T.C.
Yargıtay
Hukuk Genel Kurulu
2023/953 E., 2024/504 K.
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
EK KARAR TARİHİ : 24.02.2021
SAYISI : 2023/72 E., 2023/189 K.
KARAR : Davanın kısmen kabulüne
ÖZEL DAİRE KARARI : Yargıtay 7. Hukuk Dairesinin 19.12.2022 tarihli ve 2021/7024 Esas, 2022/7852 Karar sayılı BOZMA kararı
Taraflar arasındaki tapu iptali ve tescil, olmadığı takdirde tazminat davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davacının tapu iptali ve tescile yönelik talebinin reddine, tazminata yönelik talebinin ise kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Kararın taraf vekilleri tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince taraf vekillerinin istinaf başvurularının ayrı ayrı esastan reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davalılar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 7. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, İlk Derece Mahkemesi tarafından Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
Direnme kararı davalılar vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan gündem ve dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
I. DAVA
Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilinin tek malvarlığı olan İstanbul ili Şişli ilçesi Meşrutiyet Mahallesi 958 ada 5 parsel 5 No.lu bağımsız bölümü satarak daha küçük birden fazla taşınmaz edinmeyi ve bu taşınmazları kiraya vermeyi düşündüğünü, bu hususu kızları olan davalılara söylediğini ve onların da onayını aldığını, taşınmazı 17.09.2012 tarihinde 890.000,00 TL'ye sattığını, davalılara güvenerek 800.000,00 TL'sini davalı ...’nın Yapı Kredi Bankasındaki hesabına, kalan 90.000,00 TL'yi ise davalı ...'ya elden olacak şekilde verdiğini, davalıların müvekkilinden aldığı paralarla Beşiktaş ilçesi Türkali Mahallesi 321 ada 82 parsel, 3 ve 4 No.lu dükkanları, Şişli ilçesi Şişli Mahallesi 1024 ada 40 parsel 9 No.lu bağımsız bölümü ve Şişli ilçesi Miralay Mahallesi 9919 ada 1 parsel 2 No.lu bodrum kat dükkan vasıflı taşınmazı kendi adlarına satın aldıklarını, davalıların inanç anlaşmasına aykırı bu fiilleri üzerine müvekkilinin davalılardan taşınmazların kendisine devrini istemişse de davalılar tarafından bu teklifin kabul edilmediğini ileri sürerek öncelikle davalılar adına kayıtlı bulunan taşınmazların tapu kayıtlarının iptal edilerek davacı adına tesciline, bu talep mümkün görülmez ise davalılara verilen 890.000,00 TL'nin tapuya tescil tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.
II. CEVAP
Davalılar vekili cevap dilekçesinde; davacının davalılara herhangi bir para ödemesi yapmadığını, dava dilekçesinde belirtilen taşınmazların davalılar tarafından kendi birikimleri ile iktisap edildiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI
İlk Derece Mahkemesinin 20.04.2018 tarihli ve 2013/38 Esas, 2018/160 Karar sayılı kararıyla; davanın kısmen kabulüne, 700.000,00 TL alacağın 80/89 oranında davalı ...'dan, 9/89 oranında davalı ...'dan dava tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte alınarak davacıya verilmesine, fazlaya ilişkin alacak talebi ile davacının tapu iptali ve tescil isteminin reddine karar verilmiştir.
IV. İSTİNAF
A. İstinaf Yoluna Başvuranlar
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde taraf vekilleri istinaf başvurusunda bulunmuşlardır.
B. Gerekçe ve Sonuç
Bölge Adliye Mahkemesinin 02.05.2019 tarihli ve 2019/192 Esas, 2019/788 Karar sayılı kararıyla; davacı ile davalılar arasında kurulan sözleşmenin bir inanç sözleşmesi değil davacının sağlayacağı para ile yine davacı adına taşınmaz alınmasına ilişkin bir vekâlet sözleşmesi olduğu, taşınmazın davalılar adına alınıp devrine ilişkin bir inançlı işlem anlaşmasının bulunmadığı, bir davada maddi vakıaları ileri sürmek taraflara hukuki nitelendirmeyi yapmanın ise hâkime ait olduğu, bu hâliyle mahkemece davanın inançlı işlem olarak nitelendirilmesiyle mülkiyetin nakline ilişkin istemde yazılı kanıt bulunmadığından davanın reddine karar verilmesinin doğru görülmediği, kabule göre de alacak yönünden kurulan hükümde davalıların sorumluluğunun 80/89-9/89 olarak belirlenmesinin infaza elverişli olmadığı gerekçesiyle taraf vekillerinin istinaf başvurularının kabulüne, ilk derece mahkemesi kararının kaldırılmasına, dosyanın yeniden karar verilmek üzere ilk derece mahkemesine gönderilmesine karar verilmiştir.
V. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI
İlk Derece Mahkemesinin 18.12.2020 tarihli ve 2019/193 Esas, 2020/325 Karar sayılı kararıyla; davacı tarafından öncelikle tapu iptali ve tescil talebinde bulunulmuş ise de davalıların sonradan satın aldığı taşınmazların tapusunun iptal edilerek davacıya intikal edilmesi için gerekli olan sebebe bağlılık (illilik) prensibine uygun yasal unsurların oluşmadığı, terditli olarak tazminat istemine gelince davacının daha küçük çapta birden çok taşınmaz satın alması için davalılara verdiği 700.000,00 TL karşılığında taşınmaz edinemediği, davalıların (babalarına taşınmaz satın alma konusunda) vekâlet gereğini yerine getirmediği açık olduğuna göre davalıların bu bedeli davacıya geri verme borcu altında olduğu, bu bedelin vekâlet veren davacıya geri verilmediğinin davalıların beyanlarında kabul edildiği, bağış yapıldığı hususunun ise savunmanın değiştirilmesi yasağı kapsamında kaldığı gerekçesiyle davacının tapu iptali ve tescile ilişkin talebi sabit olmadığından reddine, alacağa ilişkin talebin kısmen kabulüne, 700.000,00 TL alacağın dava tarihinden itibaren yasal faiziyle birlikte davalılardan yarı oranında alınarak davacıya verilmesine, fazlaya ilişkin talebin reddine karar verilmiştir.
VI. İSTİNAF
A. İstinaf Yoluna Başvuranlar
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde taraf vekilleri istinaf başvurusunda bulunmuştur.
B. Gerekçe ve Sonuç
Bölge Adliye Mahkemesinin 17.06.2021 tarihli ve 2021/1582 Esas, 2021/1677 Karar sayılı kararıyla; Dairenin önceki kararı ile davanın nitelemesi yapılarak davanın vekâlet sözleşmesi hükümleri kapsamında çözülmesi ve delillerin buna göre değerlendirilmesi gereği vurgulanmış ise de ilk derece mahkemesi tarafından bu niteleme çerçevesinde delillerin değerlendirilmesinde hata yapıldığı ve sözleşmenin geçersizliği üstünde durulmayarak taşınmazın rayiç bedeline hükmedildiği, ne var ki davacının bedele ilişkin bir istinaf itirazı bulunmayıp sadece tapu istemlerinin kabulü yönünde istinaf itirazı yapıldığından dairece istinaf itirazları ile bağlı yapılan incelemede yanlışlığa işaret etmekle yetinildiği, davalı taraf, davacı yararına iddianın genişletildiğini ileri sürerek istinaf itirazında bulunmuş ise de davacının dava dilekçesindeki maddi vakıalarla bağlı bulunduğu ve bu vakıaların değiştirilip genişletilmediği, sadece hukuki nitelemenin değiştirildiği ve hukuki nitelemenin hakim tarafından resen yapılabileceği anlaşılmakla bu itirazın doğru görülmediği, davalı taraf kendi savunmalarında ise maddi vakıaları değiştirdiği, cevap dilekçesinde dava konusu taşınmazların kendi kazanımları ile alındığını ileri süren davalıların sonradan taşınmazın parasını davacının verdiğini ikrar ettiği ancak bağış yapıldığı iddiasında bulunduğu, hatta istinaf dilekçesinde, davacının mirasını adalet ilkesine göre paylaştırma kastı taşıdığını ileri sürdüğü, maddi vakıaların değiştirilmesi savunma yasağı kapsamında olup mahkemece bu hususta delil toplanmamasında bir yanılgı bulunmadığı, davalı diğer bir istinaf itirazında ise davacının alım satıma muvafakat ettiği halde dürüstlük kuralına aykırı olarak iş bu davayı açtığını ileri sürdüğü, ancak davalı cevap dilekçesindeki savunmalarında bu rıza ve bağıştan hiç söz edilmemiş olup savunmanın genişletilmesi niteliğinde bulunması yanında dairenin önceki kararında davanın nitelemesi belirlenip davacının inanarak taşınmazı davalılar adına tescil ettirdiği iddiası bulunmayıp taşınmazın doğrudan kendi adına alınması için vekil tayin ettiği iddiası bulunduğu belirtildikten sonra yapılan bu ikrarın dürüstlük kuralına aykırı olduğunu değerlendirmenin de mümkün olacağı gerekçesiyle davacı ve davalılar vekilinin istinaf başvurularının ayrı ayrı esastan reddine karar verilmiştir.
VII. BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
A. Bozma Kararı
1. Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalılar vekili temyiz isteminde bulunmuşlardır.
2. Yargıtay 7. Hukuk Dairesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile;
''...Bilindiği üzere Türk Hukukunda inançlı işlemleri doğrudan düzenleyen bir kanun hükmü bulunmamaktadır. Ancak uygulama ve öğretide, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 26. (818 s. BK md.19.) maddesinde yer alan "sözleşme özgürlüğü" ilkesi kapsamında inançlı sözleşmelerin düzenlenebileceği ve geçerliliği kabul edilmektedir.
İnanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
İnançlı işlemin taraflarını, inanan ve inanılan oluşturur. Bir hakkı ya da nesneyi, güvendiği bir kişiye inançlı olarak devreden kimseye "inanan" adı verilir. Devredilen hak veya nesneyi, kendisine ait bir hak olarak kendi yararına, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak kullanan kişiye de "inanılan" denir. İnananın, inanılana inançlı olarak kazandırdığı hak ya da nesne ise "inanç konusu şey" olarak nitelenir. İnançlı bir işlemde, kazandırıcı işlemin tarafları ile borç doğuran anlaşmanın tarafları aynıdır.
İnançlı bir işlem ile inanan, sahibi bulunduğu bir mülkiyet veya alacak hakkını inanılana kazandırıcı bir işlemle devretmekte ancak borçlandırıcı bir sözleşme ile de onu bazı yükümlülükler altına sokmaktadır.
İnançlı işlemde inanılan, hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hak veya nesneyi tekrar inanana (veya onun gösterdiği üçüncü kişiye) devretmeyi yüklenmektedir. İnançlı işlem, kazandırmayı yapan kişiye yani inanana belirli şartlar gerçekleşince, kazandırmanın iadesini isteme hakkı sağlayan bir sözleşmedir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi hâlinde bunun dava yoluyla hükmen yerine getirilmesi istenebilir.
Öte yandan; vekalet sözleşmesi vekil ile vekil eden arasında özel güven ilişkisine dayalı olarak kurulan bir sözleşme olup vekil, vekil edenin menfaatine iş görmekle yükümlüdür.
Taraflar karşılıklı ve birbirine uygun irade beyanı ile sözleşme yapabilecekleri gibi TBK 503. madde kapsamında örtülü irade beyanı ile de vekalet sözleşmesi kurulabilir.
Kural olarak vekalet sözleşmesinde şekil şartı bulunmamaktadır ancak, taşınmaz satışı gibi özel hallerde sözleşmenin resmi biçimde yapılması zorunludur.
Yukarıda belirtilen yasal düzenlemeler karşısında somut olayda; davacının dava açarken bildirdiği maddi vakıalarda davalı kızlarına kendi adına taşınmaz alımı için vekalet verdiği ancak, taşınmazların davalılar adına alındığı ileri sürülmüştür.
Bundan ayrı, bilindiği üzere, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun (TBK) 285. maddesinde bağışlama sözleşmesi “bağışlayanın sağlararası sonuç doğurmak üzere, malvarlığından bağışlanana karşılıksız olarak bir kazandırma yapmayı üstlendiği sözleşme” olarak tanımlanmış, 290. maddesinde de koşullu bağışlamaya yer verilmiş buna göre; “bağışlamanın bir koşula bağlanarak” yapılabileceği ifade edilmiştir. 288. maddesinde “bir taşınmazın veya taşınmaz üzerindeki ayni bir hakkın bağışlanması sözü vermenin geçerliliği ancak resmi şekilde yapılmış olmasına bağlıdır”, “şekle uyulmaması sebebiyle geçersiz olan bağışlama sözü verme, bağışlayan tarafından yerine getirildiğinde elden bağışlama hükmündedir. Ancak geçerliliği resmi şekle bağlanmış olan bağışlamalarda bu hüküm uygulanmaz” düzenlemesine yer verilmiştir. 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 705. maddesine göre de, taşınmaz mülkiyetinin kazanılması tescille olur. Türk Medeni Kanununun 706. maddesinde de "taşınmaz mülkiyetinin devrini amaçlayan sözleşmelerin geçerli olması resmi şekilde düzenlenmiş olmalarına bağlıdır" düzenlemesine yer verilerek taşınmaz mülkiyetinin devri amacıyla yapılan sözleşmelerin resmi şekilde yapılmasının geçerlilik şartı olduğu açıkça ifade edilmiştir.
Bağıştan dönme (rücu) 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 295. (818 sayılı Borçlar Kanununun 244.) maddesinde aynen; “Bağışlayan, aşağıdaki durumlardan biri gerçekleşmişse, elden bağışlamayı veya yerine getirdiği bağışlama sözünü geri alabilir ve bağışlananın istem tarihindeki zenginleşmesi ölçüsünde, bağışlama konusunun geri verilmesini isteyebilir:
1. Bağışlanan, bağışlayana veya yakınlarından birine karşı ağır bir suç işlemişse.
2. Bağışlanan, bağışlayana veya onun ailesinden bir kimseye karşı kanundan doğan yükümlülüklerine önemli ölçüde aykırı davranmışsa.
3. Bağışlanan, yüklemeli bağışlamada haklı bir sebep olmaksızın yüklemeyi yerine getirmemişse.” şeklinde hükme bağlanmıştır.
Tüm bu açıklamalara göre somut olayda; davacı tarafından 800.000,00 TL'nin banka havalesi ile 90.000,00 TL'nin ise elden davalılara verildiği iddia edilmekte ise de; bu iddia usule uygun bir delille ispatlanmış değildir. Davalılar adına alınan, dava konusu taşınmazların, davacının gönderdiğini iddia ettiği paralarla alındığına ve istenildiği takdirde taşınmazların davacıya iade edileceğine dair yazılı bir belge bulunmadığından, dosya kapsamında inançlı işlem varlığından bahsedilemeyecektir.
Öte yandan, davacı tarafından davalılara verilmiş bir vekaletname de bulunmadığından, vekaletin kötüye kullanılması da söz konusu değildir.
Bundan ayrı; davalılardan ..., 18.12.2020 tarihli celsede davacı tarafından taşınmazların bağış yoluyla davalılara verildiğini beyan etmişse de; taşınmazların bağış yoluyla temlikinin geçerliliği resmi şekil şartına bağlıdır. Ortada resmi olarak yapılmış bir bağış sözleşmesi yoktur. Dolayısıyla, dava konusu taşınmazların bağış yoluyla devredildiği de söylenemez. Bir an için taşınmazların bedelinin davacı tarafından bağış amacıyla verildiği kabul edilse dahi, bu kez 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 295. (818 sayılı Borçlar Kanununun 244.) maddesi gereğince bağıştan rücu şartlarının oluşması halinde, davacı verdiği parayı geri alabilirdi. Ne var ki, somut olayda bağıştan rücu koşulları da oluşmuş değildir.
Tüm bu açıklamalar sonucunda; davacı tarafından iddia olunan vakıalar ispatlanamadığından davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde karar verilmiş olması doğru görülmemiş, hükmün bu nedenle bozulmasına karar verilmiştir..." gerekçesiyle karar bozulmuştur.
B. İlk Derece Mahkemesince Verilen Direnme Kararı
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; önceki karardaki gerekçe ile direnme kararı verilmiştir.
VIII. TEMYİZ
A. Temyiz Yoluna Başvuranlar
Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen direnme kararına karşı süresi içinde davalılar vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
B. Temyiz Sebepleri
Davalılar vekili; geçerliliği olmayan sözlü vekâlet verilmesinin hayatın olağan akışına aykırı olduğunu, vekâlet ilişkisinin somut uyuşmazlıkta kurulmadığını, dava konusu taşınmazın müvekkillerinin kendi paraları ile alındığını, davacıdan kendilerine verilen paranın bağış sözleşmesinden kaynaklandığını, kendilerinin istinaf mahkemesinin vekâlet sözleşmesi nitelemesini kabul etmedikleri için kendi belirledikleri niteleme üzerinden savunma yaptıklarını, savunmayı değiştirmediklerini, taraflar arasında vekâlet sözleşmesi yapılmadığını, davacının dürüstlük kuralına aykırı hareket ettiğini ileri sürerek kararın bozulmasını talep etmiştir.
C. Uyuşmazlık
Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; tapu iptali ve tescil, mümkün olmadığı takdirde tazminat istemine ilişkin eldeki davada, davacı tarafından iddia olunan vakıaların ispatlanıp ispatlanmadığı, buradan varılacak sonuca göre davanın reddine karar verilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
D. Gerekçe
1. İlgili Hukuk
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 33, 187, 188 ve 190 ıncı maddeleri,
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 6 ncı maddesi,
05.02.1947 tarihli ve 1945/20 Esas, 1947/6 Karar sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı,
2. Değerlendirme
1. Bilindiği gibi 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 33 üncü maddesi gereği hâkim, bir davada sadece tarafların ileri sürdüğü maddi vakıalar ve talep sonuçları ile bağlı olup, dayandıkları kanun hükümleriyle ve onların hukuki nitelendirmeleriyle sınırlı olmaksızın, kanunları resen uygulayarak iddia ve savunmadaki talepleri karara bağlamakla yükümlüdür. Tabi olacakları kurallar ile etki ve sonuçlarının belirlenmesi yönünden, taraflarca dile getirilen taleplerin hukuki nitelendirmesi büyük önem arz etmektedir.
2. Bu doğrultuda öncelikle inançlı işlem kavramı hakkında açıklama yapılmasında yarar vardır.
3. İnançlı işlem kavramı, Türk Hukuk Lûgatında; "hukuki sonuçları taraflarca bilinen ve ekonomik amaçları aşan, böylece hak edinilecek kişiyi durumu bilmeyen üçüncü kişiler önünde ya da karşısında daha iyi duruma getiren hukuki işlem, itimada müstenit hukuki muamele" şeklinde ifade edilmiştir (Türk Hukuk Kurumu, Türk Hukuk Lûgatı, Cilt I, Ankara, 2021, s. 573).
4. İnanç sözleşmeleri kaynağını 05.02.1947 tarihli ve 1945/20 Esas, 1947/6 Karar sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararından almaktadır.
5. Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanun’un yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
6. Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hâllerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, "kötü niyetli ve haksız gizlemeler" dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumda, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanunu’nun "müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur" hükmünün bu düşünceyi doğruladığına değinildikten sonra sonuç olarak; nam-ı müstear davalarının dinlenebilir olduğuna ve yazılı delil ile ispatının mümkün bulunduğuna karar verilmiştir.
7. İnançlı işlem, inananın (itimat edenin) bir hakkını belirli bir süre veya amaçla inanılana geçirmeyi, inanılanın da inananın emir ve talimatlarına göre kullanıp amaç gerçekleşince veya süre dolunca hakkı tekrar inanana devretmeyi yüklendiği sözleşmeler olarak tanımlanabilir (Eraslan, Özkaya: İnançlı İşlem ve Muvazaa Davaları, Ankara 2004, s. 25).
8. Yargısal kararlarda ise inançlı sözleşme, inanılan tarafın elde ettiği hakkı, taraflarca güdülen amaç sona erdikten veya belirli bir süre geçtikten sonra inanana veya üçüncü kişiye devretme taahhüdünü içeren bir anlaşma olarak tarif edilmiştir (HGK, 13.05.1992 tarihli ve 1992/14-249 Esas,1992/323 Karar ).
9. İnançlı sözleşme ile inanan (itimat eden) bir mülkiyet veya alacak hakkını inanılana (mutemede) devretmekte, borçlandırıcı bir sözleşme ile de inanılan kişinin hak ve yetkilerini sınırlandırmaktır. İnanılan hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca tekrar hakkı inanana iade etmeyi yükümlenmektedir.
10. Tüm bu açıklamalar kapsamında somut olaya gelince; davacı dava dilekçesinde, adına kayıtlı bağımsız bölümü satarak birden fazla daha küçük taşınmaz edinmeyi ve kiraya vermeyi düşündüğünü, taşınmazı 890.000,00 TL'ye sattığını, davalılara güvenerek 800.000,00 TL'sini davalı ...'in banka hesabına, kalan 90.000,00 TL'yi ise davalı ...'e elden olacak şekilde verdiğini, davalıların müvekkilden aldığı paralarla taşınmazları satın aldıkları, müvekkilinin davalılardan taşınmazların kendisine devrini istemişse de davalılarca bu teklifin kabul edilmediğini ileri sürerek tapu iptali ve tescil, olmadığı takdirde tazminat talep ettiği dikkate alındığında, somut olayda istemin inanç ilişkisinden kaynaklandığı Hukuk Genel Kurulunca kabul edilmiştir.
11. Bu kapsamda anılan (§4-6) içtihadı birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. Davacı tarafından ise yazılı bir belge dosya sunulmamıştır.
12. Öte yandan davacı tarafın dava açarken bildirdiği maddi vakıalarda davalı kızlarına taşınmaz alımı için banka aracılığı ve elden para verdiği ancak, davalılar adına alınan taşınmazların müvekkiline devredilmediği iddiasına karşı, davalılar davacının herhangi bir para ödemesi yapmadığını, taşınmazların davalılar tarafından kendi birikimleri ile iktisap edildiğini belirtmişler, yargılama aşamasında ise taşınmazların davacı tarafından bağış yoluyla davalılara verildiğini beyan etmişlerdir.
13. Bu aşamada ispat, ispat yükü ve ikrar kavramlarının açıklanması gerekmektedir.
14. Dava konusu edilen bir hakkın ve buna karşı yapılan savunmanın dayandığı vakıaların (olguların) var olup olmadıkları hakkında mahkemeye kanaat verilmesi işlemine ispat denir.
15. 6100 sayılı Kanun'un 187/1 inci maddesi; “İspatın konusunu tarafların üzerinde anlaşamadıkları ve uyuşmazlığın çözümüne etkili olabilecek çekişmeli vakıalar oluşturur ve bu vakıaların ispatı için delil gösterilir” şeklinde düzenlenmiştir.
16. Vakıa (olgu) ise, 03.03.2017 tarihli ve 2015/2 Esas, 2017/1 Karar sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında; kendisine hukuki sonuç bağlanmış olaylar şeklinde tanımlanmıştır. İspatı gereken olaylar, olumlu vakıalar olabileceği gibi olumsuz vakıalar da olabilir.
17. Diğer taraftan hâkim, taraflar arasında uyuşmazlık konusu olan vakıaların gerçekleşip gerçekleşmediğini, kural olarak kendiliğinden araştıramaz. Bir olayın gerçekleşip gerçekleşmediğini taraflar ispat etmelidir. Bir davada ispat yükünün hangi tarafa ait olacağı hususu ise 6100 sayılı Kanun'un “İspat yükü” başlıklı 190 ıncı maddesinde yer almakta olup; “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir.
Kanuni bir karineye dayanan taraf, sadece karinenin temelini oluşturan vakıaya ilişkin ispat yükü altındadır. Kanunda öngörülen istisnalar dışında, karşı taraf, kanuni karinenin aksini ispat edebilir” şeklinde hüküm altına alınmıştır.
18. Yukarıda belirtilen maddenin birinci fıkrasında, ispat yükünün belirlenmesine ilişkin temel kural vurgulanmıştır. Buna göre, bir vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran taraf ispat yükünü üzerinde taşıyacaktır. İkinci fıkrada ise, karinelerin varlığı hâlinde ispat yükünün nasıl belirleneceği düzenlenmiştir.
19. Bu hüküm, 4721 sayılı Kanun'un “İspat yükü” başlıklı 6 ncı maddesinde yer alan: “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür." ifadesine paralel olarak düzenlenmiştir.
20. Çekişmeli vakıaların ispatı için ise delillere ihtiyaç duyulmaktadır. Bu noktada kesin deliller arasında sayılan “ikrar” kavramı hakkında açıklama yapılmasında yarar vardır.
21. 6100 sayılı Kanun'un 188 inci maddesinde taraflar veya vekillerinin mahkeme önünde ikrar ettikleri vakıaların çekişmeli olmaktan çıkacağı ve ispatının gerekmediği belirtilmiş, ancak ikrarın tanımı yapılmamıştır.
22. Öğretideki tanımlamalara göre ise, ikrar (dar anlamda ikrar), görülmekte olan bir davada, taraflardan birinin, diğer tarafça ileri sürülen ve kendisi aleyhine hukuki sonuç doğurabilecek nitelik taşıyan maddi vakıanın doğruluğunu kabul etmesidir. Yargıtay uygulamasında da, ikrara bu anlam yüklenmektedir (İkrar kavramının tanımı ve aşağıda ikrarın türlerine ilişkin olarak yapılan açıklamalar bakımından ayrıntılı bilgi için bakınız. Baki, Kuru: Hukuk Muhakemeleri Usulü, 6. Baskı Cilt:2, Ankara 2001, s.2037 ve devamı; Saim, Üstündağ: Medeni Yargılama Hukuku, Cilt: 1-2, 3. Bası, İstanbul 1984, s.549 ve devamı;Necip, Bilge: Medeni Yargılama Hukuku Dersleri, 3. Baskı, Ankara 1978, s.510 ve devamı; Süha, Tanrıver: Türk Medeni Yargılama Hukukunda İkrarın Bölünüp Bölünemeyeceği Sorunu, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 1993/2, s. 212 ve devamı).
23. İkrardan söz edilebilmesi için, bir tarafın bir vakıa ileri sürmüş olması, diğer tarafın da bu vakıanın doğru olduğunu bildirmesi gerekir. İkrarın konusu, ancak karşı tarafın ileri sürdüğü vakıalar olabilir. Bir tarafın, kendisinin ileri sürdüğü bir vakıanın doğruluğunu bildirmesi ikrar niteliği taşımayacağı gibi karşı tarafın ileri sürdüğü hukuki sebepler de ikrara konu olamazlar.
24. Öğretide ve uygulamada ikrar, kapsamına ve içeriğine göre türlere ayrılmaktadır.
25. Kapsam yönünden ikrar, çekişmeli olan maddi vakıanın tamamını veya belli bir kesimini kapsayabilir. İlkinde tam, ikincisinde ise kısmi ikrar söz konusudur.
26. İçeriği itibariyle ikrar ya basit (adi), ya vasıflı (mevsuf) ya da bileşik (mürekkep) nitelikte olabilir. Vasıflı ikrara, gerekçeli inkâr da denilmektedir.
27. Bir vakıanın aleyhine olduğu kimse herhangi bir ilave yahut nitelik değişikliği yapmaksızın, o vakıanın doğru olduğunu beyan etmişse basit ikrar söz konusu olur. Örneğin davacı davalıya ödünç verdiği 1.000,00 TL'nin iadesi için dava açar, davalı da ödünç olarak aldığını beyan ederse, bu beyan basit ikrar niteliğinde olup, ilişkin olduğu vakıayı çekişmeli olmaktan çıkarır, dolayısıyla bunların ayrıca kanıtlanmasına gerek kalmaz (Murat, Atalı / İbrahim, Ermenek / Ersin, Erdoğan: Medeni Usul Hukuku, Ankara 2022, s.474)
28. Vasıflı ikrarda, (ki buna gerekçeli inkar da denilmektedir) karşı tarafın ileri sürdüğü maddi vakıanın varlığı kabul edilmekle birlikte, onun hukuki niteliğinin (vasfının) ileri sürülenden başka olduğu bildirilir. Örneğin davalının, davacıdan 1.000,00 TL aldığını ikrar etmesi, fakat bu parayı ödünç olarak değil, bağış olarak aldığını bildirmesi hâlinde olduğu gibi. Daha somut bir anlatımla ikrar eden, karşı tarafın talep sonucu açısından dayandığı sonucu/niteliği kabul etmemekte, o vakıadan böyle bir sonuç çıkarıltılmasının mümkün olmadığını belirtmektedir. Birinci bölümde vakıa ikrar edilerek çekişmeli olmaktan çıkmakta, ikinci bölümde ise niteleme ve doğduğu ileri sürülen sonuç ihtilaflı kalmakta ve dolayısıyla bu hususu kimin ispat etmesi gerektiği sorunu ortaya çıkmaktadır. Öğreti ve Yargıtaydaki hakim görüşe göre, vasıflı ikrar bölünemez, vasıflı ikrarda bulunan taraf, ikrar ettiği maddi vakıa ile ilgili hukuki nitelendirmeye ilişkin iddiayı ispat etmesi beklenemez. Dolayısıyla vasıflı ikrar bölünemeyeceğinden paranın ödünç olarak verildiği iddiasının davacı tarafından ispatı gerekmektedir (L. Şanal, Görgün / Levent, Börü / Mehmet, Kodakoğlu: Medeni Usul Hukuku, Ankara 2023, s. 436).
29. Bileşik (mürekkep) ikrarda ise, bir tarafın ileri sürdüğü vakıa karşı tarafça bütünüyle kabul edilmekle; başka bir anlatımla, vakıanın doğru olduğu ve bildirilen vasıfta bulunduğu kabul edilmekle birlikte, ikrara öyle bir vakıa eklenir ki, eklenen bu vakıa, ya ikrar edilen vakıanın hukuksal sonuçlarının doğmasını engeller ya da onu hükümsüz kılar. Bileşik ikrar, ikrara konu olan vakıa ile, ona eklenen vakıa arasında bir bağlantı bulunup bulunmamasına göre, bağlantılı bileşik ikrar ve bağlantısız bileşik ikrar olarak ikiye ayrılır.
30. Bağlantılı bileşik ikrarda ikrar edenin ikrarına eklediği vakıa ile ikrar edilen vakıa arasında doğal bir bağlantı vardır; ikrara eklenen vakıa ikrar olanan vakıanın doğal bir sonucudur. "Davalının davacıdan 1.000TL'yi ödünç olarak aldığını, fakat bu parayı kendisine ödediğini bildirmesi örneğinde olduğu gibi". Bağlantısız bileşik ikrarda ise, ikrar edenin ikrarına eklediği vakıa ile ikrar edilen vakıa arasında hiçbir bağlantı yoktur, başka bir anlatımla ikinci vakıa, ikrar edilen vakıa olmadan da mevcuttur. Örneğin davalının "dava konusu 1.000TL'yi davacıdan ödünç olarak aldım, fakat ben de davacıdan 1.000TL alacaklıyım, bu alacağım ile borcumu takas ediyorum" şeklindeki beyanı bağlantısız bileşik ikrardır (Kuru: s. 2056 vd).
31. Bağlantılı bileşik ikrar, vasıflı ikrara benzemektedir. Bileşik ikrar, ikrar edenin ikrarına, başka bir vakıa eklenmesi suretiyle yapılır. Oysa vasıflı ikrarda ikrara eklenen, ikrar edilen olayın vasfına yöneliktir. Vasıflı ikrarda vakıa tektir, onun vasfı tartışmalıdır, bileşik ikrarda ise ikrar edilen vakıayla bağlantılı ya da bağlantısız yeni bir vakıa eklemesi yapılmaktadır. Başka bir anlatımla vasıflı ikrara eklenen vakıa, asıl vakıa ile aynı andaki veya ondan önceki bir vakıa olduğu hâlde, bileşik ikrara eklenen vakıa asıl vakıadan sonraki tarihte doğmuş olan bir vakıadır (Kuru: s. 2061; Hakan, Pekcanıtez / Muhammet, Özekes / Mine, Akkan / Hülya, Taş Korkmaz: Medeni Usul Hukuku, Cilt II, İstanbul 2017, s. 1639).
32. Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; ilk derece mahkemesince davacının tapu iptali ve tescile yönelik talebinin sabit olmadığından reddine, davacının alacağa yönelik talebinin ise kısmen kabulüne, 700.000,00 TL alacağın dava tarihinden itibaren yasal faiziyle birlikte davalılardan yarı oranında alınarak davacıya verilmesine, fazlaya ilişkin talebin reddine karar verilmiş; anılan karara karşı davacı tarafın temyizinin bulunmaması nedeniyle tapu iptali ve tescil talebi uyuşmazlık dışında kalmıştır. Terditli talep yönünden ise davacı tarafından 800.000,00 TL'nin banka havalesi ile 90.000,00 TL'nin ise elden davalılara verildiği, dava konusu taşınmazların, davacının gönderdiği paralarla alındığı iddiası usulüne uygun yazılı belge ile (§10-11) kanıtlanamadığı gibi davalıların yargılama aşamasında taşınmazların bedellerinin davacı tarafından bağış yoluyla davalılara verildiğine yönelik beyanları vasıflı ikrar mahiyetinde (§ 28) olup, bu ikrar bölünemez. Buna göre, vasıflı ikrarda kanıtlama yükümlülüğü, ikrar eden tarafa (davalılara) değil, vakıayı ileri süren tarafa (davacıya) aittir. Dolayısıyla mahkemece davacı tarafından iddia olunan vakıalar ispatlanamadığından davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde karar verilmiş olması doğru görülmemiştir.
33. Hâl böyle olunca direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen ve yukarıda açıklanan ilave gerekçe ve nedenlerden dolayı bozulması gerekmiştir.
IX. KARAR
Açıklanan sebeplerle;
Davalılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen ve yukarıda açıklanan ilave gerekçe ve nedenlerden dolayı 6100 sayılı Kanun'un 371 inci maddesi gereğince BOZULMASINA,
İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,
Dosyanın 6100 sayılı Kanun'un 373 üncü maddesinin birinci fıkrası uyarınca kararı veren İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin de Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine,
09.10.2024 tarihinde yapılan ikinci görüşmede oy birliğiyle kesin olarak karar verildi.