Hukukun modern toplumla barışması, hak arama hürriyetinin toplum sözleşmesinin tarafı olan her bireye eşitlik ilkesine uygun şekilde tanınması ve hukuk devleti kavramının benimsenmesiyle başlamıştır. Bu sebeple, hukuk devleti ilkesinin doğal hukuktaki yansıması hak arama hürriyetidir. Bu sistemin olmazsa olmaz unsuru ise, kamu kudreti kullanıcısı devletin her türlü tasarrufunun millet adına karar veren mahkemelerce denetime tabi tutulmasıdır.


Türkiye Cumhuriyeti de, gerek Anayasa ve gerekse tarafı olduğu uluslararası sözleşmelerle “hukuk devleti” ilkesini, dolayısıyla bu evrensel ilkenin bir sonucu olan hak arama hürriyetini vazgeçilmez bir unsur olarak benimsemiştir. Devletlerin çeşitli sebeplerle hak arama hürriyetini sınırlandırması mümkündür. Ancak hukuk devletinin ve dolayısıyla hak arama hürriyetinin vazgeçilmezi konumunda olan yargı mensuplarının, özellikle mesleki konuları ile ilgili bazı sınırlamalara tabi olması modern hukuk toplumlarında yeri olmayan bir anlayıştır. Hak arama hürriyetini “etkili” şekilde hayata geçiren bireylerin, bu haktan mahrum edilmesinin kabul edilebilir bir gerekçesinin olamayacağı açıktır.

Anayasa m.159/10’da, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (Kurul)  meslekten çıkarma hariç diğer kararlarına karşı yargı mercilerine başvurulamayacağı öngörülmüştür. 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan Anayasa değişikliği ile önümüze “reform” olarak koyulan yeni m.159’un yeterli olmadığını, kişilerin hak arama hürriyetlerini koruyup kollayan hakim ve savcıların bundan mahrum edilmelerinin kabul edilebilir bir yanının olmadığını, bu anlayışın “hukuk devleti” ilkesi ile de bağdaştırılamayacağını net bir şekilde ortaya koymuştuk. Şimdi gelinen noktada, 12 Eylül 2010 tarihi öncesinde devam eden ve hukuka aykırı olarak nitelendirilen Kurulun bazı tasarruflarına karşı yargı yoluna gidilememesinin ne derece yanlış olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.

Kanaatimizce böyle bir düzenlemenin hukuk devletinde yeri olamaz. Çünkü adaletin tecellisi, hukuk devletinde bir lüks olamaz ve toplumu oluşturan bireyler kadar bu sistemin uygulayıcısı konumunda olan yargı mensupları için de hayati niteliktedir.

Esasında Anayasanın “Başlangıç” bölümünün 6. fıkrasında, “Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak milli kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu” ibaresine yer verilmek suretiyle bu husus da vurgulanmıştır.

“Cumhuriyetin nitelikleri” başlıklı Anayasa m.2’de ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin; toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olduğu ifade edilmiştir. Anayasa m.10/1’de ise, herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu belirtilmektedir.

Hak arama hürriyetinin düzenlendiği Anayasa m.36’da ise herkesin, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.

Görüleceği üzere Anayasa m.2, 10 ve 36, Anayasa m.159/10’da öngörülen sınırlamaya nazaran çok daha kuvvetli hükümler içermektedir. Bir başka ifade ile Anayasa m.159, 36. maddenin, yani hak arama hürriyeti ve dürüst yargılanma hakkının haklar yarışında altındadır. Devletin, hak arama hürriyetini veya mahkemeye erişim hakkına çeşitli gerekçelerle sınırlamalar getirilmesi kabul edilebilir olmakla birlikte, bu sınırlamaların hakkın özünü zedelememesi gerekir. Bu sebeple Kurul kararlarına karşı yargı yoluna gidilememesi, kişi hak ve hürriyetleri açısından bizatihi ihlal sebebidir. Hukuk sisteminin tüm bireyleri güvence altına alması, ancak sistemin uygulayıcıları olan hakimler ve savcıları, meslekleri ile ilgili konularda bu haktan mahrum bırakması terk edilmesi gereken tutarsız bir anlayıştır. Çünkü hakim ve savcılar da, toplumu oluşturan diğer bireyler gibi adaletin işlediğini görmek ister, daha da önemlisi buna hakları vardır.

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (Mahkeme) ise, hakim ve savcılar yönünden İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin (Sözleşme) 6. maddesi ile güvence altına alınan mahkemeye erişim hakkının kısıtlanmasının bazı şartlar altında mümkün olduğunu ifade etmektedir. 8 Aralık 1999 tarihli Pellegrin – Fransa kararında Mahkeme, mahkemeye erişim hakkının kişi yönünden kapsamı açısından daha sonra “Pellegrin kriterleri” olarak anılacak temel kriterlerini belirleyen bir karar vermiştir.

Mahkeme, başvurucunun memuriyetinin yetki ve görevleri dikkate alınarak, Kamu Hukuku tarafından verilen gücün kullanımına doğrudan yahut dolaylı katılımını ve devletin veya diğer kamusal makamların genel menfaatlerini korumak üzere tasarlanmış görevleri gerektirip gerektirmediğini her olayda ayrı tespit etmeye elverişli bir kavram temin etmeyi amaçlamıştır. Mahkemeye göre bu kişiler egemenlik yetkilerini kullandığından, Devletin özel bir güven bağını gerektiren meşru bir menfaati bulunmaktadır[1].

Mahkeme, 19 Nisan 2007 tarihli Vilho Eskelinen ve diğerleri – Finlandiya kararında, bu kriterleri geliştirmiştir. Buna göre, bir uyuşmazlığın İHAS m.6 ile güvence altına alınan mahkemeye erişim hakkının kapsamı dışında kalması için iki şart gerekmektedir. İlk şart, ilgili devletin iç hukukunda belirli bir pozisyon ya da sınıf mensuplarının açıkça mahkemeye erişim hakkının kısıtlandığına dair bir hukuki düzenlemenin varlığıdır. İkinci şart ise, kapsam dışı tutmanın Devletin menfaati sebebiyle olduğunu gösteren nesnel bir gerekçenin varlığıdır. Ancak bu şartın yerine geldiğinden bahsedilebilmesi için konunun kamu kudreti kullanımı ile ilgili olması veya kişi ile devlet arasındaki ilişkinin özel bir güven ve/veya sadakat gerektirmesi aranmaktadır.

11 Aralık 2007 tarihli Apay – Türkiye kararında Mahkeme, hakimlik stajını tamamlayarak savcı olarak göreve başlayıp ailevi sebepler dolayısıyla görevinden istifa eden ve mesleğe geri dönmek isteyen başvurucunun bu talebinin Kurul tarafından reddedilmesini ve ret kararına karşı başvurulacak bir yargı yolu olmaması hususunu, mahkemeye erişim hakkı kapsamında değerlendirmiştir.

Mahkeme, iç hukukta Anayasa m.159 hükmü ile mahkemeye erişim hakkına bir sınırlama getirildiğini ve bu hakkın konusunu oluşturan meselenin yargıçlık mesleği ile ilgili olduğu, bu sebeple devletin sorumluluk ve egemenliğine dair hayati bir egemenlik ifadesi olan adalet kavramını ilgilendirdiğini ifade ederek kabul edilemezlik kararı vermiştir.

Kanaatimizce hakim ve savcılar da, toplum sözleşmesi ile haklarından devlet lehine feragatte bulunan bireylerdir. Bir başka ifadeyle, her birey toplum halinde ve bir düzen içinde yaşayabilmek amacıyla toplumsal mutabakatla kamu kudretini kullanım yetkisini “devlet” denilen yapıya verirken, devletin gücü ile koyulup uygulanacak sosyal düzen kurallarından olan hukuk kurallarına ve dolayısıyla bu kurallar tarafından getirilen kısıtlamalara da uygun davranmayı da taahhüt etmiştir.

Toplumu oluşturan tüm bireylerin, devlet ve düzen lehine yaptıkları feragat nedeniyle hukuk kuralı ve uygulamaları ile hak ve hürriyetlerine getirilen kısıtlamaların hukuka uygun olup olmadığını denetletebilme hakları olmalı ve bu hak “hukuk devleti” ilkesi ile istisnasız korunmalıdır. Bu kapsamda bireyler, kendileri etkileyen her tasarrufa karşı bağımsız ve tarafsız mahkemelere erişim hakkına sahip olmalıdır. Hakim veya savcıların bu hakka sahip olması imkanını kategorik olarak reddetmek, hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmayacağı gibi, sistem içinde de çelişki meydana getirecektir.

Kurulun hakim ve savcılar hakkında meslekten çıkarma dışında da disiplin yaptırımlarına hükmedebildiği ve bu kararların yöntemi ile güdülen amaç arasındaki “orantılılık” ilişkisinin yargı denetimine kapalı olmasının keyfi uygulamalara ve dolayısıyla hak ihlallerine yol açacağı ortadadır. Kaldı ki, kuvvetler ayrılığı ilkesi uyarınca da yasama ve yürütmeden bağımsız olan yargı erkinin mensupları olan hakim ve savcıların, kamu kudreti kullanıp devletle güven ve sadakate dayalı bir bağlarının olduğundan bahisle hukukun korunması dışında tutulması da doğru değildir.

 
Prof. Dr. Ersan Şen
Av. Mahmut Can Şenyurt


[1] Karar için bkz. Osman Doğru, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi İçtihatları, Cilt 4, Legal Yayıncılık, 2008, İstanbul, s.786.