‘Basın, yönetenlere değil, yönetilenlere, yani halka hizmet etmek için vardır.’ Amerikan Yüksek Mahkemesi

Yaşanmış gerçek bir gazetecilik olayını konu alan bir sinema eseri olan ‘The Post’ isimli filmin başrol oyuncuları Meryl Streep ile Tom Hanks’dir. Baştan sona kadar temposunu, ritmini ve heyecanını koruyan, izleyenleri koltuklarında oturmaya mecbur eden film, gazeteci ve gazetecilik, basın özgürlüğü ve sorumluluğu, siyaset ve siyasetçi, hukuk ve hukukçu, ahlak, meslek dayanışması gibi değerler ve meslekler konusunda gerçekten ders verici, ilham verici, etkileyici, eğitici ve öğretici bir sinema yapıtıdır.

Yaşadığımız günün Türkiye’sinde hiçte iyi sınav vermeyen, genel anlamda özgürlük, özel olarak basın ve ifade özgürlüğü, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı, meslek dayanışması konularında zaaf içinde olan bir kısım siyasetçilerin, yargıç, savcı ve avukatların, gazetecilerin, sözde aydınların, inorganik entelektüellerin mutlaka ama mutlaka seyretmeleri ve eğer alabilir ise ders almaları gereken bir filmdir.

Sene 1971. Vietnam Savaşı’nı, kendisinden önceki Amerikan Başkanları John Fitzgerald Kennedy ile onun yerine geçen Lyndon Barry Johnson’dan devir alan ve Watergate Skandalı ile siyasi rakiplerini yasa dışı olarak dinlediğinin ortaya çıkması üzerine istifa etmek zorunda kalan Amerikan siyasetinin en çirkin figürlerinden birisi olan Richard Nixon iktidardadır.

Vietnam’da Ho Chi Minh duvarına çarpan Amerika, askeri yönden büyük kayıplar vermekte, her gün yüzlerce askerinin ölümüne tanıklık etmekte, halkın, özellikle gençliğin yoğun ve etkili protestoları karşısında zor zamanlar yaşamaktadır. Nixon yönetimi bu zor zamanları aşabilmek için yalana başvurmakta, savaşı kaybediyor olmasına rağmen, hemen her gün kazanıyoruz naraları atarak halkı aldatmaktadır.

Nedir zor zamanlar? Öğretide ifade edilen şekliyle hukuki olmaktan daha çok siyasal bir durumu ifade eden zor zamanlar; devletin gerçek veya hayali bir düşmana karşı harekete geçtiği, bu düşmanla baş edebilmek için temel hak ve özgürlükleri kısıtladığı, hukukun kişilere ve kurumlara sağladığı güvenceleri yok saydığı, bu amaçla sivil veya özel ya da resmi güçleri kullandığı, yargı organlarıyla işbirliği yaptığı zamanlardır.

Korkunun egemen olduğu böyle zamanlarda, sadece devletin karar alma mekanizmaları değil, toplumun hemen her kesimi korkunun ve onun arkasındaki tehdidin esiri haline gelir ve bu suretle her türlü baskıcı politikanın uygulanması, özgürlüklerin kısıtlanması ve hatta ihlal edilmesi hem kolaylaştırılır hem de haklılaştırılır.

Böylece seferber edilen baskı ve buna bağlı olarak yaratılan korku ile toplumun direnci ve sağduyusu köreltilir, insanların iradeleri iğfal edilir, en başta düşüncenin özgür biçimde ifade edilmesi, basının olup bitenler hakkında halkı bilgilendirmesi engellenir, diğer temel hak ve özgürlükler ihlal edilir.

Kişilerin, kişiliklerin gerçek yüzüyle tanınmasına da olanak veren böylesi zor zamanlarda, pek çok mesleğin icra edilmesi zorlaşır. Bu mesleklerin en başında ise avukatlık ve gazetecilik meslekleri gelir. Esasen her iki meslek mensupları da dünyanın pek çok ülkesinde siyasi iktidarlar tarafından çok fazla sevilmezler. Türkiye’de ve dünyanın başkaca ülkelerinde, o kadar avukatın, o kadar gazetecinin hapiste olmaları da bunun bir göstergesidir.

THE POST filminin konu aldığı zamanlar, tam da böyle zamanlardır, yani zor zamanlardır. Bu zor zamanlarda, temel işlevi ve görevi halkı bilgilendirmek, halka doğruları söylemek, halkın öğrenme hakkını kullanmasını sağlamak olan basın, somut olayda Amerikan basını harekete geçer. The New York Times Gazetesi, Vietnam Savaşı konusunda halktan gizlenen gerçekleri içeren Pentagon Papers’ı, yani Pentagon Belgelerini ele geçirir ve bölümler halinde yayınlamaya başlar.

Bunun üzerine derhal harekete geçen Nixon yönetimi, vatan hainliğiyle suçladığı gazetenin yayınını mahkeme kararıyla durdurur. Bu gelişmeler ve yaşananlar karşısında, iyiden asabileşen, kontrolünü ve sağduyusunu yitiren Nixon, anılan gazetenin muhabirlerinin ve yazarlarının Beyaz Saray’a girişini yasaklar.

Bu yaşananlar sonrasında The New York Times Gazetesi’nin yarım bırakmak zorunda kaldığı Pentagon Belgeleri’ni, bir başka gazete, The Washington Post Gazetesi yayınlama hazırlığına başlar.

Mali yönden zor durumda olan, bu zorluğu aşmak için bankalarla kredi anlaşması yapmak zorunda kalan The Washington Post Gazetesi’nin sahibesi Kay Graham (Meryl Streep), bu gelişmeler karşısında siyasi, mali ve hukuki yönden birçok zorlukla karşılaşır.

Mesleği gazetecilik olmayan, eşinin ölümü üzerine gazete yönetimini devir alan Kay Graham’ın karşısındaki en büyük zorluk, hükümetin, bu haberi yayınladığınız takdirde gazetenizi kapatır, sizi hapse atarız şeklindeki tehditleri ve kredi anlaşması yaptığı bankaların kredi açmaktan vazgeçeriz yönündeki baskılarıdır.

Gazetenin kapanması durumunda, gazete çalışanlarının zor duruma düşeceklerinden endişe eden Kay Graham, aynı zamanda eşinin mirasına sahip olamama, bu bağlamda çocuklarının miras haklarına zarar verme korkusu içindedir.

Haberin yayınlanması durumunda, mali, siyasi ve hukuki yönden neler olabileceği hususunda görüşlerini aldığı danışmanları, avukatları Kay Graham’a, gazetenin batacağı, kendisinin hapse gireceği yönünde açıklamalarda ve haberin basılmaması konusunda telkin ve tavsiyelerde bulunurlar.

Basın özgürlüğü, basın özgürlüğünün anlamı, değeri ve işlevi hususunda hiçbir duyarlıkları olmayan avukatların, siyasi ve mali danışmanların aksine, bir gazeteci, gerçek bir gazeteci olan Ben Bradlee (Tom Hanks), gazeteciliğin suç olmadığını, basının/gazetecinin halkın vicdanı olduğunu, halkın doğruları bilmek hakkı bulunduğunu, basının/gazetecinin asli görevinin halka hizmet etmek olduğunu savunur ve haberin yayınlanması konusunda ısrarcı olur.

Gazete sahibesi Kay Graham, tercihini Ben Bradlee’nin görüşü çerçevesinde kullanır ve haber The Washington Post Gazetesi’nde yayınlanmaya başlar.

The Washington Post Gazetesi’nin haberi yayınlamasının hemen arkasından, başka eyaletlerdeki ve şehirlerdeki gazeteler de, tam bir dayanışma örneği gösterirler ve onlar da haberi yayınlamaya başlarlar.

Nihayetinde konu Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin önüne gider. Yüksek Mahkeme altıya üç çoğunlukla ‘Basın, yönetenlere değil, yönetilenlere, yani halka hizmet etmek için vardır’ gerekçesiyle gazetelerin ve gazetecilerin lehine karar verir.

Ve Yüksek Mahkemenin bu kararına karşı, daha alt düzeydeki hiçbir mahkeme, hiçbir siyasetçi, bu karar bağlayıcı değildir, biz bu kararı tanımıyoruz demezler.

Demezler, zira mahkemeye ve yanlış da olsa mahkeme kararlarına saygı esastır.

Demezler, zira hukuk terbiyesi, hukuka aidiyet bilinci bunu gerektirir.

Demezler, zira en başta ifade, din ve vicdan, basın özgürlüğü olmak üzere, diğer özgürlükler ve bunların yanı sıra savunma hakkı, nitelikleri itibariyle ‘bir şeyden özgürlük/freedom from’ olarak tanımlanan, müdahaleden hoşlanmayan ‘negatif özgürlüklerden ve haklardandır.

Peki, özgürlük nedir? Siyasi bir kavram olan, çoğu zaman ve pek çoğumuz tarafından duygusal cazibesiyle karıştırılarak kullanılan özgürlük, açıklanması gerçekten güç bir kavramdır.

Eşitlikçi liberal felsefeciler, bireysel özgürlükleri çok fazla önemli ve değerli bulurken, iktisadi özgürlükler söz konusu olduğunda o kadar cömert davranmazlar.

Özgürlük kavramına daha bağımsız yaklaşan kimi çağdaş siyaset felsefecileri, benlik, rasyonalite anlayışları, ahlak sistemleri, siyasal tercihler, farklı hayat tarzları arasında ayrım yapmaksızın, özgürlüğü sadece kavram olarak açıklarlar.

Marx’ın geliştirdiği felsefe bağlamında özgürlük, edinilmiş haklar toplamı olmayıp, bir süreçtir. Özgürlüğü insani faaliyetin evrenselliği olarak tanımlayan Marx’a göre, insan, kendisini aşan, kendi sınırlarını sürekli olarak genişleten yaratıcı bir varlıktır. Onun için Alman İdeolojisi’nde Marx, özgürlüğü ‘tüm konularda insanın yeteneklerini geliştirme olanağına sahip olması’ olarak tanımlar. Komünist Manifesto’da ise ‘herkesin özgür bir biçimde kendisini geliştirmesi’ gerektiğine vurgu yapar.

Özetle özgürlük, sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsal, hukukun koruduğu ama hukuki olmaktan daha çok siyasal bir kavramdır ve o nedenle sadece hukuki bir varsayımdan ibaret görülemez. Zira özgürlük, ayrı zamanda fiili bir imkanı ifade eder, bireyin toplum içinde üretilen değerlerden hakkı olanı almasını talep eder.  Devletin bu alandaki görevi ise, özgür bir toplumun varlığını desteklemek, yanı sıra özgürlüklerin kötüye kullanılmasını engellemektir. Esasen demokrasiye de, hukuka da, hukuk devletine de bunun için ihtiyaç vardır.

Peki, bütün bunlar olmaz ise ne olur? Hindistan asıllı Amerikalı siyaset bilimci Fareed Zakaria, ‘Özgürlüğün Geleceği/Yurtta ve Dünyada İlliberal Demokrasi’ isimli eserinde ne olacağını, olmaması için neler yapılması gerektiğini söylüyor. Okuyalım: ‘…Günümüzde demokrasi, hem açık, özgür, adil seçimler ve hem de hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı ilkeleri ile birlikte, ifade, toplantı, girişim, örgütlenme, seçme, din ve vicdan özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlüklerin tanındığı ve güvence altına alındığı, yani siyasi iktidarların bu hakları çiğnemeyeceği, seçimleri kazananın her istediğini yapamayacağı, kendi değerlerini ve doğrularını topluma dayatamayacağı, her şeyi alamayacağı, satamayacağı, istediğini istediği kişilere veremeyeceği bir sistemin kurulması, çalıştırılması ve bütün bunların kurumsallaştırılmasıdır.  Demokratik bir sistemde zulmün bir kaynağı, seçimle gelmiş otokratlarsa, ikincisi de halkın kendisidir. Demokratik yönetimin özünü çoğunluğun mutlak egemenliği oluşturmakla, demokraside baskı tehlikesi toplumun çoğunluğundan gelir. Birey ve azınlık haklarının korunması için var olan ve bilinen önlemler alınmadığı takdirde, gelişmekte olan ülkelerin geride kalan son on yılda yaşadığı demokrasi deneyiminde görüldüğü üzere, çoğunluğun iktidarı, kimi zaman sessizce, kimi zaman gürültülü biçimde kuvvetler ayrılığı ilkesini eritir, insan haklarının kuyusunu kazar, hoşgörü ile adalet geleneklerini yozlaştırır.  O nedenle, seçimlerde çoğunluğun desteğini alarak iktidar olanların, çoğunluğun zorbalığına izin vermemeleri, gerek bireylerin gerekse azınlıkta olanların haklarının korunması için gerekli yasal önlemleri almaları ve bunların uygulanması konusunda duyarlı olmaları gerekir…

Son bir söz. Onu da Fransız yazar ve düşünür Albert Camus söylüyor; ‘Eğer konuşmamızın, söylediklerimizin ve yazdıklarımızın bir anlamı yoksa, hiçbir şeyin anlamı yoktur