Bu çerçevede yaşama yönelik varsayılan her tehdit yetkilileri riski önlemek için özel önlemler almaya zorlamaz. Özel önlemler alma yönünde bir görev, sadece yetkililerin yaşama yönelik gerçek ve yakın bir riskin bulunduğunu bildikleri ya da bilmeleri gerektiği, yetkililerin durum üzerinde belirli derecede hâkimiyetlerinin bulunduğu hâllerde ortaya çıkar. Yetkili kamusal makamlar, başvurucuların yaşamına yönelik gerçek ve yakın bir tehlikenin varlığına, bu tehlikenin kamu makamları tarafından açıkça bilinmesine rağmen bu tehlikenin önlenmesi için imkânları dahilinde kalan ve makul olarak kendilerinden beklenebilecek önlemleri almak konusundaki pozitif yükümlülüklerine uygun davranmakla yükümlüdür.

İlgili Karar:

♦ (Abdülkadir Tayfun Alpay, B. No: 2014/15347, 29/11/2018)

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

ABDÜLKADİR TAYFUN ALPAY BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2014/15347)

 

Karar Tarihi: 29/11/2018

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

 

Başkan

:

Burhan ÜSTÜN

Üyeler

:

Serruh KALELİ

 

 

Hasan Tahsin GÖKCAN

 

 

Kadir ÖZKAYA

 

 

Yusuf Şevki HAKYEMEZ

Raportörler

:

Melek KARALİ SAUNDERS

 

 

Nahit GEZGİN

Başvurucu

:

Abdülkadir Tayfun ALPAY

Vekili

:

Av. Servet ALPAY

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, kamu makamları tarafından öngörülebilir ve önlenebilir nitelikteki silahlı saldırı sonucu yaralanma meydana gelmesi ve olaydan kaynaklanan zararların geç ve yetersiz şekilde tazmin edilmesi nedenleriyle yaşam hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 15/9/2014 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüş bildirmemiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

8. Başvurucu 14/7/1998 tarihinde karşıdan karşıya geçmek üzere caddede beklerken kendisine bir aracın çarpması suretiyle trafik kazası geçirmiştir.

9. Kaza sonucunda başvurucunun sol gözü görme yeteneğini kaybetmiş; kaburga kemiği ile sol köprücük kemiği kırılmıştır.

10. Başvurucunun kendisine çarpan otomobilin sürücüsü ile otomobili işleten şirkete karşı açtığı tazminat davası sonucunda Mahkeme, sürücünün 8/8 kusurlu olduğunu tespit ederek maddi ve manevi zararların ilgilisince karşılanmasına karar vermiştir.

11. Başvurucu, işleten şirket yetkilisi S.G tarafından hükmolunan tutarın tahsilinden vazgeçmesi için baskı ve tehditlere maruz kaldığı şikâyetiyle 7/9/2004 tarihinde İzmir Cumhuriyet Başsavcılığına (Cumhuriyet Başsavcılığı) bir dilekçe ile başvurmuştur. Başvurucu şikâyet dilekçesinde, yüzüne karşı sözlü tehditlerin yanı sıra mektup ile tehdit edildiğini belirtmiştir. Dilekçede, yazılı tehditleri almasının ardından avukatının otomobilinin kurşunlandığını, avukatının bu durumla ilgili olarak Cumhuriyet Başsavcılığına başvurduğunu, yazılı tehditlerde yer alan "Sıra sende." ifadesinin tehditlerin ciddiyetini ortaya koyduğunu ve bu nedenle devletin korumasına ihtiyacı olduğunu hissettiğini dile getirmiş; olayların araştırılmasını, kendisine yönelen tehditler için gerekli önlemlerin alınmasını talep etmiştir.

12. Başvurucu, aynı husustan dolayı -Cumhuriyet Başsavcılığına verdiği şikâyet dilekçesini de ekleyerek- ailesi ve kendisinin can güvenliğinden endişe ettiğinden bahisle güvenliğinin sağlanması için 8/9/2004 tarihli dilekçeleriyle Bornova ve Konak Kaymakamlıklarına ayrı ayrı başvuruda bulunmuştur.

13. Başvurucu 30/9/2004 tarihinde İçişleri Bakanlığına da başvurmuş ve can güvenliğinin sağlanması için gerekli önlemlerin alınmasını talep etmiştir.

14. İçişleri Bakanlığınca 5/11/2004 tarihinde başvurucuya, kendisine koruma sağlanabilmesi için ilgili valiliğe başvurması gerektiği bildirilmiştir.

15. Başvurucu 19/9/2004 tarihinde Bornova Emniyet Müdürlüğüne davet edilmiştir. Burada şikâyeti ile ilgili ifadesi alınmış, kendisine Müdürlükte çalışan görevlilerin telefon numaraları verilerek şüpheli bir durum ve kişilerle karşılaştığında bilgi vermesi istenmiş; ayrıca sık aralıklarla ev adresinin görevli ekipler tarafından kontrol edileceği bildirilmiştir. Başvuru formunda, bu görüşme sırasında talebinin Valilik makamına iletileceğinin ve korunması ile ilgili kararın Valilik makamınca değerlendirileceğinin kendisine söylendiği ancak bu konuda daha sonra herhangi bir bilgilendirmenin yapılmadığı hususu yer almaktadır.

16. Öte yandan Konak İlçe Emniyet Müdürlüğü de 3/11/2004 tarihli yazısıyla işyeri ve çevresinin ekiplerince kontrol edildiği hususunda başvurucuyu bilgilendirmiştir.

17. Başvurucu 10/12/2004 tarihinde işyerinden çıkarken, kimliği tespit edilemeyen bir kişinin silahlı saldırısı sonucu yaralanmıştır.

18. Ege Sağlık Hastanesi tarafından başvurucu hakkında düzenlenen kesin adli raporda şu hususlara yer verilmiştir.

"Hastanın 11/1/2005 günü yapılan muayenesinde: sol uyluk anteriorunda (dizden 12 cm. praximalinde) mermi giriş deliği; uyluk posteriorundaki (diz ardından 10 cm proximalinde) mermi çıkış deliği, (15) onbeş gün iş ve gücüne mani olarak (4) dört haftada iyileşmiştir.

..."

A. Olayla İlgili Ceza Soruşturmaları Süreçleri

1. Başvurucunun Tehdit Edilmesi ile İlgili Ceza Kovuşturması Süreci

19. Tehdit edildiği şikâyetiyle başvurucunun 7/9/2004 tarihinde Cumhuriyet Başsavcılığına yaptığı başvuru üzerine yürütülen soruşturma sonucunda düzenlenen 31/12/2004 tarihli iddianameyle, S.G.nin cezalandırılması talebiyle kamu davası açılmıştır. İddianamede şu hususlar kayıtlıdır:

"Müşteki [başvurucu] Abdülkadir Tayfun Alpay'ın 14.07.1998 tarihinde Gediz Caddesinde yaya olarak karşıdan karşıya geçmek üzereyken [S...] Uluslar arası Kara ve Deniz Taşımacılığı isimli firmaya ait aracın kendisine çarpması sonucu aracın sürücüsü [K.T.] hakkında ceza davası, aracın şirkete ait olması nedeniyle şirket sahibi [S.G.] hakkında da maddi ve manevi tazminat davası açtığı ve davaları kazanması üzerine müştekinin bürosuna gelerek yaptığı görüşme esnasında 'beni yıkanı bende yıkarım daha önce cezaevine girdim yine girerim' demek suretiyle tehdit ettiği, 2003 yılında yine sanığın müştekinin Alsancak'taki bürosuna gelerek görüştüğü esnada 'beni yıkanı ben de yıkarım' demek suretiyle tehdit ettiği, 06.09.2004 tarihinde ise müşteki adına finansbank tarafından gönderilmiş zarfın açılarak el yazısıyla 'ayağını denk al ve kendine dikkate et, sıra sende Tayfun bey' yazan imzasız mektupla tehdit edildiği, son olarak da 29.9.2004 tarihde müştekinin Alsancak'taki bürosunun po[s]ta kutusun[a] konulmuş zarfın üzerinde A. Tayfun Alpay zarfın içerisinde, 'bu sana ikinci ihtarım, her şeyin bedeli var sende bu bedeli ödeyeceksin Tayfun bey' yazılı imzasız mektupla tehdit edildiği yukarıda yazılı delillerden anlaşıldığından,

Sanığın yargılamasının mahkemenizde yapılarak eylemine uyan yukarıda yazılı sevk maddesi uyarınca cezalandırılmasına karar verilmesi kamu adına iddia ve talep olunur. 31.12.2004"

20. İzmir 14. Asliye Ceza Mahkemesi 26/10/2005 tarihli kararıyla, S.G.nin 2002 yılı Mayıs ayında ofisine gelerek başvurucuyu tehdit ettiğine ilişkin iddia dışında delil elde edilemediği, bürosuna gönderilen mektuplar üzerinde yaptırılan bilirkişi incelemesinden bu yazıların eli mahsulü olmadığının tespit edildiği ancak 2003 yılında başvurucunun bürosuna gelerek "Beni yakanı, ben de yakarım." demek suretiyle tehdit ettiğinin tanık ifadesi ile sabit olduğu gerekçesiyle bir ay hapis cezası ile cezalandırılmasına, cezanın 270 TL adli para cezasına çevrilmesine ve ertelenmesine karar vermiştir.

21. Anılan karar, temyiz incelemesi sonucunda Yargıtay 4. Ceza Dairesinin 5/11/2007 tarihli kararıyla onanarak kesinleşmiştir.

2. Başvurucunun Yaralanması ile İlgili Ceza Soruşturması ve Kovuşturması Süreci

22. Başvurucunun yaralanması ile ilgili olarak Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturmada 30/5/2005 tarihinde, başvurucuyu silahıyla yaralayan ve eşkâli "zayıf, uzun boylu, 1.80 boylarında" olarak tanımlanan şüphelinin kimliğinin tespit edilememesi nedeniyle bu kişi hakkındaki soruşturmanın tefriki ile ayrı bir soruşturma dosyası üzerinden yürütülmesine karar verilmiştir.

23. Yapılan soruşturma sonunda 30/5/2005 tarihinde, S.G. hakkında kasten yaralama suçuna azmettirmeden iddianame düzenlenmiştir.

24. İzmir 6. Asliye Ceza Mahkemesinde (Asliye Ceza Mahkemesi) görülen kamu davası sonucunda 12/10/2005 tarihinde, atılı suçu inkâr etmesi, olayın failinin yakalanamamış olması ve dosya kapsamına göre usulüne uygun tebligata rağmen duruşmaya gelmeyen başvurucunun ayrıca beyanının tespitine gerek görülmediği gerekçeleriyle S.G.nin beraatine karar verilmiştir. Söz konusu kararda olayın görgü tanığının anlatımına da yer verilmiştir. Görgü tanığının anlatımına göre, başvurucu kendisi ile görüşmeye gelen saldırganı, aradığı kişinin kendisi olmadığını söyleyerek işyerinden bir süreliğine uzaklaştırmayı başarmış ancak saldırganın bina çıkışındaki silahlı saldırısında yaralanmıştır.

25. Temyiz talebine ilişkin dilekçeyi inceleyen Asliye Ceza Mahkemesi 18/10/2005 tarihli kararıyla başvurucunun temyiz hakkı olmadığı gerekçesiyle talebinin reddine karar vermiştir.

26. Aynı günlü dilekçesiyle başvurucu, şikâyetinden feragat ettiğini Asliye Ceza Mahkemesine bildirmiştir.

27. Öte yandan Cumhuriyet Başsavcılığı 23/1/2007 tarihli müzekkeresi ile İzmir Emniyet Asayiş Şube Müdürlüğüne olayın failinin daimî olarak aranması talimatını vermiştir.

28. Cumhuriyet Başsavcılığı 6/7/2010 tarihinde yapılan tüm aramalara rağmen olayın failinin bulunamadığı, dava zamanaşımını kesen usule ilişkin bir işlemin yapılmadığı ve suçun nevi ve miktarına göre dava zamanaşımı süresinin dolduğu gerekçesiyle olay hakkında kovuşturmaya yer olmadığına dair karar vermiştir.

B. Olayla İlgili İdari Yargı Süreci

29. Başvurucu; yaşamına yönelik tehditlere maruz kaldığını, güvenliğinin sağlanması için başvurularına rağmen gerekli tedbirlerin alınmadığını, saldırının önlenememesi sonucu yaralanması nedeniyle iki ay süreyle mesleki faaliyetinden uzak kaldığını belirterek bu olaydan dolayı uğradığını ileri sürdüğü maddi ve manevi zararlarının giderilmesi talebiyle 12/9/2005 tarihinde İçişleri Bakanlığına karşı tam yargı davası açmıştır.

30. İzmir 1. İdare Mahkemesi (İdare Mahkemesi) 7/2/2007 tarihli kararıyla;

i. Anayasa'nın 125. maddesi uyarınca idarenin kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlü olduğu,

ii. İdarenin tazmin yükümlülüğünün doğabilmesi için hizmetin kötü ya da geç işletilmesinin, hiç işletilmemesinin, bunun sonucunda da idarenin hizmet kusurunun bulunması gerektiği,

iii. Başvurucunun 12/4/1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu kapsamında özel korumaya tabi kişilerden olmadığı,

iv. Başvurucunun güvenliği ile ilgili kaygılarını davalı idareye belirterek yaptığı başvurunun ardından idarenin 10/6/1949 tarihli ve 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu kapsamında işyeri ve ikameti çevresinde gerekli güvenlik tedbirleri aldığı,

v. Bu tedbirlerin alınmasına rağmen başvurucunun kimliği belirlenemeyen bir kişi tarafından silahla yaralanması nedeniyle idarenin hizmet kusurunun bulunduğundan bahsedilemeyeceği gerekçesiyle davanın reddine karar vermiştir.

31. Başvurucunun temyiz talebini inceleyen Danıştay Onuncu Dairesi (Onuncu Daire), yaralanma nedeniyle uğranılan maddi zararın hizmeti kusurlu işlettiği ortaya konulamayan idarece tazmin edilmesine olanak bulunmadığı ancak başvurucunun yaralanması olayı dışında can güvenliğinin ve vücut bütünlüğünün ciddi tehdit altında olduğu sabit iken olayın ciddi görülmeyerek başvurusunun ivedilikle sonuçlandırılmaması nedeniyle oluşan sıkıntı ve üzüntünün giderilmesi amacıyla manevi tazminata hükmedilmesi gerektiği gerekçesiyle söz konusu kararın bozulmasına karar vermiştir.

32. Bozma kararına uyan İdare Mahkemesi 16/2/2012 tarihli kararıyla;

i. Kişilerin can ve mal güvenliğinin korunmasının devletin asli görevi olduğu, idarenin bu görevi yerine getirmek, kamu düzeni ve esenliği sağlamak üzere kolluk örgütünü kurması, gerekli araç ve olanakları sağlaması, yeterli önlemleri zamanında alması gerektiği, risk taşıyan kolluk hizmetlerinin önceden haberdar olunan durumlar dışında genel nitelikli önlemler alınarak yürütülmesinin olağan yol olduğu,

ii. Buna göre idarenin önceden haberdar edildiği ve özel önlem alması gereken durumlar dışında münferit olaylardan kaynaklanan zararları tazmin yükümlülüğünün bulunmadığı,

iii. 5442 sayılı Kanun ile 4/7/1934 tarihli ve 2559 sayılı Polis Vazife ve Salâhiyet Kanunu'nun genel anlamda güvenliğin sağlanması konusunda valilikler ile kolluğa görev verildiği,

iv. 3713 sayılı Kanun'un 20. maddesinde sayılan kişiler ile terör örgütlerinin açık hedefi hâline gelenler yönünden özel bir düzenleme yapılarak bu kişiler hakkında koruma tedbiri alınmasının devletin görevi olduğu yönünde düzenleme yapıldığı,

v. Bu hükümde sayılan kişiler dışında mevzuatın özel koruma öngörmediği,

vi. Somut olayda davalı idarenin başvurucunun bilgilendirmesi üzerine gerekli ve yeterli tedbirleri aldığı, yaralanma olayının bu tedbirlerin alınmasından sonra gerçekleştiği,

vii. Buna göre yaralanma nedeniyle meydana geldiği ileri sürülen maddi zararın hizmetin kusurlu işletildiğinden bahisle tazminine olanak bulunmadığı,

viii. Ancak başvurucunun can güvenliği ve vücut bütünlüğünün ciddi tehdit altında olduğu sabit iken olayın ciddi görülmeyerek başvurusundan iki ay gibi bir sürenin sonunda önlem alınmış olması nedeniyle eksik ve kusurlu işletilen kolluk hizmeti nedeniyle çekilen manevi sıkıntının tazmin edilmesi gerektiği gerekçeleriyle başvurucunun 30.000 TL manevi tazminat talebinin takdiren 10.000 TL'lik kısmının kabulüne karar vermiştir.

33. Tarafların temyiz talebi üzerine dosyayı yeniden inceleyen Onuncu Daire 1/7/2013 tarihinde söz konusu kararı onamıştır.

34. Tarafların kararın düzeltilmesi kanun yoluna yaptığı başvurunun 25/6/2014 tarihinde reddolunmasıyla karar kesinleşmiştir.

35. Başvurucu 15/9/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

36. 3713 sayılı Kanun’un “Koruma tedbirleri" kenar başlıklı 20. maddesinin 29/6/2006 tarihli ve 5532 sayılı Kanun'un 14. maddesi ile değiştirilmeden önceki hâli şöyledir:

 “Koruma tedbirleri

MADDE 20. — Terör ve anarşi ile mücadelede görev veren veya bu görevi ifa eden adlî, istihbarı, idarî ve askerî görevliler, zabıta amir ve memurları, Ceza ve Tevkif evleri Genel Müdürü ve Genel Müdür Yardımcıları, terör suçlularının muhafaza edildiği ceza ve tutukevlerinin savcıları ve müdürleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri hâkim ve savcıları ile bu görevlerinden ayrılmış olanlar ve terör örgütlerinin açık hedefi haline gelen veya getirilenler ile suçların aydınlatılmasında yardımcı olan tanık ve ihbarcılar hakkında gerekli koruma tedbirleri Devlet tarafından alınır.

Bu koruma tedbirleri; talep halinde estetik cerrahî yoluyla fizyolojik görünümün değiştirilmesi dahil, nüfus kaydı, ehliyet, evlenme cüzdanı, diploma ve benzeri belgelerin değiştirilmesi, askerlik işleminin düzenlenmesi, menkul ve gayrimenkul mal varlıklarıyla ilgili hakları, sosyal güvenlik ve diğer hakların korunması gibi hususlarda düzenleme yapılır.

Bu tedbirlerin uygulanmasında, İçişleri Bakanlığı ile ilgili diğer kurum ve kuruluşlar gerekli her türlü gizlilik kurallarına uymak zorundadırlar.

Koruma tedbirleriyle ilgili esas ve usuller Başbakanlıkça çıkarılacak bir yönetmelik ile belirlenir.

Yukarıda sayılanlardan kamu görevlileri, görevlerinden ayrılmış olsalar dahi terör suçluları tarafından kendilerine veya eş ve çocuklarının canına vuku bulan bir taarruzu savmak için silah kullanmaya yetkilidirler.”

37. Olay tarihinde yürürlükte olan 30/7/1999 tarihli ve 4422 sayılı Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele Kanunu'nun "Tanığın ve görevlilerin korunması" kenar başlıklı 7. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkraları şöyledir:

"...

Tanığın dinlenmek suretiyle kimliğinin açıklanması gerektiğinde, tanık hakkında 12.4.1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun 20 nci maddesindeki hükümlerin uygulanmasına karar verilebilir.

Yukarıdaki fıkralarda yer alan hükümler, muhbirler ve bu Kanunun kapsamına giren suçlara ait istihbaratta veya soruşturulmasında görev alan kolluk amir ve memurları hakkında da uygulanır, kimlik bilgileri ile görevine ve özel hayatına ilişkin bilgiler hiç bir şekilde açıklanmaz.

..."

38. 5442 sayılı Kanun'un 11. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

" A) Vali, il sınırları içinde bulunan genel ve özel bütün kolluk kuvvet ve teşkilatının amiridir. Suç işlenmesini önlemek, kamu düzen ve güvenini korumak için gereken tedbirleri alır. Bu maksatla Devletin genel ve özel kolluk kuvvetlerini istihdam eder, bu teşkilat amir ve memurları vali tarafından verilen emirleri derhal yerine getirmekle yükümlüdür.

...

C) İl sınırları içinde huzur ve güvenliğin, kişi dokunulmazlığının, tasarrufa müteaallik emniyetin, kamu esenliğinin sağlanması ve önleyici kolluk yetkisi valinin ödev ve görevlerindendir.

Bunları sağlamak için vali gereken karar ve tedbirleri alır.

..."

B. Uluslararası Hukuk

39. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (Sözleşme) "İnsan haklarına saygı yükümlülüğü" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

"Yüksek Sözleşmeci Taraflar kendi yetki alanları içinde bulunan herkesin, bu Sözleşme'nin birinci bölümünde açıklanan hak ve özgürlüklerden yararlanmalarını sağlarlar."

40. Sözleşme'nin "Yaşam hakkı" kenar başlıklı 2. maddesinin (1) numaralı fıkrasının ilgili bölümü şöyledir:

" Herkesin yaşam hakkı yasayla korunur."

41. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Sözleşme'nin 2. maddesi kapsamında devleti yalnızca kasten ve yasaya aykırı biçimde ölüme sebebiyet vermekten kaçınma yükümlülüğü altına sokmamakta, aynı zamanda egemenliği altındaki kişilerin yaşamını korumak konusunda gerekli tedbiri almakla da yükümlü tutmaktadır (L.C.B/Birleşik Krallık, B. No: 23413/94, 9/6/1998, § 36).

42. Devletin yaşam hakkı alanındaki pozitif yükümlülükleri olarak nitelendirilen bu yükümlülükleri, etkili ve caydırıcı bir ceza hukuku sistemini yürürlüğe koymak ve bu sistemi etkin bir şekilde uygulanmasını sağlayacak adli bir mekanizma kurmak suretiyle yaşam hakkını koruma şeklindeki temel görevinin ötesine geçen sorumlulukları içermektedir. Bu bağlamda AİHM, Sözleşme'nin 2. maddesinin tanımlanmış belli koşullar altında bireyin yaşamına yönelik olarak üçüncü kişilerin eylemlerinden kaynaklanan tehditlerin ortadan kaldırılması konusunda koruyucu tedbirlerin alınması yükümlülüğünün de Sözleşmenin 2. maddesinin gereklerinden olduğunu değerlendirmektedir (Osman/Birleşik Krallık [BD], B. No: 23452/94, 28/10/1998, § 115; R.R. ve diğerleri/Macaristan, B. No: 19400/11, 4/12/2012,§ 28).

43. Ancak AİHM, Sözleşme'nin 2. maddesi kapsamında görülen bu yükümlülüğün kişilere yönelik her türlü şiddet olasılığını önleme yönünde bir pozitif yükümlülüğe işaret etmediğini belirtmektedir (Tanrıbilir/Türkiye, B. No: 21422/93, 16/11/2000, § 71; Choreftakis ve Choreftaki/Yunanistan, B. No: 46846/08, 17/1/2012, § 46).

44. AİHM, bu yükümlülüğün kamu makamlarına aşırı ve imkânsız bir yük yüklenilmesi şeklinde yorumlanamayacağını öngörmektedir. Buna paralel olarak kişilerin yaşamına yönelik her tehdidin kamu makamlarını bu riskin gerçekleşmesini önleyici tedbirleri alma yükümlülüğü altına sokmadığını kabul etmektedir. AİHM'e göre kişiye karşı işlenen suçları önleme ve bastırma yükümlülükleri bağlamında yaşam hakkının korunmasına ilişkin pozitif yükümlülüklerin ihlal edildiği iddiaları gündeme geldiğinde ilgililerin öncelikle kamu makamlarının belli bir zamanda üçüncü kişilerin suç teşkil eden eylemleriyle belli bir kişi veya kişilerin yaşamlarına yönelik gerçek ve yakın bir tehlike altında olduklarını bildikleri veya bilmeleri gerektiğini, buna rağmen bu riski ortadan kaldırmak için imkânları dâhilinde kalan ve makul olarak kendilerinden almaları beklenebilecek önlemleri almadıkları konusunda AİHM'i ikna etmesi gerekir. AİHM'e göre 2. maddenin Sözleşme kapsamında taşıdığı temel önem dikkate alındığında başvurucunun bu bağlamda kamu makamlarının bildikleri veya bilmeleri gereken, yaşamına yönelik gerçek ve yakın bir riski ortadan kaldırmak için kendilerinden makul olarak yapmaları beklenebilecekleri yapmadıklarını kanıtlaması yeterlidir. Bu sorun incelenen her olayın kendine has koşulları ışığında yanıtlanabilecek bir husustur (Osman/Birleşik Krallık, §§ 115, 116; R.R. ve diğerleri/Macaristan, § 29).

V. İNCELEME VE GEREKÇE

45. Mahkemenin 29/11/2018 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları

46. Başvurucu, yaşamına yönelik ciddi ve yakın tehditlere ilişkin yetkili kamu makamlarını bilgilendirerek önlem almalarını talep ettiği hâlde söz konusu makamların hareketsiz kalması sonucunda silahlı saldırıya maruz kaldığını iddia etmektedir. Başvurucu uyuşmazlığı ele alan ilgili yargısal mercilerin söz konusu makamların saldırıyı önlemede yeterli tedbirleri aldıkları sonucuna varmalarına gerekçe olarak işyeri ve çevresinin kontrol edilmesini göstermelerine rağmen önceki aşamalarıyla değerlendirilmesi gereken ve tehlike olma durumundan çıkarak saldırıya dönüşme potansiyeli olduğunun işaretlerini çok öncesinden bariz şekilde veren olayın gerçekleşmesinin önüne geçilebilmesi için bu önlemin yeterli olup olmadığı ile değilse başkaca önlemlerin alınmasının gerekli olup olmadığının değerlendirilmediğini ileri sürmüştür. Başvurucu bunun yanında olay dolayısıyla açtığı söz konusu davanın ancak dokuz yılın sonunda ve yetersiz tazminat miktarına hükmolunmasıyla sonuçlandığını belirterek yaşam hakkı, kötü muamele yasağı ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

B. Değerlendirme

47. Anayasa’nın “Kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı” kenar başlıklı 17. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir."

48. Anayasa'nın “Devletin temel amaç ve görevleri” kenar başlıklı 5. maddesinin ilgili bölümü şöyledir:

 “Devletin temel amaç ve görevleri, … Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.”

1. Uygulanabilirlik Yönünden

49. Başvuruda öncelikle yaşam hakkını güvence altına alan Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrasının uygulanabilirliği sorununun değerlendirilmesi gerekir.

50. Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihadına göre bir olayda yaşam hakkına ilişkin ilkelerin uygulanabilmesi için gerekli şartlardan biri doğal olmayan bir ölümün gerçekleşmesi olmakla birlikte bazı durumlarda ölüm gerçekleşmese dahi olayın yaşam hakkı çerçevesinde incelenebilmesi mümkündür (Mehmet Karadağ, B. No: 2013/2030, 26/6/2014, § 20).

51. Ölümle sonuçlanmayan bir olaya ilişkin başvuru da somut olayın koşulları dikkate alınarak -mağdura karşı gerçekleştirilen eylemin niteliği ve failin amacı gibi- yaşam hakkı kapsamında incelenebilir (Yasin Ağca, B. No: 2014/13163, 11/5/2017, § 109).

52. Bu değerlendirme yapılırken eylemin potansiyel olarak öldürücü niteliğe sahip olup olmadığı ile maruz kalınan eylemin mağdurun fiziki bütünlüğü üzerindeki sonuçlarının değerlendirilmesi önem taşımaktadır (Yasin Ağca, § 110).

53. Somut olayda başvurucu, adli merciler önündeki istikrarlı beyanına göre 2002 yılı Mayıs ayı ile2004 yılı Eylül ayı arasında -kısa sayılmayacak bir zaman içinde- yaşamına yönelik tehditlere maruz kalmıştır. 6/9/2004 tarihinde adına gönderilen zarftan çıkan, el yazısıyla yazılmış notta "Ayağını denk al ve kendine dikkat et, sıra sende Tayfun Bey.", 29/9/2009 tarihinde posta kutusuna bırakılan zarfta ise yine el yazısıyla "Bu sana ikinci ihtarım her şeyin bir bedeli var, sen de bu bedeli ödeyeceksin TayfunBey." ifadelerinin yer aldığı anlaşılmaktadır. Bu ifadelerin -makul olarak- başvurucunun yaşamına kastedildiği şeklinde yorumlanması olanaklıdır. Öte yandan başvurucunun bu tehditlerden kısa bir süre sonra 10/12/2004 tarihinde silahlı saldırı sonucunda yaralandığı hususu da sabittir. Başvurucu olay günü ilgili makamlara verdiği ifadesinde ve bireysel başvuru formunda, kimliği meçhul kişinin silahlı saldırısına devam ederek hedeflediği ölüm sonucunu gerçekleştirememesine, kendisinin binadaki asansöre binerek anlık olarak olay yerinden uzaklaşmayı başarabilmesi ve vurulduğunu çevrenin fark etmesi sonucu yakalanmamak için kaçmak zorunda kalmasının neden olduğunu belirtmiştir.

54. Başvurucuya yönelik saldırının silahla gerçekleştirilmesi, başvurucunun yaralanması ile olayın gerçekleşmesindeki diğer faktörler saldırının potansiyel olarak öldürücü bir niteliği olduğunu ortaya koymaktadır. Eylemin potansiyel olarak öldürücü niteliğe sahip olması ile mağdurun fiziki bütünlüğü üzerindeki sonuçları gözönünde bulundurulduğunda başvurunun yaşam hakkı çerçevesinde incelenmesi gerektiği sonucuna ulaşılmaktadır.

2. İncelemenin Kapsamı Yönünden

55. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16).

56. Somut olayda başvurucu, maruz kaldığı silahlı saldırının öncesinde yaşamına yönelik gerçek ve yakın bir tehdidin bulunduğu hususunda ilgili kamu makamlarını bilgilendirdiğini ancak bu makamların yaşamını korumak için kendilerinden makul olarak beklenebilecek uygun ve yeterli önlemleri almadıklarını ileri sürmektedir. Öte yandan başvurucu, idari yargı organlarınca görülen tazminat davasının uzun sürmesinden ve hükmolunan tazminat tutarının yetersiz olduğundan da şikâyet etmektedir. Bununla birlikte başvurucunun kendisini yaralayan ve tehdit eden kişilerle ilgili olarak yürütülen ceza soruşturması ve kovuşturması sürecine yönelik spesifik bir şikâyetinin olmadığı anlaşılmaktadır.

57. Dolayısıyla başvurunun yaşama kastedilen olayla ilgili olarak öncesinde yetkili makamlar tarafından gerekli önlemler alınmaması ile olay sonucu uğranıldığı ileri sürülen zararların yargısal merciler tarafından geç ve yeterli şekilde giderilmemesi şikâyetleri ile ilgili olarak devletin yaşamı koruma yükümlülüğü bağlamında incelenmesi gerekmektedir.

58. Başvurucu, idari yargı makamları önünde görülen davanın uzun sürmesi nedeniyle Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkının ihlal edildiği ileri sürmüşse de bu iddiaların yaşam hakkının usul boyutu kapsamında olduğu değerlendirildiğinden bu hususta ayrı bir inceleme yapılmasına gerek görülmemiştir.

3. Kabul Edilebilirlik Yönünden

59. Devletin Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkı kapsamında, negatif bir yükümlülük olarak yetki alanında bulunan hiçbir bireyin yaşamına kasıtlı ve hukuka aykırı olarak son vermeme, bunun yanı sıra pozitif bir yükümlülük olarak yine yetki alanında bulunan tüm bireylerin yaşam hakkını gerek kamusal makamların gerek diğer bireylerin gerekse kişinin kendisinin eylemlerinden kaynaklanabilecek risklere karşı koruma yükümlülüğü bulunmaktadır (Serpil Kerimoğlu ve diğerleri, B. No: 2012/752, 17/9/2013, §§ 50, 51). Bir kişinin yaşamına yönelik gerçek ve yakın bir tehlikenin bulunduğunun kamu makamlarınca bilindiği ya da bilinmesi gerektiği durumlarda makul ölçüler çerçevesinde kamu makamlarının bu tehlikenin gerçekleşmesini önleyebilecek şekilde önlem alması gerekir (Serpil Kerimoğlu ve diğerleri,§ 53).

60. Anılan yükümlülükler -her bir somut olay için ayrıca değerlendirilmesi gereken belli bazı koşullar altında- bir olayda ölüm meydana gelmemiş olsa dahi devlet açısından geçerli olabilecektir. Bu bağlamda devletin üçüncü kişilerin bir kişinin yaşamının doğrudan risk altına girmesine ve potansiyel olarak ölmesine yol açabilecek nitelikteki eylemlerine ya da öldürücü bir hastalığa maruz kalmasına engel olabilecek tedbirleri almadığı durumlarda o kişi ölmemiş olsa dahi yaşamı koruma yükümlülüğü ve bununla bağlantılı olarak bu duruma yol açtığı ileri sürülen eylem ve ihmallerin etkili bir şekilde soruşturulması yükümlülüğü doğabilecektir (İlker Başer ve diğerleri, B. No: 2013/1943, 9/9/2015, § 37).

61. Anayasa Mahkemesinin yaşam hakkı kapsamında devletin sahip olduğu pozitif yükümlülükler açısından benimsediği temel yaklaşıma göre devletin sorumluluğunu gerektirebilecek şartlar altında gerçekleşen ölüm olaylarında Anayasa’nın 17. maddesi devlete, elindeki tüm imkânları kullanarak bu konuda ihdas edilmiş yasal ve idari çerçevenin yaşamı tehlikede olan kişileri korumak için gereği gibi uygulanmasını ve bu hakka yönelik ihlallerin durdurulup cezalandırılmasını sağlayacak etkili idari ve yargısal tedbirleri alma görevi yüklemektedir. (Serpil Kerimoğlu ve diğerleri, § 52).

62. Somut olayda başvurucu, yaşamına ve vücut bütünlüğüne yönelik olarak gerçek ve yakın bir tehlikenin varlığı konusunda kamu makamlarını bilgilendirdiği hâlde silahlı bir saldırıya maruz kaldığını ileri sürmektedir.

63. Mevcut başvuruda, yetkililerin başvurucunun yaşamına yönelik ciddi boyutlara ulaşan bir tehlikenin varlığından haberdar oldukları konusunda bir şüphe ve tartışma bulunmamaktadır. Olayla ilgili olarak idari makamların bazı önlemler aldığı, olayın faillerinin tespiti ve başvurucunun zararlarının giderimi için iki ayrı yargı kolu üzerinden yargılamaların yapıldığı anlaşılmaktadır.

64. Bireysel başvuru yoluyla hak ihlali iddialarının incelenmesinde idare ve derece mahkemeleri tarafından başvurucu lehine bir tedbir ya da kararın alınması suretiyle ihlalin tespit edildiği, verilen karar ile bu ihlalin uygun ve yeterli biçimde giderildiğinin anlaşıldığı durumlarda ilgilinin mağdur sıfatının ortadan kalktığı Anayasa Mahkemesince kabul edilmektedir. Bu iki koşul yerine getirildiği takdirde bireysel başvuru mekanizmasının ikincil niteliği dolayısıyla Anayasa Mahkemesinin inceleme yapmasına gerek kalmamaktadır. Bu kapsamda Anayasa’nın 17. maddesine ilişkin şikâyetler açısından gerektiğinde yürütülecek kapsamlı bir ceza soruşturmasını müteakip makul bir tazminata hükmedilmesi ile sonuçlanan idari dava yolu, mağdur sıfatını ortadan kaldırabilecek etkili bir başvuru yoludur (Serpil Kerimoğlu ve diğerleri, §§ 61, 74; Sadık Koçak ve diğerleri, B. No: 2013/841, 23/1/2014, § 83; İlker Başer ve diğerleri, § 46).

65. Mağdur sıfatının ortadan kalkması, özellikle ihlal edildiği ileri sürülen hakkın niteliği ve ihlali tespit eden kararın gerekçesi ile bu kararın ardından ilgili açısından uğranıldığı ileri sürülen zararların varlığını devam ettirip ettirmediğine bağlıdır. Başvuruculara sunulan telafi imkânının uygun ve yeterli olup olmadığı kararı, söz konusu temel hak ve özgürlüğün ihlalinin niteliği gözönünde bulundurularak dava koşullarının tamamının değerlendirilmesi sonucunda verilebilecektir. Bu çerçevede bir başvurucunun mağdur sıfatı, Anayasa Mahkemesi önünde şikâyet ettiği durum için aynı zamanda idari veya yargısal bir kararla kendisine ödenmesine karar verilen tazminata da bağlı olabilecektir (Sadık Koçak ve diğerleri, § 84 ; İlker Başer ve diğerleri, § 47 ).

66. Başvuru konusu olayda başvurucunun tehdit edildiğini ilgili idari makamlara bildirmesi üzerine güvenlik güçleri tarafından başvurucunun evi ve işyeri etrafında bazı tedbirlerin alındığının ilgili adli makamlarca kabul edildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca başvurucunun tehdit edildiğini bildirmesi üzerine Cumhuriyet Başsavcılığının bu konuda bir soruşturma başlattığı da görülmektedir. Ancak bu önlemler nihayetinde başvurucuya yönelik tehdidin ortadan kaldırılmasına ve silahlı saldırının gerçekleştirilmesine engel olamamıştır. Başvurucuyu tehdit ettiği ileri sürülen S.G. hakkında yapılan yargılama sonucunda eylemi sabit görülerek S.G.nin bir ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına karar verilmiş; ceza, adli para cezasına çevrilerek ertelenmiştir. Öte yandan başvurucunun yaralanması ile ilgili olarak saldırgan hakkında daimî arama kararı çıkarılmış, suçun zamanaşımı süresinin dolmasının ardından Cumhuriyet Başsavcılığınca olay hakkında kovuşturmaya yer olmadığına karar verilmiştir. Saldırganı azmettirdiği iddiasıyla S.G. hakkında yürütülen yargılama sonucunda ise üzerine atılı fiili işlediğinin sabit bulunmadığı gerekçesiyle adı geçenin beraatine karar verilmiştir.

67. Başvurucunun yaralanmasından dolayı meydana geldiğini ileri sürdüğü zararların giderimi için açtığı davada; tehditler üzerine idarenin başvurucunun güvenliğini sağlamaya yönelik birtakım önlemler aldığı, olayın bu önlemlerin alınmasının ardından gerçekleştiği, böylelikle idarenin olayla ilgili hizmet kusurunun bulunmadığı ancak önlemlerin geç alınması nedeniyle başvurucunun bu zaman zarfında korku ve endişe içinde yaşamasına yol açıldığı gerekçesiyle manevi tazminat talebinin bir kısmının kabulüne karar verilmiştir.

68. Buna göre kararlarıyla derece mahkemelerinin yalnızca başvurucuya yönelik bir tehdidin varlığını tespit edebildikleri görülmektedir. Her ne kadar olaya ilişkin bazı idari önlemlerin alındığının belirtildiği gözlenmekte ise de bu aşamada, başvurucuya yönelik tehlikenin gerçekleştiği dikkate alındığında bu önlemlerin başarılı olduğunun söylenemeyeceği ile yetinilmesi gerekir. Öte yandan gerek idari yargı yerleri gerekse ceza yargısı mercilerince yapılan incelemeler sonucunda başvurucunun yaralanmasına yol açan olayın gerçekleşme koşullarının ortaya konulamadığı tespit edilmektedir. Başvurucunun tazminat taleplerinin de kısmen kabul edildiği dikkate alındığında somut olayda başvurucunun mağdur sıfatının ortadan kalkmadığı sonucuna varılmaktadır.

69. Açıklanan gerekçelerle açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan yaşam hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

4. Esas Yönünden

70. Yaşam hakkının korunmasına ilişkin Anayasa Mahkemesinin benimsediği temel ilkeler çerçevesinde somut olayda, kamu makamlarının kendilerine bildirilen ve yaşama yöneldiğinde, gerçek ve yakın olduğunda bir tereddüt bulunmayan tehdit ile ilgili olarak tehlikenin ortadan kaldırılması için imkânları dâhilinde kalan ve makul olarak kendilerinden almaları beklenebilecek tüm önlemleri alıp almadığının belirlenmesi gerekir (bkz. §§ 59, 60).

71. Bu kapsamda yetkililerin söz konusu pozitif yükümlülüklerinin mutlak/koşulsuz olmadığını ifade etmek gerekir. Yaşama yönelik varsayılan her tehdit yetkilileri riski önlemek için özel önlemler almaya zorlamaz. Özel önlemler alma yönünde bir görev, sadece yetkililerin yaşama yönelik gerçek ve yakın bir riskin bulunduğunu bildikleri ya da bilmeleri gerektiği, yetkililerin durum üzerinde belirli derecede hâkimiyetlerinin bulunduğu hâllerde ortaya çıkar.

72. Bunun yanında yaşam hakkının gerektirdiği korumaya ilişkin pozitif yükümlülüklerin yerine getirilmesi kapsamında alınacak tedbirlerin belirlenmesi, idari ve yargısal makamların takdirinde olan bir husustur. Hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması adına pek çok yöntem benimsenebilir ve mevzuatta düzenlenmiş herhangi bir tedbirin yerine getirilmesinde başarısız olunsa bile söz konusu pozitif yükümlülükler diğer bir tedbir ile yerine getirilebilir (Bilal Turan ve diğerleri,B. No: 2013/2075, 4/12/2013, § 59).

73. Diğer taraftan söz konusu pozitif yükümlülük modern toplumların güvenliğini sağlamadaki zorlukları, insan davranışlarının öngörülemezliğini ve belirli bir faaliyete ilişkin tercihlerin önceliklere ve kaynaklara göre yapılması gerektiğini akılda tutarak yetkililere imkânsız veya aşırı bir sorumluluk yüklemeyecek şekilde yorumlanmalıdır (Serpil Kerimoğlu ve diğerleri, § 53).

74. Somut olay bu bağlamda değerlendirildiğinde ilgili idari makamların başvurucunun farklı tarihlerde defaatle bildirmesiyle tüm aşamalarından haberdar oldukları tehdide ilişkin güvenliğin sağlanması yönündeki talepleri, yakın koruma sağlanması şeklinde değerlendirdikleri anlaşılmaktadır. Adli makamlar da meseleyi sadece yakın koruma sağlanması ile ilgili olarak değerlendirmişler ve söz konusu mevzuatta -olay tarihinde yürürlükte olduğu şekliyle- yalnızca belli görevlerde bulunmuş kişiler yönünden özel koruma tedbirlerinin öngörüldüğünü, bunun dışında açık bir düzenlemenin olay tarihinde bulunmadığını tespit etmekle yetinmişlerdir.

75. Bu noktada Anayasa Mahkemesi güvenliğin sağlanması konusunda 5442 sayılı Kanun'un il valilerine tanıdığı genel yetkiler kapsamında, ihtiyaç olunması hâlinde yakın koruma da dâhil olmak üzere olayın koşullarının gerektirdiği özel önlemlerin alınabilmesinin 3713 sayılı Kanun ile 4422 sayılı Kanun'un açıkça saydığı kişiler dışındakiler için de makul şartlar altında mümkün olup olmayacağı konusunda bir değerlendirme yapmayacaktır. Burada sadece İçişleri Bakanlığının başvurucunun güvenliğinin sağlanması talebiyle yapmış olduğu başvurusunu koruma talebiyle ilgili olarak valilik makamına başvurması gerektiği yönündeki 5/11/2004 tarihli yazıyla cevaplandırdığı ve öte yandan başvurucunun 19/9/2004 tarihinde Bornova İlçe Emniyet Müdürlüğü görevlileriyle yaptığı görüşmede korunma talebi hakkındaki değerlendirmenin Valilikçe yapılacağının kendisine söylendiği ve aynı Emniyet Müdürlüğünün İzmir Valiliğine yazdığı 20/9/2004 tarihli yazıda, başvurucunun bu ifadesiyle paralel olarak güvenliğinin sağlanması ve korunması talebi ile ilgili evrakın değerlendirilmek üzere gönderildiği hususuna yer verildiği ifade edilecektir.

76. Valiliğin makamlarına iletilen güvenlik kaygısı ve koruma talebiyle ilgili olarak aldığı önlemler konusunda derece mahkemelerinin dosyasına yansıyan herhangi bir bilgi ve belge Anayasa Mahkemesince tespit edilememiştir. Dolayısıyla ilgili mevzuatın yakın koruma tedbiri uygulamasına imkân vermediğine ilişkin idari makamların bir değerlendirmelerinin bulunduğu ve bu nedenle söz konusu tedbiri uygulamadıklarının söylenebileceği bir durum somut olay bakımından söz konusu değildir.

77. Kaldı ki Anayasa Mahkemesi, olaya ilişkin değerlendirmesinde öncelikle kamu makamları tarafından tehlikeye karşı kullanılmasına başvurulan önleme yöntemini ele alacak ve söz konusu yöntemi tehlikeyi bertaraf etmede -olayda saldırının gerçekleşmesinden bağımsız olarak- yetersiz nitelikte görür ise bu aşamadan sonra somut olayda yakın koruma sağlamanın veya önlemeye ilişkin olarak başka bir yöntemin uygulanmasının gerekip gerekmediğinin incelenmesine gerek kalmayacaktır.

78. Bu tür olaylarda idarenin söz konusu tehditle ilgili olarak aldığı önlemlerin yeterliliğinin ancak bu tehditin fiiliyata dönüşmesinin engellenmesi ile ölçülebileceği gözetildiğinde fiilî saldırının gerçekleştiği somut olayda tehdide karşı alınan önlemlerin başarısından bahsedilmesinin ne derece olanaklı olduğu hususu tartışmalıdır. Bununla birlikte tehlikeye karşı başvurulan bir önlemin yeterliliğinin tek başına eylemin gerçekleşip gerçekleşmediği ile ölçülmesi, modern toplumlarda güvenliğin sağlanmasındaki zorlukların ve kişilerin öngörülemez davranışlarının görmezden gelinmesi anlamına gelebilir. Bu, aynı zamanda idarenin güvenlik hizmetlerine ilişkin tercihlerini önceliklere ve kaynaklara göre yaptığı gerçeğinin ıskalanmasına, idari otoritelere imkânsız veya olağanın ötesinde bir sorumluluk yüklenmesine yol açabilecektir. Dolayısıyla tehdit konusu eylemin gerçekleşmiş olmasının idarece alınan önlemlerin yeterli olup olmadığının denetlenmesinde ne derece dikkate alınacağı sorunu, incelenen her olayın kendine özgü koşulları ışığında yanıtlanabilecek bir husustur.

79. Yukarıda değinildiği üzere somut olayda adli makamlar, sadece bir tedbirin alınmış olduğunu dikkate almış; buna karşılık söz konusu tedbirin somut olaydaki tehdidin bertaraf edilmesi bakımından uygun ve yeterli olup olmadığını değerlendirmeden doğrudan daha üst düzey bir önlemin alınmasının gerekip gerekmediğine odaklanmışlardır. Bu noktada belirtilmelidir ki somut olayda derece mahkemeleri başvurucuya yönelik tehdidin önlenmesi bakımından saldırının gerçekleştiği işyeri ve çevresinin güvenlik güçlerince kontrol edilmesi tedbirinin alındığını belirtmiş iseler de bu kontrol uygulanmasının ne şekilde ve hangi sıklıkla yapıldığı hususuna tam bir açıklık getirmemişlerdir. Bununla birlikte ilgili güvenlik görevlilerince başvurucunun işyerinin çevresinde yapılacak kontrol uygulamasıyla eşkâli dahi bilinmeyen muhtemel saldırganın belirlenmesinin nasıl umulabildiği anlaşılamamaktadır. Nitekim olayın görgü tanığının ifadesine göre saldırgan, önce başvurucunun işyerinin bulunduğu binaya, ardından da işyerine girebilmiş; eylemden sonra daha -kolay kaçabilmek düşüncesiyle veya başka bir saikle- bina önünde bir süre başvurucunun dışarıya çıkmasını bekleyerek silahlı saldırısını gerçekleştirebilmiştir. Dolayısıyla saldırganın herhangi bir engel ve bir şekilde caydırıcılığı sağlayacak unsur ile karşılaşmadan, birbirini takip eden eylemlerini icra için harekete geçip bunları uygulamaya koyabildiği anlaşılmaktadır.

80. Ağır yaralanmasıyla sonuçlanan kazaya ilişkin olarak açtığı hukuk davasını kazanan başvurucuyu bu süreçte temsil eden avukatın aracının kurşunlandığının ve başvurucunun da aynı şekilde silahlı şiddet içeren bir saldırıya maruz kalacağı yönünde tehditler aldığının altı çizilmelidir. Bu koşullar gözetildiğinde kamu makamlarının başvurucuya yönelik olarak farklı tarihlerde ve farklı yöntemlerle dile getirilen bu tehditleri -ki ilgili ceza mahkemesi kararıyla sabit bulunduğu şekliyle bu tehditlerden biri saldırının gerçekleştiği iş yerinde yapılmıştır- ciddiyetle ele almaları, bu tehditlerin gerçekleştirilmesini engellemeye dönük kendilerinden beklenebilecek tüm önlemleri vakit kaybetmeksizin almaları ve aynı ciddiyetle uygulamaya koymaları gerektiği şüphe götürmez bir gerçektir.

81. Anayasa Mahkemesi, yetkili makamların tehdidi ciddiye alarak söz konusu kontrol uygulamasını titizlikle ve eksiksiz olarak yerine getirdikleri konusunda tatmin edici herhangi bir unsurun başvuru dosyasında yer almadığı kanaatine ulaşmıştır. Nitekim bu durum, ilgili adli makamlar tarafından da kısmen ve dolaylı olarak tespit edilmiş durumdadır. Söz konusu adli makamlar, başvurucunun can güvenliğinin ve vücut bütünlüğünün ciddi tehdit altında olduğu sabit iken olayın (tehdidin) ilgili kamu makamları tarafından ciddi görülmemesi nedeniyle başvurusunun ivedilikle sonuçlandırılmadığını kabul etmişler ancak silahlı şiddet tehlikesine karşı geç alındığı belirtilen bu kontrol önleminin ciddiyetle uygulanıp uygulanmadığı yönünde herhangi bir değerlendirme yapmamışlardır.

82. Ciddi olduğu değerlendirilen tehdidin bertaraf edilmesine ilişkin olarak yapılması kararlaştırılan kontrol uygulamasının geç işletilmesi, başka deyişle savsaklanması nedeniyle başvurucuda üzüntü ve sıkıntıya yol açıldığı kabul edildiği hâlde bu önlemin ciddiyetle uygulanıp uygulanmadığına yönelik inceleme yapılmamış olmasının bir çelişki olarak kabul edilmesi olanaklıdır.

83. Öte yandan tehdidin boyutunun ciddiyetine rağmen güvenlik güçlerinin ve ilgili adli makamların saldırının gerçekleşmesinden önce meseleyi önemle ele aldıklarını kişilere hissettirebilecek ve dolayısıyla silahlı saldırıya ilişkin caydırıcılığı sağlayabilecek şekilde, tehdidin şüphelisi konumunda olabilecek kişilerin ifadelerine başvurulması yöntemi dâhil şikâyetle ilgili işlemleri yeterli biçimde ve makul süratle gerçekleştirmedikleri görülmektedir.

84. Tüm bu hususlar bir arada değerlendirildiğinde başvurucunun yaşamına yönelik gerçek ve yakın bir tehlikenin varlığına, bu tehlikenin kamu makamları tarafından açıkça bilinmesine rağmen anılan makamların bu tehlikenin önlenmesi için imkânları dahilinde kalan ve makul olarak kendilerinden beklenebilecek önlemleri almak konusundaki pozitif yükümlülüklerine uygun davrandıkları söylenemeyecektir.

85. Bu noktada devletin yaşam hakkı kapsamındaki pozitif yükümlülüklerinin ayrıca usule ilişkin bir yönünün de bulunduğunun ifade edilmesi gerekir (Serpil Kerimoğlu ve diğerleri, § 54). Bu nedenle hukuki sorumluluğu ortaya koymak adına adli ve idari yargıda açılacak tazminat davalarında makul derecede ivedilik ve özen şartının yerine getirilmesi, dolayısıyla derece mahkemelerinin bu tür olaylara ilişkin yürüttükleri yargılamalarda Anayasa’nın 17. maddesinin gerektirdiği seviyede dikkatli ve derinlikli bir inceleme yapıp yapmadıklarının da değerlendirilmesi gerekmektedir. Zira derece mahkemeleri tarafından bu konuda gösterilecek hassasiyet yürürlükteki yargı sisteminin, daha sonra ortaya çıkabilecek benzer hak ihlallerinin önlenmesinde sahip olduğu önemli rolün zarar görmesine engel olacaktır (Perihan Uçar, B. No: 2013/5860, 1/12/2015, § 52).

86. Dolayısıyla somut olay, yaşam hakkına ilişkin etkili yargısal korumanın sağlanıp sağlanmadığı bakımından da değerlendirilmelidir. Olaya ilişkin tazminat davası, yaklaşık dokuz yıl sonra sonuçlandırılabilmiştir. Adli makamların değerlendirmelerindeki kabulün yukarıda ifade edilen yaşamı koruma yükümlülüğüne ilişkin ilkelerle bağdaşmamasının yanında bu makamların makul ivedilikle hareket etmek adına olaya gösterdikleri tepkinin derecesinin de yeterli olmadığı görülmüştür. Davanın ilerlemesine engel olan herhangi bir unsur ya da güçlük bulunmamaktadır. Ayrıca dava, yargılamanın bu derece uzun sürmesine sebebiyet verecek nitelikte bir karmaşıklığa da sahip değildir. Bu nedenle söz konusu davada, yaşam hakkı ihlallerinin önlenmesinde sahip olunan önemli rolün zarar görmesine engel olabilecek şekilde, makul ivedilikle hareket edildiği söylenemeyecektir.

87. Oysa bu konuda azami oranda hassasiyet gösterilmesi, kişilerin hukukun üstünlüğüne olan bağlılığını sürdürmesi ve adalete olan güvenin sarsılmaması açısından çok kritik bir öneme sahiptir.

88. Tüm açıklamalar ışığında somut olayda yaşama yönelik gerçek ve yakın bir tehlikeye karşı etkili yargısal tepki verme yükümlülüğünün yerine getirilmesinde başarı sağlanamadığı sonucuna varılmıştır.

89. Açıklanan gerekçelerle yaşam hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

C. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

90. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 50. maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:

 “(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

91. Başvurucu; yasal faizi ile birlikte 15.000 TL maddi, 70.000 TL manevi tazminata karar verilmesi talebinde bulunmuştur.

92. Başvuruda, yaşam hakkının ihlal edildiği sonucuna varılmıştır.

93. Yaşam hakkının ihlal edilmesi nedeniyle yalnızca ihlal tespitiyle giderilemeyecek olan manevi zararları karşılığında başvurucuya -derece mahkemesince 10.000 TL tazminata karar verildiği de gözetilerek- net 44.000 TL manevi tazminat ödenmesine karar verilmesi gerekir.

94. Anayasa Mahkemesinin maddi tazminata hükmedebilmesi için başvurucunun uğradığını iddia ettiği maddi zarar ile tespit edilen ihlal arasında illiyet bağı bulunmalıdır. Başvurucunun bu konuda herhangi bir belge sunmamış olması nedeniyle maddi tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerekir.

95. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 206,10 TL harç ve 1.980 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.186,10 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Yaşam hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasanın 17. maddesinin birinci fıkrasında güvence altına alınan yaşam hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Başvurucuya net 44.000 TL manevi tazminat ÖDENMESİNE, tazminata ilişkin diğer taleplerin REDDİNE,

D. 206,10 TL harç ve 1.980 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.186,10 TL yargılama giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE,

E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

F. Kararın bir örneğinin Danıştay Onuncu Dairesi (E.2007/4863) ve İzmir 1. İdare Mahkemesine (E.2005/1097) GÖNDERİLMESİNE,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 29/11/2018 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.