Sağlık sektöründe hizmet alıcı konumunda bulunan vatandaşların, aldıkları tanı, teşhis ve tedaviler sonucunda uğradıkları zararlara ilişkin kusur belirleme ve tazmin usulü bakımından, sağlık hukuku içerisinde ele alınan “malpraktis” kavramı;

Türk Tabipleri Birliği’nin yayınladığı Hekimlik Meslek Etiği Kuralları içerisinde “Hekimliğin Kötü Uygulanması” olarak adlandırılmış ve “Bilgisizlik, deneyimsizlik ya da ilgisizlik nedeniyle bir hastanın zarar görmesi” olarak tanımlanmıştır.

Türk Tabipleri Birliği Malpraktis Bildirgesi’nde ifade edildiği üzere, Türk Tabipleri Birliği, “malpraktis” teriminin Türkçeleştirilmesi ve “sağlık hizmetinden kaynaklanan zarar”, “tıbbi uygulama hataları” anlamlarını kapsayacak daha uygun bir karşılık bulunması çabası içindedir.

Hekimliğin kötü uygulanmasına neden olan söz konusu bilgisizlik, deneyimsizlik ve ilgisizlik ifadeleri, hastanın tanı-teşhis-tedavi şeklinde kurulan üç sac ayağından birinde yahut tamamında yaşanan tıbbi hata yahut mesleki ihmalkarlıklardır.

Yine, Türk Tabipleri Birliği Malpraktis Bildirgesi’nde vurgulandığı şekliyle hekimin sorumluluğu; hizmet sunarken hata yaparak zarara neden olmamak için bilgi ve becerisini yetkinleştirmek ve hizmet sunumunda yeterli özeni göstermektir.

Tıbbi uygulama hatası olarak da ifade edilebilen bu durum, hekimin mesleki olarak disiplin soruşturması geçirmesine neden olacağı gibi hukuki ve cezai sorumluluğunu da beraberinde getirecektir.

Bu yazımız kapsamında, hekimin 6023 Sayılı Türk Tabipleri Birliği Yasası'na göre disiplin soruşturmasından ve Türk Ceza Kanunu kapsamındaki sorumluluğundan ziyade, adli ve idari yargı nezdinde açılacak tazminat davaları üzerinde durulacaktır.

Özel hastaneler ve kamu hastanelerinden alınan sağlık hizmetleri ve söz konusu sağlık hizmetin sağlanması noktasında gerçekleştirilen hatalı tıbbi uygulamalar bakımından başvurulacak yargı mercii ve uygulanacak hukuk bakımından farklılık bulunmaktadır.

Vatandaşlara sunulan sağlık hizmetinin esasen bir kamu hizmeti olduğu konusunda görüş birliği bulunmaktadır. Söz konusu kamu hizmetinin sunulması bakımından ise idare tarafından farklı usuller izlenmektedir. Buna göre sağlık hizmeti sunumu, idarenin yürüttüğü bir kamu hizmeti olmakla birlikte; izin ve ruhsat usulü ile özel kişilerin de bu hizmeti sunmasına olanak sağlanmıştır.

Özel hastanelerde sağlık hizmeti alan vatandaşlar ile bu hastanelerde çalışan sağlık personelleri arasındaki ilişki Türk Borçlar Kanunu’na dayanan bir özel hukuk ilişkisidir. Benzer şekilde, özel muayenehanelerden alınan sağlık hizmetleri de bu kapsamda ele alınmaktadır.

Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarında vurgulandığı üzere, hasta ile doktor arasındaki ilişki TBK m. 502 ve devamı maddelerinde tanımlı “vekalet” sözleşmesinin kurulmasıyla başlar.

“Taraflar arasındaki ilişki vekalet sözleşmesidir. Vekil, vekalet görevini yerine getirirken yöneldiği sonucun elde edilmemesinden sorumlu değil ise de bu sonuca ulaşmak için gösterdiği çabanın, yaptığı işlemlerin, eylemlerin ve davranışlarının özenli olmayışından doğan zararlardan sorumludur. O nedenle, vekil konumunda olan doktorların bilim ve teknolojinin getirdiği bütün imkanları kullanmak suretiyle özen borcunu yerine getirmeleri gerekir. Vekil, hastanın zarar görmemesi için, mesleki tüm şartları yerine getirmek, hastanın durumunu tıbbi açıdan zamanında ve gecikmeksizin saptayıp, somut durumunun gerektirdiği önlemleri eksiksiz bir şekilde almak, uygun tedaviyi de yine gecikmeden belirleyip uygulamak zorundadır”[1]

“Taraflar arasındaki ilişki vekalet sözleşmesidir. Vekil, vekalet görevini yerine getirirken yöneldiği sonucun elde edilmemesinden sorumlu değil ise de, bu sonuca ulaşmak için gösterdiği çabanın, yaptığı işlemlerin, eylemlerin ve davranışlarının özenli olmayışından doğan zararlardan sorumludur. O nedenle, vekil konumunda olan doktorların bilim ve teknolojinin getirdiği bütün imkanları kullanmak suretiyle özen borcunu yerine getirmeleri gerekir”2

Gerçekleştirilen hatalı tıbbi uygulama sonunda hastanın uğradığı maddi ve manevi zararın tazmini de, esasen, vekalet sözleşmesine aykırı davranma durumunun bir sonucudur.

Hatalı hekim uygulamaları sonucu hastanın uğradığı maddi ve manevi zarara yönelik olarak; meydana gelen zarar ile hekimin uygulaması arasında nedensellik bağının kanıtlanması halinde hekimin tazmin yükümlülüğü doğacaktır. Meydana gelen neticenin hasta bakımından bir zarar olarak görülmesinin yanında; bu neticenin, söz konusu tıbbi uygulama kapsamında meydana gelebilecek bir komplikasyon olup olmadığı ve hastanın bu komplikasyon ihtimalleri hakkında aydınlatılarak geçerli şekilde rızasının alınıp alınmadığı hususları önemli ve ayrıca değerlendirilmesi gereken konulardır.

Hastanın ileri sürdüğü tazmin talebine bağlı olarak; hastanın zararının tespiti, meydana gelen zarara neden olan olguların ne olduğu ve “tazmin yükümlüsü” olarak iddia olunan hekimin kusurluluk durumu açılacak hukuk davası içerisinde tartışılacaktır.

Yargıtay’a sirayet eden davalar bakımından, hastaların tazminat taleplerini ileri sürdüğü davalar -genel olarak- “Tıbbi uygulama tazminatı”, “Hatalı tıbbi uygulama sonucu uğranılan maddi ve manevi zararın ödetilmesi”, “Hatalı tıbbi uygulama sonucu gerçekleşen vefattan kaynaklanan tazminat”, “Tıbbi uygulama ve tedaviye yönelik vekalet sözleşmesinden kaynaklanan özen borcuna aykırılık nedeniyle tazminat” ifadeleriyle tanımlanmaktadır.

Meydana gelen zararın boyutu, tazminat davalarına konu edilen maddi ve manevi tazminat taleplerinin miktarını etkilediği gibi; davacı sıfatıyla tazminat talebini ileri süren kişilerin dahi değişmesine neden olacaktır.

Zira, hekimin hatalı tıbbi uygulaması hastanın ölümüyle sonuçlandığında; hastanın mirasçıları ve destekten yoksun kalan yakınları tazminat talep edebileceklerdir.

Ölüm halinde uğranılan zararlar, Türk Borçlar Kanunu’nun 53’üncü maddesi içinde düzenlenmiştir. Buna göre; “cenaze giderleri”, “ölüm hemen gerçekleşmemişse tedavi giderleri” ile “bu süreçte çalışma gücünün azalmasından ya da yitirilmesinden doğan kayıplar” ve “ölenin desteğinden yoksun kalan kişilerin bu sebeple uğradıkları kayıplar” şeklinde ifade edilen gider ve kayıplar yönünden tazminat talepleri söz konusu olacaktır.

Diğer yandan, hastanın ölümüyle sonuçlanmayan ve fakat hastanın fiziki veya ruhsal olarak yaralanmasına, vücudunda sekele (bir hastalıktan sonra yerleşip kalan doku veya işlev bozukluğu)[2] uğramasına neden olan zararlar bakımından ise, ikili bir ayrım yapmak gerekir.

İlk olarak, bedensel zarara uğrayan hastanın “maddi tazminat” talebi içerisinde Türk Borçlar Kanunu 54’üncü maddesi ile sayılan “tedavi giderleri”, “kazanç kaybı”, “çalışma gücünün azalmasından ya da yitirilmesinden doğan kayıplar” ve “ekonomik geleceğin sarsılmasından doğan kayıplar” şeklinde sayılan alacak kalemlerini ileri sürebileceği söylenmelidir.

Diğer yandan, bedensel zarara uğrayan kişi ve yakınları bakımından; meydana gelen zararın yarattığı psikolojik ve ruhsal çöküntünün telafisi niteliğindeki manevi tazminat gündeme gelecektir. Manevi tazminat, kişilerin duyularla sezilebilen zararlarına ilişkin olduğu üzere, parayla ölçülebilecek bir değer olmayıp hâkimin takdir yetkisi içerisinde değerlendirilir.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu tarafından verilen bir kararda değinildiği üzere, manevi tazminata hükmedilmesinin temelinde “talep eden” bakımından bir rahatlatma duygusu sağlanmasının hedeflendiği oranda; “zarar veren” bakımından da dikkat ve özen göstermek noktasında caydırıcılık sağlamayı amaçlayan bir yaptırımın hedeflendiği belirtilmiştir.[3]

Zarar gören hastanın yanı sıra, yakınlarının da manevi tazminat talep edebilmelerine imkân sağlanması; maddi tazminatın boşluğunu doldurucu bir işlev görmektedir.

Kamu hastanelerinden sağlık hizmeti alan vatandaşlar bakımından ise, devletin sorumluluğu esastır. 

Anayasamızın “Sağlık hizmetleri ve çevrenin korunması” başlıklı 56’ıncı maddesi uyarınca; 

“Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, iş birliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler. 

Devlet, bu görevini kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak, onları denetleyerek yerine getirir.”

Yazımızın başında değindiğimiz üzere, sağlık hizmetinin öncelikle bir kamu hizmeti oluşu; meydana gelen zarar bakımından sorumluluk tespitinde önem arz eder.

Kamu hastanelerinde hizmet veren sağlık personelleri birer “kamu görevlisi” olduklarından; sağlık hizmeti sağlamada yaşanacak hatalı uygulamalar “kamu hizmetinin yerine getirilmesinden kaynaklanan hizmet kusuru” olarak nitelendirilecek ve söz konusu uygulamadan doğan zararın tazmini adına adli yargı yerine idari yargı merciine başvurulacaktır.

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda sayılan davalar bakımından, kamu hastanelerinde yaşanan hatalı tıbbi uygulamalar için idare mahkemelerinde tam yargı davası açılması gerekir. Tam yargı davaları, idarenin eylem yahut işlemlerinden doğan zararların idare tarafından tazmin edilmesini amaçlayan davalardır.

Kamu hastanelerinde gerçekleşen vakıalar bakımından, hizmet kusuru olarak tanımlanan “idari eylem” söz konusudur. Tazmin talepleri, öncelikle kusurlu eylemi gerçekleştirilen idareye iletilmeli; bu isteklerin idarece kısmen veya tamamen reddi halinde yahut istek hakkında otuz gün içinde cevap verilmediği takdirde artık idare aleyhine tam yargı davası açma yoluna gidilmelidir. 

Av. Özge SAÇIKARA

------------

[1] Yargıtay 13. Hukuk Dairesi 2016/23372 E.  2019/12469 K.  12.12.2019 T. 2 Yargıtay “13. Hukuk Dairesi 2017/8960 E. 2019/6411 K. 22.05.2019 T.

[2] https://sozluk.gov.tr/

[3] Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 23.06.2004 tarih ve 2004/370 Karar sayılı kararı., REİSOĞLU, Safa; Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, Yirminci Bası, İstanbul: Beta, 2008, s. 198.