Felsefenin ne olduğunu açıklamaya, ne olmadığını açıklamakla başlayalım ve bu konuda şu espirili hikayeyi örnek alalım: İlgi duyduğu kız arkadaşıyla ilk kez buluşacak olan, yani kadınlar konusunda pek deneyimli olmayan İrlandalı bir genç, kadınlar konusunda deneyimli ve fena halde çapkın geçinen abisine kız arkadaşıyla buluşacağını, kız arkadaşıyla buluştuğunda ne yapması, ne konuşması gerektiği konusunda akıl danışır, bu bağlamda, “Nasıl konuşmam gerekir, nelere dikkat etmem, neler söylemem gerekir?” diye sorar.

Deneyimli abi “İşin sırrı şu” diye sözlerine başlar ve şöyle devam eder: “İrlandalı kızlar şu üç konuya bayılırlar; yiyecek, aile ve felsefe. İrlandalı bir kıza hangi yemekleri sevdiğini sormak, o kıza olan ilgini gösterir. Ailesini sorarsan, niyetinin iyi olduğunu, ciddi olduğunu göstermiş olursun. Felsefeden konuşman ise, kızın aklına güvendiğini, ona entelektüel yönden değer verdiğini gösterir.

İşin sırrını abisinden kapan, raconunu öğrenen acemi çapkın, kız arkadaşını arar ve onu akşam yemeğine davet eder. Yemeğe başlarken kız arkadaşına “Lahana sever misin?” diye sorar. Kız şaşkınlıkla “Ne? Hayır” der. Arkasından ikinci konuya geçer ve “Kardeşin var mı?” diye sorar. Kız “Yok” der. Hiç ara vermeden üçüncü soruyu patlatır: “Peki, bir kardeşin olsaydı lahana sever miydi?

Felsefe, elbette bu değildir. Bu, sadece bir ironidir.

O halde, felsefe nedir?

En yalın, en sade, en ayaküstü tanımıyla felsefe, insanın; dünyanın ve hayatın sayısız olgu ve olayları, kendi varlığı, kendi varlığının anlamı, yapısı, hikmeti, işlevi, yaradılışı üzerine düşünmesi ve bunları merak etmesidir.

Felsefe, insanın, merakla ve öğrenmek amacıyla sorular sorması, sorduğu sorulara cevap aramasıdır.

Felsefe, insanın kendisini araması, kendisini tanıması, “kendini bil-mesi”dir.

Felsefe, ben kimim, evren nedir, ben nasıl meydana geldim, evren nasıl oluştu, beni kim yarattı, dünyayı kim yarattı gibi konuları merak etmek, bunlarla ilgili sorular sormak, bu soruların cevaplarını aramak ve bulmaya çalışmaktır.

Bütün bu nedenlerle ve kısaca felsefe, filozofların, düşünen, merak eden insanların, hakikati arama, bulma, öğrenme çabası ve uğraşıdır.

Esasen öğrenmeyi tetikleyen ve sağlayan en önemli olgu meraktır. Diğer bir deyişle merak, en önemli, en etkili, en yararlı öğretmendir. Nitekim çocuklar merak ettikleri ve öğrenmek istedikleri için soru sorarlar ve öylece öğrenirler. O nedenle, çocuklar ve filozoflar bu yönleri itibariyle birbirlerine çok benzerler.

Jostein Gaarder’in “Sofi’nin Dünyası” isimli kitabında yazdığı gibi “filozofların hakikati bulma çabasını dedektif romanlarına benzetebiliriz. Katil kimdir? Katil, kimine göre Anderson, kimine göre Nielsen, ya da Japsen’dir.” Dedektif, hakikati bulur veya bulamaz. Ama bulsa da, bulmasa da, cinayeti kimin işlediğinin mutlaka bir cevabı ve çözümü vardır. Tıpkı dedektifin hakikati, katili araması ve bulmaya çalışması gibi, filozof da merak eder, hakikati aramaya ve bulmaya çalışır, bu amaçla sorular sorar, bu soruların cevabını arar.

Felsefe dediğimiz şey kısaca budur. Yani hakikati aramaktır!

Felsefenin, gerçek anlamıyla eski Yunanlı bilge Ksenophanes ile başladığı kabul edilir. Ve hatta antik Yunan dünyasının Delos ile birlikte en önemli dini merkezinden birisi olan Delfi’deki Apollon Tapınağı’nın girişinde yazılı olan ve o nedenle Delfik ilkesi olarak bilinen “Kendini bil!” mottosunun ve öz-eleştiri anlayışının temeli Ksenophanes’e dayandırılır.

Ksenophanes, filozof olmaktan daha ziyade din üzerinde çalışmalar yapan bir düşünürdür. Bu çalışmalarıyla Ksenophanes, kökleri Homeros’a ve Hesiodos’a kadar giden, halkın Tanrı kavramına ve Tanrı’nın insan biçiminde tasarlanmasına karşı çıkmış, Tanrı kavramına ahlaki bir temel kazandırmaya çalışmış, o dönemde genel kabul gören çok tanrı anlayışının ve tasavvurunun karşısına tektanrıcılık düşüncesini çıkarmıştır.

Ksenophanes, bu düşüncesini “Ölümlüler sanıyorlar ki tanrılar da kendileri gibi doğmuşlardır, kendileri gibi giyinirler, kendileri gibi yerler ve içerler, yani kendilerinin biçimindedirlerTanrı, en büyük olan, ne biçim, ne de düşünce bakımından insanlara benzemeyen tek varlıktır. Tanrı tümüyle göz, tümüyle düşünce, tümüyle kulaktır. O, görür, düşünür, duyar ve hiçbir zorluk çekmeksizin her şeyi zihninin gücüyle yönetir. Tanrı, hiç kımıldamadan hep aynı yerde durur, zira bir o yana, bir bu yana gitmek O’na yakışmaz” sözleriyle temellendirmeye çalışmıştır.

Bu yaklaşımı ve anlayışı, Ksenophanes’i monist/tekçi, diğer bir deyişle tek bir Tanrı’nın olduğu anlayışına götürmüş, daha aşağıda ele alacağımız Elea Öğretisi, Ksenophanes’in öğrencisi olan Parmenides’in, Ksenophanes’in bu yaklaşımının, bu anlayışının, bu düşüncesinin üzerine kurulu bir felsefe okulu olarak biçimlenmiştir.

Felsefe; varlık, bilgi, değer, iyi, hakikat, adalet, doğruluk, hak, zihin, akıl gibi konularla ilgili soyut, genel ve temel problemlere ilişkin olarak ve bunlar üzerine yapılan sistematik bir çalışmadır. Bu çalışma oldukça geniş bir alanı kapsar, bu bağlamda, felsefe, fizik, psikoloji, mantık, dilbilim, tarih, din, etik, ahlak, siyaset, hukuk gibi disiplinleri de ele alır ve bunları da inceler.

Esasen daha önce genel felsefenin kapsamında olan bütün bu disiplinler, günümüzde genel felsefeden ayrılmışlar, bunların her biri ayrı olarak ele alınan, incelenen yeni birer disiplin haline gelmişlerdir. O nedenle, günümüzde varlığın ve hakikatin doğasını inceleyen metafizik, bilginin ve inancın doğasını inceleyen epistemoloji, yani bilgi felsefesi, bir değer yargısı olarak ahlakı inceleyen etik, doğru akıl yürütmenin kurallarını inceleyen mantık gibi yeni akademik disiplinler ortaya çıkmış, felsefe, bilim felsefesidin felsefesiahlak felsefesidil felsefesitarih felsefesihukuk felsefesisiyaset felsefesi gibi alt dallara bölünmüştür.

Bu gelişmelere göre, tek bir felsefe, tek bir felsefi sistem yoktur. İleride daha geniş olarak inceleyeceğimiz üzere, bilimi, dini, ahlakı, dili, tarhi,  

hukuku, siyaseti, insanı, dünyayı, hayatı, yaradılışı, varlığı ne kadar değişik yönlerden incelemek mümkün ise, bunları o kadar değişik yönden inceleyen felsefi görüşler, sistemler ve okullar vardır.

Kuşkusuz bunlar arasındaki fark ya da farklılık, sadece bunların çalışma konularında ve alanlarında değildir. Değildir, zira bu görüşlerin, sistemlerin, okulların üzerinde çalıştığı konu bellidir. Bu konu, az yukarıda da işaret ve ifade ettiğimiz üzere; bilimdir, dindir, dildir, tarihtir, hukuktur, siyasettir, dünyadır, evrendir, hayattır, insandır, yaradılıştır, varlığın kendisidir, bil- gidir, değerdir, hakikattir, ahlaktır, etiktir, doğruluktur, yani bunların toplamından, bütününden oluşan felsefedir,

Sadece bu görüşlerin, bu görüş sahiplerinin vardıkları sonuç veya sonuçlar birbirlerinden farklıdır. Esasen değişik felsefi görüşlerin, buna bağlı olarak farklı felsefi sistemlerin ve okulların olmasının nedeni de budur.

Felsefe, Sokrates’in, Plato’nun/Eflatun’un, Aristoteles’in, Sofistlerin, Stoiklerin memleketi ve doğdukları yer olan kadim Yunanistan’da doğmuştur. Nitekim felsefe sözcüğü eski Yunanca’da “bilgeliği sevme” anlamına gelen “philosophía” sözcüğünden türetilmiştir. Bu sözcüğün Türkçe karşılığı “hikmete”, yani “bilgeliğe aşk”tır.

Ne var ki, aşkın bu türüne kimileri aşina değildir. Onun için bu kişiler, felsefeye, bilgeliğe, bilgelere karşı mesafeli ve soğukturlar. Zira bu insanlar, düşünmek istemezler ve hatta düşünceden, düşünmekten korkarlar. Düşünceden ve düşünmekten korktukları için de, ne merak ederler, ne soru sorarlar, ne sorgulama yaparlar, ne de öğrenmek isterler. Bu insanlar akıllarını, vicdanlarını, yüreklerini söndürmüşler, duygularını, gözlerini, kulaklarını, diğer duyularını kapatmışlardır. Öyle oldukları için de, bakmamayı, görmemeyi, duymamayı, hissetmemeyi, düşünmemeyi, merak etmemeyi, sorgulamamayı tercih ederler.

Oysa felsefe bize, bakmak, görmek, duymak, hissetmek gibi duyuları, merak etmek, öğrenmek, düşünmek, eleştirmek, sorgulamak gibi yolları, bunlar için gerekli olan araçları ve insani yetenekleri kazandırmayı ve bunları kullanmayı öğretir. Felsefe bize, kendimizi, kamil bir insan, ahlaklı, erdemli bir insan olarak oldurabilmemizin yollarını gösterir ve bunun için gerekli olan araçları verir. Felsefe bize, aynı zamanda, varlık olarak, insan olarak nereden gelip nereye gittiğimizi öğretir, kendimizi tanımamızın ve bilmemizin yol ve yöntemlerini gösterir. Büyük İslam düşünürü Farabi’nin “Var mısın ki, yok olmaktan korkuyorsun?” demesi bundandır, bundan dolayıdır. Çünkü bunları bilmeyen, merak etmeyen, araştırmayan, öğrenmeyen, öğrenmek istemeyen insan, insan olarak var değildir ve o insan hayatı bir ot gibi, kurufasulye gibi yaşıyordur. Oysa yaşamak ciddir bir iştir. Nitekim usta şairimiz Nazım Hikmet bir şiirinde; “yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın…yaşamayı ciddiye alacaksın…” der.

Kendisi, “insanın kendisiyle ilgili olması” şeklindeki “objektivist” anlamda felsefi görüş sahibi olan Rus asıllı, Amerikalı mimar, filozof ve yazar Ayn Rand’ın özlü ifadesiyle felsefe; “kokteyl partilerindeki veya kiliselerdeki törenlerin içini doldurmak için yaratılmış anlamsız soyutluklar gösterisi değildir. Oryantal abartmalarla çınlayan gereksiz bir Avrupa uğultusu hiç değildir. Felsefe, İngiliz profesörler tarafından başka türlü bir işe girmesi mümkün olmayan çalışma arkadaşları için geliştirilmiş olan ve gerçek ile yollarını ayırmış bir satranç oyunu da değildir. Felsefe, insan yaşamındaki en temel unsurdur. Felsefe, insan aklını ve karakterini, ulusların kaderini biçimlendiren asıl güçtür. İnsanın tercihi bir felsefe sahibi olmak veya olmamak konusunda değil, fakat sadece hangi felsefeye sahip olmak konusundadır. İnsanın tercihi, tercihinin bilinçli, açık, mantıklı ve bu nedenle pratik mi olacağı, yoksa rastgele, belirsiz, çelişkili ve bu nedenle zararlı mı olacağı konusundadır.

Ayn Rand ile başladık, yine ondan ödünç alarak devam edelim; “Neden onursuz yaşadığınızı, ateşsiz sevdiğinizi, direnmeden öldüğünüzü merak mı ediyorsunuz? Neden her baktığınız yerde cevapsız kalmaya mahkum sorularla karşılaştığınızı, yaşamınızın neden imkansız çelişkilerle dolu olduğunu, neden – ya beden, ya ruh – gibi, – ya akıl, ya kalp – gibi, – ya güvenlik, ya özgürlük – gibi yapay seçimlerden kaçmak için tüm ömrünüzü mantıksız kararsızlıklarla geçirdiğinizi bilmek mi istiyorsunuz? Cevap yok diye çığlıklar mı atıyorsunuz? Algılama aletinizi, aklınızı kullanmayı ret etmişiniz, ondan sonra da evrenin bir esrarengizlik yumağı olduğundan yakınıyorsunuz. Elinizdeki anahtarı fırlatıp atıyor, sonra tüm kapılar yüzüme çarpıldı diye ağlıyorsunuz. Mantıksızı izleyerek yola koyuluyor, sonra varoluş anlamlı değil diyorsunuz. Aklınızı takip etmedikçe ve kullanmadıça, hayatınızı bu tür sorulardan kaçarak geçirmeye mahkumsunuz. Tercih yapmaktan kaçındıkça, başkalarının tercih ettiği bir yaşama mahkum olacaksınız. Felsefe, yaşamı sorgulama, varoluşu anlama, aklı ve mantığı kendi mutluluğumuz için kullanma aracıdır. Felsefe, entellerin bir araya geldiklerinde, kafanızı karıştırmak için yaptıkları laf kalabalığı değildir.

Uzmanların ifadesiyle, aklımız, zihnimiz, algılayabildiğimiz hemen her şeyin kavramlar halinde bütünleştirilmesi şeklinde çalışır. Bu işleyiş, giderek daha büyük bütünleşmeleri gerektirir ve getirir. Böylece kendine özgü yasaları, işleyişi, aşamaları ve süreçleri bulunan evren hakkında; üzerinde yaşadığımız, çalıştığımız, hayatımızın resmini yaptığımız bir atölye olan tarihsel dünya hakkında; hayat ve hayatın sonsuz olgu ve olayları hakkında; yaradılış hakkında; varlığın anlamı, hikmeti, yapısı ve niteliği hakkında; kendimiz ve başkaları hakkında; bilginin kendisi ve araçları hakkında bize bilgi veren ve yol gösteren sonuçlara ulaşırız.

Ayn Rand’ın özlü ifadesiyle; “…Bütün bunlar için, varoluşu inceleyen bilim olan ve Aristoteles’in kendiliğinden oluş olarak ifade ettiği metafiziğe; insanın kavrama yollarını inceleyen epistemolojiye; felsefenin teknolojisi olan, sadece insan için anlam ifade eden, varoluşun bütünü ile ilgilenen, insanın tercihlerine ve davranışlarına yön veren bir değerler sistemi olan ahlaka; insanın diğer insanlara, yönetenlerin nasıl yönetmeleri ve yönetilenlere nasıl davranmaları gerektiğini belirleyen, dahası gerçek bir sosyal sistemin ilkelerini tanımlayan siyasete; insan olarak bilincimizi ve duygularımızı besleyen, bizi yumuşatan, incelten, rafine eden sanata, metafiziğe, epistemolojiye ve ahlaka dayalı sanatı inceleyen estetiğe, yani bütün bunların toplamını ifade eden felsefeye gereksinim duyarız.

Felsefesi olmayan insanın tarzı, üslubu, içeriği, heyecanı olmadığı gibi hayatının da bir anlamı yoktur. Oysa insan anlam arayan, hayatının anlamını bulmaya çalışan bir varlıktır. İnsan olarak felsefeye bunun için, yani hayatımızın anlamını bulmak için ihtiyacımız vardır. Karnımız aç da olsa, tok da olsa; paramız olsa da, olmasa da; iyi bir işe, iyi bir meseleğe, iyi bir mevkiye sahip bulunsak da, bulunmasak da; önemli veya değerli olsak da, olmasak da, felsefeye ihtiyacımız vardır. Doğamız gereği vardır, görebilmek, duyabilmek, hissedebilmek, düşünebilmek, sorgulayabilmek, eleştirebilmek, anlayabilmek, davranabilmek, öğrenebilmek, yaşayabilmek için vardır.

İçimizden kimileri, Romalıların söylediği gibi “önce yaşamak, sonra felsefe yapmak” veya “ben somut şeylere ilgi duyarım, yaşamın gerçekleri ile uğraşırım, soyut şeyleri düşünmek bana bir yarar getirmez, beni yorar, beni bozar, benim karnımı doyurmaz, onun için benim felsefeye ihtiyacım yok” diyebilir ya da böyle düşünebilir. Ama esas bunu diyenlerin, böyle düşünenlerin felsefeye ihtiyacı vardır. Neden mi? İşinde ve mesleğinde başarılı olmak, kendisini ve varolduğunu bilmek, hayatının anlamını kavrayabilmek, kendisini tanımak, zihnini, kirlenen düşüncelerini değiştirmek, hayatta karşılaştığı sorunları çözebilmek, yaşama uğraşını sürdürebilmek, ayakta kalabilmek için felsefeye ihtiyacı vardır.

Birey olarak, toplum olarak her gün birileri tarafından taciz edilmemek; zihnimizin ve yüreğimizin birileri tarafından bozulmasına, iğfal edilmesine, yalan yanlış doldurulmasına izin vermemek; yalanları doğru, doğruları yalan göstermemek; bu şekilde gösterenlere ve gösterilenlere aldanmamak; hakikatin bozulmasına izin vermemek; soygunları sıradanlaştırmamak; dilin ve sözün içini doldurabilmek; siyasal dilin tecavüzlerinden korunmak için felsefeye gereksinmemiz vardır.

Klişelerle, sloganlarla, hamasetle, işe yaramaz metaforlarla, bayat kullanımlarla çürümüş bir dilin, zihnimizi uyuşturup edilgenleştirmemesi, bilincimizi ele geçirip bizi yönlendirmemesi ve yönetmemesi, aklımızın, basmakalıp görüş ve düşünceleri, incelemeden, tartışmadan, sorgulamadan kabul etmeye ayartılmaması için felsefeye ihtiyacımız vardır.

Zihnimizde sağlıklı bir kuşkunun olması, bu kuşkunun bizi tetikte ve dengede tutması, kendimizi de hedef alan kuşkucu bir ironiye yer verebilmesi için felsefeye ihtiyacımız vardır. Sadece bunlar için değil, Filistin asıllı Arap olan, sağlığında Filistin sorununun en önde gelen savunucularından olan Edward W.Said’in “Entelektüel-Sürgün-Marjinal-Yabancı” isimli ese-rindeki ifadesiyle, “etrafta dolaşmak, ayakta durup otoriteye cevap verebilecek bir dile sahip olmak, her türden otoriteye sorgusuz sualsiz boyun eğmemek, her türlü otoriteden gelen tehditlere karşı koymak için” felsefeye ihtiyacımız vardır.

İnançlarımızda, düşüncelerimizde, davranışlarımızda tutarlı olmak, kirlenen fikirlerimizi değiştirebilmek, yeni şeyleri öğrenebilmek ve keşfedebilmek için felsefeye ihtiyacımız vardır. Özgür olmanın ve kalmanın yolunu bulabilmek, hakikati söyleyebilmek ve temsil edebilmek için felsefeye ihtiyacımız vardır. Bir haminin veya vasinin ya da bir otorite- nin/iktidarın bizi yönlendirmesine izin vermemek, yeni diller ve ruhlar icat edebilmek, mutluluğu aramak ve bulmak için felsefeye ihtiyacımız vardır.

Cognitia historiana cognitia factorum, cognitia philosophica cognitia causarum”, yani “tarihi anlayış olayları, felsefi anlayış bunun sebeplerini anlamaktır” diyor Romalılar. Buna göre tarihi, siyasi olayları, felsefi anlayışları anlayabilmek ve yorumlayabilmek için, bu olayların siyasal, sosyal ve ekonomik sonuçlarını tespit etmemiz gerekir. Siyasal itaat yükümlülüğünün kaynağını, nedenini araştırmamız ve bilmemiz gerekir. Bu ise, ancak ve ancak siyaset felsefesini, tarih felsefesini, hukuk felsefesini bilmekle mümkündür. Bunun için felsefeye ihtiyacımız vardır.

Rollerimizi, hayatın her alanındaki rolümüzü, daha başından hangi ideolojiler içerisinde kalarak oynayacağımızı, bu rolleri hangi ideolojinin belirleyeceğini ve taşıyacağını oturup ciddi ciddi düşünmek zorundayız… Biz iki yüz yıldır her olguyu sadece kendi alanında görüp, değerlendirebil-dik; aynı olguyu var eden sorunsalın başka bir alanda yaşayıp soluk aldığını ya fark etmedik, ya görmezden geldik. İki yüz yıllık kültür tarihimiz, Türkiyeli aydının iki yüz yıldır aynı aymazlığı çeşitli düşünceler adına yaşamasının tarihidir.” diyor Murathan Mungan. Doğru da diyor. İki yüz yıldır aynı aymazlığı çeşitli düşünceler adına ve çeşitli düşünce kalıpları altında yaşamamızın, bu düşüncelere tutsak olmamızın nedeni, bu düşüncelerin felsefesini bilmememiz, bilsek de bunu içselleştiremememiz, yaşamımıza uygulayamamamızdır. Yani birey olarak, toplum olarak bir felsefemizin olmamasıdır.

Mutlu bir domuz olmaktansa, tedirgin bir Sokrates olmayı tercih ederim” diyor yıllar, yıllar öncesinde John Stuart Mill. Mutlu bir domuz değil, tedirgin bir Sokrates olmak için felsefeye ihtiyacımız vardır.

Peki, arkasında yazılı hiçbir şey bırakmamış olmasına rağmen 2500 yıldır insanlığı etkileyen Sokrates kimdir? “Atina uyuşuk bir at, ben de onu uyandırıp canlandırmaya çalışan bir at sineğiyim.” diyerek kendisini tanımlayan Sokrates, büyük devlet adamı, avukat, bilgin ve yazar olan Cicero’ya göre: “felsefeyi gökyüzünden dünyaya indirip, kentlerde dolaştıran, evlere sokup, insanları; hayat, töreler, iyilik ve kötülük üzerine düşünmeye sevk eden ve zorlayan adamdır.” Kant’ın nitelemesiyle “aklın ideali”, Hegel’in takdimiyle “bir insanlık kahramanı, felsefesini yazmayan ama yaşayan gerçek bir filozoftur” Sokrates.

Sokrates’in zamanının Atina’sı nasıl uyuşuk bir at idi ise, ne yazık ki günümüzün Türkiye’si de uyuşuk bir at gibidir. Bu atı uyandırıp canlandırmak için bir Sokrates bulamayız ve yaratamayız elbette. Ama herhalde bilimde, sanatta, siyasette, ekonomide, hukukta bizi canlandıracak, bizi tatlı uykumuzdan uyandıracak at sinekleri yaratabiliriz.

Türkiye’de böyle insanlar yok mudur? Elbette vardır. Ama bu insanlar sayısal olarak yeterli olmadıkları gibi, nitelik olarak da aktif değillerdir. O nedenle, bu insanların sayısını daha da çoğaltmamız, kalitesini, niteliğini artırmamız, bu insanları daha aktif hale getirmemiz gerekir. Aksi halde, bizi bu dünyadan indirirler!

Kant’ın felsefesini Budizm ile harmanlayan, insanlığı aldanmadan ve aldatmadan kurtaran bir ahlak felsefesi sunan On Dokuzuncu yüzyılın önemli bilgelerinden Schopenhauer ünlü aforizmalarından birisinde şunları söylüyor; “Yaşamımızın ilk kırk yılı bize metni sunar, sonraki otuz yıl bu metnin yorumunu, gerçek anlamını ve bağlamını verir, bu metnin ahlakını ve tüm inceliklerini de ancak hakkıyla anlamamızı sağlar. Yaşamımızın sonuna doğru, bir maskeli balonun sonlarında maskelerin artık çıkarıldığı an’a benzer bir durum ortaya çıkar. O andan sonra yaşamımız boyunca birlikte olduğumuz kişilerin gerçek yüzlerini görürüz. Artık karakterler gün ışığına çıkmış, emek ve çalışmalar meyvelerini vermiş, başarılar hak ettikleri değeri bulmuş, yanıltıcı tüm görüntüler dağılmıştır.”

Ne var ki, insan hayatı, önceden belirlenmiş bir proje olmamakla, hayatın kendisi Schopenhauer’in veya başkaca bilgelerin sunduğu klişe ya da şablon hayat tarzlarından çok daha farklı ve hatta ilginç olmakla; biz, şimdilerde bize sunulan öğrenme fırsatı başta olmak üzere, her fırsatı iyi değerlendirmek, ilgimizi ve hedeflerimizi geleceğe yönlendirmek zorundayız. Zira hayatımızın geri kalan kısmını gelecekte geçireceğiz.

Kullandığı değişik imgeler, sahip olduğu zengin düş gücü, incelikli üslup ve güçlü teknikle, divan edebiyatının ve tasavvuf düşüncesinin en büyük temsilcilerinden olan Şeyh Galip, oldukça ünlü olan dizelerinin birisinde; “Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen/Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen/Hoşça bak kendine, çünkü sen kâinatta yaratılmışların göz bebeği olan insansın” diyor.

Sadece çağdaş Türk şiirinin değil, günümüzdeki Türk entelektüel yaşamının da seçkin isimlerinden olan Hilmi Yavuz’un özgün ve yerinde yaklaşımıyla, Şeyh Galip’in bu dizeleriyle vermek istediği esas mesaj; eski Yunanlıların gözünde, hem site düzeninin hem de toplumsal ve bireysel davranış ve yaşama biçiminin temel ilkelerinden birisi olan “kendine dikkat etmek”, “kendinle ilgilenmek”, “kendine özen göstermek” anlamlarına gelen “epimelesthai sautou” ilkesidir.

Yaşama sanatının temel ilkelerinden birisi olan “epimelesthai sautou” ilkesi, insanın maddi ve gündelik anlamda, yani giyim kuşam, yeme içme, gezip tozma, eğlenme bağlamında, kendisine dikkat etmesinden, kendisiyle ilgilenmesinden, kendisine özen göstermesinden daha çok manevi yönden, ahlaki yönden, yani felsefi ve entelektüel anlamda kendisine dikkat etmesini, kendisiyle ilgilenmesini, kendisine özen göstermesini, hem ifade hem de talep eder.

Eski Yunan felsefesini benimseyen ve Mevlevi terbiyesi ile kültüründen gelen Şeyh Galip’in de savunduğu bu temel ilke, antik felsefenin en önemli ahlak ilkesi olan ve gaipten gelen bir bilgenin sözü olarak eski Yunan’daki Delfi Tapınağı’nın kapısında yazılı bulunan ve “Delfik İlkesi” olarak isimlendirilen “kendini bil” ilkesidir. Bu ilke “epimelesthai sautou” ilkesiyle birlikte yaşama sanatının iki temel ilkesini oluşturur.

Fransız düşünür Michel Foucault’nun bir söyleşisinde ifade ettiği üzere, her iki ilkenin de temel amacı;, “insanın başlangıçta olmadığı kişi olmasıdır.” İnsanın başlangıçta olmadığı kişi olabilmesi için, kendisine emek vermesi, kendisini oldurması, bunun için de kendisine bir aynadan bakması gerekir. Aksi halde insan kendini bilemez, kendisini tanıyamaz, kendisiyle ilgilenemez, kendisine özen gösteremez. İnsanın kendisini bilmeye, kendisiyle ilgilenmeye, kendisine özen göstermeye yönelik bir çabası olmadığı takdirde, ahlaklı olması, kendisini oldurması, yaşamda doğru bir yerde durması, yaşama tutunması, mutlu, verimli ve yaratıcı olması mümkün olmadığı gibi, doğru bir siyasal görüşü ve eylemi benimsemesi, bunun tarafı olması, kendisini bu yönlerde geliştirmesi de mümkün değildir. Bir Alman atasözü “çok düşman, çok şeref” der. Bu sözün anlamı düşmanı olmayan insanın şerefsiz olması demek değildir, düşmanı olmayan insanın yanlış yerde durduğunu, eyyamcı olduğunu ifade etmektir.

İnsanın başlangıçta olan kişi olmaması, kendini bil-mesi, kendini tanıması, kendisine ilgi ve özen göstermesi, ahlaklı olması, yaşamda doğru bir yerde durması, durabilmesi, verimli ve yaratıcı bir hayat sürebilmesi, doğru bir siyasi görüşe ve tercihe sahip bulunması, bulunabilmesi için felsefeye, felsefeyi bilmeye ihtiyacı vardır.

Her şeyi bilmeyi/tanımayı arzu eden insan, kendini de bilmeyi/tanımayı arzu eder. İnsanın bilmeyi/tanımayı arzu ettiği tek şey (ona en ilginç gelen o olsa dahi) sadece kendisi değildir. Eğer insanın kendisiyle ilgili bazı bilgileri yoksa, diğer şeylerle ilgili bilgisi de eksik ve kusurludur. Çünkü birisinin bildiğini bilmeksizin bir şeyi bilmek, sadece yarı bilmektir, bildiğini bilmek ise kendini bilmektir/tanımaktır. Öztanıma/özbilme/kendini bilme/kendini tanıma, insanın sadece kendi yararına değil, başka hiçbir bilginin eleştirel olarak haklılaştırılamayacağı ve güvenli bir şekilde temellendirilemeyeceği bir durum olarak, önemli ve arzu edilen bir şeydir…Öztanıma/özbilme/kendini tanıma/ kendini bilme, burada, insanın bedensel yapısını, anatomisini ve fizyolojisini tanıması/bilmesi demek olmadığı gibi hissetmeden, duyudan, duygudan ibaret olan zihnine ilişkin bir bilgi, bir tanıma da değildir. Bu, insanın düşünce, anlayış veya akıl yeteneklerini tanıması ve bilmesi demektir. Bu bilgiye, bu tanımaya nasıl ulaşılır? Bu, üzerinde ciddi olarak düşünülünceye kadar kolay bir mesele gibi görünür ama insan bunu düşünmeye ayartıldıktan sonra, bu bize o kadar zor görünür ki, biz, bunun imkânsız olduğunu düşünürüz. Hatta kimileri ileri sürdükleriyle, işi başka şeyleri bilmek olan zihnin bu nedenle kendini bilme ve tanıma gücüne sahip olmadığını söyleyerek bu ayartılmayı güçlendirirler. Ancak bu açıkça safsatadır/yanıltmadır. Zira bu durumda önce zihnin doğasının ne olduğunu söylersiniz, sonra da doğası öyle olduğu için kimsenin onu bilemeyeceğini söylersiniz. Aslında, bu argüman, zihni incelemek için belirli bir girişim metodunun bozulduğunu ve başka herhangi bir olasılığın öngörülemediğini kabul etmeye dayanan bir umutsuzluk tavsiyesidir… Zihnimizin doğasını anlamaya giriştiğimizde, çevremizdeki dünyayı anlamaya çalışırken takip ettiğimiz yolun aynısını takip etmek oldukça makul bir öneri gibi görünür. Doğa dünyasını incelerken, bu incelemeye var olan ve devam eden belirli şeyleri ve belirli olayları tanımakla başlarız. Daha sonra bunların genel türler olduklarını, bu genel türlerin de birbirleriyle ilişkili bulunduklarını görür ve bunları anlamaya girişiriz. Bunların arasındaki iç ilişkilere doğa yasaları adını veririz ve bu yasaları tespit ederek bunlara uygun düşen şeyleri ve olayları anlarız. Aynı yöntem, zihnin anlaşılması sorununa da uygulanabilir. Konuyu incelemeye ilk önce kendi zihnimizin ve başkalarının davranışlarının belirli koşullar altında nasıl davrandığını dikkatli bir şekilde gözlemleyerek başlayalım; daha sonra, zihinsel dünyanın bu olguları hakkında bilgi sahibi olarak, bunları yöneten yasaları belirlemeye çalışalım…” (R.G.Collingwood, “Tarih Düşüncesi”, sayfa 311, 312, Dorlion Yayınları – 2020) Bütün bunlar için, bunları yapabilmek için felefeye ihtiyacımız vardır.

Felsefe, bilgelik alıştırması ve öğretisidir” diyor Kant. Bilgelik alıştırması yapmak ve bunun öğretisini öğrenmek; sorgulama yapabilmek, dünya ve hayat üzerine, kendimiz üzerine, başkaları üzerine, insanlık tarihi üzerine, siyaset üzerine düşünebilmek, yanılsamaların, önyargıların önüne geçebilmek, ideolojilerin eleştirisini yapabilmek demektir. Özel yaşamımızda olsun, mesleki yaşamımızda olsun ayakta ve diri kalabilmek, mücadele edebilmek için bilgelik öğretisini öğrenmeye ve bunun alıştırmasını yapmaya, yani felsefeye gereksinim duyarız.

Bütün bunları yapabilmek için felsefenin gereksinim duyduğu ve kullandığı yegane araç akıldır. Onun için felsefenin en iyi dostu aklın geliştirdiği bilimdir. Felsefenin düşmanları ise; ahlaksızlıktır, bağnazlıktır, budalalıktır, aymazlıktır, yalandır, kötülüktür, her türden fanatizmdir. Felsefe, bu düşmanları ile savaşmak, onları alt etmek için aklı kullanır ve bilimle işbirliği yapar.

Başkasının bilgisiyle bilgin olabilsek de, ancak kendi bilgimizle bilge olabiliriz” diyor bilge Montaigne. Doğru da diyor. Çünkü bilgili olmak, bilge olmak demek değildir. Esasen felsefe, ne bilimdir, ne de bilgidir. Bilme edimi hiç değildir. Felsefe, sadece ve sadece var olan bilgiler üzerine, insan üzerine, yaşama dair olan her şey üzerine, ahlak üzerine, adalet üzerine, özgürlük üzerine, tarih üzerine, siyaset üzerine, sanat üzerine, hukuk üzerine düşünmektir.

İnsan aklı üzerine eleştiriler yapan Montaigne, Yunan şüpheciliğinin iyi bilinen bütün geleneksel argümanlarını kullanır. Ama Montaigne, bu argümanlara elinde olan ve en büyük güç ve olağanüstü öneme sahip olduğu kanıtlanan yeni bir silahı daha ekler. Zira ona göre, hiçbir şey bizi küçük düşürmeye ve insan aklının gururunu kırmaya, fiziksel evren hakkındaki önyargısız bir görüşten daha uygun olamaz. O nedenle, Montaigne, “Apologie de Raimond Sebond/Raymond Sebond’tan Özür“ isimli kitabının bir pasajında, “bırakın insanı” der ve şöyle devam eder: “Ben insanın diğer yaratıklar üzerinde sahip olduğunu sandığı bu büyük üstünlüklerini aklının gücüyle hangi temeller üzerine kurduğunu anlıyorum. İnsanı, bu hayranlık uyandıran gök kemeri kavramına, başının üzerinde dönen o nurların ebedi nuruna, o sonsuz okyanusun harikulade ve ürkütücü hareketlerine, insanın hizmetine ve bu hizmetin binlerce yıl devam etmesi gerektiğine kim inandırmıştır? Kendi malının efendisi olmaktan daha çok, her şeyin yaralarına tâbi olan bu acınası ve zavallı mahlûka, kendisinin hâkim olamadığı, en küçük parçasını dahi bilecek güce sahip bulunmadığı bir şeyin bütününden daha azına hükmedecek kadar dünyanın efendisi ve imparatoru denmesi kadar gülünç bir şey düşünülebilir mi? İnsan, her zaman içinde yaşadığı küçük çevreyi dünyanın merkezi olarak görmeye ve kendi özel hayatını evrenin standardı haline getirmeye eğilimlidir. Ama insanın bu nafile iddiadan, bu küçük taşralı düşünme ve yargılama tarzından vazgeçmesi gerekir.” Yine Montaigne aynı eserinde şunları yazar: “Köyümüzün asmaları donduğunda, kilisenin rahibi, Tanrı‘nın öfkesinin tüm insan ırkının karşısında olduğu sonucuna varır. …Kim ola ki, bizim iç savaşlarımızı görünce, dünyanın bütün makinelerinin üzücü olduğunu ve kıyametin yaklaştığını haykırmayan! …Kim ola ki, bir resimde olduğu gibi, tüm görkemi ve parlaklığıyla dökülen doğa anamızın büyük görüntüsünü hayaline sunacak olan; her kim onun yüzünde çok genel ve çok sabit bir çeşitlilik okursa, kim kendisini o figürde gözlemlerse, kendisini değil, bütün bir krallığı, bütünün karşısında bir kurşun kalemin en ufak bir dokunuşundan daha büyük olmayan, şeyleri/nesneleri gerçek tahminlerine ve ihtişamlarına göre değerlendirebilen sadece o insandır.” (Ernst Cassirer, “İnsan Üzerine Bir Deneme-İnsan Kültürü Felsefesine Giriş”, sayfa 40, 41, Dorlion Yayınları-2022)

Zira insan, bu tür sorular sorarak, bunlar üzerine düşünerek, bunları özümseyerek, bunları içselleştirerek, bunları uygulayarak bilge olur, kamil bir insan olur. Onun için bilge olmak daha iyi yaşamak, daha iyi düşünmek, daha ahlaklı olmak, daha dingin, daha huzurlu, daha mutlu olmak demektir. Felsefe, bilgili olmanın değil, sadece bilge olmaya giden yolun taşlarını döşer. O nedenle, felsefeye ihtiyacımız vardır.

Sorgulanmış bir hayat, daha iyi bir hayattır” diyor Sokrates. Bunu yapamayanlar, yapamadıkları için de yaşadıkları hayatın altında ezilip kalan insanlar, hasta olurlar, hasta olunca da Prozac’a, Cipram’a ya da benzeri diğer antidepresanlara sığınırlar. Oysa bunlar hastalanan insanı tedavi etmez, aksine insanı hayattan ve hakikatlerden koparır. Ama Sokrates, yani felsefe insanı eğitir, geliştirir, terbiye eder, hayatla, kendisiyle, başkalarıyla ve hakikat ile buluşturur. Eğer hasta ise, tedavi eder. Onun için hasta olan insanın kendisini antidepresanlara değil, felsefeye teslim etmesi gerekir. Felsefeye bu nedenle de, yani hasta olmamak, hasta olsak da iyileşmek için ihtiyacımız vardır.