Demokrasi, hukuk ve eşitlikten bahsedip Dünya’ya barış ve adalet getirmeyi hedeflediğini söyleyen Amerika Birleşik Devletleri’nin yeni seçilen Başkanının ilk uluslararası icraatı; hemen gidip demokrasi, hukuk, kişi hak ve hürriyetlerinin tartışmalı olduğu, özellikle Batı’nın sürekli eleştirdiği, fakat çıkarları ve ticari münasebetleri nedeniyle de ses çıkarmadığı Suudi Arabistan’ı ziyaret etmek, büyük rakamlı anlaşmalar yapıp ticareti geliştirmek oldu. Amerikan Başkanı bununla yetindi mi? Elbette hayır. Gitti ve Ortadoğu’yu bizi de etkileyecek şekilde kaosun eşiğine getirdi. Yapay çizilmiş sınırlarda mezhepçilik üzerinden veya tarihsel gerçekliğe aykırı şekilde kurulan, demokrasi ve hukukla bağdaşmayan yönetimlere sahip Arap devletleri yine huzursuzluğun ve çatışmanın eşiğine getirildi.
 
Irk, din ve mezhep üzerinden yapılan tartışmanın ve ayrışmanın kimseye bir faydası olmaz. Yönümüz bilimin ve üretimin yolu olmakla birlikte, İslam alemi bir türlü bu somut gerçekleri görüp, demokrasi ve hukukun peşinden koşmak suretiyle birliği ve bütünlüğü sağlayamıyor. Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarlarken, tüm gerçekleri, coğrafyayı, gidişatı, bilimi, üretimi, bireyin hak ve hürriyetlerini temel aldılar. Bu nedenle, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” sözü takibi gereken birincil amaç olarak varlığını korumaktadır. Türkiye’nin kamplaşmaya, kutuplaşmaya değil Cumhuriyet değerlerinde birleşmeye, uzlaşmaya, tahammüle, bilime ve üretime ihtiyacı var.
 
Emperyalist güçlerin yalanları üzerinde Dünya’nın döndüğü, maalesef bize çok yakın coğrafyada ve komşularımızda kan ve gözyaşının dinmediği, ateşin etrafımızı sarmaya devam ettiği bir gerçektir. Bu gerçeklerden uzak duramayız, gerek Türk Milleti ve gerekse onu temsil eden Türkiye Cumhuriyeti Devleti her türlü önlemi almak, Ülkenin iç ve dış güvenliğini koruyup kollamak zorundadır.
 
Yalanlar üstünde;
 
- 1964 yılında ABD’nin Vietnam’a sözde misilleme adı altında saldırı gerekçesine bakıldığında, Dünya barışını korumak için nasıl devreye girdiği, sonuçta ne kadar masum insanın hayatını kaybettiği,
 
- 2002 yılında başlayıp 2003 yılında, bugün halen izi dahi bulunamayan kitle imha silahlarının varlığından bahisle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni bile devre dışı bırakıp, sözde barış, demokrasi ve hukukun getirileceği vaadi ile işgal edilen Irak’ın bugün içinde bulunduğu dramatik ve parçalanmış vaziyeti,
 
- 2011 yılında iç savaşın çıkarıldığı, parçalanma riski ile karşı karşıya kalan, demografik yapısı Irak gibi sürekli değişikliğe uğratılan, IŞİD/DAEŞ adı altında Irak ve Suriye’de yapılanan örgütün tasfiyesi bahanesiyle işgal edilen Suriye,
 
- Dışlanıp tasfiye tehlikesiyle karşı karşıya bırakılan Katar,
 
Örnekleri birer gerçektir.
 
Irak ve Suriye işgallerinin, demografik yapılarında telafisi mümkün olmayacak şekilde yapılan oynamaların, adı tabelalarında olup kendileri kaybolmaya yüz tutan her iki devletin sonrasında ortaya çıkacak yeni özerk yapı ve devletçiklerin kimlere hizmet edeceği, bölgeye barış getirmeyeceği, kavurucu bir şekilde yakan bu ateşin Türkiye Cumhuriyeti’ni ve İran İslam Cumhuriyeti’ni de etkileyeceği, hatta içine alacağı tartışmasızdır. Türkiye’nin ve İran’ın güvenliğini tehdit eden bölge ateşine karşı birlikte önlem alması gerektiği kaçınılmaz olduğu halde, halihazırda her iki ülkenin bir fikir etrafında toplanamamasını ve “güvenliğimizi tehdit eden bir durum olması halinde müdahale ederiz” yaklaşımını korumalarını anlayabilmek mümkün değildir. Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden terör örgütü yapılanmalarına karşı nasıl meşgul edildiği, kafasını kaldıramaz duruma getirilmek istendiği, son darbe girişimi sonrasında başlatılan tasfiye süreciyle özellikle güvenlik güçlerimizin ne hale geldiği gözardı edilemez. Büyük resimde emperyal güçler, Türkiye’nin güvenlik riski taşımasını ve güçsüzleşmesini hedeflemektedir. Buna karşı duruş, küllerinden doğmakla ve meşru savunma hakkını kullanmakla sağlanabilir.
 
Türkiye Cumhuriyeti’nin Suriye tarafına tırlarla silah gönderdiği iddia edildi ve bir bardak suda fırtına koparıldı. Bugün ABD ise, 10.000 km öteden Suriye’ye yüzlerce tırla ve her ulaşım vasıtasıyla bölgeye silah sevk ediyor. Türkiye’nin tüm itirazına ve karşı duruşuna rağmen, ABD’nin gücüne ve hegemonyasına güvenerek bunu yaptığı, Uluslararası Hukuku da dikkate almadığı tartışmasızdır. Kim ne söyleyebiliyor? Bu durumda Türkiye’nin güvenliğinin tehdit altında olmadığı, 911 km’lik Suriye sınırının korunabileceği, toprak bütünlüğümüzün ve geleceğimizin güvende olduğu söylenebilir mi? Elbette hayır.

Türkiye’nin 2011 yılından itibaren, en uzun sınır komşusu olan Suriye hakkında politikasının doğru olmadığını ve parçalanmamış, üniter bir Suriye’nin, gerek bölgenin ve gerekse Türkiye’nin istikrarı için varlığını koruması gerektiğini hep söyledik. Aynı sözler Irak için de geçerlidir. Temelde insan hak ve hürriyetleri odaklı olduğu ileri sürülen doğrudan veya dolaylı yapılan dış müdahaleler ve çıkarılan iç savaşlar, neticede kan, gözyaşı ve parçalanmadan başka hiçbir sonuca yol açmadı. Bunun en önemli örnekleri; Irak, Suriye ve Libya’dır. Özetle, kendimizi yalanlara karşı koruyup kollamak ve ulusal güvenliğimizi gözetmek zorundayız. Maliyeti ne olursa olsun bu gerçek kaçınılmazdır. Aksi halde, düşman zaten kapıdadır ve çıkarlarını korumak için de bizi rahatsız edecektir.

 

(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)