“Her yeni nesil, bir öncekinden yetişir; dolayısıyla, sonrakinin de halefini geliştirebilmesi için kendini geliştirmesi gerekir. Hareket daireseldir”.
Emile Durkheim
Giriş
Sosyal bilimlerin XX. yüzyıldaki tek önemli teorisi olan işlevcilik ekseriya düzen, denge ve toplumun nasıl oluştuğu teorisi olarak düşünülmektedir. Bu bağlamda hukukun topluma katkısının ne olduğu, hükümetin, sosyal sınıfların, sendikaların veya sosyal bir olgunun “işlevleri” nelerdir gibi özel soruları gündeme getirmektedir.
Bu teori tarihsel olarak biyoloji bilimlerindeki kavramlarla, analojileri geliştirmekle sosyolojiye kazandırılmıştır. Biyolojide XIX. yüzyılın ortasından itibaren sıkça farklı hücreler arasında nispeten dengeli ilişkiler düzenlemesi anlamında, organizmanın “yapısı” ile yaşam sürecinde çeşitli organların faaliyet sonuçlarını göz önüne alan organizmanın “işlevi”ne yollamalar yapılmıştır.
Yöntem olarak işlevcilik, hukukun tabiatını, esas ve gerçekliğini, faaliyetleri ve etkilerini ölçmektedir. Metodolojik ilkesi ise, bir şeyi anlamak istiyorsan onun hareket halinde gözlenmesidir. İşlevcilerin kullandıkları aletler ve kavramlar ise şunlardır:
· “Belirgin işlevler” bilinen ve amaçlanan sonuçlardır. Örneğin eğitim sisteminin amacı insanları eğitmek;1 güvenlik güçlerinin amacı hukuk bağlamında insanların mal ve can güvenliğini sağlamak ve hukuka saygıyı pekiştirmek gibi.
· “Örtülü işlevleri”, tanınmayan ve niyet edilmeyen sonuçlardır. Örneğin çocuklara ana okul, kreş hizmeti sunarak annelerin çalışmasına olanak sağlanması gibi. Hukuk normları…
· Olumlu sonuçları olan işlevler,
· Olumsuz sonuçları olan işlevsizlikler, ve
· Kurumlar, sosyal yapısı ve kültür olmak üzere bileşenleri.
Ahlak, din, örf ve adetle birlikte ayrı bir kimliği olmadığında da Luhmann’ın hukukun varlığında ısrarcı olması, hukuku sosyal sistemin içsel bir kısmı olarak gören “işlevci” yönteminin tutarlılığını korumak içindi.
İşte toplumsal farklılaşma süreci sonunda varlığına değinilen hukukun ne derece kapsamlı olduğu sorusu gündeme gelmektedir. Nitekim, Luhmann’ın tasvirine göre, toplumun farklılaşması ve farklılaşmış bir hukukun çıkışı öncesi var olan bir tür ilkel çorbada, diğerleri arasında hukuk, örf/adet ve dil, davranış beklentilerinin stabilize edilmesi işlevine hizmet etmekte ve bu öğeler kesin bir şekilde birbirlerinden ayırt edilememektedir.
Luhmann, iki görüşü orta bir yolla kapsamak üzere, birinci görüş anlamını farklılaşmamış toplumlara, ikinci görüşü de farklılaşmış olanlara uygulayarak hukuktan ne anladığını sergiledi. Luhmann’ın analizine göre, farklılaşmış toplum, biri “zorlayıcı olan” ve diğeri “zorlayıcı olmayan” iki olguya sahiptir. Ne var ki, bu iki görüşü giderecek türdeki Luhmann’ın girişimi, hukuk deyimine verilen anlam bakımından tutarlı olmadığından başarılı olamamıştır.
Dayanışma ve Hukuk
İşlevselcilik, Durkheim sosyolojisinin temelini oluşturur. Diğer işlevselciler gibi, düzen sorununa ve toplumsal kurumların olumlu etkilerine odaklanmış ve bu kurumların varoluşlarını işlevsel olarak gerekli katkılarıyla açıklamıştır. Bir öncü olarak, bu bakış açısının ortaya koyduğu temel sorunların çoğuyla boğuşmuştur. Varoluş ve zorunluluk arasında bağlantı kuran birden fazla açıklama türetmiştir. Her şey, onu toplumsal kurumları toplumun uyumlu işleyişine olumlu katkıları açısından kavramsallaştırmaya yöneltti. İşlevselciler, özetle, hukukun toplumdaki işlevsel rolüyle ilgilenirler. Hukukun işleyişinin toplumsal etkisini (toplumun mevcut ideallerinin gerçekleşmesi ve neden-sonuç etkileşimleri de dahil) vurgularlar. Emile Durkheim, hukukun toplumun bir ürünü olduğunu, hukuksuz bir toplumun da imkânsız olduğunu savunur. Bu tanıma göre hukuk, bir toplumun işlevini yerine getirmesi için yerine getirilmesi gereken işlevler bütünüdür.
Durkheim'ın ifade ettiği hukuk ve toplumsal dayanışma kavramında Duguit, kendisi için "nesnel bir yasa", yani iş bölümüne dayalı dayanışma, organik dayanışma kavramını bulur. Böyle bir "nesnel yasa"yı, pozitif hukuku egemene ve devlete olan bağımlılığından kurtarmak için kullanır.
İşte toplumda birleşmiş olan insanlar, müşterek ihtiyaçları (mekanik dayanışma) ile ayrı ihtiyaçları kadar ayrı yetenekleri olduğu için (organik dayanışma) birlik içinde yaşarlar.2 Halkın birbirine bağımlılığı, toplumun temel hukukudur. Hukuk, yüksek iyilikler, doğal hukuk veya yarar nedeniyle değil, sosyal dayanışmanın bir salgısı/belirtisi olarak vardır. İşte temeli toplumsal yaşamda bulunabilen hukuk kuralını yaratan şey de bir yaptırımın varlığı değil, o kuralın yaptırıma bağlanması zaruretinin bireysel bilinçlerde yer etmiş olmasıdır. Hukukun kaynağı bireysel bilinçler kitlesidir. Gerçekte insan, içinde yaşadığı toplumdan soyutlanamayan sosyal bir varlıktır. Bireyler, sosyal dayanışma olgusundan bilinçleri vasıtasıyla hukuk kuralları çıkarmaktadırlar. L.Duguit’e (1859-1928) göre, çağdaş insan, tüm sosyal/siyasal sistemini, sosyal dayanışma olgusundan kaynaklanan davranış kuralı postulatı üzerine kurmakta tereddüt etmemelidir. İşte, O’na göre, hukuku öğreten şey bir inançtır, yani belirli bir çağda ve belirli bir ülkede insan kitlelerine derin bir şekilde nüfuz ederek, falan kuralın emredici nitelikte olduğunu ve falan zorunluluğun üstlenilmesi gerektiğini sağlayan bir inanç söz konusudur. Biz hukuk kurallarına uyarken, başkalarının emirlerine değil, kendi içimizden gelen bir hukuk duygusuna boyun eğmekteyiz.
L. Duguit’ın yaklaşımında odaklaşan kısımlar şöyledir:
· Birinci kısımda egemen olan “nominalizm”dır: Toplum ayrı bir varlık olarak görülmeyip, birey esas alınmaktadır. Kavram ekonomisinin bir yansıması olarak beliren bu yaklaşımda toplumun “birey içincilik” dışında ayrı bir varlığı yoktur.
· İkinci kısımda ise, toplumda yaşayan bireylerin sosyalleştirilmesi yer almaktadır.
“Toplum yalnızca bireylerin oluşturduğu bir ağ değil; toplumsal rollerin,
davranış kalıplarının ve paylaşılan kültürel değerlerin bir sistemidir”.
Talcott Parsons
Genel olarak, Parsons'ın işlevselci teoriye katkısı, toplumun farklı kesimlerinin dengeyi korumak için nasıl birlikte çalıştığına dair daha karmaşık bir anlayışın geliştirilmesine yardımcı olmuştur. Fikirleri, sosyalleşme, kurumların toplumdaki rolü ve kültürel değerler ve normlar gibi konulara ilişkin anlayışımızı şekillendirmede etkili olmuştur.
Hukukun, nihai analizde şu amaçlar için var olduğu iddia edilmektedir:
· Bireysel ve grup davranışlarını düzenlemek,
· Kamu politikalarını uygulamak,
· Hakları (yeniden) tahsis etmek,
· Temel ahlaki değerleri korumak ve
· Temel ihtiyaçları düzenlemek ve bunların karşılanmasını sağlamak.
Hukuk ideolojisi ise, self-dayatılmış hukuk normları biçiminde belirmekte; devletin üstünde bulunmaktadır. Yöneticiler ve yönetilenler, aynı derecede, sosyal dayanışma ürünü olan üstün bir hukuk normu emri altındadırlar. Yalnızca yöneticiler ve yönetilenler ilişkilerinde hukuki olanlar bu üstün norma uyar. Belli bir toplumda yöneticiler en fazla güce sahiptir; sonuç olarak, hukuk normu onların bu gücünü sosyal dayanışmayı sağlamak üzere kullanmasını gerektirmektedir. O, iş bölümü ile sosyal dayanışmanın oluşacağı fikrinden hareketle herkese sosyal bir görev yüklemektedir. Kendisi böylece her tür şirket, dernek, mesleki sendikalar, çeşitli ticari teşkilatlar, birlikler vs. oluşumları hararetle karşılamakta; onlarda sosyal bütünleşme olgusuna tanık olmaktadır. İşte şekilsiz bir millet topluluğu, belirli bir hukuki yapı kazanmaktadır. Her hukuki norm ya ahlaki veya ekonomik ise de her ahlaki veya ekonomik norm mutlaka hukuki değildir.
Devlet
Gerçekçi bakış açısından Devlet bireylerden farklı bir kişi değildir. Devletin iradesinden sırf metafor olarak ve anlatım kolaylığı sağlamak üzere söz edilmektedir. Bir toplumda yöneticiler ile yönetilenler arasında devamlı bir farklılık olduğunda Devletin varlığına değinilmektedir. Egemenlik kavramı açısından kral, hükümran, egemen anlamına gelmektedir. İşte, L.Duguit, bireyleri yöneten, sosyal işler yapan olarak gördüğü devlete ayrı bir varlık tanımamakta, onu sosyal organizmanın bir kısmı görmekte- dir. Bu, gerçekte pek de alışık olmadığımız bir vurgulamadır. Devlette görev alan insanlar diğerleri gibi sosyal işlev icra ederler;3 mitsel (mythical) emirler söz konusu olmayıp, sadece bir hizmet organizasyonu yer almaktadır. Devlet iradesinden söz edilemez, var olan yalnızca yöneticilerin iradeleridir.4
Duguit’e göre, tabiat halinde, diğer insanlardan ayrı olan insanın tabiatı gereği belli haklara sahip olduğu kanıttan yoksun olup; insan toplum öncesi değil, fakat toplum içinde ve toplumla var olmakta; yalnızca topluma girdiği ve diğer insanlarla ilişki kurduğunda hak sahibi olabilmekte; tek başına hak sahibi olmayan Robinson yalnızca insanları tanıdıktan sonra hak elde edebilmektedir.5
Duguit, vazedilen bir yasanın verdiği zararlara karşı devlet sorumluluğunun artırılmasını savunurken, adli denetim ve görevlilerin sorumluluğuna da eğiliyordu.
Yasalar kamu yararı için çıkarılmalıdır, diyen Duguit, devlet müdahalesi olmaksızın hukuk kuralının varlığına inanmakta; belli bir zamanda ekonomik veya ahlaki bir kuralın devlet müdahalesi olmaksızın bir hukuk kuralına dönüştüğünü ifade etmektedir. Hukuk kaynağını toplumsal gerçeklikte bulur. Hukuku devlet yaratmaz, onun üstünlük aracı değildir; hukuk “sosyal bir olgu”dur. Her hukuki norm ya ahlaki ya da ekonomiktir; fakat her ahlaki veya ekonomik kural hukuki değildir.6 Yalnız, hukuki gelişim sürecinde yasama evresine gelmiş modern devletlerde, devletin müdahalesine her zaman tanık olunmaktadır. İşte bir kuralın yokluğu halinde, müdahale, hukuk kuralı karakterini kazandırmakta güçsüz kalacaktır. Gerçekte yasama ve yargısal etkinlikler, grup bilincini yansıtmakta; grupça uygulana gelmekte olan hukuku yasalaştırmaktadır. Diğer bir anlatımla, grubu oluşturan insan topluluğu, bir kural ihlaline karşı tepkinin sosyal olarak organize edilmesini anladığı ve kabul ettiğinde bir hukuk kuralı var olmaktadır. Adam öldürme suçu pozitif ceza hukukunda formüle edilmeden çok önce bir hukuk kuralı olarak yer almaktaydı. Yasa koyucu tarafından yapılan iş, kural yaratmak yerine tanımlama, ona biçim ve kesinlik verilmesidir. İşte bu görüntü Savingy7 doğrultusunda bir görüş (Volksgeit’ın hukuk kaynağı olması) ifadesi ise de esnek tutumu ile Savingy’nin kararlılığı kendisinde yoktur.
Duguit, katı devlet sorumluluğu ilkelerinin oluşturulması yoluyla devlet gücünün kötüye kullanılmasının güçlü bir şekilde kontrol altına alınmasından yanaydı. Devleti ve organlarını, geleneksel kamu hukuku doktrininin kendisine bahşettiği tüm egemenlik haklarından ve diğer egemenlik niteliklerinden arındırmaya çalışmıştır. Duguit, devletin kişiliği kavramını reddeder ve gerçekçi bir incelemenin yalnızca belirli kişilerin yönettiğini ve diğerlerinin itaat ettiğini gösterdiğini söyler. Hukuk, devleti sınırlamalıdır. Duguit, bir kuralın, arkasında toplumun etkili desteği olduğu sürece devlet tarafından tanınmadan önce bile yasa haline geldiğini söyler. Bir devlet, özel bir konum veya ayrıcalık talep edemez. Mistik bir varlık değil, yalnızca toplumsal dayanışmayı ilerlettiği ölçüde haklı gösterilebilen bir insan örgütüdür. Duguit, egemenlik kavramına da saldırdı. Ona göre egemenlik anlamsız hale geldi. Eskiden bir hükümdarın kişisel bir özelliğiydi ve bu nedenle halkın egemenliği ve benzeri fikirler uygunsuz ve boştur.
Kamu/özel hukuk ayrımını kabul etmeyen, bireyleri sosyal organizmanın bir kısmı olarak gören Duguit “öznel hak” fikrini reddetmektedir. O’na göre, hukuk kuralı, hak yaratmaz, ancak belirli hukuki durumlar oluşturabilir. İnsanın sahip olduğu yegâne hak, her zaman kendi görevini yerine getirmesidir. İşte hürriyet karşıtı gibi gözüken bu söylem gerçekte liberal bir görüşü yansıtmakta; bireysel ahlaki görevler legal haklar üreticisi olmaktadır. Demokratik toplumda karşı gelme (protesto) görevimiz vardır. Böylece, görev, hakkın temeli olmaktadır.
O. Comte ve E. Durkheim’ın etkisinde kalan Leon Duguit, hipostasın8 kötü kullanımını eleştirmiştir. Kendisi I. Dünya Savaşı öncesi objektif sorumluluk fikrini yaymaktaydı. Kendisine göre, gruplar söz konusu olduğunda “sanık ahlaki olarak sorumlu mudur?” sorusu sorulmamalı; hangi grubun risk taşıması gerektiğine karar verilmelidir. Diğer bir anlatımla, iş yapan sorumluluk taşımalıdır.
Sosyallik/Adalet Duygusu
Duguit, hukukun esası olarak, “sosyallik duygusu” yanında, insanlardaki “adalet duygusu”nu da kabul etmiştir. Bu iki öğe, belli bir kuralın hukuk kuralı olduğu bilincinin insan aklında yer etmesine katkıda bulunmaktadır. İnsanın sosyal bir varlık olarak diğer insanlara karşı sorumluluk hissetmesi sosyallik duygusudur. O’nun adalet duygusu (sentiment de justice) adını verdiği nesne, insanların iradeleri üstünde, soyut bir adalet kavramı değildir. İnsan doğasına ait bir duygudur. Kendisi, “kavram” yerine “duygu” deyimini bilinçli kullandığını söylüyor-yazar da aynı yöntemi yeğlemiş bulunmaktadır. Adalet duygusu, belirli bir topluluğa ait insanların belli bir zaman boyutunda az çok belirgin bir biçimde adalet üzerine besledikleri düşüncedir. Bu düşüncenin içeriği, neyin haklı veya haksız olduğu, zaman ve mekân boyutlarına göre son derece değişkendir. Ancak, değişmeyen, insanlardaki bu adalet duygusudur. Bu duyguya, her devirde, uygarlığın her evresinde, cahil veya bilgin tüm insanların ruhlarında tanık olunur.9 Bunun toplumsal yansıması genel adalet düşüncesi biçiminde olup, bunun ortaya koyduğu birtakım kurallar vardır. Bunların ihlali tüm toplumca “adaletsizlik” olarak görülmektedir. Bu kurallar, birtakım şeylerin yapılmasını veya yapılmamasını emrederler. Bir sosyal kuralın hukuk kuralı olabilmesi için, yalnız sosyallik duygusuna (Sentiment de socialité) değil, aynı zamanda toplumu oluşturan bireylerin vicdanlarında yer etmiş adalet duygusuna da uygun olması lazımdır. O halde, bir toplumu oluşturan bireyler, belli bir kurala aykırı davrananlara karşı bir tepkinin sosyal bir biçimde organize gereğini algılamış ve kabul etmişlerse, yani ona uymayı yaptırıma bağlamayı sosyal dayanışmaya uygun ve adil bulmuşlarsa o kural bir hukuk kuralıdır. Bu suretle de hukuk kuralı, yasalaşmadan önce, insanların bilincinde kendiliğinden oluşmaktadır. Diğer bir anlatımla, adalet duygusunu ihlal eden her davranış aynı zamanda sosyal dayanışmayı da ihlal etmekte; sonuçta sosyal dayanışmayı da olumsuz yönde etkilemektedir. Bu tür bir davranışa toplumun tüm üyeleri karşı çıkmakta ve böylece, norm hukuksal nitelik kazanmakta;10 halkta oluşan hukuk bilinci yükümlülüğe yol vermektedir. Yasama yalnızca hukuk kurallarının bir ifade vasıtası olarak algılanabilir. Yasama onu yaratmayıp, tanımlamaktadır. Hukuk öğretisi yasa metni sessiz veya muğlak olduğunda devreye girmektedir.
Kuşkusuz, L. Duguit’nin, hukukla toplumsal yaşam ve koşulları arasındaki ilişkiye dikkatleri çekmek ve hukuku fizikötesi kavramlardan arındırma çalışmalarıyla hukuk teorisine sağladığı kazanım yanında “sosyal hukuk devleti” anlayışının oluşumundaki işlevsel katkısı da önemlidir.11 O, Fransız sosyolog Emile Durkheim’in görüşlerini benimsemiş; objektif hukuk normlarının sosyal dayanışma yasasına dayalı olduğunu belirtmiştir. Kişiler müşterek gereksinmelerini birlikte karşıladığı; farklı gereksin- melerin ve farklı yeteneklerin hizmetler değişimi ile sağlandığında sosyal dayanışma vuku bulmaktadır. İnsanlar sosyal hayvandır. Hukuk temeli evrensel bir duygu olan dayanışma dürtüsü ve karşılıklı sosyal bağımlılık gerçeğindedir. Özetle, işlevselci teori, toplumun bir bütün olarak nasıl işlediğini açıklamaya çalışan temel bir sosyolojik bakış açısıdır. Toplumsal yapıların, kurumların ve normların birbirine bağlılığını ve toplumsal düzeni sağlamak için nasıl birlikte çalıştıklarını vurgular.
Sonuç
Hukukun toplum içindeki işleyişine atıfta bulunan hangi sosyolojik analizler benimsenebilir? Sosyolojinin kurucu babalarından ikisi, Weber ve Durkheim, hukuk felsefesinin ilgi alanına giren konularla ilgilenmişlerdir.
Hukukun birçok yönüyle toplumsal bir durumla ilişkisi, o durumun anlaşılmasının gerekli bir parçası olarak görülmelidir. Sosyo-hukuki bir yaklaşıma göre, hukuk analizi, hukukun uygulandığı toplumsal durumun analiziyle doğrudan bağlantılıdır ve hukukun, durumun yaratılmasında, sürdürülmesinde ve/veya değiştirilmesinde oynadığı rol göz önünde bulundurularak, o durumun perspektifinden değerlendirilmelidir.
Bu alandaki teorik gelişmeler, "toplumsal yapı ve hukuk"un da aralarında bulunduğu bir dizi temel alanın ele alınmasını gerektirir. Diğer ikisi ise "toplumsal kontrol ve hukuk" ve "toplumsal değişim ve hukuk"tur. Kavramsal bir hukuk sosyolojisi, bu üç hukuki gerçeklik alanının toplumsal gerçeklik bağlamında geliştirilmesini ve birbiriyle ilişkilendirilmesini gerektirir.
Teorik Temel Yaklaşımlar
|
Yaklaşım türü |
Analiz seviyesi |
Analiz odağı |
Anahtar terimler |
|
Sembolik etkileşim |
Mikro-sosyolojik: Ufak çaptaki sosyal etkileşim biçimleri |
Yüz yüze etkileşim: İnsanların sosyal yaşamı oluşturmak üzere sembolleri nasıl kullandıkları |
Semboller, Etkileşim, Anlamlar, Tanımlar. |
|
İşlevsel analiz (İşlevselcilik, yapısal işlevcilik olarak da |
Makro-sosyolojik: Büyük çapta toplumsal ilişkiler |
Toplum kesimleri arasındaki ilişkiler: Bu kesimlerde işlevselliğin nasıl olduğu (yarar veya yararsız sonuçları) |
Yapı İşlevler: belirgin/gizli Yararsız (dysfuntions) Denge |
|
Çatışma teorisi |
Makro-sosyolojik: Büyük çapta toplumsal ilişkiler |
Toplumdaki kıt kaynak- lar için grupların mücadelesi: Seçkinlerin zayıf gruplar üzerinde kontrol sağlamak üzere güçlerini nasıl kullandıkları |
Eşitsizlik Güç Çatışma Rekabet İstismar |
Sosyologlar sıklıkla sosyal davranışı, davranışın hizmet ettiği sosyal işlev temelinde açıklarlar. İşlevselci açıklamalara pozitif hukuk teorisinde sıklıkla başvurulur. Yani, "Hukuk neden şu veya bu içeriğe sahiptir?" sorusunu sorduğumuzda, cevap genellikle "Çünkü şu veya bu kural şu veya bu şekilde işler" olur.
"Her toplumun hukuk sistemi özünde aynı sorunlarla karşı karşıyadır" ve karşılaştırma nesnesinin bu toplumsal sorunlara getirilen çeşitli hukuki çözümler olması gerektiğini savunulmaktadır. Dolayısıyla, işlevselci analiz iki hususu içermektedir: Sorun tanımlama ve çözüm belirleme. Kuşkusuz, "yalnızca aynı işlevi gören ve aynı gerçek sorunu ele alan kurallar... faydalı bir şekilde karşılaştırılabilir." Dolayısıyla işlevsellik, tüm karşılaştırmalı hukukun temel metodolojik ilkesi olmaktadır. Bu tarzda, işlevselcilik, "belirli bir sorunun belirli bir toplumsal ve ekonomik koşullar altında en uygun şekilde nasıl çözülebileceğini önererek" hukuki politika konusunda tavsiyelerde bulunmaya çalışır.12
Bir kuralın işlevi, insani sonuçlarıyla ilgiliydi ve işlevsel analiz, bu insani sonuçların tanımlayıcısı değildi. Oysa "herhangi bir yasal kural veya karar üzerine akıllı bir değer yargısı, böyle tanımlayıcı bir işlevsel analizi varsayar, ancak aynı zamanda etik bir öncül de içermektedir. Sonuçlara ilişkin kaygısında işlevselcilik, yararcılığın bir gelişimi gibidir, ancak yararcılığın "iyilik teorisini, yani haz veya mutluluğun tek iyi olduğu"nu içermez. Hukukun tanımı, toplumun tanımından ayrı düşünülemez. Öte yandan, hukuk kurallarının önemi ve "etkililiği" de toplumsal etkenler tarafından belirlenmektedir.
Özetle, adalet, akılla sergilenen rasyonel, mutlak bir fikir değildir. İnsan doğasına ait bir duygudur. İnsan faaliyeti her zaman sosyal karakteri ve bireysel otonomisi olmak üzere iki duygu egemenliği altındadır. İkincisi gerçekte adalet duygusudur.
Prof. Dr. Mustafa Tören Yücel
---------------
1 Almanya’da bir lise müdürü, her öğretim yılı başında öğretmenlerine şu mektubu gönderiyordu: “Öğrencilerinizin ‘insan’ olması için çabalayın… Çabalarınız bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar üretmesin…Okuma, yazma, matematik ‘daha fazla insanlık’la harmanlanarak öğretilsin…”
2 Dayanışmacı okul için Bkz. M. T. Yücel. Hukuk Sosyolojisi Ank., 2025, s.35.
3 İşlevcilik, hukukun tabiatını, esas ve gerçekliğini, faaliyetleri ve etkilerini ölçmektedir. Metodolojik ilkesi ise, bir şeyi anlamak istiyorsan onun hareket halinde gözlenmesidir.
4 L. Duguit. “The Law and The State” Harvard Law Review, Vol.31, 1917, p.8. Leon Duguit “Social functionalism the law and the state” In Jerome Hall, Readings in jurisprudence. Holmes Beach, Fla.: Gaunt. pp. 31--199 (1938).
5 L.Duguit age., p.24.
6 L.Duguit. “Objective Law” Columbia Law Review Vol.21, 1921, pp.18-19.
7 Friedrich Carl von Savigny. Tarihçi görüşte, hukuk, ulusal kanı ve inançlarda, halkın ruhunda (volksgeist) yaşar; ulusal yaşamın bir parçası olarak hukuk, organik bir gelişim süreci içinde oluşur-ayna tezi.
8 Hipostaslaştırmak (reification), soyut bir kavramdan bağımsız bir varlık (entity) oluşturulmasıdır. Bir işlev için oluşturulan hipostas’ın diğer bir işlev için de geçerli olması söz konusu olmayabilir.
9 L. Duguit. age., p.31. Adalet duygusunun gelişmesinde ahlak psikolojisinin ilkeleri için bkz. J.Rawls. The Theory of Justice, ss.490-496, 6. Bası,1973; Rousseau, “Ahlak Mektupları” adlı eserinde, adalet duygusunun, doğanın insanın kalbine yazdığı asıl asalet beratı olduğunu düşünmektedir: Oxford, 1934, C.I, s.298 vd.
10 L. Duguit age. ss. 31-33.
11 Sosyolojide işlevsel teoriler, toplumu, istikrar ve düzeni sağlamak için birlikte çalışan birbirine bağlı parçalardan oluşan bir sistem olarak görmekte; her parça (aile, eğitim veya din gibi) toplumun bir bütün olarak yararına bir işlev sergilemektedir. A. Güriz. Hukuk Felsefesi Ank., 1992, s.335. Ayrıca bkz. Mustafa T. Yücel. https://hukukihaber.net/Sosyolojik-Akıl-ve-Hukuk
12 Bkz. Konrad Zwigert ve Hein Kötz. Introduction to Comparative Law 34 (3. Bası, 1998) (İşlevsel yaklaşım tasviri)