Ülkemiz, 1950’li yıllarda çok partili siyasal hayata geçişte önemli adımlar atmış, fakat sahip çıkılması gereken bu sistemin yolu o yıllarda kapatılmıştır. Hiç kimse, tüm kusuru askere yüklemek suretiyle bu sorumluluktan kurtulmaya çalışmamalıdır. Bu süreç, Ülkeyi can ve mal güvenliği açısından içinde yaşanamaz hale gelen 1980’li yıllara da kaçınılmaz şekilde taşımıştır. 1960’lı yıllarda yaşanan acı tecrübeyi, o dönemin istisnai özellikleri ve/veya demokrasi kültürünün henüz oluşmadığı bir süreç olarak değerlendirmek de bir kurtuluş beyyinesi olamaz.
 
Toplum ve bireyler demokrasi kültürünü ve demokratik meşruiyeti gerçekten isteyip hedeflediğinde, yönetime gelenler de eşit ve dürüst hareket etmek suretiyle kamu kudretini sadece kişi hak ve hürriyetleri ile Ülke yararlarını koruyup gözetmek için kullanmaları gerektiğini anladıklarında, hukuk ve adaleti kabul ettiklerinde, korkusuz ve kesintisiz demokrasi ile hukukun evrensel ilke ve esaslarının Ülkeye hakim olacağı şüphesizdir. Aksi halde, “Bumerang Etkisi” kendisini gösterebilecek, yani hukuka aykırı ve taraflı uygulamaların olumsuz sonuçları, yalnız rakibe değil o an kamu kudretini kullananlara da dönecektir.
 
Menderes Dönemi incelendiğinde, belki o zamanın Hükümeti ile ilgili birçok hukuka aykırılık gündeme getirilebilir. Ancak bunların hiçbirisi, o dönemin idarecilerine “yargısız infaz yapıldı” eleştirisinin ileride önüne geçilebilmesi için vatana ihanet suçlaması ile yargılayıp cezalandırmanın mazereti olamaz. Çünkü o dönemin yargılaması, olağanüstü mahkemede, alenilik ilkesine, tabi hakim ve mahkeme güvencesine, masumiyet karinesine, kanunilik prensibine ve dürüst yargılanma ilkesine aykırı olarak yapılmıştır. Hukuk nazarında bu aykırılıkların haklı gerekçesi olamaz. Hele o dönemde birçok insan hak ve hürriyetini kabul eden, 1961 Anayasası’na öncülük etmiş bir anlayış, bu tür bir yargılamaya gerekçe de üretemez. Suç işleyenin cezasız kalmaması ve mutlaka cezalandırılması adına her şey mübah kabul edilemez. Bu düşünce, suçun ve suçlunun korunması değil, kişi hak ve hürriyetlerine yönelik ihlallerin önüne geçilmesi amacına dayanır.
 
Tarih, hukukun evrensel ilke ve esaslarının ihlali yönünden acı olaylara tanıklık etmiştir. Yaşanan toplumsal karışıklıklar sırasında; hak ve hürriyetlerin kazanılması, iktidarın veya yönetim sisteminin değiştirilmesi ya da siyasi hedefler adına hukuk, adalet ve savunma hakkı kavramları gözardı edilmiş, önyargılı mahkumiyetlerin infazları veya yargısız infazlar yapılmıştır.
 
21.01.1793 tarihinde Fransa Kralı XVI. Louis’i giyotinle idama gönderenler arasında yer alan ve kendisi de 28.07.1794 tarihinde aynı akıbete uğrayan Maximilien de Robespierre, XVI. Louis’in yargılanmasına karşı çıkmış ve hemen idam edilmesi gerektiğini savunmuştur. Savunduğu ideolojinin kabul edilmesi ve uygulanması gerektiğine koşulsuz inandığı için “keskin devrimci”, yani “jakoben” olarak adlandırılan Robespierre, XVI. Louis’in yargılanmadan, zindanda uzun süre tutulmadan öldürülmesi gerektiğini, Krala savunma hakkı tanımanın, beraberinde başka hak ve hürriyetlerin kullanımını tanıyacağını, bunun ise Fransız Halkı için telafisi imkansız sorunlara yol açacağını, Fransa’nın yaşaması için XVI. Louis’in maalesef ölmesi gerektiğini, Krala avukattan yararlanma ve savunma hakkını tanımanın ilk başta makul gelebileceğini, fakat bunun birçok belaya sebebiyet vereceğini süslü sözlerle beyan edip, hukuku tümü ile bir tarafa bırakmak suretiyle Kralın idam edilmesini sağlamıştır.
 
Robespierre tarafından XVI. Louis’ye karşı Konvansiyon önünde okunan iddianamesi, Fransız İhtilali’nden sonra gelen darbe ve ihtilal rejimlerine ilham kaynağı olmuş ve tüyler ürpertici birçok olay süslü sözcüklerin ardına gizlenmiştir. İddianamenin son sözleri oldukça ilginçtir: “Ben acı ile de olsa, şu üzücü gerçeği dile getiriyorum: En iyi Louis ölmelidir. Yüzbinlerce dürüst vatandaş yerine Louis ölmek zorunda, çünkü vatan yaşamalıdır”. İlk kez bu iddianame ve sonucunda gerçekleşen idamla, birbirinden ayrılamayacak “özgürlük” ve “hukuk” kavramlarının hayati birlikteliğine de son verilmiştir[1].
 
Belirtmeliyiz ki suçlanan herkes, hangi nedenle ve ne amaçla olursa olsun masumiyet/suçsuzluk karinesi ve savunma hakkına sahip olarak, bağımsız, önyargısız ve tarafsız bir mahkemede yargılanma hakkına sahiptir. Suçlanan bu insan hakkı tanınmadığında, hukuk ihlal edilmiş, kişi hakkı çiğnenmiş ve suçla haklı olsa bile haksız duruma düşülmüş olacaktır.

---------------
[1] Janko Musulin, Hürriyet Bildirgeleri, Çeviren: Necmi Zeka, Belge Yayınları, İstanbul, Nisan 1983, s.99-102.

(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan Şen tarafından www. hukukihaber. net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)