Giriş

23 Eylül 2012 tarihinde Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) bireysel başvuru yolunun fiilen açılması ile birlikte, Türk Hukuku’nda iki farklı bireysel başvuru mekanizması bir arada işlemeye başlamıştır. “İnsan Hakları Avrupa sözleşmesi (İHAS) ile oluşturulan koruma mekanizmasının ikincilliği” ilkesi gereği, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne (İHAM) başvuruda bulunmak için AYM’ye bireysel başvuru yolunun tüketilmiş olması gerekmektedir. Bu bakımdan, başvurucuların iki mekanizmadan birisini tercih etme şansı bulunmamaktadır.

AYM’ye bireysel başvuru yolu; hak ihlallerinin ulusal düzeyde tespit edilip mağdurlara giderim sağlanarak, İHAM’a yapılacak başvuruların sayısını azaltmak amacıyla oluşturulmuştur. Bu yolun etkili bir şekilde işlemesi İHAM’ın yükünü hafifletmenin ötesinde, temel hak ve özgürlükleri ihlal edilen kişilere daha kısa bir sürede adalete erişim imkanı sunmaktadır. Bireysel başvuru yolu ayrıca, İHAM tarafından yıllar içerisinde geliştirilen ilkelerin ve yorumların iç hukuka aktarılmasına aracılık etmektedir. Genel bir gözlemle; AYM’nin, İHAM içtihadını büyük ölçüde benimsediğini ve istikrarlı bir şekilde uygulama gayreti içinde olduğunu söylemek mümkündür. AYM’ye bireysel başvuru yolu, ülkemizin insan hakları standartlarının güçlenmesine önemli bir katkı sunmaktadır.

Bireysel başvuru mekanizmalarının kusursuz işlediğini iddia etmek elbette mümkün değildir. Mahkemelerin karşı karşıya kaldığı aşırı iş yükü, birçok sorunu beraberinde getirmektedir. Bunun yanında İHAM ve AYM, hem bireysel başvuruların incelenmesi süreci ve hem de verilen kararların içerik ve sonuçları ile ilgili olarak eleştirilerin hedefi olabilmektedir. Bu eleştiriler çoğunlukla hukuk dünyasının olağan tartışma sınırları içinde kalsa da, kimi zaman AYM’nin yetkilerinin kısıtlanması, hatta kapatılması veya Avrupa Konseyi’nden çıkılması taleplerine varacak kadar ileri gidebilmektedir. Bu tür eleştirilerin mevcut sorunların çözümüne bir katkı sunmadığı açıktır. İnsan Hakları Sözleşmelerinden çekilmekle veya mahkemeleri kapatmakla elde edilecek yegane sonuç, keyfiliğin ve denetimsizliğin hüküm sürdüğü bir hukuk düzenidir. İnsan haklarının anayasa mahkemeleri ve uluslararası mahkemeler aracılığıyla korunması, hukuk alanında geçtiğimiz yüzyılda elde edilmiş en önemli kazanımlardan biridir. Bu nedenle, yapılması gereken, daha adil ve etkili koruma mekanizmalarının oluşturulmasını önermek, bu yapılamadığı takdirde de mevcut mekanizmaların eksikliklerini ortaya koyarak mükemmel hale gelmelerini talep etmektir.

Bu yazımızda, öncelikle, bireysel başvuru yollarının etkililiğinin önündeki en ciddi sorun olan iş yükü sorununa ve bunun başvurucular aleyhine doğurduğu sonuçlara değinilecektir. Ardından, bireysel başvuru mekanizmalarına yöneltilen temel eleştirilere dair serbest değerlendirmelerde bulunulacaktır.

I. Mahkemelerin İş yükü Sorunu ve Başvurucular Açısından Sonuçları

İHAM ve AYM, sayıları katlanarak artan bireysel başvuruların üstesinden gelebilmek için elinden gelen gayreti göstermekte, adeta çırpınmaktadırlar.

Avrupa Konseyi, Mahkemenin artan iş yükünü azaltmak amacıyla çok sayıda reform hayata geçirmiş ve ihlal iddialarının iç hukukta etkili bir şekilde incelenmesi amacıyla üye devletlerde yeni başvuru yolları açılmasını teşvik etmiştir. Aynı amaçla İHAM, yeni çalışma yöntemleri geliştirmiş ve başvuruların şekil yönünden denetimini son derece sıkı hale getirmiştir. Bu çabalara rağmen, bugün hala İHAM’ın karşı karşıya kaldığı en büyük sorun iş yüküdür. Önümüzdeki yıllarda da Avrupa Konseyi’nin ve İHAM’ın bir numaralı gündem maddesinin iş yükü ile mücadele olacağında şüphe bulunmamaktadır.

Aynı sorun, AYM’ye bireysel başvuru yolunu da ciddi bir açmaza sürüklemektedir. AYM Başkanı Sayın Zühtü Arslan son yıllarda yaptığı açıklamaların hemen hepsinde, AYM’ye yapılan bireysel başvuruların artık idare edilebilir olmaktan çıktığını ve sorunun çözümü için yasa koyucu dahil birçok aktörden katkı beklediğini ifade etmektedir. AYM’ye sunulan bireysel başvuru sayısının sadece 2022 yılı için 109.779 olması, sorunun ciddiyetini tüm açıklığı ile ortaya çıkmaktadır. Bu sayı 2020 yılında 40.402, 2021 yılında ise 66.121’dir.  

Mahkemelerin artan iş yükü karşısında en büyük mağduriyeti başvurucular yaşamaktadır. Bu mağduriyet çok boyutludur. İş yükü sorunu, her şeyden önce başvuruların makul bir sürede sonuçlandırılmasını imkansız hale getirmektedir. Örneğin; İHAM’ın en son yayımladığı kararlara bakıldığında, 3 veya 4 yıl önce yapılmış olanların yanında, 10 yıl ve hatta 15 yıl önce yapılmış bireysel başvuruların da bulunduğu görülmektedir. Başvuruları karara bağlama süresi AYM bakımından daha kısa olmakla birlikte, bu sürenin her geçen gün uzadığı kaydedilmelidir. AYM’nin en son yayımladığı kararlarda bu sürenin ortalama 5 veya 6 yıl olduğu dikkat çekmektedir. Bu konuda güçlü bir tahminde bulunmak zor olsa da, bugünün koşullarında önce AYM’ye, sonra İHAM’a bireysel başvuruda bulunacak birisinin nihai bir sonuç elde etmek için iyimser bir tahminle en az 10 yıl beklemesi gerektiği rahatlıkla söylenebilecektir. Bu sürenin “makul sürede yargılanma hakkı” ile bağdaştırılması mümkün değildir.

İş yükünün ortaya çıkardığı bir diğer önemli sorun, başvuruların idari ve yargısal yönden görülebilirlik/kabul edilebilirlik koşullarının güçleştirilmesidir. İHAM’a yapılan başvurularda karşılaşılan en büyük sorun, başvuru şekil şartlarının Mahkemece son derece katı uygulanmasıdır. Başvuru formunun hatalı veya eksik doldurulması ve başvuruya eklenen belgelerde eksiklik bulunması nedeniyle her yıl çok sayıda başvurunun idari yönden reddedildiği bilinmektedir. Bu tür başvurular başvuru süresini durdurmadığından, eksikliklerin giderildiği ikinci bir başvuru yapmaya zaman kalmayabilmektedir. AYM bakımından temel sorun ise, Kanun gereği başvuru süresinin kısa olması ve Mahkemenin, bazı durumlarda süre hesabında aşırı şekilci ve başvurucu aleyhine bir tutum sergilemesidir. Tek bir örnek vermek gerekirse, bireysel başvuru süresinin başlangıcında nihai kararın UYAP’tan görüntülendiği tarihin esas alınması (ve bu kuralın geçmişe dönük olarak uygulanması) nedeniyle çok sayıda başvuru süre aşımı nedeniyle kabul edilemez bulunmaktadır. Bunlara ek olarak; başvuruların kabul edilebilirlik koşullarından birisi olan “önemli zarar” ölçütünün daha sık uygulanması, İHAM’a başvuru süresinin 6 aydan 4 aya indirilmesi, temellendirilmemiş iddiaların reddedileceği kuralının daha katı uygulanması gibi “tedbirler” de iş yükünü hafifletmeye yönelik çabaların ürünüdür. Sonuç olarak; başvurucuların İHAM’a ve AYM’ye ulaşması her geçen gün daha da zorlaşmakta, “mahkemeye erişim hakları” tehdit altına girmektedir.

Yine iş yükü ile doğrudan ilgili bir başka sorun, mahkemelerce verilen kabul edilemezlik kararlarının gerekçesiz olmasıdır. Her yıl binlerce kabul edilemezlik kararı veren İHAM’ın ve AYM’nin bu kararlar için makul uzunlukta ve açıklıkta bir gerekçe yazması gerçekçi görünmemektedir. Bu nedenle, kabul edilemezlik kararlarının çok büyük bir bölümü İHAM’da tek yargıç tarafından verilmekte ve bu kararlarda şablon bir gerekçe dışında bir açıklama bulunmamaktadır. Başvurucu, başvurusunun hangi nedenle kabul edilemez bulunduğunu bilse de bunun gerekçesini hiçbir zaman öğrenememektedir. AYM’de kabul edilemezlik kararlarının önemli bir kısmı Komisyonlar tarafından verilmektedir. Bu kararlar da öz itibariyle İHAM’ın kısa kabul edilemezlik kararlarından farklı değildir. Bazı başvurular açısından bu başlı başlına bir sorun oluşturmazken, kamuoyuna da yansıyan bazı “önemli” ve “özgün” başvuruların gerekçesiz şekilde kabul edilemez bulunması Mahkemelere duyulan güveni zedelemekte ve “gerekçeli karar hakkı” bakımından ciddi bir sorun teşkil etmektedir.

Nihayet iş yükü ile ilgili bir diğer sorun, bireysel başvuru kapsamında ileri sürülen iddiaların bir kısmının inceleme dışı bırakılmasıdır. Yine tek bir örnek vermek gerekirse; İHAM, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından tutuklanan 427 yargı mensubu tarafından yapılan bir başvuruda, kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiği iddiasını inceleyerek ihlal kararı vermiş, başvurucuların diğer şikayetlerinin ise “iş yükü” gerekçesiyle incelenmesine imkan bulunmadığını belirtmiştir (Turan ve diğerleri/Türkiye, B. No: 78505/16 (…), 23/11/2021, § 98). Her zaman bu kadar açık olmasa da iş yükü, başvurucuların iddiaları arasında “en önemlisinin” veya “esaslısının” incelenmesi, diğerlerinin ise inceleme dışı bırakılması sonucunu doğurmaktadır. Bu durum “mahkeme hakkı” ve bunun bir unsuru olan “karar hakkı” bakımından ciddi bir sorun oluşturmaktadır.

Genel olarak, iş yükü sorunun mahkemelerin kararlarının kalitesini düşürdüğü, bireysel başvuru bağlamında mahkemeye erişimi güçleştirdiği, başvuruların incelenme süresini uzattığı, Mahkemelere duyulan güveni zedelediği ve bireysel başvuru yolunun etkililiğini ciddi şekilde tartışmaya açtığı görülmektedir. İş yükü sorununu bir çırpıda çözecek sihirli bir formül bulunmamaktadır. İHAM ve AYM, bu sorunun üstesinden gelebilmek için çalışmalar yürütmeye devam etmektedir.

II. Bireysel Başvuru Yoluna Dair Diğer Sorunlu Alanlar ve Eleştirilerin Değerlendirilmesi

İHAM’a ve AYM’ye özellikle son dönemde yöneltilen eleştirilerin bir kısmı iş yükü sorunuyla doğrudan ilgilidir. Yukarıdaki açıklamalarımız bu eleştirilerin haklılığını teyit etmektedir. Bunların yanında, öteden beri dile getirilen ve doğrudan mahkemelerin yargı politikasını ve faaliyetini hedef alan eleştiriler de bulunmaktadır. Aşağıda, bunların en önemlileri hakkında özlü değerlendirmelerde bulunulacaktır.

a) Siyasallaşma Eleştirileri

İHAM ve AYM zaman zaman siyasi kararlar vermekle eleştirilmektedir. Aslında iki yüksek mahkeme açısından bu tür eleştirilerin gündeme gelmesi gayet anlaşılır bir durumdur. Nitekim insan hak ve hürriyetlerine ilişkin uyuşmazlıkların bir kısmının arkasında siyasi olaylar/kararlar bulunmakta, daha da önemlisi bazı kararların belirgin siyasi sonuçları olmaktadır. Örneğin, siyasi partilere veya seçme ve seçilme hakkına ilişkin bir bireysel başvuru kararının siyasi sonuç doğurmaması mümkün değildir. Bunun gibi; bir milletvekilinin tutuklanması veya ceza yargılaması sonucunda suçlu bulunması, siyasi eleştiriler nedeniyle siyasetçilerin, gazetecilerin, basın organlarının veya akademisyenlerin cezalandırılmaları yahut tazminat ödemeye mahkum edilmeleri durumlarında da mahkemelerce verilen kararların bazısı siyasi sonuçları olacaktır. Ancak bir mahkeme kararının siyaseti etkilemesi, bu kararın siyasi nitelikte olduğunu ve kararı veren mahkemenin siyasi amaçlarla hareket ettiğini ileri sürmek için yeterli değildir. Bir mahkeme kararını “siyasi” olarak nitelendirebilmek için, kararı veren mahkemenin siyasi çevrelerin etkisi altında bağımsızlık ve tarafsızlığını yitirdiğini ortaya koymak veya karar metninde hukuk dışına çıkılarak siyasi değerlendirmelerde bulunulduğunu göstermek veya kararın yerleşik içtihatla açıkça çeliştiğini ve kişiye özel bir karar verildiğini ispatlamak gerekecektir. Bu yapılmadan, genel ve soyut ithamlarla mahkemelerin siyasi kararlar verdiğini ileri sürmek geçerli bir eleştiri olarak kabul edilmemelidir. Eklemek gerekir ki, arzu edilen bir durum olmasa da her mahkemenin siyasi nitelikte kararlar vermesi olasıdır. İHAM ve AYM de bundan muaf değildir. Bu açıdan önemli olan; soyut değerlendirmelerden kaçınılarak, siyasallaşma iddialarının somut gerekçelere dayandırılmasıdır.

Siyasallaşma iddiaları ile ilgili olarak değinilmesi gereken önemli bir husus da, İHAM’ın benimsediği ve büyük ölçüde AYM kararlarına da yansıyan insan hakları hukuku yaklaşımıdır. İHAM, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi tarafından kurulmuş bir yargı organı olarak bu metnin maddi amacına uygun bir yaklaşımla yargısal faaliyetini gerçekleştirmektedir. İHAS; liberal felsefe ile hazırlanmış, bireyci, özgürlükçü, demokratik toplum anlayışı ve hukukun üstünlüğü ilkesi üzerine kurulu bir sözleşmedir. İHAS’ın dayandığı demokratik toplum anlayışı, çoğulculuğu, hoşgörüyü ve açık fikirliliği teşvik etmektedir. Bu özellikleriyle ve doğası gereği İHAS, yasakçı, baskıcı, otoriter, tektipleştirici ve ayırımcı yaklaşımlarla bağdaşmaz. İHAM’ın bu anlayış çerçevesinde kararlar vermesi, hukuk dışına çıkarak siyasileştiği veya taraflı davrandığı şeklinde yorumlanmaya müsait değildir.

b) Çifte Standart Eleştirileri

Bu yöndeki eleştiriler esas itibarıyla İHAM’ı hedef almaktadır. Mahkemenin, başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere Sözleşmeye taraf olan devletlerin bir kısmına önyargılı yaklaştığı, bazı devletlere karşı ihlal kararı vermekten çekinmesine karşın bazı devletleri her fırsatta “mahkum ettiği” sıklıkla ileri sürülmektedir. Bu eleştiriler, İHAM’ın Türkiye’ye karşı “düşmanlık” beslediği iddiasını içerecek kadar ileri gidebilmektedir. İHAM içtihadını bir bütün olarak birkaç cümle ile değerlendirmek mümkün değildir. Hiç kuşku yok ki, İHAM içtihadında çelişkiler ve tutarsızlıklar veya belirsizlikler bulunabilir. Ancak İHAM’ın, Türkiye dahil herhangi bir devlete karşı kasıtlı olarak “kötü davrandığını” ileri sürmek mümkün değildir. Türkiye, İHAM’ın yargı yetkisini ve bireysel başvuru hakkını tanıdığı günden bu yana, hakkında en çok ihlal kararı verilen devletlerden biri olma özelliğine sahiptir. Rusya’nın Konsey’den ayrılmasının ardından Türkiye’nin bu konumu daha belirgin hale gelmiştir. Öte yandan Türkiye ile Avrupa Konseyi ve İHAM arasındaki ilişkilerin özellikle son yıllarda iyi bir yerde olmadığını görmek gerekmektedir. İHAM kararlarını icra etmekten kaçındığı gerekçesiyle Türkiye hakkında ihlal prosedürü başlatılmış ve Türkiye’nin İHAS m.46’yı (kararların bağlayıcılığı) ihlal ettiği tespit edilmiştir (Kavala/Türkiye (BD), B. No: 28749/18, 11/07/2022). Türkiye’nin insan hakları alanındaki zayıf karnesinin sorumlusu olarak İHAM’ı görmek, ülkemizdeki yapısal ve yargısal sorunların gözardı edilmesine yol açacak “kolaycı” bir bakış açısıdır. Türk Hukuku’nun İHAS ile uyumu konusunda ciddi sorunların bulunduğunu söylemek için İHAM kararlarına bakmaya dahi gerek yoktur. AYM; 2022 yılı sonu itibariyle, yani yaklaşık 10 yıl içinde, 61.264 başvuruda en az bir hakkın ihlal edildiğine karar vermiştir. Makul sürede yargılanma hakkı ihlalleri çıkarıldığında bu sayı 11.995 olmaktadır. İHAM ise çok daha uzun bir süre zarfında, makul sürede yargılanma hakkı ihlalleri dahil olmak üzere, Türkiye’ye karşı yapılan başvuruların 3.458’inde en az bir hakkın ihlal edildiğine karar vermiştir. Buna göre iç hukukun bir parçası olan AYM, çok daha kısa bir sürede İHAM’ın verdiği ihlal kararlarının 17,7 katı kadar ihlal kararı vermiştir. Bu da göstermektedir ki; mesele bir “önyargı”, “çifte standart” veya “düşmanlık” değil, insan hak ve hürriyetlerine saygı meselesidir.

c) Yetki Aşımı ve Yargısal Aktivizm Eleştirileri

İHAM ve AYM kendilerine yetki aşımında bulundukları gerekçesiyle zaman zaman eleştirilere hedef olabilmektedir. Hatta AYM’nin “yetki gaspı” yaptığı dahi derece mahkemelerince ileri sürülebilmiştir. Bu eleştiriler, çoğunlukla tutuklama tedbirine ilişkin şikayetlerin karara bağlandığı başvurularda gündeme gelmektedir. Nitekim bu başvurularda tutuklanan kişinin suçluluğu hakkında bir şüphe bulunup bulunmadığı İHAM ve AYM tarafından incelenmektedir. Bu incelemede ise, kaçınılmaz olarak delil durumu hakkında değerlendirmeler yapılmakta ve AYM’nin işin esasına girdiği eleştirisine muhatap olduğu görülmektedir. İHAS m.5’in ve Anayasa m.19’un “suç şüphesi” unsurunu tutuklamanın hukuka uygunluk koşulu olarak açıkça düzenlediği dikkate alındığında, İHAM’ın ve AYM’nin bu hususta inceleme yapma yetki ve görevi bulunmadığını söylemek mümkün değildir. AYM; kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlale uğradığına dair iddiayı incelerken, tutukluluğun hukukiliğini veya uzadığı durumda devamı için şartların oluşup oluşmadığını da suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan kişiler yönünden ancak delil durumunu değerlendirmek suretiyle yapabilir.

İHAM ve AYM’nin kimi zaman “işin esasına girmek” suretiyle yetkilerini aştıkları da iddia edilmektedir. Adil/dürüst yargılanma hakkı kapsamında yapılan incelemede kural olarak, İHAM’ın ve AYM’nin işin esasına girmesi (örneğin yargılama sonucunun adil olup olmadığı veya ceza davasında sanığın suçlu olup olmadığı yönünde değerlendirme yapması) mümkün değildir. Buna karşın, maddi hakların sözkonusu olduğu başvurularda esasa ilişkin değerlendirme yapılması bir yetki aşımı olarak görülmemektedir. Örneğin; ifade özgürlüğüne ilişkin başvurularda, bir düşünce açıklamasının ifade özgürlüğü kapsamında kalıp kalmadığı, dolayısıyla bu fiil nedeniyle yaptırım uygulanmasının demokratik bir toplumda gerekli ve ölçülü olup olmadığı pek tabii inceleme konusu yapılabilmektedir. Aksi takdirde AYM ve İHAM; yalnızca yargılamanın adil/dürüst yargılanma hakkının gereklerine uygunluğunu denetleyen, yani usul denetimi yapan birer mahkemeye dönüşecektir.

Bir diğer önemli husus, ihlal tespiti ile sonuçlanan bireysel başvuru kararlarında Mahkemelerce hükmedilen tedbirlerdir. Bireysel başvuru, kendisine özgü bazı özellikleri olan ve olağan kanun yollarından farklı sonuçlar doğuran bir hak arama yoludur. Bireysel başvuru yolunun yegane amacı, bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin ihlal edilip edilmediğini tespit etmek değildir. Bir hak ihlali tespit edildiğinde, bu ihlalin tüm sonuçları ile birlikte ortadan kaldırılması da bireysel başvurunun amaçları arasında yer almaktadır. Bu nedenle İHAM ve AYM, tespit ettikleri hak ihlalinin gerçek anlamda giderilmesi ve başvurucun mağduriyetinin ortadan kaldırılması için tazminat dışında başka tedbirlere de karar verebilmektedirler. İHAM; başvurucuya tazminat ödenmesinin yanında, ilgili hükümetten devam eden ihlali sonuçlandırmasını da isteme yetkisine sahiptir. Bazı durumlarda İHAM, benzer ihlallerin yaşanmaması için ihlale neden olan bir yasal düzenlemenin veya bir uygulamanın Sözleşme ile uyumlu hale getirilmesini, belirli alanlarda yasal düzenlemeler yapılmasını devletten isteyebilmektedir. İhlalin bir mahkeme kararından kaynaklandığı bazı hallerde İHAM’ın, yeni bir yargılama yapılmasının en iyi giderim yöntemi olacağını belirttiği de görülebilmektedir. Hukuka aykırı tutukluluk nedeniyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğinin tespit edilmesi halinde istisnai olarak İHAM, başvurucunun serbest bırakılmasını dahi hükümetten isteme yetkisini haizdir. Benzer şekilde AYM, tutuklu bulunan başvurucunun maruz kaldığı hak ihlalinin sonlandırılması için tek seçeneğin başvurucunun tahliyesi olduğuna hükmedebilmektedir. AYM; İHAM’dan farklı olarak, ihlalin bir mahkeme kararından kaynaklandığı durumlarda, doğrudan “yeniden yargılama yapılmasına” karar verebilmektedir. AYM, 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun m.50/1 uyarınca, “ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere” karar verme yetkisine sahiptir. İhlalin bir yasa hükmünden kaynaklanması halinde ise AYM, ihlal kararının bir örneğini TBMM’ye göndererek konuyu yasa koyucunun takdirine havale etmektedir. Kısacası, İHAM ve AYM tarafından verilen ihlal kararlarının tazminat dışında birtakım sonuçları olması son derece doğaldır. Bu durum bir yetki aşımı olmayıp, insan hakları ve hürriyetlerinin ve bireysel başvuru yolunun etkililiğinin gereğidir.

Buna karşın, yargısal aktivizm tartışmalarının ve mahkemelere bu açıdan yöneltilen eleştirilerin daha anlamlı olduğu görülmektedir. Gerçekten İHAM, amaçsal ve dinamik yorum yöntemlerine başvurarak Sözleşmeyi “yaşayan bir belge” olarak görmekte ve “günün koşullarına uyarlayarak” yorumlamaktadır. Buna ek olarak İHAM; “Sözleşmenin etkililiği” prensibine dayanarak, devletlerin pozitif yükümlülüklerini her geçen gün daha geniş yorumlama eğilimindedir. Bunların sonucu olarak mahkeme; Sözleşme ile güvence alınan hak ve özgürlüklerin kapsamını bir hayli geliştirmiş, devletlere yeni yükümlülükler yüklemiştir. İHAM içtihadını takip eden AYM ise, bu içtihat politikasını kendi kararlarına yansıtmaktadır. Bu yöndeki açılımları destekleyenler, hatta yetersiz bulanlar olduğu gibi bunları eleştiren ve İHAM’ı Sözleşmeye sadık kalmamakla itham edenler de bulunmaktadır. Özellikle üzerinde uzlaşı sağlanması güç görünen ve toplumsal boyutu öne çıkan meselelerde bu eleştiriler daha görünür olmaktadır. Bizzat İHAM yargıçlarının da taraf olduğu bu tür tartışmaların Konsey üyesi diğer devletlerde de yaşandığı görülmektedir. Kısacası; bu eleştiriler, Türkiye’ye özgü kararlar vesilesiyle gündeme gelmemektedir. İnsan Hakları Mahkemesi’nin kendisine ve Sözleşmeye yüklediği misyon şüphesiz devletler ve bireyler tarafından tartışma konusu yapılabilir, eleştirilebilir. Bu son derece doğaldır.

d) Başvuruların Görülme Sırası Konusunda Belirsizlik ve Keyfilik Eleştirileri

İHAM’a ve AYM’ye yöneltilen bir diğer eleştiri bazı başvuruların çok kısa sürede sonuçlandırılmasına karşın bazılarının uzun süre bekletildiği yönündedir.  Genel kural, başvuruların geliş sırasına göre incelenmesi olmakla birlikte, Mahkemeler, İçtüzüklerden aldıkları yetkiyle bu sırayı değiştirebilmektedir.

İHAM, İçtüzük m.41’e dayanarak kendi öncelik politikasını belirlemiştir. 2009 yılında kamuoyu ile paylaşılan öncelik politikasına göre başvurular önem ve aciliyet derecesi gözönüne alınarak 7 kategoriye ayrılmıştır. AYM İçtüzüğü m.50’ye göre; “Bireysel başvurular, geliş sırasına göre incelenerek karara bağlanır. Ancak Mahkeme, başvuruların konuları itibarıyla önemini ve aciliyetini göz önünde bulundurarak belirlediği kriterler çerçevesinde farklı bir inceleme sıralaması yapabilir.” Bununla birlikte AYM, İHAM’ın aksine, belirlediği kriterleri henüz şeffaf hale getirmemiştir. Bu durum eleştiriye açıktır, çünkü konu ve ihlal iddiaları bakımından birbirine benzeyen başvuruların farklı zamanlarda karara bağlandığı veya kamuoyunca “önemli ve acil” addedilen kimi başvuruların uzun süre bekletildiği örneklerle karşılaşılmaktadır. Bu durum, AYM’nin “seçmece” kararlar verdiği veya siyasi konjonktürden etkilendiği eleştirilerine yol açmakta ve kamuoyunun güvenini zedelemektedir. Öncelik politikasının aleni olmasına rağmen, İHAM da benzer eleştirilerin hedefi haline gelebilmektedir. Her iki Mahkemenin de bu konuda daha titiz ve şeffaf davranması ve özel olarak da AYM’nin, belirlediği öncelik politikasını açıklaması hiç kuşku yok ki mahkemelere duyulan güveni artıracaktır.

Sonuç

Bu yazımızda, bireysel başvuru mekanizmalarının sorunlarını ve İHAM ile AYM’ye yöneltilen eleştirileri değerlendirmeyi amaçladık. Yukarıda değinilen eleştirilerin bir kısmı son derece önemli ve haklı olup, temel hak ve özgürlüklerin daha etkili ve eşitlikçi bir şekilde korunması yönündeki meşru beklentinin ürünüdür. Türkiye Cumhuriyeti, 1950 yılında Avrupa Konseyi’ne üye olarak siyasi tercihini demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarından yana kullanmıştır. Türkiye özgür iradesiyle İHAS’a taraf olmuş, İHAS’ı iç hukukunun bir parçası haline getirmiş, İHAM’ın zorunlu yargı yetkisini ve bireysel başvuru hakkını tanımış, İHAM’ın kararlarının bağlayıcılığını kabul etmiştir. Sistemin mükemmel şekilde işlememesi bu kazanımlardan vazgeçilmesi için bir gerekçe oluşturmamalıdır. Diğer devletler gibi Türkiye de İHAS ile kurulan mekanizmanın daha adil ve etkili hale gelmesi için çaba göstermelidir. Bunun gerçekçi bir alternatifinin bulunmadığını Rusya’nın bugünkü durumu teyit etmektedir.

Aynı değerlendirmeler AYM’ye bireysel başvuru yolu bakımından da geçerlidir. 1982 Anayasası, geçirdiği önemli değişiklikler sayesinde (bilhassa 2001 ve 2004 değişiklikleri) temel hak ve özgürlüklerin korunması bakımından büyük ölçüde İHAS modelini benimsemiştir. AYM, 2012 yılından bu tarafa sistematik bir şekilde İHAM içtihadını iç hukuka aktarmaktadır. Eksiklikleri ve sorunları olsa da AYM’ye bireysel başvuru yolunun açılması en az İHAS’a taraf olmak kadar değerli bir kazanımdır. Bu kazanımın daha güçlü hale getirilmesi için sisteme yönelik eleştirilerin yıkıcı değil, yapıcı olması gerekmektedir.

Belirtmeliyiz ki; bir dönem başta Avrupa’da olmak üzere hız kazanan özgürlük anlayışı ve buna bağlı kişi hak ve hürriyetlerinin gelişimi zamanla otoriterleşme eğilimi gösteren ve meydana gelen hadislere bağlı olarak güvenlikçi politikaları öne koyan devletlerde ister istemez, sübjektif veya kamusal menfaatler gözetilerek yerini güvenlikçi anlayışa bırakma eğilimini göstermekte ve burada da kamu otoritesi tarafından toplum ve birey, güvenlikçi anlayışın endişeler nedeniyle ikna edilebilmektedir. Kanaatimizce, hem özgürlük ve hem güvenlik birlikte önemlidir ve gerçekten de Dünya üzerinde bölgelere göre önem nitelikleri değişkenlik gösterebilmektedir. Ancak güvenlikçi anlayış için özgürlükçü anlayışın terki, kaçınılmaz olarak kişi hak ve özgürlüklerinin kaybedilmesine veya erozyona uğramasına yol açabilir. Kişi hak ve özgürlükleri asla terk edilemez. Bugüne kadar; İHAM ve AYM kişi hak ve özgürlüklerinin koruyucusu olmuşlar, hatta sadece korumakla yetinmemişler, verdikleri kararlarla kişi hak ve özgürlüklerinde gelişmelere öncülük de yapmışlardır. Bu mahkemelerin verdikleri kararlar ve uygulamaları nedeniyle eleştirilmelerini anlayışla karşılamak, bazılarına hak vermek mümkün olup, her iki mahkemeden de yukarıda işaret ettiğimiz sorunların çözümünü beklemek doğrudur. Ancak bu eleştirilerden hareketle, bu Mahkemelerden (İHAM’dan ve AYM’den) kopulmasına, yargı yetkilerinin kısıtlanmasına ve verdikleri kararların infazının önüne geçilmesine yönelik tavır ve açıklamalar da gözden geçirilmelidir. Yargının bağımsızlığını, tarafsızlığını, verdikleri kararların derhal infazlarının sağlanmasına yönelik yaşanan tereddütlerin giderilmesini sağlamaya dönük bir anlayışın benimsenmesi ve bu yönde çalışmalarının geliştirilmesi, hem kişi hak ve hürriyetleri ve hem de kamu düzeni açısından yararlı olacaktır.

(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)