Herbert Spencer, öğretimin insanı ne daha ahlaklı, ne de daha mutlu yaptığını ve insanın güdülerini, kalıtsal ihtiraslarını değiştirmediğini, kötü bir yön vermesi durumunda eğitimin faydalı olmaktan çok tehlikeli olduğunu göstermiştir.

En doğru bir isabetle ‘Latin’ sıfatıyla nitelendirilen bu eğitimin birinci tehlikesi ciddi bir pedagojik hata üzerine kurulmuş olmasıdır: Bu hata, kitapları ezberlemenin zekayı geliştirdiğini sanmaktır. Bu düşünce ile mümkün olduğu kadar çok ezberletmeye gayret edilmektedir. İlkokuldan doktoraya ve hatta öğretmenliğe kabul sınavına kadar, genç adam kendi akli yeteneğini çalıştırmadan ve bireysel yeteneklerine başvurmadan kitapların yazdıklarını yutmaktan başka bir şey yapmaz. Onun için öğretim-öğrenim-ezberden okuma ve itaat etmekten ibarettir.

Eğer bilginin üstünkörü kazanılması, bu kadar ders kitaplarının çok iyi ezberlenmesi zeka seviyesini yükseltse idi, sınıflardan ve memnun olmayanlardan başka bir şey yetiştirmemesine rağmen, belki klasik latin eğitiminin bütün sakıncaları hoş görülebilirdi. Fakat gerçekten, bu sonuç elde edilebiliyor mu? Hayır. Hayatta başarılı olmanın ana şartları, mantık, deneyim, girişim ve karakterdir. Bunlar ise kitaplardan öğrenilmez.

Kitaplar gereken hallerde başvuru kaynaklarıdır, orada yazılı uzun parçaları kafaya doldurmak, boşuna bir gayrettir. Klasik eğitim için hiç de mümkün olmayacak derecede mesleki eğitim zekayı nasıl geliştirebilir? Bunu Tain şu satırlarında çok iyi belirtiyor:

Fikirler ancak doğal ve alışılmış çevrelerinde ortaya çıkar. Fikir tohumlarının serpilmesini temin eden şey; genç adamın her gün atölyede, madende, mahkemede, avukat yazıhanesinde, gemi tezgahı üzerinde; hastanede ve aletlerin, işçilerin çalışmanın iyi veya fena yapılmış, karlı veya zararlı işlerin manzarası karşısında aldığı sayısız duygu intihalarıdır. Gözlerin, kulağın, ellerin ve hatta burnun aldığı küçük duyumlar, irade dışında, kendiliğinden birikerek, er veya geç ona yeni bir şey hazırlama, sadeleştirme, ekonomi, ıslah veya icat gibi kabiliyetleri hazırlar.

Yedi sekiz yıl boyunca, doğrudan doğruya şahsi deneyimlerden, eşyaya, şahıslara ve bunların her türlü şekillerde idaresine ait canlı bilgiler verebilecek bir deneyimden uzak kalır.

Bunların onda dokuzu zamanlarını, emeklerini, ömürlerini birçok senelerini, en fazla verimli olabilecek, kararlı senelerini kaybetmişlerdir: Önce imtihanlara girenlerin-sınıftan dönenlerin demek istiyorum-yarısı yahut üçte ikisini hesap ediniz, sonra sınıf geçenleri, diploma alanları ve bunların arasında da yarısı yahut üçte ikisini hesap ediniz-yani kafaları yorgun olanları-hesaplayınız. Filan gün falan sandalye üzerinde yahut bir yazı tahtasının önünde, iki saat içinde bir bilim heyeti huzurunda bütün insanlığın bilgilerini onlardan istemek nedir? Bu gençler o gün iki saat esnasında böyle yahut buna yakın bir isteğe cevap vermişlerdir; fakat biraz sonra artık bunlar o gençler değillerdir. Yeniden sınav veremezler. Onlar çok çeşitli ve ağır olan bilgileri zihinlerinden çıkmış, düşüncenin en verimli özü artık kurumuştur. Ortaya bir yetişmiş adam çıkmıştır ama bu adam ayın zamanda bitmiştir de. Bu adam bir işe yerleşir, evlenir ve bir çember içinde kısır döngüye razı olur, görevinin başına geçer ve dürüst bir halde çalışır, işte o kadar.

Bu meşhur tarihçi, bundan sonra bizim sistemimizle yani latin sistemiyle Anglo-Sakson sistemi arasındaki farkı bize gösterir. Oralarda öğretim ve eğitim, kitaplardan değil, bizzat eşyadan, doğadan elde edilir. Örneğin mühendis bir mektepte değil de atölye de yetiştiğinden, eğer zeka kapasitesi gelişimine ve ilerlemesine elverişli değil ise işçi veya ustabaşı, eğer zekası yüksek ise mühendis olur. Böyle bir usul, bir gencin bütün meslek hayatı on sekiz yirmi yaşlarında birkaç saatlik bir sınava bağlamak değil demokratik ve toplum için faydalı bir usuldür.Bir ülkede gençliğe verilen eğitimin şekli, o ülkenin kaderini önceden görmemizi sağlar.”

Not: Bu yazının tamamı alıntıdır genel olarak doğal anlatımı içten bulunduğundan aktarılmaya değer görülüp sizler için yazılmıştır sevgi ve saygılarla…