuriyeti hududları dahilinde mühendislik ve mimarlık unvan ve salahiyeti ile sanat icra etmek isteyenlerin aşağıda yazılı vesikalardan birini haiz olmaları şarttır:

a) Mühendislik veya mimarlık tahsilini gösteren Türk yüksek mekteblerinden verilen diplomalar;

b) Programlarının yüksek mühendis veya mimar mektebleri programlarına muadil olduğu kabul edilen bir ecnebi yüksek mühendis veya yüksek mimar mektebinden diploma almış olanlara usulüne tevfikan verilecek ruhsatnameler;

c) Türk Teknik Okulu mühendis kısmı ile programlarının buna muadil olduğu kabul edilen memleket dahilindeki diğer mühendis veya mimar mekteblerinden verilen diplomalar;

d) Programlarının Türk Teknik Okulu Mühendis kısmı programlarına muadil olduğu kabul olunan bir ecnebi mühendis veya mimar mektebinden diploma almış olanlara usulüne tevfikan verilecek ruhsatnameler."

V. İNCELEME VE GEREKÇE

19. Anayasa Mahkemesinin 7/12/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Mülkiyet Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucunun İddiaları

20. Başvurucu, mühendis unvanıyla göreve başlamasının üzerinden otuz iki yıl geçtikten sonra unvanının fizikçi olarak değiştirilmesi ve ek gösterge rakamının 3.600'den 3.000'e düşürülmesi nedeniyle temel haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Mezun olduğu applied physics bölümünün Türkiye'deki karşılığının fizik değil fizik mühendisliği olduğunu öne süren başvurucu, bölümün ismi Sussex Üniversitesince 1979 yılında fizik mühendisliği olarak değiştirilmiş ise de müfredatının aynen bırakıldığını belirtmiştir. Başvurucu, atandığı 1976 yılındaki yetkili otorite olan Millî Eğitim Bakanlığı Yüksek Öğretim Genel Müdürlüğünün applied physics bölümünün karşılığının fizik mühendisliği olarak belirlediğini savunmuştur. Başvurucu ayrıca hukuka aykırı unvan değişikliği işlemi sebebiyle aylık ve emeklilik işlemlerinde büyük mali kayıplara uğradığını ileri sürmüş, bunun mülkiyet hakkını ihlal ettiğini iddia etmiştir.

2. Değerlendirme

21. Anayasa'nın iddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

22. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun şikâyetinin özü, unvan ve ek gösterge değişikliği sebebiyle mali haklarında oluşan kayıplara yöneliktir. Başvurucunun tüm şikâyetlerinin mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.

a. Kabul Edilebilirlik Yönünden

23. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

b. Esas Yönünden

i. Mülkün Varlığı

24. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır (Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, B. No: 2013/1178, 5/11/2015, § 54). Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

25. Somut olayda başvurucu 22/1/1976 tarihinde mühendis olarak göreve başlamış, en son bireysel başvuru konusu işlemin tesis edildiği tarihe kadar 3.600 ek gösterge rakamına ulaşmıştır. Başvurucunun aylık ve diğer mali hakları -bireysel başvuruya konu işlemden önce- mühendis unvanı ve 3.600 ek gösterge rakamı esas alınarak hesaplanmıştır. Dolayısıyla mali haklarının mühendis unvanı ve 3.600 gösterge rakamı esas alınarak hesaplanmasının başvurucu yönünden mülk teşkil ettiği değerlendirilmiştir.

ii. Müdahalenin Varlığı ve Türü

26. Anayasa'nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma ve ondan tasarruf etme, onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).

27. Anayasa'nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

28. Somut olayda 22/1/1976 tarihinde mühendis olarak göreve başlayan ve en son 3.600 ek gösterge rakamına ulaşan başvurucunun mezun olduğu lisans programının fizik olduğu belirterek 8/2/2008 tarihli işlemle, mühendis olan unvanı fizikçi, 3.600 olan ek göstergesi de 3.000 olarak değiştirilmiştir. Başvurucunun unvanının ve ek göstergesinin değiştirilmesine bağlı olarak mali haklarında kayıplar meydana gelmiştir. Somut olayın koşulları gözetildiğinde başvurucunun unvan ve ek gösterge rakamının değiştirilmesinin aynı zamanda mülkiyet hakkına da müdahale teşkil ettiği değerlendirilmiştir. Mülke erişimin engellenmesi biçiminde tezahür eden müdahalenin mülkiyetten barışçıl yararlanma hakkına ilişkin genel kural çerçevesinde incelenmesi uygun görülmüştür.

iii. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

29. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

30. Anayasa'nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Anılan madde uyarınca temel hak ve özgürlükler, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmaksızın Anayasa'nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

 (1) Kanunilik

31. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gereği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkelerin düzenlendiği Anayasa'nın 13. maddesinde de hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceği temel bir ilke olarak benimsenmiştir. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde dikkate alınacak öncelikli ölçüt, müdahalenin kanuna dayalı olmasıdır. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır (Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49).

32. Hak ve özgürlüklerin, bunlara yapılacak müdahalelerin ve sınırlandırmaların kanunla düzenlenmesi bu haklara ve özgürlüklere keyfî müdahaleyi engelleyen ve hukuk güvenliğini sağlayan demokratik hukuk devletinin en önemli unsurlarından biridir (Tahsin Erdoğan, B. No: 2012/1246, 6/2/2014, § 60). Kanunun varlığı kadar kanun metninin ve uygulamasının da bireylerin davranışlarının sonucunu öngörebileceği kadar hukuki belirlilik taşıması gerekir. Bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55). Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince erişilebilir ve öngörülebilir kuralların bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44).

33. Somut olayda başvurucunun unvanı ve ek göstergesi değiştirilmiş, buna bağlı olarak aylığı ve diğer mali haklarında azalma meydana gelmiştir.

34. Yürürlükte olan, hukuka uygun olarak tesis edilen ve kişiler lehine hak doğuran bir idari işlemin geri alınabilmesi, kaldırılabilmesi, değiştirilebilmesi veya düzeltilebilmesi buna imkân veren açık bir kanun hükmünün bulunmasına bağlıdır. Zira idari işlem, tesis edilmekle yararlanıcısı olan kişi lehine hukuki bir durumun teessüs etmesini sağlar. Yürürlükteki hukuka uygun olarak oluşan müesses durumun ortadan kaldırılması hukuk güvenliğini zedeleme ihtimalinin yanında Anayasa'da güvence altına alınan temel hak ve özgürlüklere de müdahale oluşturacağından Anayasa'nın 13. maddesi uyarınca açık bir kanun hükmünün varlığını gerektirir (Hakan Özdöl, B. No: 2019/41251, 27/7/2022, § 53).

35. Buna karşılık hatalı olarak tesis edilen idari işlemlerin herhangi bir kanun hükmüne ihtiyaç bulunmadan geri alınabileceği, kaldırılabileceği, değiştirilebileceği veya düzeltilebileceği kabul edilmektedir. Hata, idari işlemin kanuni koşullarından biri veya birkaçı sağlanmadığı hâlde tesis edilmesi hâlidir. Kanuni koşulları oluşmadan tesis edilen idari işlem hukuka aykırı olur. Bu nedenle tesis edildiği tarihte cari olan, hukuka aykırı olarak tesis edilen idari işlemin geri alınması, kaldırılması, değiştirilmesi veya düzeltilmesi işin mahiyetinden doğan bir yetki olarak kabul edilmelidir (Hakan Özdöl, § 54).

36. Başvurucunun unvanının ve ek göstergesinin değiştirilmesi 22/1/1976 tarihinde yapılan intibak işleminin hatalı olmasına dayandırılmıştır. İdarenin hatalı olarak tesis ettiği işlemi değiştirme yetkisini, işin mahiyeti gereği haiz olduğu kabul edilse de hatanın gerçek olması ve sonradan yürürlüğe giren bir mevzuata değil tesis edildiği tarihteki mevzuata aykırılığa dayandırması gerekir. Tesis edildiği tarihten sonra yürürlüğe giren mevzuata aykırı olduğu gerekçesiyle işlemin hatalı olduğu sonucuna ulaşılamaz. İşlemin yeni yürürlüğe giren mevzuata aykırı olduğu gerekçesiyle değiştirilmesi hukuka uygun olarak oluşmuş müesses durumun değiştirilmesi anlamına geleceğinden açık bir kanuni dayanağa ihtiyaç duyar.

37. Bu noktada öncelikle incelenmesi gereken mesele hatanın gerçek olup olmadığıdır. Bu çerçevede başvurucunun 22/1/1976 tarihinde yapılan intibak işleminin hatalı olmasının tesis tarihinde yürürlükte olan mevzuat dikkate alınarak yapılan bir değerlendirmeye dayanıp dayanmadığına bakılmalıdır. İdarenin bireysel başvuruya konu yargılamaya yansıyan savunmalarından başvurucunun lisans eğitimi fen fakültesinin fizik bölümüne denk olduğu hâlde yüksek lisans eğitiminin nükleer reaktör mühendisliği alanında olması gözetilerek mühendis unvanıyla göreve başlatılmasının hataya dayandığının değerlendirildiği anlaşılmıştır. Dairenin 27/12/2011 tarihli bozma kararında da memuriyet unvanının belirlenmesinde yüksek lisans değil lisans eğitiminin esas alınması gerektiği ifade edilmiştir. Hukuk kurallarının yorumlanmasında Anayasa Mahkemesinin yetkisi ikincil nitelikte olup Dairenin memuriyet unvanının belirlenmesinde lisans eğitiminin esas alınması gerektiği biçimindeki yorumundan ayrılmayı gerektiren bir durum bulunmamaktadır.

38. Esasen başvurucunun da buna yönelik bir itirazı yoktur. Başvurucunun şikâyeti lisans eğitiminin fen fakültesinin fizik bölümüne tekabül ettiği kabulüne yöneliktir. Bu bağlamda başvurucu, mezun olduğu applied physics lisans programının Türkiye'deki karşılığının fizik mühendisliği olduğunu yargılamanın tüm safhalarında ileri sürmüştür. Başvurucuya göre Sussex Üniversitesindeki applied physics programının Türkçeye uygulamalı fizik olarak çevrilmesi hatalı olup kavramın fizik mühendisliği biçiminde çevrilmesi gerekmektedir.

39. Dairenin 27/12/2011 tarihli bozma kararında esas itibarıyla Yükseköğretim Kurulunca yapılan açıklama ve gönderilen belgelere dayanıldığı anlaşılmıştır. Yükseköğretim Kurulu tarafından ara kararına cevaben gönderilen yazıda başvurucunun lisans düzeyinde aldığı eğitimin fen fakültesi uygulamalı fizik alanına ilişkin olduğu, bu nedenle fizik mühendisliği yeterliliğini karşılamadığı belirtilmiştir. Daire ayrıca başvurucunun müracaatı üzerine Sussex Üniversitesi tarafından düzenlenen 19/5/2011 tarihli belgede uygulamalı fizik diplomasının Ekim 1979 tarihinden geçerli olmak üzere yeni girenler için fizik mühendisliği adını aldığı yönünde açıklamaya atıf yapmıştır.

40. Başvurucu ise müfredata bakılarak değerlendirme yapılması gerektiğini ileri sürmektedir. Başvurucunun bu iddiasının intibakının hatalı olup olmadığı meselesinin çözüme kavuşturulmasından esaslı bir nitelik taşıdığı vurgulanmalıdır. Yabancı bir üniversitede görülen eğitimin Türk yükseköğretim sistemindeki karşılığı tespit edilirken dikkate alınacak ilk unsurun müfredat olduğu tereddütsüzdür. Yükseköğretim Kurulunun Daireye gönderdiği cevabın başvurucunun 1973 yılında tamamladığı eğitiminin müfredatı üzerinde yapılan bir incelemeye dayanıp dayanmadığı anlaşılamamıştır. Dairenin gerekçesinde de müfredata ilişkin herhangi bir değerlendirmeye yer verilmemiştir. Başvurucunun mezun olduğu applied physics programının Türk yükseköğretim sistemindeki karşılığının fizik mühendisliği olduğu hususunun dönemin yetkili otoritelerince tespit edildiği gözetildiğinde bu tespitin hatalı olduğunun kabulü için lisans programının İngilizce adının Türkçe çevirisinden öte müfredatının fizik mühendisliğinden farklı olduğunun belirlenmiş olması gerekir. İşlemden otuz iki yıl sonraki tarihte yürürlükte bulunan mevzuata göre yapılacak bir değerlendirmenin yeterli olmayacağı izahtan varestedir.

41. Öte yandan başvurucunun mezun olduğu applied physics programının Türk yükseköğretim sistemindeki karşılığının tespitinde bireysel başvuruya konu davanın görüldüğü dönemde yürürlükte olan ilke ve kurallara göre değil idari işlemin tesis edildiği 1976 yılında meri olan ilke ve kurallara göre belirlenmesi gerekir. Diğer bir ifadeyle başvurucunun fizik mühendisliği unvanıyla yapılan intibak işleminin hatalı olduğunun kabulü için mezun olduğu applied physics programının müfredatının 1976 yılında dönemin kamu otoritelerince belirlenen ilke ve kurallar gözetildiğinde fizik mühendisliği alanına tekabül etmediğinin saptanmış olması gerekir.

42. Bu yönüyle başvurucunun, Sussex Üniversitesinin 1979 yılında yaptığı değişikliğin sadece bölümün adına ilişkin olduğu, müfredatın ise değişmediği iddiasının önemli bulunduğunun altı çizilmelidir. Nitekim İdare Mahkemesinin ısrar kararında Sussex Üniversitesince başvurucunun talebi üzerine verilen beyanda, başvurucunun 1973 yılında mezun olduğu uygulamalı fizik bölümünün fizik mühendisliği derecesi olduğunun belirtildiğine dikkat çekildiği görülmektedir. Tüm bu hususlar hesaba katıldığında başvurucunun Sussex Üniversitesinde gördüğü applied physics eğitiminin müfredat itibarıyla fizik mühendisliğine karşılık gelmediğinin ilgili ve yeterli bir gerekçeyle ortaya konulamadığı kanaatine varılmıştır. Bu durumda 1976 yılındaki intibak işleminin hatalı olduğu kabul edilerek değiştirilmesinin yeterli bir kanuni temelinin bulunduğu sonucuna ulaşılamamıştır.

43. Bununla birlikte somut olayın özellikleri gözetildiğinde ölçülülük ilkesi yönünden de ayrıca değerlendirme yapılması gerektiği kanaatine varılmıştır.

 (2) Meşru Amaç

44. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı, mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılması imkânı vermekle bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu anlamda bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır. Kamu yararı kavramı, devlet organlarının takdir yetkisini de beraberinde getiren bir kavram olup objektif bir tanıma elverişli olmayan bu ölçütün her somut olay temelinde ayrıca değerlendirilmesi gerekir (Nusrat Külah, B. No: 2013/6151, 21/4/2016, §§ 53, 56; Yunis Ağlar, B. No: 2013/1239, 20/3/2014, §§ 28, 29). Hatalı olarak yapılan intibak işleminin düzeltilmesinde kamu yararı amacının bulunduğu hususunda bir tereddüt yoktur.

 (3) Ölçülülük

45. Ölçülülük ilkesi elverişlilikgereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2012/102, K.2012/207, 27/12/2012; E.2012/149, K.2013/63, 22/5/2013; E.2014/176, K.2015/53, 27/5/2015; E.2015/43, K.2016/37, 5/5/2016; E.2016/13, K.2016/127, 22/6/2016; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 38).

46. Hatalı intibak işlemlerinin düzeltilmesi suretiyle mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin ölçülülüğünün değerlendirilmesinde kamu makamlarının ve başvurucunun hatalı işlemin tesisine katkı derecelerine de bakılması gerekmektedir. Bu bağlamda başvurucunun kusurunun veya hilesinin bulunup bulunmadığı büyük önem taşımaktadır.

47. Öte yandan idarenin iyi yönetişim ilkesine uygun hareket etme yükümlülüğü bulunmaktadır. İyi yönetişim ilkesi, kamu yararı kapsamında bir husus söz konusu olduğunda kamu otoritelerinin uygun zamanda, uygun yöntemle ve her şeyden önce tutarlı olarak hareket etmelerini gerektirir (Kenan Yıldırım ve Turan Yıldırım, B. No: 2013/711, 3/4/2014, § 68). İdarenin hatalı işleminden kaynaklanan mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin ölçülü olup olmadığının tespitinde idarenin hatalı işlem karşısındaki tutumunun yanında işlemin fark edilmesinde geçen süre de gözönünde bulundurulur (hatalı sosyal güvenlik ödemeleri yönünden benzer değerlendirme için bkz. Tevfik Baltacı, B. No: 2013/8074, 9/3/2016, § 71).

48. Somut olayda başvurucunun İdareyi yanıltması veya İdarenin yanılmasına sebebiyet verecek davranışlarda bulunması söz konusu değildir. Başvurucunun mezun olduğu lisans programına ilişkin olarak İdareye sunduğu belgelerin sahteliği veya yanıltıcı bilgi içerdiği iddia edilmemiştir. İdare, başvurucunun sunduğu belgeleri inceleyip değerlendirip başvurucuyu fizik mühendisi olarak göreve başlatmış ve tüm intibak işlemlerini bu unvanı esas alarak gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla başvurucunun intibakının fizik mühendisi olarak yapılmasının hatalı olduğu kabul edilse bile bunda başvurucunun hiçbir kusuru bulunmamaktadır.

49. Öte yandan başvurucunun intibak işleminde var olduğu ileri sürülen hatanın tespit edilmesinde geçen yaklaşık otuz iki yıllık süre oldukça uzundur. Bu süre boyunca başvurucunun intibak işleminin düzeltilmesi hususunda İdarece herhangi bir girişimde bulunulmadığı gözlemlenmiştir. Ayrıca başvurucunun durumunu tespit etmek için derin bir araştırmaya ihtiyaç duyulmayacağı da açıktır.

50. Sonuç olarak başvurucunun intibakının hatalı olduğu kabul edilse bile hatanın yapılmasında başvurucunun hiçbir kusurunun mevcut olmadığı ve aradan geçen otuz iki yıl boyunca İdarenin bunu düzeltmek için hiçbir girişimde bulunmadığı gözetildiğinde başvurucunun intibakının düzeltilmesindeki kamu yararı ile mülkiyet hakkının korunmasındaki bireysel yarar arasındaki adil dengenin bozulduğu ve mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin ölçüsüz olduğu sonucuna ulaşılmıştır.

51. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

B. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucunun İddiaları

52. Başvurucu, yargılamaların makul süre içinde tamamlanmaması nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

2. Değerlendirme

a. Kabul Edilebilirlik Yönünden

53. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

b. Esas Yönünden

54. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin idari yargılamanın süresi tespit edilirken sürenin başlangıç tarihi olarak davanın ikame edildiği tarih; sürenin sona erdiği tarih olarak -çoğu zaman icra aşamasını da kapsayacak şekilde- yargılamanın sona erdiği, yargılaması devam eden davalar yönünden ise Anayasa Mahkemesinin makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin şikâyetle ilgili kararını verdiği tarih esas alınır (Selahattin Akyıl, B. No: 2012/1198, 7/11/2013, §§ 45-47).

55. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin idari yargılama süresinin makul olup olmadığı değerlendirilirken yargılamanın karmaşıklığı ve kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun yargılamanın süratle sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar dikkate alınır (Selahattin Akyıl, § 41).

56. Anılan ilkeler ve Anayasa Mahkemesinin benzer başvurularda verdiği kararlar dikkate alındığında yaklaşık 10 yıl 8 ay 23 günlük yargılama süresinin makul olmadığı sonucuna varmak gerekir.

57. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

C. Giderim Yönünden

58. Başvurucu; ihlalin tespit edilmesini, yargılamanın yenilenmesini ve tazminata hükmedilmesini talep etmiştir.

59. Başvuruda tespit edilen mülkiyet hakkı ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Bu kapsamda kararın gönderildiği yargı mercilerince yapılması gereken iş, yeniden yargılama işlemlerini başlatmak ve Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar vermektir (6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasında düzenlenen bireysel başvuruya özgü yeniden yargılama kurumunun özelliklerine ilişkin kapsamlı açıklamalar için bkz. Mehmet Doğan [GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018, §§ 54-60; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019, §§ 53-60, 66; Kadri Enis Berberoğlu (3) [GK], B. No: 2020/32949, 21/1/2021, §§ 93-100).

60. Öte yandan makul sürede yargılanma hakkı yönünden ihlal tespitiyle giderilemeyecek olan manevi zararları karşılığında 54.000 TL manevi tazminatın başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. 1. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

2. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. 1. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

2. Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki makul sürede yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 4. İdare Mahkemesine (E.2013/1753, K.2013/2060) GÖNDERİLMESİNE,

D. Başvurucuya net 54.000 TL manevi tazminatın ÖDENMESİNE,

E. 364,60 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.264,60 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

F. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına; ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal faiz UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 7/12/2022 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.