Pozitif yükümlülüklerin ortaya çıkmasının nedeni gerçek anlamda koruma sağlanmasıdır. Buna göre anılan maddede bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkının gerçekten ve etkili bir şekilde korunabilmesi yalnızca devletin müdahaleden kaçınmasına bağlı değildir. Gerçek anlamda koruma sağlanması için devletin negatif yükümlülükleri dışında pozitif yükümlülüklerinin de olması gerekir. Dolayısıyla Anayasa'nın 5. ve 35. maddeleri uyarınca devletin mülkiyet hakkının korunmasına ilişkin pozitif yükümlülükleri bulunmaktadır. Bu bağlamda söz konusu pozitif yükümlülükler, kimi durumlarda özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklar da dâhil olmak üzere mülkiyet hakkının korunması için belirli tedbirlerin alınmasını gerektirmektedir.

Devletin pozitif yükümlülükleri, mülkiyet hakkına yapılan müdahalelere karşı usule ilişkin güvenceleri sunan yargısal yolları da içeren etkili hukuksal bir çerçeve oluşturma, oluşturulan bu hukuksal çerçeve kapsamında yargısal ve idari makamların bireylerin özel kişilerle olan uyuşmazlıklarında etkili ve adil bir karar vermesini temin etmek sorumluluklarını da içermektedir.

Başvurucuların mülkiyet haklarını koruyacak ve yeterli güvenceler sağlayacak hukuksal mekanizmaların oluşturulup oluşturulmadığı incelenmelidir. Özel kişilerin mülkiyet haklarının çatıştığı durumlarda bunlardan hangisine üstünlük tanınacağının takdiri, kanun koyucuya ve somut olayın koşulları gözönünde bulundurularak derece mahkemelerine ait bir yetkidir. Bununla birlikte her iki tarafın menfaatlerinin mümkün olduğunca dengelenmesi ve sürecin taraflardan biri aleyhine ölçüsüz bir sonuca da yol açmaması gerekir. Menfaatler dengesinin kurulmasında taraflardan biri aleyhine bireysel olarak aşırı ve olağan dışı bir külfetin yüklenmesi, pozitif yükümlülüklerin ihlali sonucunu doğurabilir. Olayın bütün koşulları ve taraflara tanınan tüm imkânlar ile tarafların tutum ve davranışları gözönünde bulundurularak menfaatlerin adil bir şekilde dengelenip dengelenmediği değerlendirilmelidir.

İlgili Kararlar:

♦ (Onur Özdamar, B. No: 2019/1450, 22/2/2022)
♦ (Gülsün Giley, B. No: 2018/36546, 25/5/2022)
♦ (Kemal Kılıç [GK], B. No: 2019/16400, 28/7/2022)
♦ (Ferhat Değer Otomotiv İthalat İhracat Sanayi ve Ticaret A.Ş., B. No: 2019/36730, 13/9/2022)
♦ (Şaban Kurt, B. No: 2018/25857, 14/9/2022)
♦ (Ahmet Atalay, B. No: 2019/5680, 30/3/2023)
♦ (Nurdan Köseoğlu [GK], B. No: 2019/23351, 23/3/2023)

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

ONUR ÖZDAMAR BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2019/1450)

 

Karar Tarihi: 22/2/2022

R.G. Tarih ve Sayı: 5/4/2022 - 31800

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

Başkan

:

Hasan Tahsin GÖKCAN

Üyeler

:

Hicabi DURSUN

 

 

Muammer TOPAL

 

 

Recai AKYEL

 

 

Yusuf Şevki HAKYEMEZ

Raportör

:

Ayhan KILIÇ

Başvurucu

:

Onur ÖZDAMAR

Vekili

:

Av. Mustafa Bilge ÖZEL

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, işçinin fazla çalışma ücretinin ödenmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 9/1/2019 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

8. Başvurucu 1982 doğumludur. Başvurucu 1/4/2008 tarihinde ...Bank Anonim Şirketinin Mersin Şubesinde (işveren) gişe görevlisi olarak çalışmaya başlamıştır. Taraflar arasında akdedilen hizmet sözleşmesinin "VI. FAZLA ÇALIŞMA VE TATİL GÜNLERİNDE ÇALIŞMA" başlıklı maddesinde şu hüküm yer almaktadır:

"1. Çalışan, İşverence gerekli görüldüğü takdirde yasal sınırlar içinde fazla çalışma yapmayı kabul ve taahhüt eder. Bu fazla çalışmalara ilişkin ücret Çalışanın asıl ücretinin içerisindedir."

9. İşveren 29/5/2015 tarihinde başvurucunun iş sözleşmesini tek taraflı olarak 22/5/2003 tarihli ve 4857 sayılı İş Kanunu'nun 18. maddesine dayanmak suretiyle feshetmiştir. İşveren, başvurucunun işyerinde güven ve huzuru bozacak, maddi zarara yol açacak fiillerde bulunduğunu gerekçe göstermiştir. İşveren 18.977,13 TL kıdem tazminatını, 4.020,56 TL ihbar tazminatı ile 1.035,77 TL ücrete dönüşen yıllık izin alacağını başvurucuya 1/6/2015 tarihinde ödemiştir.

10. Başvurucu 4/6/2015 tarihinde Mersin 2. İş Mahkemesinde (İş Mahkemesi) işveren aleyhine tazminat davası açmıştır. Dava dilekçesinde, kıdem ve ihbar tazminatları ile ücrete dönüşen yıllık izin alacağının eksik ödendiğini, fazla çalışma ücretinin ise hiç ödenmediğini belirtmiştir. Ayrıca eksik ödenen işçilik alacaklarının yasal faiziyle birlikte işverenden tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

11. İşveren, cevap dilekçesinde kıdem ve ihbar tazminatı ile yıllık izin alacaklarının eksik ödendiği iddiasını inkâr etmiştir. Cevap dilekçesinde, fazla çalışma ücreti yönünden başvurucunun fazla çalışmasının bulunmadığını belirtmiş; başvurucunun 09.00-18.00 saatleri arası çalıştığı, 12.30-13.30 saatleri arasında öğlen tatili yaptığını, saat 18.00'den sonra çalışmasının söz konusu olmadığını ifade etmiştir.

12. İş Mahkemesinin dinlediği, işverenin eski çalışanları olan iki tanık işyerinde akşamları saat 20.00-20.30'a kadar çalıştığını beyan etmiştir.

13. İş Mahkemesince bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Bilirkişi tarafından hazırlanan 31/10/2016 havale tarihli raporda başvurucuya 619,98 TL kıdem tazminatının, 319,06 TL ihbar tazminatının ve 50,01 TL yıllık izin ücretinin eksik ödendiği tespit edilmiştir. Raporda ayrıca başvurucunun haftada beş saat olmak üzere yılda 260 saat fazla mesai yaptığı saptaması yapılmıştır. Aynı bilirkişi tarafından düzenlenen 5/10/2017 tarihli ek raporda, başvurucuya ödenmesi gereken fazla çalışma ücreti -yüzde otuz hakkaniyet indirimi yapıldıktan sonra- 5.867,93 TL olarak hesaplanmıştır.

14. İş Mahkemesi 22/2/2018 tarihinde davayı kabul ederek bilirkişi raporunda eksik ödendiği saptanan kıdem ve ihbar tazminatı ile kullanılmayan yıllık iznin ücretinin ve 5.867,93 TL fazla çalışma ücretinin başvurucuya ödenmesine hükmetmiştir. Kararın gerekçesinde işveren tarafından iş sözleşmesinin haksız ve bildirimsiz olarak feshedilmesi sebebiyle başvurucunun kıdem ve ihbar tazminatına hak kazandığı belirtilmiştir. Kararda taraflar arasındaki sözleşmede fazla çalışma ücretinin asıl ücrete dâhil olduğu belirtilmiş ise de 4857 sayılı Kanun'un 41. maddesinin yedinci fıkrası ile 6/4/2004 tarihli ve 25425 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan İş Kanununa İlişkin Fazla Çalışma ve Fazla Sürelerle Çalışma Yönetmeliği'nin (Yönetmelik) 9. maddesi uyarınca fazla çalışma yaptırmak için işveren tarafından işçiden her yıl başında onay alınması gerektiği ifade edilmiştir. Başvurucunun sözleşmeyle rıza gösterdiği fazla çalışmanın sadece ilk yıl geçerli olduğuna işaret eden İş Mahkemesi, işverenin devam eden yıllarda başvurucudan onay aldığını ispatlayamadığı sonucuna ulaşmıştır. İş Mahkemesi bilirkişi raporunda yüzde otuz hakkaniyet indirimi uygulanarak yapılan hesaplamanın isabetli olduğunu vurgulamak suretiyle başvurucuya 5.867,93 TL fazla çalışma ücreti ödenmesi gerektiğini belirtmiştir.

15. İşveren bu karara karşı istinaf yoluna başvurmuştur. İstinaf dilekçesinde başvurucunun mesai saatleri dışında çalıştırılmadığını İş Mahkemesinin bu kabulünün hukuka uygun olmadığını belirtmiştir. İstinaf dilekçesinde ayrıca mevzuatta her yıl onay alınacağına ilişkin bir hükmün bulunmadığını, başvurucunun hizmet sözleşmesinde verdiği muvafakatin tüm çalışması boyunca geçerli olduğunu ifade etmiştir.

16. Adana Bölge Adliye Mahkemesi 8. Hukuk Dairesi (Bölge Adliye Mahkemesi) 2/11/2018 tarihinde istinaf istemini kabul ederek İş Mahkemesince hükmedilen kıdem ve ihbar tazminatlarını azaltmış, fazla mesai ücreti yönünden ise davayı kesin olarak reddetmiştir. Kararın gerekçesinde, tartışmalı olan hususun fazla çalışma onayının işçiden her yıl alınması gerekip gerekmediği olduğunun altını çizmiştir. Bölge Adliye Mahkemesi, Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin bir kararına da atıfta bulunarak uygulamanın 25/8/2017 tarihine kadar her yıl onay alınması yönünde olduğunu, bununla birlikte Yönetmelik'in 9. maddesinin ikinci fıkrasında yapılan ve 25/8/2017 tarihinde yürürlüğe giren değişiklikle her yılın başında onay alma şartının kaldırıldığını vurgulamıştır. Taraflar arasındaki hizmet sözleşmesinde fazla çalışma ücretinin asıl ücrete dâhil olduğunu düzenleyen hükme dikkat çeken Bölge Adliye Mahkemesi, başvurucunun sözleşmedeki onayını geri almadığı sürece yıllık 270 saati aşmayan fazla çalışma ücretinin başvurucuya ödendiğinin kabulü gerektiğini, bu nedenle başvurucunun fazla mesai ücretine hak kazanamayacağını açıklamıştır.

17. Nihai karar 11/12/2018 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu 9/1/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

18. 4857 sayılı Kanun'un 41. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"Ülkenin genel yararları yahut işin niteliği veya üretimin artırılması gibi nedenlerle fazla çalışma yapılabilir. Fazla çalışma, Kanunda yazılı koşullar çerçevesinde, haftalık kırkbeş saati aşan çalışmalardır. 63 üncü madde hükmüne göre denkleştirme esasının uygulandığı hallerde, işçinin haftalık ortalama çalışma süresi, normal haftalık iş süresini aşmamak koşulu ile, bazı haftalarda toplam kırkbeş saati aşsa dahi bu çalışmalar fazla çalışma sayılmaz.

Her bir saat fazla çalışma için verilecek ücret normal çalışma ücretinin saat başına düşen miktarının yüzde elli yükseltilmesi suretiyle ödenir.

Haftalık çalışma süresinin sözleşmelerle kırkbeş saatin altında belirlendiği durumlarda yukarıda belirtilen esaslar dahilinde uygulanan ortalama haftalık çalışma süresini aşan ve kırkbeş saate kadar yapılan çalışmalar fazla sürelerle çalışmalardır. Fazla sürelerle çalışmalarda, her bir saat fazla çalışma için verilecek ücret normal çalışma ücretinin saat başına düşen miktarının yüzde yirmibeş yükseltilmesiyle ödenir.

...

Fazla saatlerle çalışmak için işçinin onayının alınması gerekir.

Fazla çalışma süresinin toplamı bir yılda ikiyüzyetmiş saatten fazla olamaz.

...

Fazla çalışma ve fazla sürelerle çalışmaların ne şekilde uygulanacağı çıkarılacak yönetmelikte gösterilir."

19. Yönetmelik'in 9. maddesinin ilk hâli şöyledir:

"Fazla çalışma ve fazla sürelerle çalışma yaptırmak için işçinin yazılı onayının alınması gerekir. Zorunlu nedenlerle veya olağanüstü durumlarda yapılan fazla çalışma ve fazla sürelerle çalışma için bu onay aranmaz.

Fazla çalışma ihtiyacı olan işverence bu onay her yıl başında işçilerden yazılı olarak alınır ve işçi özlük dosyasında saklanır."

20. Yönetmelik'in 9. maddesinin ikinci fıkrasının 25/8/2017 tarihli ve 30165 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan İş Kanununa İlişkin Çalışma Süreleri Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik'in 3. maddesiyle değişik hâli şöyledir:

"Fazla çalışma ihtiyacı olan işverence bu onay iş sözleşmesinin yapılması esnasında ya da bu ihtiyaç ortaya çıktığında alınır ve işçi özlük dosyasında saklanır. Fazla çalışma veya fazla sürelerle çalışma yapmak istemeyen işçi verdiği onayı otuz gün önceden işverene yazılı olarak bildirimde bulunmak kaydıyla geri alabilir."

V. İNCELEME VE GEREKÇE

21. Anayasa Mahkemesinin 22/2/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları

22. Başvurucu; Bölge Adliye Mahkemesinin fazla çalışmanın gerçekleştiği tarihten sonra yürürlüğe giren mevzuat hükmüne dayanarak her yılın başında onay verilmesi şartının bulunmadığını kabul etmesinin ve buna dayalı olarak fazla çalışma ücretine ilişkin davayı reddetmesinin cezaların şahsiliği ilkesini, etkili başvuru hakkını, adil yargılanma hakkını, mülkiyet hakkını ve hak arama özgürlüğünü ihlal ettiğini ileri sürmüştür.

B. Değerlendirme

23. Anayasa'nın iddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

24. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun şikâyetinin özü, fazla çalışma ücretinin ödenmesi istemiyle açtığı davanın olaydan sonra yürürlüğe giren mevzuat hükmüne dayalı olarak reddedilmesine yöneliktir. Başvurucunun şikâyetinin mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesi uygun bulunmuştur.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

25. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

26. Başvuru konusu olayda başvurucunun mülkiyet hakkına yönelik olarak kamu makamlarınca doğrudan yapılan bir müdahale mevcut olmayıp özel kişiler arası bir uyuşmazlık söz konusudur. Dolayısıyla başvuruda, devletin mülkiyet hakkına ilişkin pozitif yükümlülükleri yönünden inceleme yapılması gerekmektedir.

a. Mülkün Varlığı

27. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır (Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, B. No: 2013/1178, 5/11/2015, § 54). Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

28. Anayasa'nın 35. maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkı mevcut mal, mülk ve varlıkları koruyan bir güvencedir. Bir kişinin hâlihazırda sahibi olmadığı bir mülkün mülkiyetini kazanma hakkı -kişinin bu konudaki menfaati ne kadar güçlü olursa olsun- Anayasa'yla korunan mülkiyet kavramı içinde değildir. Bu bağlamda belirtmek gerekir ki Anayasa'nın 35. maddesi soyut bir temele dayalı olarak mülkiyete erişmeyi ve mülkiyeti edinmeyi değil mülkiyet hakkını güvence altına almaktadır. Bu hususun istisnası olarak belli durumlarda bir ekonomik değer veya icrası mümkün bir alacağı elde etmeye yönelik meşru bir beklenti Anayasa'da yer alan mülkiyet hakkı güvencesinden yararlanabilir (Kemal Yeler ve Ali Arslan Çelebi, B. No: 2012/636, 15/4/2014, §§ 36, 37; Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, §§ 52-54; Mehmet Şentürk [GK], B. No: 2014/13478, 25/7/2017, §§ 41, 53).

29. Meşru beklenti objektif temelden uzak bir beklenti olmayıp belirli bir kanun hükmüne veya başarılı olma ihtimalinin yüksek olduğunu gösteren yerleşik bir yargı içtihadına ya da ayni menfaatle ilgili hukuki bir işleme dayanan yeterli derecede somut nitelikteki bir beklentidir (Selçuk Emiroğlu, B. No: 2013/5660, 20/3/2014, § 28; Mehmet Şentürk, § 42). Dolayısıyla Anayasa ve Sözleşme'nin ortak koruma kapsamında olan meşru beklentiye dayalı mülkiyet hakkının tespiti mevcut hukuk sisteminde iddia edilen mülkiyet iddiasının tanınmasına bağlı olup bu tespit, mevzuat hükümleri ve yargı kararları ile yapılmaktadır (Üçgen Nakliyat Ticaret Ltd. Şti., B. No: 2013/845, 20/11/2014, § 37). Temelsiz bir hak kazanma beklentisi veya sadece mülkiyet hakkı kapsamında ileri sürülebilir bir iddianın varlığı meşru beklentinin kabulü için yeterli değildir (Kemal Yeler ve Ali Arslan Çelebi, § 37).

30. 4758 sayılı Kanun'un 41. maddesinin birinci fıkrasında ülkenin genel yararları yahut işin niteliği veya üretimin artırılması gibi nedenlerle fazla çalışma yapılabileceği ve fazla çalışmanın Kanun'da yazılı koşullar çerçevesinde haftalık kırk beş saati aşan çalışmalar olduğu hükme bağlanmıştır. Aynı maddenin ikinci fıkrasında her bir saat fazla çalışma için verilecek ücretin normal çalışma ücretinin saat başına düşen miktarının yüzde elli yükseltilmesi suretiyle ödeneceği belirtilmiştir. Söz konusu hükümler dikkate alındığında hizmet sözleşmesine bağlı olarak çalışan işçinin fazla çalışması karşılığında ücrete müstahak olduğu anlaşılmıştır.

31. Somut olayda başvurucunun yılda 260 saat fazla mesai yaptığı derece mahkemelerince kabul edilmiştir. Davalı işverenin yargılama sırasında sunduğu dilekçelerde başvurucunun fazla çalışmasının bulunmadığı ileri sürülmüş ise de bu savunma derece mahkemelerince yerinde görülmemiştir. Başvurucunun fazla çalışmasının bulunduğu olgusu artık yargısal hükümle kesinlik kazanmıştır. Bu durumda fazla çalışmasının bulunduğu kesinleşmiş yargı kararıyla tespit edilen başvurucunun 4758 sayılı Kanun'un 41. maddesinin ikinci fıkrasından kaynaklı olarak fazla çalışma ücreti elde edeceği yolunda meşru beklentisinin bulunduğunun kabulü gerekir.

b. Genel İlkeler

32. Mülkiyet hakkının korunmasının devlete birtakım pozitif yükümlülükler yüklediği hususu Anayasa'nın 35. maddesinin lafzında açık bir biçimde düzenlenmemiş ise de bu güvencenin sadece devlete atfedilebilen müdahalelere yönelik sınırlamalar getirdiği, bireyi üçüncü kişilerin müdahalelerine karşı korumasız bıraktığı düşünülemez. Pozitif yükümlülüklerin ortaya çıkmasının nedeni gerçek anlamda koruma sağlanmasıdır. Buna göre anılan maddede bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkının gerçekten ve etkili bir şekilde korunabilmesi yalnızca devletin müdahaleden kaçınmasına bağlı değildir. Gerçek anlamda koruma sağlanması için devletin negatif yükümlülükleri dışında pozitif yükümlülüklerinin de olması gerekir. Dolayısıyla Anayasa'nın 5. ve 35. maddeleri uyarınca devletin mülkiyet hakkının korunmasına ilişkin pozitif yükümlülükleri bulunmaktadır. Bu bağlamda söz konusu pozitif yükümlülükler, kimi durumlarda özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklar da dâhil olmak üzere mülkiyet hakkının korunması için belirli tedbirlerin alınmasını gerektirmektedir (Türkiye Emekliler Derneği, B. No: 2012/1035, 17/7/2014, §§ 34-38; Eyyüp Boynukara, B. No: 2013/7842, 17/2/2016, §§ 39-41; Osmanoğlu İnşaat Eğitim Gıda Temizlik Hizmetleri Petrol Ürünleri Sanayi Ticaret Limitet Şirketi, B. No: 2014/8649, 15/2/2017, § 43).

33. Devletin pozitif yükümlülükleri, mülkiyet hakkına yapılan müdahalelere karşı usule ilişkin güvenceler sunan yargısal yolları da içeren etkili hukuksal bir çerçeve oluşturma, oluşturulan bu hukuksal çerçeve kapsamında yargısal ve idari makamların bireylerin özel kişilerle olan uyuşmazlıklarında etkili ve adil bir karar vermesini temin etme sorumluluklarını da içermektedir (Selahattin Turan, B. No: 2014/11410, 22/6/2017, § 41).

34. Özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklarda tarafların birbirleriyle çatışan menfaatleri bulunmaktadır. Dolayısıyla tarafların karşı karşıya gelen menfaatleri çerçevesinde mülkiyet hakkını korumakla yükümlü bulunan devletin maddi ve usule ilişkin pozitif yükümlülüklerini yerine getirip getirmediği dikkate alınarak sonuca varılmalıdır. Bu bağlamda ilk olarak belirli, ulaşılabilir ve öngörülebilir bir kanun hükmünün mevcut olup olmadığı irdelenmelidir (Hüseyin Ak, B. No: 2016/77854, 1/7/2020, § 53).

35. İkinci olarak başvuruculara mülkiyet hakkına yapılan müdahaleye etkin bir biçimde itiraz edebilme, savunma ve iddialarını yetkili makamlar önünde ortaya koyabilme olanağının tanınıp tanınmadığı incelenmelidir. Anayasa'nın 35. maddesi usule ilişkin açık bir güvenceden söz etmemektedir. Bununla birlikte mülkiyet hakkının gerçek anlamda korunabilmesi bakımından bu madde, Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında da ifade edildiği üzere mülk sahibine müdahalenin kanun dışı veya keyfî ya da makul olmayan şekilde uygulandığına ilişkin savunma ve itirazlarını sorumlu makamlar önünde etkin bir biçimde ortaya koyabilme olanağının tanınması güvencesini kapsamaktadır. Bu değerlendirme ise uygulanan sürecin bütününe bakılarak yapılmalıdır (Züliye Öztürk, B. No: 2014/1734, 14/9/2017, § 36; Bekir Yazıcı [GK], B. No: 2013/3044, 17/12/2015, § 71).

36. Mülkiyet hakkının usule ilişkin güvenceleri hem özel kişiler arasındaki mülkiyet uyuşmazlıklarında hem de taraflardan birinin kamu gücü olduğu durumlarda geçerlidir. Bu bağlamda mülkiyet hakkının korunmasının söz konusu olduğu durumlarda usule ilişkin güvencelerin somut olayda yerine getirildiğinden söz edilebilmesi için derece mahkemelerinin kararlarında konu ile ilgili ve yeterli gerekçe bulunmalıdır. Ayrıca belirtmek gerekir ki bu zorunluluk davacının bütün iddialarına cevap verilmesi anlamına gelmemekle birlikte mülkiyet hakkını ilgilendiren davanın sonucuna etkili esasa ilişkin temel iddia ve itirazların yargılama makamlarınca özenli bir şekilde değerlendirilerek karşılanması gerekmektedir (Kamil Darbaz ve GMO Yapı Grup End. San. Tic. Ltd. Şti., B. No: 2014/12563, 24/5/2018, § 52).

37. Son olarak ise başvurucuların mülkiyet haklarını koruyacak ve yeterli güvenceler sağlayacak hukuksal mekanizmaların oluşturulup oluşturulmadığı incelenmelidir. Özel kişilerin mülkiyet haklarının çatıştığı bu gibi durumlarda bunlardan hangisine üstünlük tanınacağının takdiri, kanun koyucuya ve somut olayın koşulları gözönünde bulundurularak derece mahkemelerine ait bir yetkidir. Bununla birlikte her iki tarafın menfaatlerinin mümkün olduğunca dengelenmesi ve sürecin taraflardan biri aleyhine ölçüsüz bir sonuca da yol açmaması gerekir. Menfaatler dengesinin kurulmasında taraflardan biri aleyhine bireysel olarak aşırı ve olağan dışı bir külfetin yüklenmesi, pozitif yükümlülüklerin ihlali sonucunu doğurabilir. Olayın bütün koşulları ve taraflara tanınan tüm imkânlar ile tarafların tutum ve davranışları gözönünde bulundurularak menfaatlerin adil bir şekilde dengelenip dengelenmediği değerlendirilmelidir (Faik Tari ve Sultan Tari, B. No: 2014/12321, 20/7/2017, § 52).

c. İlkelerin Olaya Uygulanması

38. Somut olayda başvurucunun yılda 260 saat fazla mesai yaptığı hususu yargısal kararla kesinleşmiş bir vakıaya dönüşmüştür. İş Mahkemesi 4758 sayılı Kanun'un 41. maddesinin yedinci fıkrası ile Yönetmelik'in ikinci fıkrasının fazla mesainin gerçekleştiği tarihte yürürlükte bulunan hâlini gözeterek işverenin fazla mesaiye ilişkin olarak her yılın başında başvurucunun onayını alması gerektiği sonucuna ulaşmış ve somut olayda işverenin her yılın başında başvurucunun onayını aldığını ispatlayamaması sebebiyle birinci yıldan sonraki fazla çalışmalar için ücret ödenmesinin zorunlu olduğunu kabul etmiştir. Buna karşılık Bölge Adliye Mahkemesi Yönetmelik'in 9. maddesinin ikinci fıkrasının 25/8/2017 tarihinde değişen hâline dayanarak her yılın başında onay alınması şartının bulunmadığını, başvurucunun hizmet sözleşmesini imzalarken verdiği onayın -geri almadıkça- geçerli olduğunu belirtmiş ve davayı reddetmiştir.

39. Özel kişiler arasındaki mülkiyet uyuşmazlıklarında devletin esas yükümlülüğü kural olarak erişilebilirlik, belirlilik ve öngörülebilirlik ilkelerini temin eden hukuksal çerçeveyi belirlemek ve bu hukuku adil bir biçimde uygulamaktır. Başvurucunun fazla çalışma ücretine ilişkin mevzuat altyapısının yetersizliğiyle ilgili bir iddiası bulunmamaktadır. Başvurucunun şikâyeti Bölge Adliye Mahkemesinin yorumuna yöneliktir. Bu bağlamda Anayasa Mahkemesinin öncelikli olarak inceleyeceği mesele derece mahkemelerinin mevzuatın yorumuna ilişkin değerlendirmelerinin belirlilik ve öngörülebilirlik ilkelerini ihlal edecek, dolayısıyla hukuk devleti ilkesini zedeleyecek ve tarafların menfaatleri arasında dengesizlik oluşmasına yol açacak derecede ağır hatalar içerip içermediğidir.

40. Derece mahkemelerinin kararlarında dayanılan 4758 sayılı Kanun'un 41. maddesinin yedinci fıkrasında fazla saatlerle çalışmak için işçinin onayının alınması gerektiği hükmüne yer verilmiştir. 4758 sayılı Kanun'un 41. maddesine dayanılarak çıkarılan Yönetmelik'in 9. maddesinin ikinci fıkrasında fazla çalışmaya ihtiyacı olan işverence bu onayın her yılın başında işçilerden yazılı olarak alınması gerektiği düzenlenmiş iken 25/8/2017 tarihinde yürürlüğe giren değişiklikle her yılın başında onay alma şartı kaldırılmış, iş sözleşmesinin yapılması esnasında onay verilmiş olması yeterli hâle getirilmiştir.

41. 4758 sayılı Kanun'un 41. maddesinin yedinci fıkrasında ve Yönetmelik'in 9. maddesinin her iki versiyonunda yer alan onay şartının fazla çalıştırılmaya yönelik olduğu görülmektedir. Diğer bir ifadeyle söz konusu onay, işverenin işçiyi kanuni çalışma saatleri dışında da çalışmaya zorlayıp zorlayamayacağına ilişkin olup fazla çalışma ücreti talep hakkından vazgeçilmesiyle bir ilgisi bulunmamaktadır. Fazla çalışmaya onay verilmesinin fazla çalışma ücretinden de feragat edilmiş sayılacağı anlamına gelebilecek bir düzenleme, anılan kurallarda yer almamaktadır.

42. Bölge Adliye Mahkemesi kararında açıklık bulunmasa da başvurucunun hizmet sözleşmesindeki onayının fazla çalışma için asıl ücreti dışında ayrıca ücret talep edilmemesini de içerdiği kabulünden hareket edildiği görülmektedir. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkı malikin fazla çalışma ücretinden feragat etmesini kural olarak yasaklamamaktadır. Dolayısıyla işçinin fazla çalışmasının karşılığının asıl ücretine dâhil olduğunu iş sözleşmesinde kabul etmiş olmasına dayanılarak lehine fazla çalışma ücretine hükmedilmemesi kural olarak Anayasa'nın 35. maddesini ihlal etmez.

43. Ne var ki işçinin fazladan çalıştırılmasının kanuna uygun olmadığı hâllerde önceden verilmiş rızanın varlığından hareketle fazla çalışma ücretinden feragat edildiği çıkarımı yapılamaz. Zira feragatin geçerli olabilmesi için feragat iradesinin açık olmasının ve sonuçlarının kişi yönünden makul olarak öngörülebilir bulunmasının yanında asgari usul güvencelerinin de sağlanmış olması, ayrıca haktan feragat edilmesini meşru olmaktan çıkaran üstün bir kamu yararının bulunmaması gerekir.

44. Kanun koyucu ve -kanunun verdiği yetkiye dayanarak- idari organlar, işveren karşısında nispeten zayıf konumda bulunan işçinin menfaatlerinin korunması amacıyla birtakım emredici hükümler sevk etmiştir. Bu bağlamda 4758 sayılı Kanun'un 41. maddesinin yedinci fıkrasında işçinin rızası bulunmadan fazla çalıştırılması kesin olarak yasaklanmıştır. Ayrıca çıkarılan ikincil düzenlemelerle fazla çalışma onayının her yılın başında ve yazılı olarak alınması zorunluluğu getirilmiştir. Onayın her yılın başında alınma zorunluluğu öngören mevzuat hükmü 25/8/2017 tarihine kadar yürürlükte kalmıştır. Buna göre 25/8/2017 tarihinden önceki mevzuat dikkate alındığında işçinin yılın başında onayı alınmadan fazla çalıştırılmasının emredici kurallara aykırılık teşkil edeceği anlaşılmıştır.

45. Somut olayda başvurucu, onayın her yılın başında alınmasının zorunlu olduğu dönemde -1/4/2008-29/5/2015 tarihleri arasında- fazla çalıştırılmıştır. Dolayısıyla anılan dönemde yürürlükte bulunan mevzuata göre başvurucunun ilk yıl dışındaki fazla çalışmaları emredici hükümlere aykırılık teşkil etmiştir. Başvurucunun ücret talep etmeksizin fazla çalışmaya rıza gösterdiği kabul edilse bile bu rızanın emredici hükümlere aykırı olarak gerçekleştirilen fazla çalışmayı da kapsadığı söylenemez. Emredici hükümlere aykırı olarak fazladan çalıştırılan kişinin fazla çalışma ücretinden feragat etmesi işçi menfaatlerinin korunmasındaki üstün kamusal yararla çelişmektedir.

46. Bölge Adliye Mahkemesi kararındaki yaklaşım başvurucunun fazla çalıştırıldığı dönemde yürürlükte olan mevzuata göre onay şartının bulunduğunu gözardı etmektedir. 25/8/2017 tarihinde yürürlüğe giren mevzuat fazla çalışma için iş sözleşmesi imzalanırken verilen onayı yeterli görmekte ise de geçmişte her yılın başında onay alınmadan gerçekleştirilen fazla çalışmaları hukuki hâle getirmemektedir. Bölge Adliye Mahkemesinin bu yorumu öngörülebilir olmadığı gibi iş hukukunun emredici hükümlerine aykırı olarak çalıştırılmaktan doğan haklardan feragat edilmesinin kamu yararıyla çeliştiği gerçeğini de hesaba katmamaktadır.

47. Sonuç olarak Bölge Adliye Mahkemesinin başvurucunun iş sözleşmesindeki feragatinin mevzuatın emredici hükümlerine aykırı olarak çalıştırılması karşılığında elde ettiği hakları da kapsadığı yorumunun öngörülebilir olmadığı kanaatine varılmıştır. Bölge Adliye Mahkemesinin ağır hata teşkil eden bu değerlendirmesi başvurucunun ölçüsüz bir külfete maruz bırakılmasına ve işveren ile işçinin menfaatleri arasında ciddi bir dengesizliğin oluşmasına yol açmış, bu nedenle devletin Anayasa'nın 35. maddesinin öngördüğü pozitif yükümlülüklerin ihlal edilmesi sonucunu doğurmuştur.

48. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

49. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinin 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir. …

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir."

50. Başvurucu; ihlalin tespit edilmesini ve yeniden yargılamaya karar verilmesini, ayrıca 50.000 TL manevi tazminata hükmedilmesini talep etmiştir.

51. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

52. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural, mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

53. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kararın kendisine ulaştığı mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).

54. İncelenen başvuruda, Bölge Adliye Mahkemesinin hukuk kurallarını ağır hata teşkil edecek şekilde yorumlaması sebebiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmiştir. Dolayısıyla ihlal mahkeme kararından kaynaklanmıştır.

55. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere Mersin 2. İş Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

56. İhlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılamanın yeterli bir giderim sağlayacağı anlaşıldığından tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.

57. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 364,60 TL harç ve 4.500 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 4.864,60 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Mersin 2. İş Mahkemesine (E.2015/329, K.2018/102) GÖNDERİLMESİNE,

D. Başvurucunun tazminat talebinin REDDİNE,

E. 364,60 TL harç ve 4.500 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 4.864,60 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

F. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 22/2/2022 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

GÜLSÜN GİLEY BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2018/36546)

 

Karar Tarihi: 25/5/2022

R.G. Tarih ve Sayı: 23/8/2022 - 31932

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

Başkan

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

M. Emin KUZ

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Yıldız SEFERİNOĞLU

 

 

Kenan YAŞAR

Raportör

:

Ayhan KILIÇ

Başvurucu

:

Gülsün GİLEY

Vekili

:

Av. Sibel ÇELİK

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru; temsil yetkisini kötüye kullanan vekil tarafından gerçekleştirilen taşınmaz satışı işlemine istinaden alıcı adına yapılan tescilin iptali istemiyle açılan davada hukuka aykırı karar verilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının, yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 11/12/2018 tarihinde yapılmıştır. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

3. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

4. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

5. Başvurucu 1968 doğumlu olup İzmir'de ikamet etmektedir. Başvurucu 25/10/2016 tarihinde ölen A.V.nin kızıdır.

6. A.V. olay tarihinde İzmir'in Narlıdere ilçesinde bulunan 7092 ada 1 parsel sayılı ve 7097 ada 1 parsel sayılı taşınmazların malikidir. A.V., emlak işleriyle uğraşan A.Ş.yi Karşıyaka 2. Noterliğinde düzenlenen 16/10/2006 tarihli vekâletnameyle taşınmazlarının satışı da dâhil olmak üzere birtakım tasarruflarda bulunmak üzere yetkili kılmıştır.

7. A.Ş. söz konusu vekâletnameye istinaden 7092 ada 1 parsel sayılı taşınmazı 18/10/2006 tarihinde tapu kayıtlarına göre 50.000 TL bedelle D.Y.ye, 7097 ada 1 parsel sayılı taşınmazı ise 27/8/2008 tarihinde tapu kayıtlarına göre 5.500 TL bedelle S.K.ya satmıştır. A.Ş., A.V.yi satış işlemlerinden haberdar etmediği gibi satış bedelini de A.V.ye ödememiştir. S.K.ya yapılan satış işlemi doğrudan A.Ş. tarafından değil A.Ş.nin tevkil ettiği Ö.K. tarafından gerçekleştirilmiştir.

8. A.V.nin şikâyetçi olması üzerine Karşıyaka Cumhuriyet Başsavcılığı, A.Ş. aleyhine güveni kötüye kullanma suçunu işlediğinden bahisle A.Ş. aleyhine kamu davası açmıştır. İddianamede, A.Ş.nin satış bedelini A.V.ye ödememek suretiyle güveni kötüye kullanma suçunu işlediği mütalaa edilmiştir.

9. Karşıyaka 5. Asliye Ceza Mahkemesi (Asliye Ceza Mahkemesi) 26/12/2011 tarihinde A.Ş.yi güveni kötüye kullanma suçundan mahkûm etmiştir. Kararın gerekçesinde, A.Ş.nin taşınmazların satış bedelini A.V.ye ödememek suretiyle güveni kötüye kullanma suçunu işlediği kabul edilmiştir. Karar, Yargıtay 15. Ceza Dairesince düzeltilerek onanmıştır. Yargıtay, ilk derece mahkemesinin olayın oluş şekli ile A.Ş.nin fiilinin niteliğine ilişkin kabulünde bir isabetsizliğin bulunmadığını belirtmiştir.

10. A.V.; İzmir 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde (Asliye Hukuk Mahkemesi) 16/7/2010 tarihinde S.K. aleyhine, 27/1/2011 tarihinde de D.Y. aleyhine sicilin düzeltilmesi davası açmıştır. Asliye Hukuk Mahkemesi her iki davayı birleştirmiştir. Dava dilekçelerinde, vekâletnamenin taşınmazların satışı için değil taşınmazlarda inşaat yapılması için verildiği ileri sürülmüş; satışın geçersiz olduğu iddia edilmiştir.

11. Davalılar ise A.V.yi tanımadıklarını, taşınmazları iyi niyetli olarak satın aldıklarını ileri sürmüştür.

12. Yargılama devam ederken ölen A.V.nin yerine başvurucu, davaya taraf olmuştur.

13. Asliye Hukuk Mahkemesi 6/3/2017 tarihinde davayı reddetmiştir. Kararın gerekçesinde, alıcıların iyi niyetli olduğuna kanaat getirildiği belirtilmiştir.

14. Davanın tarafı hâline gelen başvurucu bu karara karşı istinaf yoluna müracaat etmiştir. İstinaf dilekçesinde, tapu idaresinin dosyada mevcut kayıtlarından A.Ş. ile S.K.nın adreslerinin aynı olduğunun anlaşıldığını, dolayısıyla S.K.nın durumu bildiğini belirtmiştir. Dilekçede ayrıca tevkil edilen Ö.K. ile S.K.nın sonradan evlenmiş olmaları da iş birliği içinde hareket ettiklerini gösterdiğini ifade etmiştir. S.K. ise sunduğu cevap dilekçesinde Ö.K.yı tanıdığını ancak A.Ş.yi tanımadığını belirtmiş, Ö.K.yı tanıyor olmasından hareketle kötü niyetli olduğunun kabul edilemeyeceğini savunmuştur. S.K. ayrıca tapu müdürlüğündeki kaydın basit bir maddi hatadan ibaret olduğunu ifade etmiştir.

15. İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 1. Hukuk Dairesi (Bölge Adliye Mahkemesi) 3/10/2017 tarihinde ilk derece mahkemesi kararını kaldırarak davanın yeniden görülmesi için dosyayı ilk derece mahkemesine göndermiştir. Kararın gerekçesinde özetle şunlar ifade edilmiştir:

i. 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nda sadakat ve özen borcu, vekilin müvekkile karşı en önde gelen ödevi olarak kabul edilmiştir. 6098 sayılı Kanun'un 506. maddesine göre vekil; vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zarara sokan davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altındadır. Müvekkilin yararı ile bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapan vekil değinilen madde uyarınca sorumlu olur.

ii. Öte yandan vekille sözleşme yapan üçüncü kişinin 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 3. maddesi anlamında iyi niyetli olması, diğer bir deyişle vekilin vekâlet görevinin kötüye kullandığını bilmemesi durumunda vekille yaptığı sözleşme geçerlidir ve müvekkili bağlar. Vekil vekâlet görevini kötüye kullansa dahi bu husus, vekil ile müvekkil arasında bir iç sorun olarak kalır; vekil ile sözleşme yapan üçüncü kişinin kazandığı haklara etkili olmaz.

iii. Ne var ki üçüncü kişi, vekil ile çıkar ve iş birliği içinde ise üçüncü kişinin kötü niyetli olduğu kabul edilir. Üçüncü kişi, vekilin vekâlet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa müvekkilin sözleşmeyle bağlı sayılmaması, dürüstlük kuralının doğal bir sonucudur. Bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötü niyet koruma dışı bırakılmış, daima mahkûmedilmiştir.

iv. Diğer taraftan kişilerin huzur ve güven içinde alışverişte bulunması, satın aldıkları şeylerin ileride kendilerinden alınabileceği endişesini taşımaması gerekir. Bu sebeple alıcının iyi niyetinin de korunması zorunludur. Nitekim 4721 sayılı Kanun'un 1023. maddesinde iyi niyetli üçüncü kişinin haklarını koruyucu hükümler getirilmiştir.

v. Tapulu taşınmazların intikalinde huzur ve güveni koruma, toplum düzenini sağlama uğruna önceki malikin hakkı feda edileceği için alıcının iyi niyetli olduğunun tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır. Bir yanda tapu sicilinin doğruluğuna inanarak iktisapta bulunulduğunu ileri süren kimse, diğer yanda ise ayni hakkını yitirme tehlikesi karşı karşıya kalan önceki malik bulunmaktadır. Bu nedenle yüzeysel ve şekilci bir araştırma ve yaklaşımın büyük mağduriyetlere yol açacağı açıktır. Kanun koyucunun amacının gerçekten iyi niyetli olan kişiyi korumak olduğu hususu daima gözönünde bulundurulmalıdır.

vi. Açıklanan nedenlerle davada ve birleşen davada davalıların iyi niyetli olup olmadığı hususunda taraflardan tüm delillerin sorulup toplanması, gerekirse bu hususta resen araştırma yapılması, toplanan deliller incelendikten sonra oluşacak sonuca göre karar verilmesi gerekir.

16. Kaldırma kararı üzerine davayı yeniden ele alan Asliye Hukuk Mahkemesi 14/12/2017 tarihli duruşmada alıcıların kötü niyetli olduklarını gösteren delillerini sunması için başvurucuya bir sonraki duruşma tarihine kadar mühlet vermiştir.

17. Başvurucu vekili 22/1/2018 tarihli duruşmada, başkaca bir delil toplanmasına ihtiyaç olmadığını bildirmiştir. Asliye Hukuk Mahkemesi aynı tarihte davayı reddetmiştir. Kararın gerekçesinde, alıcıların kötü niyetli olduğunun kanıtlanamadığı kabul edilmiştir. Kararda ayrıca A.Ş.nin satış bedelini A.V.ye ödememesinden dolayı sorumluluğu bulunsa da mevcut davanın A.Ş.ye karşı açılmış bir tazminat davası olmaması sebebiyle A.Ş.nin sorumluluğuyla ilgili olarak bir hüküm kurulamayacağı belirtilmiştir.

18. Karara karşı istinaf yoluna başvurulmuş ise de Bölge Adliye Mahkemesi 18/10/2018 tarihinde istinaf istemini esastan ve kesin olarak reddetmiştir. Nihai karar 13/11/2018 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir.

IV. İLGİLİ HUKUK

19. 4721 sayılı Kanun'un 2. maddesi şöyledir:

"Herkes, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır.

Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz."

20. 4721 sayılı Kanun'un 3. maddesi şöyledir:

"Kanunun iyiniyete hukukî bir sonuç bağladığı durumlarda, asıl olan iyiniyetin varlığıdır.

Ancak, durumun gereklerine göre kendisinden beklenen özeni göstermeyen kimse iyiniyet iddiasında bulunamaz. "

21. 6098 sayılı Kanun'un 40. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"Yetkili bir temsilci tarafından bir başkası adına ve hesabına yapılan hukuki işlemin sonuçları, doğrudan doğruya temsil olunanı bağlar."

22. 6098 sayılı Kanun'un 506. maddesi şöyledir:

"Vekil, vekâlet borcunu bizzat ifa etmekle yükümlüdür. Ancak vekile yetki verildiği veya durumun zorunlu ya da teamülün mümkün kıldığı hâllerde vekil, işi başkasına yaptırabilir.

Vekil üstlendiği iş ve hizmetleri, vekâlet verenin haklı menfaatlerini gözeterek, sadakat ve özenle yürütmekle yükümlüdür.

Vekilin özen borcundan doğan sorumluluğunun belirlenmesinde, benzer alanda iş ve hizmetleri üstlenen basiretli bir vekilin göstermesi gereken davranış esas alınır."

V. İNCELEME VE GEREKÇE

23. Anayasa Mahkemesinin 25/5/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Mülkiyet Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucunun İddiaları

24. Başvurucu, A.Ş. ile alıcılar arasında iş birliği olduğuna ilişkin iddialar ile bunların dayanağı belgeler incelenmeden karar verildiğinden yakınmıştır. Tapu idaresinin dosyada mevcut kayıtlarından A.Ş. ile S.K.nın adreslerinin aynı olduğunun anlaşıldığını, dolayısıyla S.K.nın durumu bilerek taşınmazı satın aldığını ileri sürmüştür. Başvurucu ayrıca tevkil edilen Ö.K. ile S.K.nın sonradan evlenmiş olmalarının da iş birliği içinde hareket edildiğinin bir göstergesi olduğunu savunmuştur. Bu iddialarının dikkate alınmamasından şikâyet eden başvurucu, Asliye Hukuk Mahkemesinin aradan geçen yedi yıldan sonra yeni delil istemesinin adil yargılanma hakkını ihlal ettiğini ileri sürmüştür. Son olarak hileyle temin edilen vekâlete dayalı olarak satılan taşınmazlarının iade edilmemesinin mülkiyet hakkını ihlal ettiğini iddia etmiştir.

2. Değerlendirme

25. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun şikâyetinin özü, yolsuz tescile dayalı olarak oluşturulan tapuların iptal edilmemesi ve taşınmazlarının iade edilmemesidir. Başvurucu, bu şikâyetini adil yargılanma hakkı ve mülkiyet hakkıyla ilişkilendirerek ileri sürmüştür. Başvurucunun adil yargılanma hakkıyla bağlantı olarak dile getirdiği iddiaların mülkiyet hakkının usul güvenceleri kapsamında incelenmesinin uygun olacağı değerlendirilmiştir.

26. Anayasa'nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

a. Kabul Edilebilirlik Yönünden

27. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

b. Esas Yönünden

28. Somut olayda başvurucunun mülkiyet hakkına yönelik olarak kamu makamlarınca doğrudan yapılan bir müdahale mevcut olmayıp özel kişiler arasında ortaya çıkan bir uyuşmazlık söz konusudur. Dolayısıyla başvuruda, devletin mülkiyet hakkına ilişkin pozitif yükümlülükleri yönünden inceleme yapılması gerekmektedir.

i. Mülkün Varlığı

29. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır (Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, B. No: 2013/1178, 5/11/2015, §§ 49-54). Bu nedenle öncelikle başvurucuların Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaati olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

30. Olayda ihtilaf konusu taşınmazların alıcılar adına tescil edilmeden önce başvurucunun murisi adına tapuda kayıtlı bulunduğu açıktır. Dolayısıyla mülkün varlığı konusunda bir tereddüt bulunmamaktadır.

ii. Genel İlkeler

31. Mülkiyet hakkının korunmasının devlete birtakım pozitif yükümlülükler yüklediği hususu Anayasa'nın 35. maddesinin lafzında açık bir biçimde düzenlenmemiş ise de bu güvencenin sadece devlete atfedilebilen müdahalelere yönelik sınırlamalar getirdiği, bireyi üçüncü kişilerin müdahalelerine karşı korumasız bıraktığı düşünülemez. Pozitif yükümlülüklerin ortaya çıkmasının nedeni gerçek anlamda koruma sağlanmasıdır. Buna göre anılan maddede bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkının gerçekten ve etkili bir şekilde korunabilmesi yalnızca devletin müdahaleden kaçınmasına bağlı değildir. Gerçek anlamda koruma sağlanması için devletin negatif yükümlülükleri dışında pozitif yükümlülüklerinin de olması gerekir. Dolayısıyla Anayasa'nın 5. ve 35. maddeleri uyarınca devletin mülkiyet hakkının korunmasına ilişkin pozitif yükümlülükleri bulunmaktadır. Bu bağlamda söz konusu pozitif yükümlülükler, kimi durumlarda özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklar da dâhil olmak üzere mülkiyet hakkının korunması için belirli tedbirlerin alınmasını gerektirmektedir (Türkiye Emekliler Derneği, B. No: 2012/1035, 17/7/2014, §§ 34-38; Eyyüp Boynukara, B. No: 2013/7842, 17/2/2016, §§ 39-41; Osmanoğlu İnşaat Eğitim Gıda Temizlik Hizmetleri Petrol Ürünleri Sanayi Ticaret Limitet Şirketi, B. No: 2014/8649, 15/2/2017, § 43).

32. Devletin pozitif yükümlülükleri, mülkiyet hakkına yapılan müdahalelere karşı usule ilişkin güvenceleri sunan yargısal yolları da içeren etkili hukuksal bir çerçeve oluşturma, oluşturulan bu hukuksal çerçeve kapsamında yargısal ve idari makamların bireylerin özel kişilerle olan uyuşmazlıklarında etkili ve adil bir karar vermesini temin etmek sorumluluklarını da içermektedir (Selahattin Turan, B. No: 2014/11410, 22/6/2017, § 41).

33. Özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklarda tarafların birbirleriyle çatışan menfaatleri bulunmaktadır. Dolayısıyla tarafların karşı karşıya gelen menfaatleri çerçevesinde mülkiyet hakkını korumakla yükümlü bulunan devletin maddi ve usule ilişkin pozitif yükümlülüklerini yerine getirip getirmediği dikkate alınarak sonuca varılmalıdır. Bu bağlamda ilk olarak belirli, ulaşılabilir ve öngörülebilir bir kanun hükmünün mevcut olup olmadığı irdelenmelidir (Hüseyin Ak, B. No: 2016/77854, 1/7/2020, § 53).

34. İkinci olarak başvuruculara mülkiyet hakkına yapılan müdahaleye etkin bir biçimde itiraz edebilme, savunma ve iddialarını yetkili makamlar önünde ortaya koyabilme olanağının tanınıp tanınmadığı incelenmelidir. Anayasa'nın 35. maddesi usule ilişkin açık bir güvenceden söz etmemektedir. Bununla birlikte mülkiyet hakkının gerçek anlamda korunabilmesi bakımından bu madde, Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında da ifade edildiği üzere mülk sahibine müdahalenin kanun dışı veya keyfî ya da makul olmayan şekilde uygulandığına ilişkin savunma ve itirazlarını sorumlu makamlar önünde etkin bir biçimde ortaya koyabilme olanağının tanınması güvencesini kapsamaktadır. Bu değerlendirme ise uygulanan sürecin bütününe bakılarak yapılmalıdır (Züliye Öztürk, B. No: 2014/1734, 14/9/2017, § 36; Bekir Yazıcı [GK], B. No: 2013/3044, 17/12/2015, § 71).

35. Mülkiyet hakkının usule ilişkin güvenceleri hem özel kişiler arasındaki mülkiyet uyuşmazlıklarında hem de taraflardan birinin kamu gücü olduğu durumlarda geçerlidir. Bu bağlamda mülkiyet hakkının korunmasının söz konusu olduğu durumlarda usule ilişkin güvencelerin somut olayda yerine getirildiğinden söz edilebilmesi için derece mahkemelerinin kararlarında konu ile ilgili ve yeterli gerekçe bulunmalıdır. Ayrıca belirtmek gerekir ki bu zorunluluk davacının bütün iddialarına cevap verilmesi anlamına gelmemekle birlikte mülkiyet hakkını ilgilendiren davanın sonucuna etkili esasa ilişkin temel iddia ve itirazların yargılama makamlarınca özenli bir şekilde değerlendirilerek karşılanması gerekmektedir (Kamil Darbaz ve GMO Yapı Grup End. San. Tic. Ltd. Şti., B. No: 2014/12563, 24/5/2018, § 52).

36. Son olarak ise başvurucuların mülkiyet haklarını koruyacak ve yeterli güvenceler sağlayacak hukuksal mekanizmaların oluşturulup oluşturulmadığı incelenmelidir. Özel kişilerin mülkiyet haklarının çatıştığı bu gibi durumlarda bunlardan hangisine üstünlük tanınacağının takdiri, kanun koyucuya ve somut olayın koşulları gözönünde bulundurularak derece mahkemelerine ait bir yetkidir. Bununla birlikte her iki tarafın menfaatlerinin mümkün olduğunca dengelenmesi ve sürecin taraflardan biri aleyhine ölçüsüz bir sonuca da yol açmaması gerekir. Menfaatler dengesinin kurulmasında taraflardan biri aleyhine bireysel olarak aşırı ve olağan dışı bir külfetin yüklenmesi, pozitif yükümlülüklerin ihlali sonucunu doğurabilir. Olayın bütün koşulları ve taraflara tanınan tüm imkânlar ile tarafların tutum ve davranışları gözönünde bulundurularak menfaatlerin adil bir şekilde dengelenip dengelenmediği değerlendirilmelidir (Faik Tari ve Sultan Tari, B. No: 2014/12321, 20/7/2017, § 52).

iii. İlkelerin Olaya Uygulanması

37. Olayda başvurucunun murisi adına kayıtlı olan iki taşınmaz, muris tarafından verilen ve noterde düzenlenen vekâletnameye istinaden A.Ş. tarafından üçüncü kişilere satılmıştır. Muris, vekâletnameyi satış yapılması amacıyla değil inşaat yapılması amacıyla verdiğini öne sürmüş; bu sebeple satışın geçersiz, tescilin ise yolsuz olduğu iddiasıyla alıcılar aleyhine sicilin düzeltilmesi davası açmıştır. Yargılama sonucunda alıcıların vekâlet ilişkisinin geçerliliğine olan güvenlerinin korunması gerektiği kanaatine varılarak dava reddedilmiştir.

38. Pozitif yükümlülükler yönünden ilkin incelenmesi gereken mesele mülkiyet hakkına yapılan müdahaleye ilişkin olarak başvurucuya etkin bir biçimde itiraz edebilme, savunma ve iddialarını yetkili makamlar önünde ortaya koyabilme olanağının tanınıp tanınmadığıdır. Bu bağlamda başvurucunun iddia ve itirazlarını derece mahkemelerinde ileri sürme hususunda hiçbir engelle karşılaşmadığı, kendisini avukatla temsil ettirebildiği görülmektedir.

39. İkinci olarak incelenmesi gereken mesele vekâlet ilişkisinden kaynaklanan uyuşmazlığın öngörülebilirlik ve belirlilik koşulunu sağlayan hukuk kuralları uygulanarak çözümlenip çözümlenmediğidir. Bölge Adliye Mahkemesi 6098 sayılı Kanun'un 506. maddesi ile 4721 sayılı Kanun'un 3. maddesini uygulayarak uyuşmazlığı çözümlemiştir. Bölge Adliye Mahkemesi vekilin müvekkilin yararına ve idaresine uygun hareket etme, onu zarara sokan davranışlardan kaçınma yükümlülüğü ile alıcının iyiniyetinin korunması ilkesini bir arada değerlendirerek sonuca ulaşmıştır. Bölge Adliye Mahkemesine göre alıcının vekilin görevini kötüye kullandığını bilmemesi hâlinde alıcı iyi niyetli sayılır ve böyle bir durumda vekilin yaptığı işlem asili bağlar. Başvurucunun Bölge Adliye Mahkemesinin bu yorumuna yönelik bir iddiası bulunmamaktadır. Başvurucunun şikâyeti somut olayda derece mahkemelerinin alıcıların iyi niyetli olduğu kabulüne matuftur.

40. Uyuşmazlıktaki maddi vakıaların ispatlanması için sunulan delillerin değerlendirilmesi ve bunların ispata yeterli olup olmadığının karara bağlanması kural olarak derece mahkemelerinin yetkisindedir. Keyfîlik veya bariz takdir hatası içermedikçe Anayasa Mahkemesinin kendi değerlendirmesini derece mahkemelerinin değerlendirmesi yerine ikame etmesi bireysel başvurunun amacıyla bağdaşmaz (Necati Gündüz, Recep Gündüz, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, § 26; Muhammet Kaplan, B. No: 2013/1586, 18/9/2013, § 21).

41. Başvurucu her iki alıcının da iyi niyetli olmadığını ileri sürmüştür. Bireysel başvuruya konu yargılama sırasında alıcı S.K.nın A.Ş. ve alt vekil Ö.K. ile ilişkili olduğuna dair spesifik iddialarda bulunulmuştur. Başvurucu bu bağlamda, tapu müdürlüğünce gönderilen bazı belgelerde A.Ş. ile S.K.nın adreslerinin aynı olmasına ve Ö.K. ile S.K.nın sonradan evlenmiş olmalarına dayanmıştır. Başvurucuya göre bu durum alıcı ile vekil arasındaki iş birliğinin kanıtıdır.

42. Başvurucunun vekâlet yetkisinin kötüye kullanılmasına yönelik iddiasına ilişkin olarak Bölge Adliye Mahkemesinin gerekçesine dikkat çekmek gerekir. Bölge Adliye Mahkemesi kararında satıcının vekâlet yetkisinin kötüye kullanılmasına karşı korunma ihtiyacı ile alıcının noter tarafından düzenlenen vekâletnamenin geçerliliğine olan güvenin korunması gereksinimi arasında denge kurulmaya çalışıldığı görülmektedir. Bu bağlamda Bölge Adliye Mahkemesi kararında vekilin müvekkilin zararına hareket etmememe yükümlülüğüne vurgu yapılmışsa da bunun alıcının satın aldığı şeyin elinden geri alınmayacağına olan inancının korunması gereğiyle dengelenmesi gerektiğine işaret edilmiştir. Bölge Adliye Mahkemesine göre bu denge, alıcının satıcı vekilinin kötü niyetle hareket ettiğini bildiğinin ortaya konulduğu durumlarda satış işleminin satıcıyı bağlamamasını gerektirmektedir. Buna karşılık alıcının noter tarafından düzenlenen vekâletnamenin geçerliliğine olan inancı, satıcı vekilinin kötü niyetli davrandığını bilmediği veya bilmesinin makul olarak beklenemeyeceği hâllerde satıcının menfaatlerine galebe çalar. Bölge Adliye Mahkemesi, alıcıların iyi niyetli olup olmadığı hususunda taraflardan tüm delillerin sorulup toplanması, gerekirse bu hususta resen araştırma yapılması, toplanan deliller incelendikten sonra oluşacak sonuca göre karar verilmesi için dosyayı Asliye Hukuk Mahkemesine göndermiştir.

43. Asliye Hukuk Mahkemesi, Bölge Adliye Mahkemesinin kaldırma kararından sonra yeniden yaptığı yargılamada, alıcıların kötü niyetli olduğunu gösteren delillerini sunması için başvurucuya süre vermiş ise de Asliye Hukuk Mahkemesinin başvurucunun önceki aşamalarda ileri sürdüğü ve alıcıların satıcı vekilinin temsil yetkisini kötüye kullandığının işareti olarak görülebilecek iddia ve olgulara ilişkin olarak hiçbir değerlendirme yapmadığı görülmektedir. Bu bağlamda tapu müdürlüğünce gönderilen bazı belgelerde A.Ş. ile S.K.nın adreslerinin aynı olmasının ve A.Ş.nin tevkil ettiği Ö.K. ile S.K.nın sonradan evlenmiş olmasının alıcıların satıcı vekili A.Ş.nin temsil yetkisini kötüye kullandığını bilip bilmediği meselesinin değerlendirilmesinde önem taşıdığı açıktır. Asliye Hukuk Mahkemesinin alıcıların kötü niyetli olup olmadığı meselesini karara bağlarken sözü edilen olgularla ilgili olarak bir değerlendirme yapmamış olması devletin mülkiyet hakkının korunması ödevinden doğan pozitif yükümlülüklerinin gerektirdiği özende bir inceleme yapılmaması sonucunu doğurmuştur.

44. Sonuç olarak başvurucu tarafından açılan davada yapılan incelemedeki özen eksikliğinin devletin Anayasa'nın 35. maddesinin öngördüğü pozitif yükümlülüklerini ihlal ettiği kanaatine ulaşılmıştır.

45. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

B. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucunun İddiaları

46. Başvurucu, yargılamanın makul süre içinde tamamlanmaması nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

2. Değerlendirme

a. Kabul Edilebilirlik Yönünden

47. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

b. Esas Yönünden

48. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin yargılamanın süresi tespit edilirken sürenin başlangıç tarihi olarak davanın ikame edildiği tarih; sürenin sona erdiği tarih olarak -çoğu zaman icra aşamasını da kapsayacak şekilde- yargılamanın sona erdiği tarih, yargılaması devam eden davalar yönünden ise Anayasa Mahkemesinin makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin şikâyetle ilgili kararını verdiği tarih esas alınır (Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, §§ 50, 52).

49. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin yargılama süresinin makul olup olmadığı değerlendirilirken yargılamanın karmaşıklığı ve kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun yargılamanın süratle sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar dikkate alınır (Güher Ergun ve diğerleri, §§ 41, 45).

50. Anılan ilkeler ve Anayasa Mahkemesinin benzer başvurularda verdiği kararlar dikkate alındığında yaklaşık 8 yıl 3 ay 2 gün devam eden yargılama süresinin makul olmadığı sonucuna varmak gerekir.

51. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

C. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

52. Başvurucu, ihlalin tespiti ile giderilmesi için gerekenlere hükmedilmesini ve 100.000 TL manevi tazminata karar verilmesini talep etmiştir.

53. Tespit edilen ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına ilişkin usul ve esaslar 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinde yer almaktadır.

54. Başvuruda tespit edilen mülkiyet hakkı ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Bu kapsamda kararın gönderildiği yargı mercilerince yapılması gereken iş, yeniden yargılama işlemlerini başlatmak ve Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar vermektir (6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasında düzenlenen bireysel başvuruya özgü yeniden yargılama kurumunun özelliklerine ilişkin kapsamlı açıklamalar için bkz. Mehmet Doğan [GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018, §§ 54-60; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019, §§ 53-60, 66; Kadri Enis Berberoğlu (3) [GK], B. No: 2020/32949, 21/1/2021, §§ 93-100).

55. Makul sürede yargılanma hakkı yönünden ihlal tespitiyle giderilemeyecek olan manevi zararları karşılığında 31.500 TL manevi tazminatın başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir. Öte yandan ihlalin niteliğine göre yeniden yargılamanın yeterli bir giderim sağlayacağı anlaşıldığından başvurucunun mülkiyet hakkına yönelik tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. 1. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

2. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. 1. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

2. Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki makul sürede yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İzmir 2. Asliye Hukuk Mahkemesine (E.2017/480, K.2018/24) GÖNDERİLMESİNE,

D. Başvurucuya 31.500 TL manevi tazminatın ÖDENMESİNE, tazminata ilişkin diğer taleplerin REDDİNE,

E. 294,70 TL harç ve 4.500 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 4.794,70 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

F. Ödemenin kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 25/5/2022 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

KEMAL KILIÇ BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2019/16400)

 

Karar Tarihi: 28/7/2022

R.G. Tarih ve Sayı: 20/10/2022 - 31989

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

Başkan

:

Zühtü ARSLAN

Başkanvekili

:

Hasan Tahsin GÖKCAN

Başkanvekili

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

Engin YILDIRIM

 

 

Muammer TOPAL

 

 

M. Emin KUZ

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Recai AKYEL

 

 

Yusuf Şevki HAKYEMEZ

 

 

Yıldız SEFERİNOĞLU

 

 

Basri BAĞCI

 

 

İrfan FİDAN

 

 

Kenan YAŞAR

Raportör

:

Ayhan KILIÇ

Başvurucu

:

Kemal KILIÇ

Vekili

:

Av. Abdurrahman Levent KOÇER

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru; Türk Silahlı Kuvvetleri Mehmetçik Vakfının yaptığı sürekli yardımın kesilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının, yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle de makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 13/5/2019 tarihinde yapılmıştır. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

3. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir.

4. Bölüm, başvurunun Genel Kurul tarafından incelenmesine karar vermiştir.

5. Anayasa Mahkemesinin Nevriye Kuruç ([GK], B. No: 2021/58970, 5/7/2022) kararında uzun süren yargılamalar nedeniyle tazminat talep edilebilecek bir mekanizmanın mevcut olmaması sebebiyle makul sürede yargılanma hakkıyla bağlantılı olarak etkili başvuru hakkının ihlal edildiği sonucuna varılmıştır. Bunun yanında söz konusu kararın Resmî Gazete'de yayımlandığı tarihe kadar makul sürede yargılanma hakkının ihlali iddiasıyla yapılmış olan başvurular ile bu tarihten sonra kaydedilecek aynı mahiyetteki başvuruların incelenmesinin kararın Resmî Gazete'de yayımlanmasından itibaren dört ay süreyle ertelenmesine karar verilmiştir (Nevriye Kuruç, § 114). Bu durumda başvurunun makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin şikâyet yönünden ayrılmasına karar verilmesi gerekir.

III. OLAY VE OLGULAR

6. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

7. Başvurucu, 1966 doğumlu olup Osmaniye'de ikamet etmektedir.

A. Türk Silahlı Kuvvetleri Mehmetçik Vakfının Statüsü

8. Türk Silahlı Kuvvetleri Mehmetçik Vakfı (Mehmetçik Vakfı/Vakıf) 17/5/1982 tarihinde dönemin Genelkurmay Başkanı, Kara Kuvvetleri Komutanı, Hava Kuvvetleri Komutanı, Deniz Kuvvetleri Komutanı ve Jandarma Genel Komutanı tarafından kurulmuştur. Mehmetçik Vakfı 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu ile 20/2/2008 tarihli ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu hükümlerine tabi olarak ve Vakıflar Genel Müdürlüğünün denetimi altında faaliyet göstermektedir.

9. Vakıf senedine göre Mehmetçik Vakfının;

- Mütevelli Heyeti; Genelkurmay ikinci başkanı, Millî Savunma Bakanlığı müsteşarı, Genelkurmay personel başkanı, Genelkurmay personel işlem daire başkanı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı personel başkanı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı personel başkanı, Hava Kuvvetleri Komutanlığı personel başkanı, Jandarma Genel Komutanlığı personel başkanı, Genelkurmay hukuk hizmetleri başkanı, Millî Savunma Bakanlığı personel genel müdürü, Millî Savunma Bakanlığı bütçe ve mali hizmetler genel müdürü, Millî Savunma Bakanlığı askerî sağlık hizmetleri genel müdürü, Millî Savunma Bakanlığı hukuk hizmetleri genel müdürü, Sahil Güvenlik Komutanlığı personel başkanı ve Genelkurmay personel işlem daire koordinasyon şube müdüründen,

- Yönetim Kurulu; Genelkurmay personel başkanı, Genelkurmay personel işlem daire başkanı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı personel başkanı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı personel başkanı, Hava Kuvvetleri Komutanlığı personel başkanı, Jandarma Genel Komutanlığı personel başkanı, Genelkurmay hukuk hizmetleri başkanı, Millî Savunma Bakanlığı personel genel müdürü, Millî Savunma Bakanlığı bütçe ve mali hizmetler genel müdürü, Millî Savunma Bakanlığı askerî sağlık hizmetleri genel müdürü ve Millî Savunma Bakanlığı hukuk hizmetleri genel müdüründen,

- Denetim Kurulu; Genelkurmay merkez daire başkanı, Millî Savunma Bakanlığı mevzuat daire başkanı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı strateji geliştirme başkanından oluşmaktadır.

10. Vakıf senedinde Mehmetçik Vakfının gelirlerinin şartlı ve şartsız bağış ve yardımlardan, kendi menkul ve gayrimenkul malları ile diğer varlık ve haklarının değerlendirilmesinden ve satışından elde edilecek gelirlerden, Vakfa ait veya Vakfın iştiraki ticari işletmelerden ve diğer faaliyetlerinden elde edilecek gelirlerden oluşacağı belirtilmiştir. Mehmetçik Vakfının yıllık gelirinin 2/3'ünün Vakfın amaç ve hizmet konuları doğrultusunda tahsis ve sarf olunacağı, yardımların kimlere ne şekilde ve nasıl yapılacağı ile yardımlarla ilgili usul ve esasların yönetmelikle belirleneceği vakıf senedinde düzenlenmiştir.

11. Mehmetçik Vakfı 26/7/1982 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla kamuya yararlı vakıf statüsüne alınmıştır. Kamuya yararlı vakıf statüsünün bir sonucu olarak Mehmetçik Vakfı bazı vergisel yükümlülüklerden muaf hâle gelmiştir. Buna göre Mehmetçik Vakfı 25/10/1984 tarihli ve 3065 sayılı Katma Değer Vergisi Kanunu, 8/6/1959 tarihli ve 7338 sayılı Veraset ve İntikal Vergisi Kanunu, 2/7/1964 tarihli ve 492 sayılı Harçlar Kanunu ile 29/7/1970 tarihli ve 1319 sayılı Emlak Vergisi Kanunu'nda yer alan bazı vergiler yönünden muafiyet hükümlerinden yararlanmaktadır.

12. Vakıf senedinin 3. maddesinde Vakfın amacı; Türk Silahlı Kuvvetlerinde yaptığı hizmet esnasında hayatını kaybeden veya sakat kalan erbaş ve erlerin kendilerine, eşlerine, çocuklarına ve bakmakla yükümlü oldukları kimselere sosyal ve ekonomik destek olmak, çocuklarını okutmak şeklinde ifade edilmiştir.

13. Mehmetçik Vakfının yapacağı yardımların usul ve esasları Vakıf Mütevelli Heyeti tarafından çeşitli tarihlerde Türk Silahlı Kuvvetleri Mehmetçik Vakfı Yönetmeliği ismiyle yürürlüğe konulan kararlarla (Mütevelli Heyeti kararı) belirlenmiştir. Mütevelli Heyetinin kararının 79. maddesine göre malul gazi ve engelli erbaş ve erlere bakım yardımı yapılabilmesi için maluliyete neden teşkil eden hastalık, yaralanma veya olayın muvazzaflık hizmeti veya ihtiyat döneminde silah altında bulunduğu süre içinde vuku bulması gerekir. Anılan maddede, askerliğe başlamadan önce bir hastalığı veya bir olaya/kazaya bağlı rahatsızlığı olan ancak askerliğe başladıktan sonra bu hastalığı veya olaya/kazaya bağlı rahatsızlığı tespit edilenlerin hariç olduğu belirtilmiştir.

B. Bireysel Başvuruya Konu Süreç

14. Başvurucu, zorunlu askerlik görevini ifa etmekteyken psikotik reaksiyon teşhisiyle birkaç defa hava değişimi iznine ayrıldıktan sonra en son Gülhane Askerî Tıp Akademisi Hastanesi (GATA) tarafından 8/6/1988 tarihinde hakkında "Askerliğe elverişli değildir." raporu düzenlenmiştir.

15. Müracaatı üzerine başvurucuya Mehmetçik Vakfı tarafından 1/4/1998 tarihinden itibaren malul gazi ve engelli bakım yardımı bağlanmıştır. Başvurucu 2/6/2014 tarihine kadar bu yardımı almaya devam etmiştir.

16. Vakıf tarafından yeniden yapılan değerlendirme sonucu 22/5/2014 tarihinde verilen kararla, başvurucunun bakım yardımı kesilmiştir. Kesinti işlemi, Vakıf Mütevelli Heyeti kararında belirtilen şartların oluşmadığı gerekçesine dayanılarak tesis edilmiştir.

17. Başvurucu, bakım yardımının kesilmesine ilişkin kararın iptali istemiyle 17/7/2014 tarihinde Ankara 25. Asliye Hukuk Mahkemesinde (Asliye Hukuk Mahkemesi) dava açmıştır. Dava dilekçesinde başvurucu, askerliğe elverişli olmadığına dair raporun düzenlenmesine yol açan şizofreni rahatsızlığının askerlik görevi sırasında ortaya çıktığını belirtmiştir. Askerlik görevi sebebiyle ortaya çıkan hastalık nedeniyle sivil yaşantısında büyük güçlüklerle karşılaştığını, yakın akraba ve belediye yardımlarıyla hayatını idame ettirdiğini iddia etmiştir. Yeniden değerlendirmenin hangi ölçüte göre yapıldığının belli olmadığını ileri süren başvurucu, sonuç olarak kararın hukuka aykırı olduğunu ifade etmiştir.

18. Davalı Vakfın savunmasında, 28/9/2011 tarihinde yürürlüğe giren Mütevelli Heyeti kararının 86. maddesinin (h) bendi kapsamında yeniden yapılan değerlendirmede başvurucunun yardım yapılması şartlarını sağlamadığının tespit edilmesi üzerine yardımın kesildiği belirtilmiştir. Savunmada, Vakfın yetkili organlarının belirlediği şartları taşımayan birine yardım yapmaya zorlanamayacağı ifade edilmiştir.

19. Asliye Hukuk Mahkemesi, Adli Tıp Kurumundan rapor düzenlenmesini istemiştir. Adli Tıp Kurumunca düzenlenen 20/4/2015 tarihli raporda; başvurucu hakkında tanımlanan psikotik bozukluk hastalığının erkeklerde genellikle 15 ila 25 yaşlarında başladığı, psikososyal stres, genetik temel, biyolojik etmen gibi birçok faktörün hastalığın oluşmasında belirleyici olabildiği belirtilmiş; başvurucunun mevcut hastalığının sadece askerlik görevi ile nedensellik bağlantısının kurulamadığı mütalaa edilmiştir.

20. Asliye Hukuk Mahkemesi 26/10/2015 tarihinde davayı reddetmiştir. Kararın gerekçesinde, Adli Tıp Kurumu raporuna atıf yapılarak başvurucunun mevcut rahatsızlığı ile askerlik görevi arasında nedensellik bağının bulunmadığı belirtilmiş ve işlemin hukuka uygun olduğu ifade edilmiştir.

21. Başvurucu, bu karara karşı temyiz yoluna başvurmuştur. Temyiz dilekçesinde, Adli Tıp Kurumu raporunda rahatsızlığı ile askerlik görevi arasında nedensellik bağının bulunmadığının değil hastalığın sadece askerlik görevinden kaynaklanmadığının belirtildiği, dolayısıyla anılan rapora göre hastalığında askerlik görevinin de etkisinin olduğu vurgulanmıştır. Başvurucuya göre Asliye Hukuk Mahkemesi Adli Tıp Kurumunun raporunu hatalı yorumlamıştır. Yargıtay 8. Hukuk Dairesi 29/5/2018 tarihinde Asliye Hukuk Mahkemesi kararını onamış, karar düzeltme istemini ise 5/3/2019 tarihinde reddetmiştir. Nihai karar 18/4/2019 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

22. 4721 sayılı Kanun'un 101. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"Vakıflar, gerçek veya tüzel kişilerin yeterli mal ve hakları belirli ve sürekli bir amaca özgülemeleriyle oluşan tüzel kişiliğe sahip mal topluluklarıdır."

23. 4721 sayılı Kanun'un 102. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"Vakıf kurma iradesi, resmî senetle veya ölüme bağlı tasarrufla açıklanır. Vakıf, yerleşim yeri mahkemesi nezdinde tutulan sicile tescil ile tüzel kişilik kazanır."

24. 4721 sayılı Kanun'un 106. maddesi şöyledir:

"Vakıf senedinde vakfın adı, amacı, bu amaca özgülenen mal ve haklar, vakfın örgütlenme ve yönetim şekli ile yerleşim yeri gösterilir. "

25. 4721 sayılı Kanun'un 109. maddesi şöyledir:

"Vakfın bir yönetim organının bulunması zorunludur. Vakfeden, vakıf senedinde gerekli gördüğü başka organları da gösterebilir."

26. 4721 sayılı Kanun'un 111. maddesi şöyledir:

"Vakıfların, vakıf senedindeki hükümleri yerine getirip getirmedikleri, vakıf mallarını amaca uygun biçimde yönetip yönetmedikleri ve vakıf gelirlerini amaca uygun olarak harcayıp harcamadıkları Vakıflar Genel Müdürlüğünce ve üst kuruluşlarınca denetlenir. Vakıfların üst kuruluşlarınca denetimi özel kanun hükümlerine tabidir."

27. 4721 sayılı Kanun'un 117. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkraları şöyledir:

"Derneklerin uluslararası faaliyette bulunmalarına ve üst kuruluş kurmalarına ilişkin hükümler kıyas yoluyla vakıflar hakkında da uygulanır.

Kamuya yararlı veya özel kanunlarla kurulan vakıflar hakkındaki özel hükümler saklıdır."

28. 5737 sayılı Kanun'un 4. maddesi şöyledir:

"Vakıflar, özel hukuk tüzel kişiliğine sahiptir."

29. 5737 sayılı Kanun'un 6. maddesinin beşinci fıkrasının ilgili kısmı şöyledir:

"Yeni vakıfların yönetim organı vakıf senedine göre oluşturulur..."

30. 5737 sayılı Kanun'un 33. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkraları şöyledir:

"Vakıf yöneticileri, en az yılda bir defa yapılacak iç denetim raporları ile sonuçlarını, rapor tarihini takip eden iki ay içerisinde Genel Müdürlüğe bildirir.

Vakıfların amaca ve yasalara uygunluk denetimi ile iktisadî işletmelerinin faaliyet ve mevzuata uygunluk denetimi Genel Müdürlükçe yapılır"

B. Uluslararası Hukuk

31. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek (1) No.lu Protokol'ün "Mülkiyetin korunması" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."

32. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Büyük Dairesi Slovenya/Hırvatistan ([BD], B. No: 54155/16, 18/11/2020) kararında özel hukuk hükümlerine tabi bir tüzel kişiliğin (şirketin) hükûmet dışı kuruluş ya da hükûmet kuruluşu olarak kabul edilebilmesinin koşullarını tartışmıştır (Slovenya/Hırvatistan, §§ 60-69).

33. AİHM, Sözleşme'nin 34. maddesinde hükûmet örgütlerinin bireysel başvuru yapmasının yasaklanmasının temelinde taraf devletin hem başvurucu hem de davalı devlet olarak hareket etmesinin önlenmesi düşüncesinin yattığını belirtmiştir. AİHM, hükûmet örgütü kavramının kamu gücünün kullanımına katılan ya da hükûmetin kontrolü altında kamu hizmeti icra eden hükmi varlıkları kapsadığını, anılan terimin sadece merkezî idare hiyerarşisi içinde bulunan organlara değil -merkezî idareye karşı özerk bir konumda bulunup bulunmadıklarına bakılmaksızın- kamusal işlevler ifa eden bölgesel ve yerel otoriteler gibi yerinden yönetim kuruluşlarına da tatbik edileceğini ifade etmiştir. AİHM'e göre bir tüzel kişiliğin hükûmet örgütü ya da hükûmet dışı kuruluş olup olmadığı değerlendirilirken kanuni statüsü, -uygun düştüğü ölçüde- bu statünün sağladığı haklar, yürüttüğü faaliyetin türü, faaliyetin yürütülme şekli ve siyasi otoriteden bağımsızlığının derecesi gözönünde bulundurulur (Slovenya/Hırvatistan, § 61).

V. İNCELEME VE GEREKÇE

34. Anayasa Mahkemesinin 28/7/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları

35. Başvurucu; rahatsızlığının askerlik hizmeti sebebiyle ortaya çıktığını, bakım aylığının kesilmesinin kanuni dayanağının bulunmadığını ileri sürmüştür. Başvurucu 1998 yılında bağlanan aylığının yıllar sonra kesilmesinin mülkiyet hakkını ihlal ettiğini iddia etmiştir.

B. Değerlendirme

36. Anayasa'nın iddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

37. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

a. İncelemenin Kapsamı ve Yöntemi

38. Somut olayda başvurucu, Mehmetçik Vakfı tarafından bakım yardımının kesilmesinden şikâyet etmektedir. Eldeki başvurunun hangi yöntemle inceleneceği meselesi, Mehmetçik Vakfının statüsünün ve Mehmetçik Vakfı ile başvurucu arasındaki ilişkinin niteliğine bağlı olarak belirlenebilir. Mehmetçik Vakfının bir kamuyla bağlantılı olmayan özel hukuk tüzel kişisi olarak kabulü hâlinde başvurucu ile arasındaki ilişki bir özel hukuk ilişkisi, başvurucuya yapılan bakım yardımı ise borçlar hukuku kapsamındaki bir alacak olarak görülecek ve bu kabule bağlı olarak eldeki başvuru da pozitif yükümlülükler kapsamında incelenecektir. Buna karşılık Mehmetçik Vakfının kamu gücünün bir parçası (kamuyla bağlantılı tüzel kişi) olarak görülmesi durumunda başvurucuya sağladığı bakım yardımı bir sosyal güvenlik alacağı, bunun kesilmesi ise bir kamu gücü müdahalesi şeklinde değerlendirilecek ve devletin negatif yükümlülükleri çerçevesinde inceleme yapılacaktır.

39. Anayasa'da veya Anayasa'yla yetkili kılınan organlarca çıkarılan düzenlemelerde (kanun/Cumhurbaşkanlığı kararnamesi) açıkça kamu tüzel kişisi olarak nitelenen kuruluşların kamu gücünün parçası olduğunda tartışma yaşanmamaktadır. Bununla birlikte sadece ilgili mevzuatta kamu tüzel kişisi olduğu açıkça belirtilen kuruluşlar değil Anayasa'da ya da Anayasa'yla yetkili kılınan organlarca çıkarılan düzenlemelerde kamu tüzel kişisi olduğu açıkça belirtilmeyen hatta özel hukuk tüzel kişisi olarak tanımlanan ancak kamuyla bağlantılı bulunan tüzel kişiler de kamu gücünün bir parçası olarak kabul edilmektedir.

40. Anayasa Mahkemesinin norm denetimi kapsamında verdiği kararlarında vurguladığı üzere bir tüzel kişiliğin özel hukuk hükümlerine tabi olması tek başına onun kamu gücünün bir parçası, dolayısıyla kamuyla bağlantılı olup olmadığı noktasında belirleyici olmaz (AYM, E.2013/49, K.2013/125, 31.10.2013; E.2014/177, K.2015/49, 11/6/2015; ayrıca bireysel başvuru kapsamında verilen karar için bkz. Ayla Demir İşat [GK], B. No: 2018/24245, 8/10/2020, § 113). Kamu gücüyle donatılan, dolayısıyla kamuyla bağlantılı özel hukuk tüzel kişileri de kamu gücünün bir parçasıdır (Aydın İmar Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi [GK], B. No: 2018/10972, 29/7/2022, § 35).

41. Bir tüzel kişiliğin kamuyla bağlantılı olup olmadığı değerlendirilirken sadece ilgili kanundaki tanımlamaya bakılmamalı; (1) yürüttüğü hizmetin niteliği, (2) kamu gücü ayrıcalıklarıyla donatılıp donatılmadığı (kamu gücünün kullanımına katılıp katılmadığı), (3) idari ve fiilî yönden kamu otoritelerinden bağımsızlığının derecesi de gözönünde bulundurulmalıdır (Aydın İmar Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi, § 36).

42. Tüzel kişiliğin yürüttüğü hizmetin kamusal yönünün bulunup bulunmadığı ve tekel biçiminde, rekabete kapalı olarak icra edilip edilmediği önem taşımaktadır. Ayrıca tüzel kişiliğin kazanç gütme amacını taşıyıp taşımadığı da irdelenecek kriterlerden biridir (Aydın İmar Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi, § 37).

43. Tüzel kişiliğin kamu gücü ayrıcalıklarıyla donatılıp donatılmadığı ise tek yanlı işlemler yapma yetkisi, resen icra yetkisi, işlemlerinin hukuka uygunluk karinesinden yararlanıp yararlanmadığı, mallarının statüsü ve haczedilebilirliği, alacakları için özel bir statü öngörülüp öngörülmediği, personelinin statüsü, zorunlu üyelik ve zorunlu aidat uygulamasının bulunup bulunmadığı, işlem ve eylemlerinin kamu hukuku kuralları çerçevesinde idari yargı kolunda denetlenip denetlenmediği gibi unsurlar dikkate alınır (Aydın İmar Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi, § 38).

44. Kamu gücünün kullanımına katılmasa bile bir tüzel kişilik kamu otoritelerine bağımlı olarak faaliyetlerini yürütüyorsa bu takdirde söz konusu tüzel kişiliğin kamuyla bağlantılı olduğu sonucuna ulaşılabilir. Tüzel kişiliğin kamu otoritelerinden yeterli ölçüde bağımsız olup olmadığının değerlendirilmesinde dikkate alınacak kriterlerin tüketici bir biçimde önceden belirlenmesi mümkün olmadığından her somut olayın kendi koşulları içinde değerlendirmesi yapılmalıdır. Bu bağlamda yapılacak değerlendirmede; kuruluş senedi veya ana sözleşmesinin kamusal işlemlerle onaylanıp onaylanmadığı, kamusal kararlara dayalı olarak tasfiyeye tabi olup olmadığı, faaliyetlerinin finansmanı için büyük ölçüde kamu kaynaklarını kullanıp kullanmadığı, finansmanın kamu dışındaki aktörlerce sağlanıp sağlanmadığı, faaliyetlerini nasıl yürüteceğinin kamu makamlarınca belirlenip belirlenmediği, faaliyetlerinde kamu mülklerini kullanıp kullanmadığı, mal varlığı üzerinde devletin uygun gördüğü şekilde tasarrufta bulunup bulunmadığı, sermayesinin devlete ait olup olmadığı, yönetiminde siyasi otoritenin ağırlığının bulunup bulunmadığı, doğrudan devlet kurumlarının yönetimi altında olup olmadığı hususları dikkate alınır (Aydın İmar Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi, § 39).

45. Öncelikle vurgulanmalıdır ki Mehmetçik Vakfı özel bir kanunla kurulmuş veya resmî olarak idare teşkilatı içinde tanımlanmış bir tüzel kişilik olmayıp 4721 ve 5737 sayılı Kanunlar çerçevesinde, diğer tüm vakıflarda olduğu gibi Vakıflar Genel Müdürlüğünün denetimi altında faaliyet yürütmektedir. Öte yandan Mehmetçik Vakfının mallarına, alacaklarına ve personeline diğer vakıflardan farklı statü tanınmamış; mallarına haczedilemezlik ayrıcalığı sağlanmamıştır. Vakıf, resen icra yetkisi ve işlemlerinin hukuka uygunluk karinesinden yararlanması gibi ayrıcalıklarla donatılmamıştır. Ayrıca Vakıf yönünden zorunlu üyelik ve zorunlu aidat sistemi de bulunmamaktadır. Bu bakımdan Mehmetçik Vakfının 4721 ve 5737 sayılı Kanunlar çerçevesinde kurulan diğer vakıflardan farklı yönü yoktur.

46. Buna karşılık Mehmetçik Vakfı; dönemin Genelkurmay Başkanı, Kara Kuvvetleri Komutanı, Hava Kuvvetleri Komutanı, Deniz Kuvvetleri Komutanı ve Jandarma Genel Komutanı tarafından kurulmuştur. Ayrıca vakıf senedine göre Vakfın Mütevelli Heyeti, Yönetim Kurulu ve Denetim Kurulu üyeleri Türk Silahlı Kuvvetlerinin üst düzey kadrolarında görev yapan kişilerden oluşmaktadır. Kurucu ve yöneticilerinin üst düzey askerî görevlilerden oluşması Vakfın kamu otoritesinden bağımsız bir yapısının bulunmadığını, dolayısıyla kamu gücünün bir parçasını oluşturduğunu düşündürmeye elverişli olsa da tek başına bu özellikten hareketle Mehmetçik Vakfının kamuyla bağlantılı tüzel kişi olduğu sonucuna varılamaz. Vakfın kamu gücü ayrıcalıklarıyla donatılmamış olması karşısında yöneticilerinin kamu görevlisi olmasının Vakfın niteliğini etkileyecek bir ağırlığa ulaşmadığı değerlendirilmiştir. Yöneticilerin kamu görevlisi olması, vakfın kamu gücü ayrıcalıklarıyla donatılması hâlinde bir anlam ifade edecektir. Kamu gücü ayrıcalıkları bulunmayan bir vakfın sırf yöneticilerin kamu görevlisi olmasından hareketle kamu gücünün bir parçası olduğu sonucuna ulaşılamaz. Aksi takdirde kurucu ve yöneticilerinin kamu görevlisi olduğu tüm dernek ve vakıfların kamu gücünün kullanımına katılan tüzel kişi olduğunun kabul edilmesi gerekecektir. Ayrıca Vakfın kararlarının ve bunların icrasının Türk Silahlı Kuvvetlerinin resmî organlarının onayına tabi olmadığının altı çizilmelidir.

47. Öte yandan Mehmetçik Vakfının yöneticilerinin üst düzey askerî görevlilerden oluşmasının kanuni bir düzenlemeye değil vakıf senedine dayandığının altını çizmek gerekir. Yöneticilerinin kimler olduğunun kanunla belirlenmesi hâlinde bu durum Vakfın niteliğini etkileyecek bir olguya dönüşür. Zira bu hâlde yukarıda sözü edilen askerî görevlilerin Vakfın yöneticisi olmayı reddetme ihtimali olmayacaktır. Oysa kurucusu ve temsilcisi olan gerçek kişilerin kamusal olmayan iradesini yansıtan vakıf senediyle yukarıda belirtilen askerî personelin Vakfın yöneticisi yapılması, sözü edilen personelin rızası bulunmadıkça mümkün değildir. Diğer bir ifadeyle vakıf senedinde sayılan makamları işgal eden kişilerin kabulü bulunmadıkça Mehmetçik Vakfında yöneticilik yapmaya zorlanmaları olanaksızdır. Bu itibarla kanuna dayalı zorunlu yöneticilik uygulamasının bulunmadığını not etmek gerekir.

48. Dikkate alınması gereken diğer bir unsur da Vakfın faaliyetinin niteliğidir. Mehmetçik Vakfının Türk Silahlı Kuvvetlerinde yaptığı hizmet esnasında hayatını kaybeden veya sakat kalan erbaş ve erlerin kendilerine, eş ve çocuklarına, bakmakla yükümlü oldukları kimselere sosyal ve ekonomik destek olmak, çocuklarını okutmak şeklinde ifade edilen amacının kamu yararına dönük olduğu açıktır. Vakıf, askerlik hizmeti sırasında ölen veya malul olan kişilere veya yakınlarına bu doğrultuda birtakım mali yardımlar sağlamaktadır. Askerlik hizmetini ifa ederken malul olan kişilere veya yakınlarına sosyal yardımlarda bulunulmasının kamu yararı amacını taşıdığı tartışma götürmez bir gerçektir.

49. Gelgelelim kamu yararı amacı taşıması sosyal bir hizmetin kamu hizmeti olarak nitelendirilmesi için yeterli değildir. Özel kesim tarafından yürütülen faaliyetler de az veya çok toplumun ihtiyaçlarını gidermekte, bu yönüyle kamu yararının gerçekleşmesine hizmet etmektedir. Dolayısıyla kamu yararı bulunması kamu hizmeti sayılma yönünden tek kriter olarak görülemez. Kuşkusuz kanun koyucunun bir hizmeti kamu hizmetine dönüştürdüğünün kabulü için o hizmete özgü olarak çıkarılmış bir kanunun bulunması zorunlu değildir. Ancak yürürlükte bulunan kanunlar bir bütün olarak incelendiğinde kanun koyucunun söz konusu hizmete, özel kesim tarafından yürütülen faaliyetlerden farklı bir statü sağladığının anlaşılabilmesi gerekir. Mehmetçik Vakfı özel bir kanunla kurulmadığı gibi gördüğü hizmetler herhangi bir kanun tarafından ona yüklenmiş görevler mahiyetinde de değildir. Bu yönüyle Mehmetçik Vakfının mali imkânları dar olan kesimlere sosyal dayanışma düşüncesiyle yardım sağlayan diğer vakıflardan bir farkı bulunmamaktadır.

50. Bunun yanında Mehmetçik Vakfının mali kaynaklarının kural olarak bağışlardan, kendi mal ve işletmelerinin gelirlerinden oluştuğuna da dikkat çekmek gerekir. Bu manada Mehmetçik Vakfına kamudan kaynak aktarılmasının söz konusu olmadığı özellikle vurgulanmalıdır. Vakfın kamuya yararlı vakıf statüsünde olması sebebiyle bazı vergisel muafiyetlerden yararlandığı bir gerçektir. Vergi muafiyeti, bağışık tutulan vergi miktarında Vakfın kazanç sağlaması sonucunu doğurduğundan kamuya yararlı vakıf statüsüyle Vakfa dolaylı olarak kamu kaynağı aktarıldığı söylenebilir. Ancak bu durumun kamuya yararlı tüm vakıflar için geçerli olduğu hatırda tutulmalıdır. Dolayısıyla kamuya yararlı vakıf statüsü de Mehmetçik Vakfının kamu gücünün bir parçası olduğu hükmüne varılması için yeterli görülmemiştir.

51. Sonuç olarak kurucu ve yöneticilerinin üst düzey askerî görevlilerden oluşmasına ve kamu yararı taşıyan faaliyetlerde bulunmasına karşın kamu gücüyle donatılmadığı, faaliyetlerinin kanunla kamu hizmeti olarak tanımlanmadığı, gelir kaynaklarının büyük ölçüde bağışlardan oluştuğu, kamu gelirlerinden doğrudan Vakfa pay aktarılmadığı dikkate alındığında Mehmetçik Vakfının kamu gücünün bir parçası olduğu sonucuna varılması mümkün görünmemektedir.

52. Ayrıca Mehmetçik Vakfının kamu gücünün bir parçası olduğunun kabul edilmesi anayasal sistemle de bağdaşmamaktadır. Demokratik esaslara dayanan anayasal sistemde kamu gücünün hangi organ, kurum ve kişiler tarafından kullanılacağına ve bir özel hukuk tüzel kişisinin kamuyla bağlantılı hâle getirilip getirilmeyeceğine Anayasa'da belirtilen organlar, bu bağlamda Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanı ile bunların yetkilendirdiği idari organlar karar verir. Belirtilen anayasal organlar dışındaki kişi veya kurumlar hiçbir özel hukuk tüzel kişisine kamu gücü bahşedemeyeceği gibi özel hukuk tüzel kişilerini kamuyla bağlantılı tüzel kişilik hâline de getiremez. Aksi kabul Anayasa'nın 2. maddesinde güvence altına alınan demokratik devlet ilkesini aşındırır.

53. Bu açıklamalar dikkate alındığında Mehmetçik Vakfı tarafından başvurucuya verilen bakım yardımının özel hukuk hükümleri çerçevesinde değerlendirilmesi gereken bir borç ilişkisi olduğu anlaşılmıştır. Dolayısıyla bakım yardımının kesilmesiyle ilgili uyuşmazlığın iki özel hukuk kişisi arasında cereyan eden bir uyuşmazlık olarak kabulü gerekmektedir. Bu durumda eldeki başvurunun mülkiyet hakkının devlete yüklediği pozitif yükümlülükler kapsamında incelenmesi zorunlu olmaktadır.

Zühtü ARSLAN ve Engin YILDIRIM bu görüşe farklı gerekçeyle katılmışlardır.

b. Mülkün Varlığı

54. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır. Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

55. Somut olayda Mehmetçik Vakfı 1/4/1998 tarihinden itibaren başvurucuya malul gazi ve engelli bakım yardımı bağlamıştır. Vakıf, Mütevelli Heyeti kararında belirtilen usul ve esaslar çerçevesinde başvurucuya bakım yardımında bulunmayı taahhüt etmiştir. Dolayısıyla malul gazi ve engelli bakım yardımının başvurucu yönünden mülk hâline geldiği açıktır.

c. Genel İlkeler

56. Mülkiyet hakkının korunmasının devlete birtakım pozitif yükümlülükler yüklediği hususu Anayasa'nın 35. maddesinin lafzında açık bir biçimde düzenlenmemiş ise de bu güvencenin sadece devlete atfedilebilen müdahalelere yönelik sınırlamalar getirdiği, bireyi üçüncü kişilerin müdahalelerine karşı korumasız bıraktığı düşünülemez. Pozitif yükümlülüklerin ortaya çıkmasının nedeni gerçek anlamda koruma sağlanmasıdır. Buna göre anılan maddede bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkının gerçekten ve etkili bir şekilde korunabilmesi yalnızca devletin müdahaleden kaçınmasına bağlı değildir. Gerçek anlamda koruma sağlanması için devletin negatif yükümlülükleri dışında pozitif yükümlülüklerinin de olması gerekir. Dolayısıyla Anayasa'nın 5. ve 35. maddeleri uyarınca devletin mülkiyet hakkının korunmasına ilişkin pozitif yükümlülükleri bulunmaktadır. Bu bağlamda söz konusu pozitif yükümlülükler, kimi durumlarda özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklar da dâhil olmak üzere mülkiyet hakkının korunması için belirli tedbirlerin alınmasını gerektirmektedir (Türkiye Emekliler Derneği, B. No: 2012/1035, 17/7/2014, §§ 34-38; Eyyüp Boynukara, B. No: 2013/7842, 17/2/2016, §§ 39-41; Osmanoğlu İnşaat Eğitim Gıda Temizlik Hizmetleri Petrol Ürünleri Sanayi Ticaret Limitet Şirketi, B. No: 2014/8649, 15/2/2017, § 43).

57. Devletin pozitif yükümlülükleri, mülkiyet hakkına yapılan müdahalelere karşı usule ilişkin güvenceleri sunan yargısal yolları da içeren etkili hukuksal bir çerçeve oluşturma, oluşturulan bu hukuksal çerçeve kapsamında yargısal ve idari makamların bireylerin özel kişilerle olan uyuşmazlıklarında etkili ve adil bir karar vermesini temin etme sorumluluklarını da içermektedir (Selahattin Turan, B. No: 2014/11410, 22/6/2017, § 41).

58. Özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklarda tarafların birbirleriyle çatışan menfaatleri bulunmaktadır. Dolayısıyla tarafların karşı karşıya gelen menfaatleri çerçevesinde mülkiyet hakkını korumakla yükümlü bulunan devletin maddi ve usule ilişkin pozitif yükümlülüklerini yerine getirip getirmediği dikkate alınarak sonuca varılmalıdır. Bu bağlamda ilk olarak belirli, ulaşılabilir ve öngörülebilir bir kanun hükmünün mevcut olup olmadığı irdelenmelidir (Hüseyin Ak, B. No: 2016/77854, 1/7/2020, § 53).

59. İkinci olarak başvuruculara mülkiyet hakkına yapılan müdahaleye etkin bir biçimde itiraz edebilme, savunma ve iddialarını yetkili makamlar önünde ortaya koyabilme olanağının tanınıp tanınmadığı incelenmelidir. Anayasa'nın 35. maddesi usule ilişkin açık bir güvenceden söz etmemektedir. Bununla birlikte mülkiyet hakkının gerçek anlamda korunabilmesi bakımından bu madde, Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında da ifade edildiği üzere mülk sahibine müdahalenin kanun dışı veya keyfî ya da makul olmayan şekilde uygulandığına ilişkin savunma ve itirazlarını sorumlu makamlar önünde etkin bir biçimde ortaya koyabilme olanağının tanınması güvencesini kapsamaktadır. Bu değerlendirme ise uygulanan sürecin bütününe bakılarak yapılmalıdır (Züliye Öztürk, B. No: 2014/1734, 14/9/2017, § 36; Bekir Yazıcı [GK], B. No: 2013/3044, 17/12/2015, § 71).

60. Mülkiyet hakkının usule ilişkin güvenceleri hem özel kişiler arasındaki mülkiyet uyuşmazlıklarında hem de taraflardan birinin kamu gücü olduğu durumlarda geçerlidir. Bu bağlamda mülkiyet hakkının korunmasının söz konusu olduğu durumlarda usule ilişkin güvencelerin somut olayda yerine getirildiğinden söz edilebilmesi için derece mahkemelerinin kararlarında konu ile ilgili ve yeterli gerekçe bulunmalıdır. Ayrıca belirtmek gerekir ki bu zorunluluk davacının bütün iddialarına cevap verilmesi anlamına gelmemekle birlikte mülkiyet hakkını ilgilendiren davanın sonucuna etkili, esasa ilişkin temel iddia ve itirazların yargılama makamlarınca özenli bir şekilde değerlendirilerek karşılanması gerekmektedir (Kamil Darbaz ve GMO Yapı Grup End. San. Tic. Ltd. Şti., B. No: 2014/12563, 24/5/2018, § 52).

61. Son olarak ise başvurucunun mülkiyet hakkını koruyacak ve yeterli güvenceler sağlayacak hukuksal mekanizmaların oluşturulup oluşturulmadığı incelenmelidir. Özel kişilerin mülkiyet haklarının çatıştığı bu gibi durumlarda bunlardan hangisine üstünlük tanınacağının takdiri, kanun koyucuya ve somut olayın koşulları gözönünde bulundurularak derece mahkemelerine ait bir yetkidir. Bununla birlikte her iki tarafın menfaatlerinin mümkün olduğunca dengelenmesi ve sürecin taraflardan biri aleyhine ölçüsüz bir sonuca yol açmaması gerekir. Menfaatler dengesinin kurulmasında taraflardan biri aleyhine bireysel olarak aşırı ve olağan dışı bir külfetin yüklenmesi pozitif yükümlülüklerin ihlali sonucunu doğurabilir. Olayın bütün koşulları ve taraflara tanınan tüm imkânlar ile tarafların tutum ve davranışları gözönünde bulundurularak menfaatlerin adil bir şekilde dengelenip dengelenmediği değerlendirilmelidir (Faik Tari ve Sultan Tari, B. No: 2014/12321, 20/7/2017, § 52).

d. İlkelerin Olaya Uygulanması

62. Olayda zorunlu askerlik görevini ifa etmekteyken psikotik reaksiyon teşhisiyle 8/6/1988 tarihinde "Askerliğe elverişli değildir." raporu düzenlenerek terhis edilen başvurucuya Mehmetçik Vakfı tarafından 1/4/1998 tarihinden itibaren malul gazi ve engelli bakım yardımı bağlanmıştır. Ancak yeniden yapılan değerlendirme sonucu 22/5/2014 tarihli kararla başvurucunun bakım yardımı, şartları taşımadığı gerekçesiyle kesilmiştir. Başvurucunun kesinti işleminin iptali istemiyle açtığı davada Asliye Hukuk Mahkemesi Adli Tıp Kurumundan aldığı rapora atıfla başvurucunun rahatsızlığı ile askerlik görevi arasında illiyet bağının bulunmadığını belirterek davayı reddetmiştir. Karar, Yargıtayca onanmıştır.

63. Pozitif yükümlülükler yönünden yapılacak incelemede öncelikle iddia ve savunmalarını etkin bir biçimde ortaya koyabilme olanağının başvurucuya tanınıp tanınmadığı değerlendirilmelidir. Bu bağlamda başvurucunun iddia ve itirazlarını derece mahkemesi ve Yargıtay önünde ileri sürme hususunda hiçbir engelle karşılaşmadığı, kendisini avukatla temsil ettirebildiği görülmektedir.

64. İkinci olarak incelenmesi gereken mesele özel borç ilişkisinden kaynaklanan uyuşmazlığın öngörülebilirlik ve belirlilik koşulunu sağlayan hukuk kuralları uygulanarak çözümlenip çözümlenmediğidir. Mehmetçik Vakfınca başvurucuya yapılan yardımın niteliğini borçlar hukuku yönünden tanımlamak Anayasa Mahkemesinin görevi değildir. Esasen somut olayda başvurucunun kanuni altyapının veya uyuşmazlıkta uygulanan hukuk kurallarının yetersizliğiyle ilgili bir şikâyeti bulunmamaktadır. Başvurucu, hukuk kurallarının somut olaydaki uygulanma yönteminden yakınmaktadır.

65. Başvurucuya bakım yardımı bağlanması Mehmetçik Vakfının Mütevelli Heyeti kararında belirlenen esaslar çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Mütevelli Heyeti kararı incelendiğinde söz konusu kararın 79. maddesinde, malul gazi ve engelli bakım yardımının maluliyete neden teşkil eden hastalık, yaralanma veya olayın muvazzaflık hizmeti veya ihtiyat döneminde silah altında bulunulduğu süre içinde vuku bulması şartına bağlandığı, askerliğe başlamadan önce var olan ancak askerlik sırasında ortaya çıkan rahatsızlıkların kapsam dışında tutulduğu görülmektedir. Dolayısıyla Mütevelli Heyeti tarafından yapılması kararlaştırılan bakım yardımının ancak askerlik hizmeti sebebiyle oluşan maluliyetleri kapsadığı hususunda Mütevelli Heyeti kararında herhangi bir muğlaklık bulunmadığı anlaşılmıştır. Bu itibarla hukuk kurallarının somut olayda öngörülemez biçimde yorumlandığı söylenemeyecektir.

66. Üçüncü olarak her iki tarafın menfaatlerinin yeterince dengelenip dengelenmediği, taraflardan biri aleyhine bireysel olarak aşırı ve olağan dışı bir külfetin yüklenip yüklenmediği incelenmelidir. Bu bağlamda Mehmetçik Vakfının 4721 ve 5737 sayılı Kanunlara göre faaliyette bulunan bir özel hukuk tüzel kişisi olduğu hatırlanmalıdır. Özel hukuk tüzel kişisi niteliğinde olan vakıflar, kuruluş amaçlarını gözetmek koşuluyla kime, ne kadar, hangi koşullarda ve hangi usulle yardım yapacaklarını belirleme hususunda geniş bir serbestîye sahiptir. Kamu otoritelerinin hangi koşullarda ve kimlere yardım yapılması gerektiği konusunda özel vakıflara dayatmada bulunması kural olarak meşru görülemez. Bu konuda yargı organlarının görevi, özel vakfın kimlere ve hangi koşullarda yardım yapması gerektiğine karar vermek değil vakfın yetkili organlarının belirlediği esaslara uygun olarak hareket edip etmediğini tespit etmekten ibarettir.

67. Ne var ki özel vakıfların yardım için belirlediği şartların Anayasa'ya, kanunların emredici hükümlerine ve hakkaniyete açıkça aykırı olması hâlinde yargı mercilerinin devletin pozitif yükümlülükleri gereğince bunlara müdahale edebileceği tabiidir. Yargı mercilerinin müdahale yetkisi, özellikle kamuya yararlı vakıflar ile gelirleri büyük ölçüde bağış ve benzeri yardımlardan oluşan vakıflar söz konusu olduğunda daha da genişlemektedir. Kamuya yararlı vakıf statüsü, vakfın ifa ettiği faaliyetin kamuya sağladığı katkı gözetilerek tanınmakta ve bu statüye geçirilen vakıflara belli vergisel muafiyetler de sağlanmaktadır. Devlet, vergi muafiyeti getirmek suretiyle feragat ettiği vergi miktarınca kaynağı dolaylı olarak söz konusu vakfa aktarmış olmaktadır. Bu itibarla devletin dolaylı da olsa bir miktar kaynak aktardığı ve büyük ölçüde halkın bağışlarıyla finanse edilen vakıfların üçüncü kişilere yapacağı yardımın koşullarının belirlenmesine müdahale yetkisinin daha geniş olduğu kabul edilmelidir.

68. Mehmetçik Vakfının malul gazi ve engelli bakım yardımını maluliyete yol açan rahatsızlık, kaza veya olayın askerlik görevi sırasında vuku bulması şartına bağlamasının objektif ve makul bir ölçüt olduğu değerlendirilmiştir. Bu nedenle gazi ve engelli bakım yardımının bağlanması için maluliyete yol açan rahatsızlık, kaza veya olayın askerlik görevi sırasında vuku bulmasının şart koşulması kendi başına Anayasa'nın 35. maddesindeki güvencelere aykırılık oluşturmamaktadır.

69. Bununla beraber bakım yardımının, bağlanmasının üzerinden yaklaşık on altı yıldan fazla bir süre geçtikten sonra kesilmesinin hukuki güvenlik ilkesi yönünden sorunlara yol açtığının altını çizmek gerekir. Zira maluliyete yol açan rahatsızlık, kaza veya olayın askerlik görevi sırasında vuku bulması şartı başta da mevcut olup başvurucunun bu şartı sağladığı değerlendirilerek başvurucuya yardım bağlanmıştır. Aradan on altı yıl geçtikten sonra bu değerlendirmenin hatalı olduğu ifade edilerek yardımın kesilmesi-başvurucunun hilesi veya yanıltmasının da söz konusu olmadığı gözetildiğinde- Vakfın işlemlerine olan güven duygusunu zedeleyici niteliktedir. Özel bir vakıf niteliğinde olması sebebiyle Vakfın takdir yetkisinin sosyal yardım sağlayan kamu kuruluşlarına veya kamuyla bağlantılı kuruluşlara nazaran daha geniş olduğu kabul edilse bile gelirlerinin büyük ölçüde halk tarafından yapılan bağışlardan oluştuğu gözetildiğinde güven duygusunu zedeleyici davranışlardan kaçınma yükümlülüğünün Vakıf yönünden de geçerli olduğunun kabulü gerekir.

70. Bu bağlamda Vakfın başvurucunun maluliyetine yol açan rahatsızlığının askerlik görevi sırasında vuku bulmadığı sonucuna ulaşırken herhangi bir uzman raporuna dayanmamasının keyfîliğe kapı aralayan ciddi bir eksiklik olduğu ifade edilmelidir. Başvurucunun rahatsızlığının askerlik görevinden kaynaklanıp kaynaklanmadığı tıbbi bir mesele olup alanında uzman olan kişiler tarafından yapılan bir değerlendirme olmadan başvurucunun rahatsızlığının askerlik görevi sırasında vuku bulmadığı sonucuna ulaşılması işlemin sıhhatini sakatlayıcı niteliktedir. Bununla birlikte bunun mülkiyet hakkı ihlaline yol açıp açmadığı yargılamanın bütününe bakılarak değerlendirilmelidir.

71. Başvurucunun rahatsızlığının askerlik hizmetinin etkisiyle ortaya çıktığına ilişkin olarak başvuru formunda dile getirdiği iddiasını yargılama sırasında da ileri sürdüğü görülmektedir. Asliye Hukuk Mahkemesi bu iddianın karşılanması için Adli Tıp Kurumundan tıbbi görüş sormuştur. Adli Tıp Kurumunun düzenlediği 20/4/2015 tarihli raporda, başvurucunun yakalandığı psikotik bozukluk hastalığının erkeklerde genellikle 15 ila 25 yaşlarında başladığı belirtilmiş ve psikososyal stres ile genetik temel, biyolojik etmenler gibi birçok faktörün hastalığın oluşmasında belirleyici olabildiği ifade edilmiştir. Sözü edilen raporda, başvurucunun mevcut hastalığının sadece askerlik görevi ile nedensellik bağlantısının kurulamadığı mütalaa edilmiştir.

72. Asliye Hukuk Mahkemesi bu rapora atıfla başvurucunun mevcut rahatsızlığı ile askerlik görevi arasında nedensellik bağının bulunmadığı sonucuna ulaşmıştır. Ancak başvurucu, Asliye Hukuk Mahkemesinin Adli Tıp Kurumu raporunu yanlış yorumladığını belirterek kararı temyiz etmiştir. Başvurucuya göre raporda rahatsızlığı ile askerlik görevi arasında nedensellik bağının bulunmadığı değil hastalığın sadece bu sebepten kaynaklanmadığı belirtilmiştir.

73. Adli Tıp Kurumu raporu yakından incelendiğinde genel olarak psikotik bozukluk rahatsızlığının ortaya çıkış sebepleri sıralandıktan sonra başvurucununkiyle ilgili olarak değerlendirme yapıldığı görülmektedir. Raporda bu hastalığın başvurucuda tezahür etmesinde askerlik hizmetinin etkili olmadığına dair kesin bir kanaat belirtilmemiştir. Rapor, başvurucunun rahatsızlığında diğer psikososyal stresler veya genetik temel ya da biyolojik etmenlerin tesir etmiş olabileceğini belirtmekle birlikte askerlik hizmetinin etkisini mutlak olarak dışlamamaktadır. Bu durumda başvurucuya bakım yardımı sağlanması şartlarının oluşmadığının somut olayda ortaya konulabildiği sonucuna ulaşılamamaktadır. Asliye Hukuk Mahkemesinin işlem tarihi itibarıyla yaklaşık on altı yıldan beri başvurucuya sağlanan bakım yardımının kesilmesine yönelik olarak açılan davayı muğlak ifadeler içeren bir rapora dayanarak reddetmesi hukuk güvenliği ilkesiyle ve devletin pozitif yükümlülükleriyle uyumlu değildir.

74. Sonuç olarak maluliyete yol açan rahatsızlık, kaza veya olayın askerlik görevi sırasında vuku bulması şartını sağlamadığı kesin olarak tespit edilemeyen başvurucuya yapılan yardımın kesilmesinin Vakfın menfaatleri ile başvurucunun menfaatleri arasında dengesizliğe yol açtığı sonucuna ulaşılmıştır. Bu durumda yargılama süreci bir bütün olarak ele alındığında yargılamanın devletin Anayasa'nın 35. maddesinin öngördüğü pozitif yükümlülüklerine uygun olarak yürütülmediği kanaatine varılmıştır.

75. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

Zühtü ARSLAN ve Engin YILDIRIM bu sonuca farklı gerekçeyle katılmışlardır.

Yıldız SEFERİNOĞLU bu sonuca katılmamıştır.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

76. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir."

77. Başvurucu, ihlalin tespiti ile yeniden yargılamaya ve 50.000 TL maddi, 50.000 TL manevi tazminata hükmedilmesini talep etmiştir.

78. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

79. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural, mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

80. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kararın kendisine ulaştığı mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).

81. İncelenen başvuruda devletin Anayasa'nın 35. maddesinin öngördüğü pozitif yükümlülüklerine uygun olarak yürütülmediği kanaatine varılmıştır. Dolayısıyla ihlal mahkemenin kararından kaynaklanmıştır.

82. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

83. Mülkiyet hakkı ihlalinin niteliğine göre yeniden yargılamanın yeterli bir giderim sağlayacağı anlaşıldığından tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.

84. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 364,60 TL harç ve 4.500 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 4.864,60 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine kararverilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

A. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddia yönünden yeni bir başvuru numarasına kaydedilmek üzere başvurunun AYRILMASINA OYBİRLİĞİYLE,

B. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE,

C. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE Yıldız SEFERİNOĞLU'nun karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,

D. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Ankara 25. Asliye Hukuk Mahkemesine (E.2014/545, K.2015/330) GÖNDERİLMESİNE,

E. Tazminat talebinin REDDİNE,

F. 364,60 TL harç ve 4.500 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 4.864,60 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

G. Ödemenin kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

H. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 28/7/2022 tarihinde karar verildi.

 

 

 

FARKLI GEREKÇE

1. Türk Silahlı Kuvvetleri Mehmetçik Vakfının (Vakıf) yaptığı sürekli yardımın kesilmesi nedeniyle başvurucunun mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmiştir. İhlal sonucuna katılmakla birlikte, aşağıda açıklanan gerekçelerle başvurucunun mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin pozitif değil, negatif yükümlülükler kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyim.

2. Mahkememiz çoğunluğu “kamu gücüyle donatılmadığı, faaliyetlerinin kanunla kamu hizmeti olarak tanımlanmadığı, gelir kaynaklarının büyük ölçüde bağışlardan oluştuğu, kamu gelirlerinden doğrudan pay aktarılmadığı” gerekçesiyle Mehmetçik Vakfının kamu gücünün bir parçası olarak görülemeyeceği, dolayısıyla başvuruya konu uyuşmazlığın iki özel hukuk kişisi arasında ortaya çıktığı ve mülkiyet hakkına yönelik şikayetin devletin pozitif yükümlülükleri kapsamında incelenmesi gerektiğine karar vermiştir (§§ 51, 53).

3. Bu durumda Mehmetçik Vakfının statüsünün tespit edilmesi, başvuruyu inceleme yöntemi bakımından belirleyici niteliktedir. Eğer Vakfın “kamu gücü”nün parçası olduğu, dolayısıyla bireysel başvurunun düzenlendiği Anayasa’nın 148. maddesinde yer alan “kamu gücü” kavramı kapsamında kaldığı kabul edilirse müdahalenin negatif yükümlülük yönünden incelenmesi gerekir.

4. Öncelikle Mehmetçik Vakfının kamu tüzel kişisi olarak kurulmadığı açıktır. Bununla birlikte Anayasa’nın 148. maddesinde yer alan “kamu gücü” kavramı, kamu tüzel kişilerini de kapsayan fakat ondan çok daha geniş bir kavramdır. Bu anayasal kavramın otonom olarak yorumlanması gerekmektedir.

5. Bu bağlamda Mehmetçik Vakfının kamu gücünün kullanımına katılıp katılmadığına veya kamuyla bağlantılı tüzel kişi olup olmadığına bakılmalıdır. Vakfın kamu gücünün kullanımına katılmadığı konusunda çoğunlukla hemfikirim. Bununla birlikte bir kurumun kamu gücünün kullanımına katılmaması, onu kamu gücü kavramı dışında tutmak bakımından tek başına yeterli değildir. Vakfın kamu gücü dışında görülebilmesi için kamuyla bağlantılı olmaması da gerekmektedir.

6. Çoğunluk kararında da belirtildiği üzere Türk Silahlı Kuvvetleri Mehmetçik Vakfı, 17/5/1982 tarihinde dönemin Genelkurmay Başkanı (aynı zamanda Devlet Başkanı), Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri komutanları ile Jandarma Genel Komutanı tarafından kurulmuştur. Başka bir ifadeyle adında “Türk Silahlı Kuvvetleri” ibaresi bulunan Vakıf, Devlet Başkanı ve Milli Güvenlik Konseyi üyeliği görevlerini deruhte eden devlet görevlileri tarafından kurulmuştur.

7. Diğer yandan Vakıf senedine göre, Mütevelli Heyeti Genelkurmay ikinci başkanı, Millî Savunma Bakanlığı müsteşarı, Genelkurmay personel başkanı, Genelkurmay personel işlem daire başkanı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetlerinin personel başkanlarından ve ilgili diğer askeri personelden oluşmaktadır. Vakfın Yönetim Kurulu Genelkurmay personel başkanı, Genelkurmay personel işlem daire başkanı, kuvvet komutanlıklarının personel başkanları ve diğer askeri yönetici personelden; Denetim Kurulu da Genelkurmay merkez daire başkanı, Millî Savunma Bakanlığı mevzuat daire başkanı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı strateji geliştirme başkanından oluşmaktadır (§ 8).

8. Buna göre Vakfın mütevelli heyeti, yönetim ve denetim kurulları, görevleri Vakıf Senedinde belirlenmiş olan kamu gücü kullanan üst düzey askeri yöneticilerden oluşmaktadır. Çoğunluk görüşünde bu kişilerin görevi kabule zorlanamayacakları ifade edilmiş olmakla birlikte ne Vakıf senedinde ne de başka bir yerde buna dair herhangi bir düzenlemeye veya uygulamaya rastlanmıştır. Bu varsayım dikkate alındığında bile Vakfın yönetim ve denetiminin tamamen kamu gücü kullanan kişilerden oluştuğu gerçeği değişmemektedir.

9. Vakıf senedinin 3. maddesine göre Vakfın kuruluş amacı Türk Silahlı Kuvvetlerinde yaptığı hizmet sırasında vefat eden veya sakat kalan erbaş ve erlerin kendilerine, eş ve çocuklarına ve bakmakla yükümlü oldukları kimselere sosyal ve ekonomik destek olmaktır. Esasen bu amaç, Anayasa’nın 10. ve 61. maddelerinde devlete yüklenen “harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleriyle, malul ve gazileri” koruma ve onlara “toplumda kendilerine yaraşır bir hayat seviyesi” sağlama ödeviyle uyumludur. Bu manada Vakfın amacının, kamu gücünü kullanan devletin sorumluluğunda bulunan bir kamu hizmetini sağlamak olduğu söylenebilir.

10. Öte yandan, Vakıf 26/7/1982 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla kamuya yararlı vakıf statüsü kazanmış, bunun sonucu olarak da bazı vergi yükümlülüklerinden muafiyet elde etmiştir. Kuşkusuz vergi muafiyetleri, bir vakfın kamu gücüyle bağlantılı olduğunu göstermek yönünden tek başına belirleyici olmayıp diğer hususlarla birlikte değerlendirilmesi gereken bir durumdur.

11. Bu kapsamda baştan itibaren “Türk Silahlı Kuvvetleri”nin Vakfın isminde kullanılması, kuruluş amacı, kurucularının kamu gücü kullanan en üst düzey devlet görevlileri olması, aynı şekilde yönetim ve denetim organlarının kamu gücü kullanan kamu görevlilerinden oluşması, kamuya yararlı vakıf statüsü gereğince vergi muafiyeti ayrıcalığından yararlandırılması gibi hususlar bir bütün olarak değerlendirildiğinde Türk Silahlı Kuvvetleri Mehmetçik Vakfının kamu gücü kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir.

12. Diğer yandan çoğunluk Mehmetçik Vakfının kamu gücünün bir parçası olduğunun kabul edilmesinin anayasal sistemle de bağdaşmadığını belirtmiştir. Çoğunluğa göre yasama ve yürütme organları ile bunların yetkilendirdiği idari organlar dışında hiç kimse “hiçbir özel hukuk tüzel kişisine kamu gücü bahşedemeyeceği gibi özel hukuk tüzel kişilerini kamuyla bağlantılı tüzel kişilik hâline de getiremez” (§ 52).

13. Bu görüşe en az iki nedenle katılmak mümkün görünmemektedir. Birincisi, bir idarenin kamu tüzel kişiliğine sahip olmasıyla kamuyla bağlantılı olması farklı şeylerdir. Bir idari kuruluşun kamuyla bağlantılı olması hukuki olmaktan ziyade fiili bir durumdur. Anayasa Mahkemesi de “kamu gücü” kavramının otonom yorumuyla her somut olayın şartlarında bu bağlantıyı tespit edebilir.

14. İkincisi, çoğunluk görüşünün Mehmetçik Vakfının kamu gücüyle bağlantısı olmadığını ortaya koyan bir argüman olarak kullanılması isabetli değildir. Zira bir kurumun kamu gücünün bir parçası olması ile bunun Anayasa’ya uygun olarak kurulmuş olup olmadığı meseleleri birbirinden farklıdır. Bireysel başvuruda “Anayasa’ya uygunluk” yorumundan hareketle, “kanunla veya yürütmenin iradesiyle kurulmayan bir kurumun zaten kamu gücünün parçası olması mümkün değildir” şeklinde bir sonuca ulaşılması müdahalenin doğasının doğru tespit edilmesini engelleyebilir. Bu sebeple somut olayda Mehmetçik Vakfının doğrudan kanunla veya yürütmenin kararıyla kurulmamış olması, onun kamu gücünün parçası olduğu olgusunu ortadan kaldırmamaktadır.

15. Bu açıklamalar ışığında somut olayda mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin devletin negatif yükümlülüğü kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu kapsamda Vakfın 16 yıl boyunca yapmış olduğu yardımı kesmesi şeklindeki müdahalenin kanuni dayanağının bulunduğu ve kamu yararına yönelik olduğu söylenebilir.

16. Bununla birlikte müdahalenin Anayasa’nın 35. maddesine uygun olabilmesi için aynı zamanda ölçülü olması gerekmektedir. Ölçülülüğün alt ilkeleri olan elverişlilik ve gereklilik bakımından somut olayda sorun olmadığı kabul edilebilir. Buna karşın başvurucuya yapılan yardımın kesilmesi, ona katlanılması oldukça ağır, orantılı olmayan bir külfet yüklemiştir.

17. Anayasa Mahkemesi orantılılık ilkesini değerlendirirken idarenin “iyi yönetim” ilkesine uygun davranıp davranmadığını da dikkate almaktadır. Bu ilke gereğince “idarelerin kendi hatalarının sonuçlarını gidermeleri ve bireylere yüklememeleri gerekir” (bkz. Reis Otomotiv Ticaret ve Sanayi A.Ş. [GK], B.No: 2015/6728, 1/2/2018, § 100). Eldeki başvuruda da idarenin başvurucuya 16 yıl yardım yaptıktan sonra, maluliyetinin askerlik görevi sırasında gerçekleştiği ihtimalini dışlamayan karar ve raporlara dayanarak yardımı kesmesi iyi yönetim ilkesiyle bağdaşmayan orantısız bir müdahale niteliğindedir.

18. Sonuç olarak, başvurunun negatif yükümlülükler kapsamında incelenmesi gerektiğini düşündüğümden ihlal sonucuna yukarıda açıklanan farklı gerekçeyle katılıyorum.

Başkan

 Zühtü ARSLAN

 

 

 

FARKLI GEREKÇE

2019/16400 nolu başvuruda Sayın Zühtü ARSLAN'ın yazmış olduğu gerekçelerle ihlal sonucuna farklı gerekçeyle katılıyorum.

Üye

 Engin YILDIRIM

 

 

 

KARŞIOY

Olayda zorunlu askerlik görevini ifa etmekteyken psikotik reaksiyon teşhisiyle 8/6/1988 tarihinde "askerliğe elverişli değildir" raporu düzenlenerek terhis edilen başvurucuya Mehmetçik Vakfı tarafından 1/4/1998 tarihinden itibaren malul gazi ve engelli bakım yardımı bağlanmıştır. Ancak yeniden yapılan değerlendirme sonucu 22/5/2014 tarihli kararla başvurucunun bakım yardımı, şartları taşımadığı gerekçesiyle kesilmiştir. Başvurucunun kesinti işleminin iptali istemiyle açtığı davada Asliye Hukuk Mahkemesi Adli Tıp Kurumundan aldığı rapora atıfla başvurucunun rahatsızlığı ile askerlik görevi arasında illiyet bağının bulunmadığını belirterek davayı reddetmiştir. Karar, Yargıtayca onanmıştır.

Başvurucu; rahatsızlığının askerlik hizmeti sebebiyle ortaya çıktığını, bakım aylığının kesilmesinin kanuni dayanağının bulunmadığını ileri sürmüştür. Başvurucu 1998 yılında bağlanan aylığının yıllar sonra kesilmesinin mülkiyet hakkını ihlal ettiğini iddia etmiştir.

Çoğunluk kararında, Adli Tıp Kurumu raporunda hastalığın başvurucuda tezahür etmesinde askerlik hizmetinin etkili olmadığına dair kesin bir kanaat belirtilmemiş olmasına vurgu yapılarak başvurucuya bakım yardımı sağlanması şartlarının oluşmadığının somut olayda ortaya konulamadığı sonucuna ulaşılmıştır. Çoğunluk, Asliye Hukuk Mahkemesinin işlem tarihi itibarıyla yaklaşık on altı yıldan beri başvurucuya sağlanan bakım yardımının kesilmesine yönelik olarak açılan davayı muğlak ifadeler içeren bir rapora dayanarak reddetmesinin hukuk güvenliği ilkesiyle ve devletin pozitif yükümlülükleriyle uyumlu olmadığını belirterek başvurucunun mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.

Oysa Adli Tıp Kurumu raporu yakından incelendiğinde genel olarak psikotik bozukluk rahatsızlığının ortaya çıkış sebepleri sıralandıktan sonra başvurucununkiyle ilgili olarak değerlendirme yapıldığı görülmektedir. Raporda, bu hastalığın başvurucuda tezahür etmesinde askerlik hizmetinin etkili olduğuna dair bir kanaatin açıklanmadığı anlaşılmaktadır. Rapor, başvurucunun rahatsızlığında askerlik hizmetinin etkisini mutlak olarak dışlamamakla beraber diğer psikososyal stresler veya genetik temel ya da biyolojik etmenlerden ziyade askerlik hizmetinin tesir ettiği tespitini de yapmamaktadır. Bu hâliyle Asliye Hukuk Mahkemesinin başvurucunun rahatsızlığı ile askerlik hizmeti arasında bir nedensellik bağı bulunmadığı yönündeki kabulünün keyfî ve temelsiz olmadığı değerlendirilmektedir.

Öte yandan çoğunluk kararında da belirtildiği üzere Mehmetçik Vakfı 4721 ve 5737 sayılı Kanunlar'a göre faaliyette bulunan bir özel hukuk tüzel kişisidir. Özel hukuk tüzel kişisi niteliğinde olan vakıflar, kuruluş amaçlarını gözetmek koşuluyla kime, ne kadar, hangi koşullarda ve hangi usulle yardım yapacaklarını belirleme hususunda geniş bir serbestiye sahiptir. Yargı mercilerinin özel hukuk tüzelkişilerinin kararlarına müdahale yetkisi, Anayasa'ya, kanunların emredici hükümlerine ve açıkça hakkaniyete aykırılık halleriyle sınırlıdır. Yargı mercilerinin müdahale yetkisi, özellikle kamuya yararlı vakıflar ile gelirleri büyük ölçüde bağış ve benzeri yardımlardan oluşan vakıflar söz konusu olduğunda daha da genişlemekte ise de bu yetkinin kamu kurumlarındaki kadar geniş olduğu düşünülemez.

Mehmetçik Vakfının malul gazi ve engelli bakım yardımını maluliyete yol açan rahatsızlık, kaza veya olayın askerlik görevi sırasında vuku bulması şartına bağlanmasının objektif ve makul bir ölçüt olduğu değerlendirilmiştir. Bu koşulu sağlamadığı tespit edilen başvurucuya yapılan yardımın kesilmesinin -geçmişte yapılan yardımların iadesinin talep edilmediği de dikkate alındığında- Vakfın menfaatleri ile başvurucunun menfaatleri arasında dengesizliğe yol açmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Bu durumda, yargılama süreci bir bütün olarak ele alındığında, devletin Anayasa'nın 35. maddesinin öngördüğü pozitif yükümlülüklerinin somut olayda ifa edildiği kanaatine varılmıştır.

Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edilmediğine karar verilmesi gerektiği gerekçesiyle çoğunluk kararına katılmıyorum.

Üye

Yıldız SEFERİNOĞLU

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

FERHAT DEĞER OTOMOTİV İTHALAT İHRACAT SANAYİ VE TİCARET A.Ş. BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2019/36730)

 

Karar Tarihi: 13/9/2022

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

 

Başkan

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

M. Emin KUZ

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Basri BAĞCI

 

 

Kenan YAŞAR

Raportör

:

Ayhan KILIÇ

Başvurucu

:

Ferhat Değer Otomotiv İthalat İhracat Sanayi ve Ticaret A.Ş.

Vekili

:

Av. Ahmet DOKUCU

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru; nakliye sırasında çalınan malların bedelinin tazmini istemiyle nakliyeci aleyhine açılan davada yeterli inceleme yapılmadan karar verilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının, bölge adliye mahkemesi kararının kesin olması nedeniyle de hükmün denetlenmesini talep etme hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 6/11/2019 tarihinde yapılmıştır. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

3. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

4. Başvurucu, araç lastiği ticaretiyle uğraşan bir anonim şirkettir.

A. Olayın Arka Planı

5. Başvurucu, 7/8/2014 tarihli ve 27.500 TL tutarlı fatura içeriğinde yer alan lastik emtiasını İzmir'den Adıyaman'a naklettirmek üzere 8/8/2014 tarihinde 27 V ... plakalı ve F.B.ye ait olan kamyonun sürücüsü İ.E.ye teslim etmiştir. Emtianın İ.E.ye teslim edildiğini gösteren ve taşıma komisyonculuğu işiyle uğraşan M.K.ya ait E. Taşımacılık Ticaret isimli işletmenin anteti ile adres bilgilerini içeren "Yükleme Talimatı" başlıklı bir belge mevcuttur. İ.E.nin bu belgede imzası bulunmaktadır. Bu belgeye göre emtianın taşınması işi 450 TL bedel karşılığında yapılacaktır. Ancak belirtilen belgede E. Taşımacılık Ticaret işletmesinin yetkililerinin imzası bulunmamaktadır. Ayrıca E. Taşımacılık Ticaret işletmesi tarafından düzenlenmiş bir nakliye faturası da mevcut değildir.

6. Taşıma konusu malların alıcıya teslim edilmemesi üzerine başvurucu suç duyurusunda bulunmuştur. İzmir Cumhuriyet Başsavcılığınca (Başsavcılık) yürütülen soruşturma kapsamında M.K.nın ifadesi alınmıştır. M.K. ifadesinde, kamyon sahibini tanımadığını ancak şoförü başka bir firmayı dolandırma olayından bildiğini belirtmiş; konuyla ilgili olarak M.Y.nin de dinlenmesini talep etmiştir.

7. (Aşağıda anlatılacak olan yargılama sürecinde alınan bilirkişi raporunda özetlendiği kadarıyla) M.Y. kolluk görevlilerine verdiği ifadesinde; başvurucu Şirketin yetkilisi F.T.den gelen talep üzerine M.K.yı aradığını, her iki tarafın taşıma işi konusunda anlaştığını, emtianın alıcıya ulaşmadığını öğrenmesi üzerine M.K.nın şoförü defalarca aradığını ancak M.K.nın hırsızlık olayıyla bir ilgisinin bulunmadığını düşündüğünü beyan etmiştir.

8. Başvurucu Şirketin yetkilisi F.T.nin kolluk görevlilerine verdiği ifadesinde, Adıyaman'daki müşterisine lastik gönderilmesi için M.Y.yi aradığını, M.Y.nin M.K.ya ait E. Taşımacılık Ticaret isimli firmayı ayarladığını, emtiayı teslim almaya gelen kişinin E. Taşımacılık Ticaret isimli firmanın belgelerini getirdiğini belirtmiştir.

9. Başsavcılık tarafından yürütülen soruşturmanın sonuçlarıyla ilgili olarak başvuru formunda herhangi bir bilgiye yer verilmemiştir.

10. Başvurucu 26/1/2015 tarihinde İzmir 25. İcra Dairesi Müdürlüğünde (İcra Dairesi) M.K. aleyhine icra takibi başlatmıştır. Başvurucu, emtianın bedeli olan 27.500 TL'nin faiziyle birlikte tahsil edilmesini talep etmiştir. İcra Dairesi M.K. adına ödeme emri düzenlemiştir. Ancak M.K.nın itirazı üzerine takip durmuştur.

B. İtirazın İptali Davasına İlişkin Süreç

11. Başvurucu 15/6/2015 tarihinde İzmir 5. Asliye Ticaret Mahkemesinde (Ticaret Mahkemesi) itirazın iptali davası açmıştır. Dava dilekçesinde başvurucu; borçluya ait firmanın antet ve adresini içeren "Yükleme Talimatı" başlıklı bir belgede borçlunun şoförü İ.E.nin imzasının bulunduğunu, bunun da taşıma işinin borçlu M.K tarafından üstlenildiğini ispatladığını belirtmiştir. Dava dilekçesinde ayrıca başvurucu takibin iptali ile %20 oranında icra inkâr tazminatına hükmedilmesini talep etmiştir.

12. M.K. cevap dilekçesinde, alacaklıyı tanımadığını ve onunla taşıma sözleşmesi akdetmediğini belirtmiştir. M.K.; "Yükleme Talimatı" başlıklı belgenin kendi işletmesine ait olmadığını, İ.E.nin kendisi adına hareket etmediğini ve -varsa- imzasının İ.E.yi bağlayacağını ifade etmiştir. Taşıma işiyle ilgili belgelerini bilgisayar ortamında düzenlediğini vurgulayan M.K., bilgisayar ortamında düzenlenen taşımacılık belgesinin bir örneğini Ticaret Mahkemesine ibraz etmiştir.

13. Başvurucu cevaba cevap dilekçesinde, "Yükleme Talimatı" başlıklı belgede imzası bulunan İ.E.nin borçlu adına çalışması sebebiyle imzasının borçluyu bağlayacağını ileri sürmüştür. Cevap dilekçesinde; belgenin sağ üst köşesinde bunun yetki belgesi mahiyetinde olduğunun yazılı olduğunu, sol üst köşesinde ise Ulaştırma Bakanlığı Yetki Belgesi'nin türü ile borçluya ait bilgisayar kaşesinin yer aldığını iddia etmiştir. Cevap dilekçesinde başvurucu ayrıca tanıklarının dinlenmesi hâlinde iddiasının gerçekliğinin anlaşılacağını ifade etmiştir.

14. Borçlunun ikinci cevap dilekçesinde ise taşıma sözleşmesi akdedildiği vakıası inkâr edilmiş, ayrıca tanık dinlenilmesi talebine de itiraz edilmiştir. M.K., "Yükleme Talimatı" başlıklı belgede kendi işletmesine ait antetin ve adres bilgisinin yer almasının bu belgenin kendisine ait olduğunu göstermediğini vurgulamış; bunların matbaa basımı olduğuna ve kendisinin veya yetkili kıldığı kişilerin imzasını taşımadığına işaret etmiştir. M.K. son olarak şoför İ.E.nin dolandırdığını iddia ettiği başka bir firmanın yetkilisinin tanıklığına müracaat edilmesini talep etmiştir.

15. Ticaret Mahkemesince bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Ticaret hukuku alanında uzman bir akademisyen ve bir mali müşavir tarafından bilirkişi raporu adı altında düzenlenen ancak büyük ölçüde hukuki mütalaa mahiyetinde olan 4/10/2016 havale tarihli raporda özetle şunlar ifade edilmiştir:

i. Başvurucunun dayandığı "Yükleme Talimatı" başlıklı belgede davacının ya da davalının imzası bulunmamaktadır. Belgenin araç sürücüsüne ait imza bölümündeki imzanın şoför İ.E.ye ait olup olmadığı anlaşılamamaktadır. Ayrıca başvurucunun emtiayı davalıya teslim ettiğine dair bir belge bulunmadığı gibi başvurucu, emtianın kime teslim edildiğini gösteren bir belge de sunmamıştır. Başvurucunun yevmiye defteri incelendiğinde kamyon sahibinin ya da şoförün adına rastlanmamıştır. Bu durumda başvurucunun emtiayı taşımak üzere borçluya veya çalışanına teslim ettiğini ispatlayamadığı sonucuna varmak mümkündür.

ii. Öte yandan başvurucunun dayandığı "Yükleme Talimatı" başlıklı belge borçlunun işletmesinin anteti ile adresini taşımaktadır. Başsavcılık tarafından yürütülen soruşturma kapsamında M.K.nın kendisinin dinlenilmesini talep ettiği M.Y., başvurucu ile borçlunun taşıma konusunda anlaştığını beyan etmiştir. Borçlunun başka işlerde kullandığı diğer antetli kâğıtların şekil ve içerik yönünden "Yükleme Talimatı" başlıklı belgeyle aynı olduğu görülmektedir. Borçluya ait antetli kâğıdın rızası dışında başkaları tarafından kullanılamayacağı gibi borçlunun başka işlerde kullandığı antetli kâğıtlardan anlaşılacağı üzere taşıma işlerini 13/1/2011 tarihli ve 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu'nun 929. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (b) bendi uyarınca ifa yardımcısı konumundaki şoförlere yaptırdığı anlaşılmaktadır. Bu durumda borçlu, ifa yardımcısı konumundaki kişilerin fiillerinden 6102 sayılı Kanun'un 928. maddesinin (1) numaralı fıkrası gereğince sorumludur.

16. M.K. bilirkişi raporuna itiraz etmiştir. İtiraz dilekçesinde M.K.; nakliye faturasının bulunmadığına, "Yükleme Talimatı" başlıklı belgede M.K.nın imzasının olmadığına dikkat çekmiş, ayrıca 450 TL nakliye bedelinin çok düşük olduğunu vurgulamış ve rayiç bedelinin çok altında bir bedelle taşıma yapmasının hayatın olağan akışına uygun düşmediğini belirtmiştir. Dilekçede ayrıca M.Y.nin ceza soruşturması kapsamında verdiği beyanının raporda yanlış aktarıldığını, M.Y.nin karakolda verdiği ifadesinde M.K.yı değil M.K.nın elamanını aradığını beyan ettiğini ifade etmiştir. M.K. dilekçede son olarak M.Y.nin beyanının netleştirilmesi amacıyla tanık olarak dinlenilmesini talep etmiştir.

17. Ticaret Mahkemesi 24/11/2016 tarihinde davayı kabul ederek borçlunun itirazının iptaline, takibin devamına ve %20 icra inkâr tazminatının borçlu tarafından başvurucuya ödenmesine karar vermiştir. Kararın gerekçesinde, bilirkişi raporunun hükme esas alınmaya elverişli bulunduğu belirtildikten sonra başvurucunun M.Y. vasıtasıyla M.K. ile emtianın taşınması konusunda anlaştıkları belirtilmiştir. Varılan bu kanaatin dayanağı olarak M.Y. ile başvurucunun çalışanı F.T.nin beyanları gösterilmiştir. Ceza soruşturmasında M.Y.nin dinlenilmesini bizzat borçlunun talep ettiğinin vurgulandığı kararda, başvurucunun elinde bulunan ve borçluya ait olduğu bilirkişi raporlarıyla da belirlenen E. Taşımacılık Ticaret antetli belgeyle borçlunun taşıma işini üstlendiği ifade edilmiştir. Kararda, şoför İ.E.nin borçlunun ifa yardımcısı olduğu sonucuna ulaşılarak bu kişinin fiilinden borçlunun sorumlu olduğu açıklanmıştır.

18. Borçlu bu karara karşı istinaf yoluna başvurmuştur. İstinaf dilekçesinde esas itibarıyla ilk derece aşamasında Ticaret Mahkemesine sunulan dilekçelerdeki iddialar tekrarlanmıştır. Dilekçede ek olarak M.Y. ve F.T.nin karakolda alınan ifadelerinin hükme esas alınamayacağı ileri sürülmüştür.

19. İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 17. Hukuk Dairesi (Bölge Adliye Mahkemesi) duruşma açarak yargılama yapmıştır. Bölge Adliye Mahkemesi 17/4/2019 tarihli duruşmada M.Y. ve F.T.yi tanık olarak dinlemiştir. M.Y. ifadesinde; başvurucunun kamyon aradığını bildirmesi üzerine başvurucuya M.K.nın işletmesinden bahsettiğini, tarafların telefonlarını birbirlerine vererek tarafları görüştürdüğünü beyan etmiştir. M.Y.; kamyonu ve yüklenen emtiayı görmediği gibi taşıma ücreti verildiğine de şahit olmadığını, sadece tarafların irtibat kurmasına yardımcı olduğunu belirtmiştir.

20. F.T. ifadesinde; olay sırasında başvurucu Şirketin depo sorumlusu olduğunu, Adıyaman'a gönderilecek emtia için M.Y.nin E. Taşımacılık Ticaret işletmesini önerdiğini belirtmiş; kamyonun gönderilmesi hususunda borçlu firmayla telefonla veya yüz yüze görüşme yapmadıklarını açıklamıştır. Kamyon şoförünün E. Taşımacılık Ticaret işletmesine ait belgeyle geldiğini belirten F.T., emtiayı kamyona yükleyerek 450 TL nakliye ücretini bizzat ödediğini beyan etmiştir.

21. İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 17. Hukuk Dairesi (Bölge Adliye Mahkemesi) 25/9/2019 tarihinde istinaf istemini kabul ederek Ticaret Mahkemesi kararını kaldırmış ve davayı esastan ve kesin olarak reddetmiştir. Kararın gerekçesinde, başvurucu ile M.K. arasında emtianın taşınması hususunda bir hukuki ilişkinin bulunmadığı belirtilmiştir. Kararda ayrıca M.K.nın sorumluluğunu gerektirir ve malların kaybolması veya çalınması şeklindeki olası haksız fiil ile ilgili olarak da davalının illiyet bağını oluşturur bir eyleminin de bulunmadığı hususunun ceza dosyasında ve Bölge Adliye Mahkemesince dinlenilen tanık beyanları ile dosya kapsamından anlaşıldığı ifade edilmiştir. Nihai karar 4/11/2019 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir.

IV. İLGİLİ HUKUK

22. 6102 sayılı Kanun'un 928. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:

"Taşıma işleri komisyoncusu, zilyetliğinde bulunan eşyanın zıyaından ve hasarından sorumludur. 876 ilâ 878 inci, 880 ve 881 inci maddeler ile, 882 nci maddenin birinci, ikinci ve dördüncü fıkraları ve 883 üncü, 885 ilâ 887 nci maddeler kıyas yoluyla uygulanır."

23. 6102 sayılı Kanun'un 929. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"(1) Taşıma işleri komisyoncusu;

...

b) Taşımanın yerine getirilmesi için yararlandığı kişilerin, görevlerini yapmaları sırasındaki fiil ve ihmallerinden, kendi fiil ve ihmali gibi sorumludur."

V. İNCELEME VE GEREKÇE

24. Anayasa Mahkemesinin 13/9/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Mülkiyet Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucunun İddiaları

25. Başvurucu, emtianın davalının ihmali sebebiyle çalındığı hâlde zararının tazmin edilmemesinin mülkiyet hakkını ihlal ettiğini ileri sürmüştür.

2. Değerlendirme

26. Anayasa'nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

a. Kabul Edilebilirlik Yönünden

27. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

b. Esas Yönünden

28. Somut olayda başvurucunun mülkiyet hakkına yönelik olarak kamu makamlarınca doğrudan yapılan bir müdahale mevcut olmayıp özel kişiler arasında ortaya çıkan bir uyuşmazlık söz konusudur. Dolayısıyla başvuruda, devletin mülkiyet hakkına ilişkin pozitif yükümlülükleri yönünden inceleme yapılması gerekmektedir.

i. Mülkün Varlığı

29. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır (Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, B. No: 2013/1178, 5/11/2015, §§ 49-54). Bu nedenle öncelikle başvurucuların Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaati olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

30. Çalınan lastik emtiasının başvurucunun mülkiyetinde bulunduğu, dolayısıyla mülkün mevcut olduğu hususunda tereddüt bulunmamaktadır.

ii. Genel İlkeler

31. Mülkiyet hakkının korunmasının devlete birtakım pozitif yükümlülükler yüklediği hususu Anayasa'nın 35. maddesinin lafzında açık bir biçimde düzenlenmemiş ise de bu güvencenin sadece devlete atfedilebilen müdahalelere yönelik sınırlamalar getirdiği, bireyi üçüncü kişilerin müdahalelerine karşı korumasız bıraktığı düşünülemez. Pozitif yükümlülüklerin ortaya çıkmasının nedeni gerçek anlamda koruma sağlanmasıdır. Buna göre anılan maddede bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkının gerçekten ve etkili bir şekilde korunabilmesi yalnızca devletin müdahaleden kaçınmasına bağlı değildir. Gerçek anlamda koruma sağlanması için devletin negatif yükümlülükleri dışında pozitif yükümlülüklerinin de olması gerekir. Dolayısıyla Anayasa'nın 5. ve 35. maddeleri uyarınca devletin mülkiyet hakkının korunmasına ilişkin pozitif yükümlülükleri bulunmaktadır. Bu bağlamda söz konusu pozitif yükümlülükler, kimi durumlarda özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklar da dâhil olmak üzere mülkiyet hakkının korunması için belirli tedbirlerin alınmasını gerektirmektedir (Türkiye Emekliler Derneği, B. No: 2012/1035, 17/7/2014, §§ 34-38; Eyyüp Boynukara, B. No: 2013/7842, 17/2/2016, §§ 39-41; Osmanoğlu İnşaat Eğitim Gıda Temizlik Hizmetleri Petrol Ürünleri Sanayi Ticaret Limitet Şirketi, B. No: 2014/8649, 15/2/2017, § 43).

32. Devletin pozitif yükümlülükleri, mülkiyet hakkına yapılan müdahalelere karşı usule ilişkin güvenceleri sunan yargısal yolları da içeren etkili hukuksal bir çerçeve oluşturma, oluşturulan bu hukuksal çerçeve kapsamında yargısal ve idari makamların bireylerin özel kişilerle olan uyuşmazlıklarında etkili ve adil bir karar vermesini temin etmek sorumluluklarını da içermektedir (Selahattin Turan, B. No: 2014/11410, 22/6/2017, § 41).

33. Özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklarda tarafların birbirleriyle çatışan menfaatleri bulunmaktadır. Dolayısıyla tarafların karşı karşıya gelen menfaatleri çerçevesinde mülkiyet hakkını korumakla yükümlü bulunan devletin maddi ve usule ilişkin pozitif yükümlülüklerini yerine getirip getirmediği dikkate alınarak sonuca varılmalıdır. Bu bağlamda ilk olarak belirli, ulaşılabilir ve öngörülebilir bir kanun hükmünün mevcut olup olmadığı irdelenmelidir (Hüseyin Ak, B. No: 2016/77854, 1/7/2020, § 53).

34. İkinci olarak başvuruculara mülkiyet hakkına yapılan müdahaleye etkin bir biçimde itiraz edebilme, savunma ve iddialarını yetkili makamlar önünde ortaya koyabilme olanağının tanınıp tanınmadığı incelenmelidir. Anayasa'nın 35. maddesi usule ilişkin açık bir güvenceden söz etmemektedir. Bununla birlikte mülkiyet hakkının gerçek anlamda korunabilmesi bakımından bu madde, Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında da ifade edildiği üzere mülk sahibine müdahalenin kanun dışı veya keyfî ya da makul olmayan şekilde uygulandığına ilişkin savunma ve itirazlarını sorumlu makamlar önünde etkin bir biçimde ortaya koyabilme olanağının tanınması güvencesini kapsamaktadır. Bu değerlendirme ise uygulanan sürecin bütününe bakılarak yapılmalıdır (Züliye Öztürk, B. No: 2014/1734, 14/9/2017, § 36; Bekir Yazıcı [GK], B. No: 2013/3044, 17/12/2015, § 71).

35. Mülkiyet hakkının usule ilişkin güvenceleri hem özel kişiler arasındaki mülkiyet uyuşmazlıklarında hem de taraflardan birinin kamu gücü olduğu durumlarda geçerlidir. Bu bağlamda mülkiyet hakkının korunmasının söz konusu olduğu durumlarda usule ilişkin güvencelerin somut olayda yerine getirildiğinden söz edilebilmesi için derece mahkemelerinin kararlarında konu ile ilgili ve yeterli gerekçe bulunmalıdır. Ayrıca belirtmek gerekir ki bu zorunluluk davacının bütün iddialarına cevap verilmesi anlamına gelmemekle birlikte mülkiyet hakkını ilgilendiren davanın sonucuna etkili esasa ilişkin temel iddia ve itirazların yargılama makamlarınca özenli bir şekilde değerlendirilerek karşılanması gerekmektedir (Kamil Darbaz ve GMO Yapı Grup End. San. Tic. Ltd. Şti., B. No: 2014/12563, 24/5/2018, § 52).

36. Son olarak ise başvurucuların mülkiyet haklarını koruyacak ve yeterli güvenceler sağlayacak hukuksal mekanizmaların oluşturulup oluşturulmadığı incelenmelidir. Özel kişilerin mülkiyet haklarının çatıştığı bu gibi durumlarda bunlardan hangisine üstünlük tanınacağının takdiri, kanun koyucuya ve somut olayın koşulları gözönünde bulundurularak derece mahkemelerine ait bir yetkidir. Bununla birlikte her iki tarafın menfaatlerinin mümkün olduğunca dengelenmesi ve sürecin taraflardan biri aleyhine ölçüsüz bir sonuca da yol açmaması gerekir. Menfaatler dengesinin kurulmasında taraflardan biri aleyhine bireysel olarak aşırı ve olağan dışı bir külfetin yüklenmesi, pozitif yükümlülüklerin ihlali sonucunu doğurabilir. Olayın bütün koşulları ve taraflara tanınan tüm imkânlar ile tarafların tutum ve davranışları gözönünde bulundurularak menfaatlerin adil bir şekilde dengelenip dengelenmediği değerlendirilmelidir (Faik Tari ve Sultan Tari, B. No: 2014/12321, 20/7/2017, § 52).

iii. İlkelerin Olaya Uygulanması

37. Pozitif yükümlülükler yönünden ilkin incelenmesi gereken mesele mülkiyet hakkına yapılan müdahaleye ilişkin olarak başvurucuya etkin bir biçimde itiraz edebilme, savunma ve iddialarını yetkili makamlar önünde ortaya koyabilme olanağının tanınıp tanınmadığıdır. Başvurucunun iddia ve itirazlarını derece mahkemelerinde ileri sürme hususunda hiçbir engelle karşılaşmadığı, kendisini avukatla temsil ettirebildiği görülmektedir.

38. Bununla birlikte başvurucunun iddialarını ileri sürme imkânını elde etmesi yeterli olmayıp derece mahkemelerinin başvurucunun uyuşmazlığın esasını etkileyen iddialarını ciddiyetle ele alması ve incelemesi de gerekir. Bu bağlamda başvurucunun emtianın M.K. tarafından taşındığını, dolayısıyla emtianın çalınmasında M.K.nın kusurunun bulunduğunu ileri sürdüğü görülmektedir. Uyuşmazlıktaki temel anlaşmazlık noktasının da başvurucu ile M.K. arasında taşıma sözleşmesi akdedilip akdedilmediği olduğu anlaşılmaktadır.

39. Ticaret Mahkemesi, M.K. hakkında yürütülen ceza soruşturması sırasında M.K.nın talebiyle beyanına başvurulan M.Y. ile başvurucunun çalışanı F.T.nin anlatımına ve "Yükleme Talimatı" başlıklı belgenin M.K.nın ticari işletmesinin anteti ile adresini taşımasına dayanarak başvurucu ile M.K. arasında taşıma sözleşmesinin kurulduğu hükmüne varmıştır. Ticaret Mahkemesine göre borçlu, başvurucunun elinde bulunan ve borçluya ait olduğu bilirkişi raporlarıyla da belirlenen E. Taşımacılık Ticaret antetli belgeyle taşıma işini üstlenmiştir. Şoför İ.E. borçlunun ifa yardımcısı konumunda olduğundan borçlu, İ.E.nin fiilinden sorumludur. Buna karşılık Bölge Adliye Mahkemesi duruşma açarak yaptığı yargılamada, M.Y. ile F.T.yi duruşmada dinledikten sonra başvurucu ile M.K. arasında emtianın taşınması hususunda bir hukuki ilişkinin bulunmadığı sonucuna ulaşmıştır.

40. Uyuşmazlıktaki maddi vakıaların ispatlanması için sunulan delillerin değerlendirilmesi ve bunların ispata yeterli olup olmadığının karara bağlanması kural olarak derece mahkemelerinin yetkisindedir. Keyfîlik veya bariz takdir hatası içermedikçe Anayasa Mahkemesinin kendi değerlendirmesini derece mahkemelerininkinin yerine ikame etmesi bireysel başvurunun amacıyla bağdaşmaz (Necati Gündüz, Recep Gündüz, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, § 26; Muhammet Kaplan, B. No: 2013/1586, 18/9/2013, § 21).

41. Ticaret Mahkemesi ile Bölge Adliye Mahkemesinin taşıma sözleşmesinin kurulup kurulmadığı meselesini karara bağlarken esas itibarıyla M.Y. ile F.T.nin anlatımlarına dayandığı anlaşılmaktadır. Ticaret Mahkemesi anılan kişilerin M.K. hakkında yürütülen ceza soruşturması sırasında kolluk görevlilerine verdiği beyanlara dayanmakta iken Bölge Adliye Mahkemesi bu kişileri duruşmada dinlemiş ve söz konusu kişilerin duruşmadaki beyanlarına dayanarak hükmünü kurmuştur.

42. M.Y. ile F.T.nin -bilirkişi raporuna aktarıldığı kadarıyla- kolluktaki beyanları ile Bölge Adliye Mahkemesince yapılan duruşmadaki beyanlarının aynı olmadığı görülmektedir. Bölge Adliye Mahkemesi kararında anılan kişilerin kolluktaki beyanları ile duruşmadaki beyanlarının neden farklı olduğu ve hangi sebeple duruşmadaki beyanlarına üstünlük tanındığı açıklanmamıştır. M.K.nın yargılama sürecinde sunduğu dilekçelerde anılan kişilerin kollukta verdiği beyanların Ticaret Mahkemesi kararına esas alınan bilirkişi raporuna doğru bir biçimde aktarılmadığını ileri sürdüğü ve Bölge Adliye Mahkemesinin bu iddiayı esas alarak M.Y. ile F.T.yi tanık olarak dinlediği görülmekle birlikte Bölge Adliye Mahkemesinin M.Y. ile F.T.nin kolluktaki beyanlarının ne yönde olduğuna dair bir araştırma yapmadığı ve kolluktakinden farklı beyanda bulunma durumu söz konusuysa bunun uyuşmazlığa etkisinin ne olduğunu değerlendirmediği gözlemlenmektedir. Öte yandan M.K.nın izni olmadan işletmesinin antetini içeren belge kullanımına yönelik olarak herhangi bir suç duyurusunda bulunup bulunmadığının da araştırılmadığı anlaşılmaktadır.

43. Bu durumda Bölge Adliye Mahkemesinin başvurucunun uyuşmazlığın esasına etkili iddialarını araştırmamış olması devletin, mülkiyet hakkının korunması ödevinden doğan pozitif yükümlülüklerinin gerektirdiği özende bir inceleme yapılmaması sonucunu doğurmuştur.

44. Sonuç olarak başvurucu tarafından açılan davada yapılan incelemedeki özen eksikliğinin devletin Anayasa'nın 35. maddesinin öngördüğü pozitif yükümlülüklerini ihlal ettiği kanaatine ulaşılmıştır.

45. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

B. Hükmün Denetlenmesini Talep Etme Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucunun İddiaları

46. Başvurucu, istinaf incelemesi sonucunda verilen kararın kesin olması sebebiyle hükmün denetlenmesini talep etme hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

2. Değerlendirme

47. Anayasa Mahkemesi, somut norm denetiminde verdiği 27/12/2018 tarihli ve E.2018/71, K.2018/118 sayılı kararıyla hükmün denetlenmesini talep etme hakkının Anayasa'nın 36. maddesinde düzenlenen hak arama hürriyeti ile güvence altına alındığına hükmetmiştir.

48. Anayasa Mahkemesine yapılan bir bireysel başvurunun esasının incelenebilmesi için kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddia edilen hakkın Anayasa’da güvence altına alınmış olmasının yanı sıra Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) ve Türkiye’nin taraf olduğu ek protokollerin kapsamına da girmesi gerekir. Bir başka ifadeyle Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanı dışında kalan bir hak ihlali iddiasını içeren başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi mümkün değildir (Onurhan Solmaz, B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 18).

49. Anayasa Mahkemesi Ömer Şanlı (B. No: 2015/7304, 22/1/2019) başvurusuna ilişkin kararında hükmün denetlenmesini talep etme hakkının Anayasa'da güvence altına alınmış olmakla birlikte Sözleşme ve ülkemizin taraf olduğu ek protokoller, medeni hak yükümlülüklere ilişkin yargılama süreçleri (hukuk yargısı ile idari yargı alanı) yönünden söz konusu hakka dair bir güvence içermediğini belirtmiştir. Dolayısıyla medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin uyuşmazlıklar yönünden hükmün denetlenmesini talep etme hakkının Anayasa ve Sözleşme'nin ortak koruma alanının dışında kaldığı, bu nedenle anılan hakka dair bir ihlal iddiasının incelenebilmesi için yargılamanın ceza hukuku alanına ilişkin olması gerektiği vurgulanmıştır. Ayrıca kararda, bir yaptırımın veya hukuki bir tasarrufun/işlemin hangi koşullarla suç isnadı niteliğinde sayılıp suç ve cezalara ilişkin güvenceler kapsamında değerlendirilebileceği hususunun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve Anayasa Mahkemesi kararlarında açıkça ifade edildiği belirtilmiştir (Engel ve diğerleri/Hollanda [GK], B. No: 5100/71, 5101/71, 5102/71, 5354/72, 5370/72, 8/6/1976 ; Benham/Birleşik Krallık [BD], B. No: 19380/92, 10/6/1996; Anayasa Mahkemesi kararları için bkz. D.M.Ç, B. No: 2014/16941, 24/1/2018; B.Y.Ç., B. No: 2013/4554, 15/12/2015; Selçuk Özbölük, B. No: 2015/7206, 14/11/2018).

50. Somut bireysel başvuruya konu yargılama sürecinin suç isnadına ilişkin olmadığı açıktır. Bu hâle göre başvuru dilekçesinde ifade edilen Bölge Adliye Mahkemesi kararına yönelik hükmün denetlenmesini talep etme hakkı Anayasa ve Sözleşme'nin, ve Türkiye'nin taraf olduğu ek protokollerin ortak koruma alanı kapsamı dışında kaldığından bu hakka ilişkin ihlal iddiasının incelenmesi Anayasa Mahkemesinin konu bakımından yetkisi dışındadır.

51. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının diğer kabul edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin konu bakımından yetkisizlik nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

C. Giderim Yönünden

52. Başvurucu, ihlalin tespiti ile yargılamanın yenilenmesine ve 27.950 TL maddi, 50.000 TL manevi tazminata hükmedilmesini talep etmiştir.

53. Tespit edilen ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına ilişkin usul ve esaslar 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinde yer almaktadır.

54. Başvuruda tespit edilen mülkiyet hakkı ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Bu kapsamda kararın gönderildiği yargı mercilerince yapılması gereken iş, yeniden yargılama işlemlerini başlatmak ve Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar vermektir (6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasında düzenlenen bireysel başvuruya özgü yeniden yargılama kurumunun özelliklerine ilişkin kapsamlı açıklamalar için bkz. Mehmet Doğan [GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018, §§ 54-60; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019, §§ 53-60, 66; Kadri Enis Berberoğlu (3) [GK], B. No: 2020/32949, 21/1/2021, §§ 93-100).

55. İhlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılamaya hükmedilmesinin yeterli bir giderim sağlayacağı anlaşıldığından başvurucunun tazminat talebi reddedilmiştir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. 1. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

2. Hükmün denetlenmesini talep etme hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın konu bakımından yetkisizlik nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE,

B. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İzmir 5. Asliye Ticaret Mahkemesine (E.2015/711, K.2016/1169) GÖNDERİLMESİNE,

D. 364,60 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.264,60 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

E. Ödemenin kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına; ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal faiz UYGULANMASINA,

F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE OYBİRLİĞİYLE 13/9/2022 tarihinde karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

ŞABAN KURT BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2018/25857)

 

Karar Tarihi: 14/9/2022

R.G. Tarih ve Sayı: 21/10/2022-31990

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

Başkan

:

Hasan Tahsin GÖKCAN

Üyeler

:

Muammer TOPAL

 

 

Recai AKYEL

 

 

Yusuf Şevki HAKYEMEZ

 

 

İrfan FİDAN

Raportör

:

Ayhan KILIÇ

Başvurucu

:

Şaban KURT

Vekili

:

Av. Neslihan KURT ÖZÇETİN

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru; işleme eserin yayımının hukuka aykırı kabul edilmesi sebebiyle mülkiyet hakkının, yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle de makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 6/8/2018 tarihinde yapılmıştır. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

3. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir.

4. Anayasa Mahkemesinin Nevriye Kuruç ([GK], B. No: 2021/58970, 5/7/2022) kararında uzun süren yargılamalar nedeniyle tazminat talep edilebilecek bir mekanizmanın mevcut olmaması sebebiyle makul sürede yargılanma hakkıyla bağlantılı olarak etkili başvuru hakkının ihlal edildiği sonucuna varılmıştır. Bunun yanında söz konusu kararın Resmî Gazete'de yayımlandığı tarihe kadar makul sürede yargılanma hakkının ihlali iddiasıyla yapılmış başvurular ile bu tarihten sonra kaydedilecek aynı mahiyetteki başvuruların incelenmesinin kararın Resmî Gazete'de yayımlanmasından itibaren dört ay süreyle ertelenmesine karar verilmiştir (Nevriye Kuruç, § 114). Bu durumda başvurunun makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin şikâyet yönünden ayrılmasına karar verilmesi gerekir.

III. OLAY VE OLGULAR

5. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

6. Başvurucu 1948 doğumlu olup İstanbul'da ikamet etmektedir.

A. Olayın Arka Planı

7. İstiklâl Marşı'nın şairi olması sebebiyle ''İstiklal Şairi'' olarak da anılan Mehmet Âkif Ersoy'un "Sebilü'r-Reşad" ve "Sırat-ı Müstakim" dergilerinde yayımlanan çok sayıda şiiri bulunmaktadır. Mehmet Âkif Ersoy 1936 yılında ölmüştür.

8. Ömer Rıza Doğrul, 1943 yılında Mehmet Âkif Ersoy'un şiirlerini Latin alfabesiyle işlemek suretiyle "Safahat" isimli bir eser meydana getirmiştir. Anılan kitabın mali hakları, Mehmet Âkif Ersoy'un mirasçıları ile İnkılâp Kitabevi (Kitabevi) arasında yapılan anlaşma gereğince Kitabevine devredilmiştir.

9. M. Ertuğrul Düzdağ (M.E.D.) "Mehmet Akif Ersoy ve Safahat-Tam Metin ve Safahat Dışında Kalmış 54 Şiir" adlı eseri oluşturmuş ve Mehmet Âkif Ersoy'un ölümünün üzerinden 50 yıl geçtikten sonra (1987 yılında) yayımlamıştır.

10. 5/12/1951 tarihli ve 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nun eser sahibinin mali haklarının koruma süresini ölüm tarihinden itibaren 50 yıl olarak sınırlayan 27. maddesi, 12/6/1995 tarihinde yürürlüğe giren 7/6/1995 tarihli ve 4110 sayılı Kanun'un 10. maddesiyle değiştirilmiştir. Buna göre koruma süresi eser sahibinin ölümünden itibaren 70 yıla çıkarılmıştır.

11. M.E.D. ile başvurucu arasında 4/1/1997 tarihinde akdedilen sözleşmeyle, "Mehmet Akif Ersoy ve Safahat-Tam Metin ve Safahat Dışında Kalmış 54 Şiir'' isimli eserin basım, çoğaltım ve dağıtım hakları başvurucunun temsilcisi olduğu Çağrı Yayınlarına 99 yıl süreyle bırakılmıştır. Bu tarihten sonra "Mehmet Akif Ersoy ve Safahat-Tam Metin ve Safahat Dışında Kalmış 54 Şiir" Çağrı Yayınları tarafından basılarak yayımlanmıştır.

B. Ceza Soruşturmasına İlişkin Süreç

12. Kitabevi 29/3/2005 tarihinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığında (Başsavcılık) başvurucu aleyhine suç duyurusunda bulunmuştur. Suç duyurusunda Kitabevi, telif hakkına sahip olduğu ''Safahat'' isimli eserin başvurucu tarafından izinsiz olarak basılıp dağıtıldığını belirtmiştir.

13. Başsavcılık tarafından başvurucunun bastığı eser ile ''Safahat''ın aynı olup olmadığının tespiti için bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Türk dili ve edebiyatı bölümünde profesör olan üç akademisyen tarafından hazırlanan 10/5/2007 tarihli raporda, "Mehmet Akif Ersoy ve Safahat-Tam Metin ve Safahat Dışında Kalmış 54 Şiir" isimli eserin işleme eser vasfını haiz olduğu ancak Kitabevi tarafından yayımlanan eser ile arasında bazı farkların bulunduğu belirtilmiştir.

14. Başsavcılık ayrıca ticaret hukuku alanında uzman bir öğretim görevlisinden hukuki mütalaa istemiştir. 13/7/2007 tarihli mütalaada, Ömer Rıza Doğrul tarafından hazırlanan eser ile başvurucunun mali haklarını devraldığı eserin işleme eser mahiyetinde olduğu belirtilmiştir. Mütalaada 12/6/1995 tarihinde yürürlüğe giren değişiklikle eser sahibinin ölümünden sonra mali haklarının koruma süresinin 70 yıla çıkarıldığı ancak 5846 sayılı Kanun'un geçici 2. maddesinin ikinci fıkrasında bu Kanun'un yayımlanmasından önce bir eserin haklı olarak yapılan bir tercümesi veya işlemesi yayımlanmış ise tercüme eden veya işleyenin eski kanun hükümlerine göre iktisap ettiği hak ve salahiyetlere halel gelmeyeceğinin hükme bağlandığı hatırlatılmıştır. Mehmet Âkif Ersoy'un mirasçılarının mali haklarının koruma süresinin 1/1/1987 tarihinde sona erdiğinin belirtildiği mütalaada, M.E.D.nin eserinin, koruma süresinin 50 yıl olduğu dönemde yayımlanmış olması sebebiyle 5846 sayılı Kanun'un geçici 2. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca kazanılmış hakkının bulunduğu kanaati açıklanmıştır. Mütalaada ayrıca başvurucunun yayımladığı eserin özgün bir işleme eser olduğu ve Ömer Rıza Doğrul'un 1943 yılında hazırladığı eserin taklidi olmadığı ifade edilmiştir.

15. Başsavcılıkça 27/7/2007 tarihinde kovuşturmaya yer olmadığına karar verilmiştir. Kararda, bilirkişi raporu ile hukuki mütalaa özetlenerek 5846 sayılı Kanun'un 27. maddesindeki suçun oluşmadığı belirtilmiştir.

C. Bireysel Başvuruya Konu Tazminat Davası

16. Kitabevi 6/4/2006 tarihinde İstanbul 1. Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) başvurucuya karşı tazminat davası açmıştır. Dava dilekçesinde Kitabevi ''Safahat''ın mali haklarının sahibi olduğunu, eserin başvurucu tarafından haksız yere basılıp dağıtıldığını ileri sürmüş, fazlaya ilişkin hakları saklı tutularak 1.000 TL tazminata hükmedilmesini talep etmiştir.

17. Başvurucu; Mahkemeye sunduğu cevap dilekçesinde, yayımladığı eserin Mehmet Âkif Ersoy'un ''Safahat'' isimli eseri olmadığını, M.E.D.nin ''Mehmet Akif Ersoy ve Safahat-Tam Metin ve Safahat Dışında Kalmış 54 Şiir'' isimli eseri olduğunu vurgulamıştır. Başvurucu ayrıca Kitabevinin kötü niyetli olduğunu ileri sürmüştür.

18. Mahkemenin talebi üzerine biri hukuk fakültesi öğretim üyesi, biri edebiyat fakültesi öğretim üyesi, biri de muhasebeciden oluşan üç kişilik bilirkişi heyeti tarafından hukuki mütalaa hazırlanarak 13/1/2009 tarihinde Mahkemeye sunulmuştur. Mütalaada, başvurucunun yayımladığı eserin Mehmet Âkif Ersoy'un şiirlerinin özgün bir işlemesi niteliğinde olduğu belirtilmiştir. Koruma süresinin 4110 sayılı Kanun'la yapılan değişiklikle 50 yıldan 70 yıla çıkarıldığı vurgulanan mütalaada, ihtilaf konusu eserin söz konusu değişiklikten önce yayımlandığı ifade edilmiş; bu sebeple 5846 sayılı Kanun'un geçici 2. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca başvurucunun kazanılmış hakkının bulunduğu değerlendirilmiştir.

19. Mahkeme 25/11/2011 tarihinde davanın kabulüne karar vererek başvurucu aleyhine 10.000 TL maddi tazminata hükmetmiştir. Kararın gerekçesinde özetle şunlar ifade edilmiştir:

i. ''Safahat'' isimli eserin koruma süresinin sona erdiği dönemde M.E.D. tarafından söz konusu eserin işlenmesi suretiyle dava konusu eserin oluşturulduğu ve işleme eserin mali haklarının 1997 tarihli sözleşmeyle başvurucuya devredildiği konusunda uyuşmazlık bulunmamaktadır.

ii. Temel uyuşmazlık, koruma süresinin 70 yıla çıkarılmasından sonraki dönemde eserin yayımlanmaya devam edilmesinin ''Safahat'' isimli eseri yayımlama hakkına sahip olan başvurucunun mali haklarına tecavüz oluşturup oluşturmayacağı noktasında toplanmaktadır.

iii. İhtilaf konusu eserin "Safahat"a ilişkin koruma süresinin sona erdiği dönemde oluşturulmuş olması sebebiyle 4110 sayılı Kanun'la yapılan değişikliğin yürürlüğe girdiği tarihten önceki yayınlarında hukuka aykırılık bulunmamaktadır.

iv. Bilirkişi raporunda 5846 sayılı Kanun'un geçici 2. maddesinin diğer hükümleri dikkate alınmaksızın sadece ikinci fıkrasıyla sınırlı yorum yapılmıştır. Ancak madde bir bütün olarak yorumlandığında ikinci fıkrasının değişikliğin yürürlüğe girdiği dönemde yayımlanma süreci tamamlanmış işleme eserleri kapsadığı, değişikliğin yürürlüğe girmesiyle korumanın tekrar başladığı eserlerin yeniden yayımlanması hâlinde eser sahibinden izin alınması gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.

v. Tazminat için yeniden bilirkişi incelemesine karar verilmiş ise de Kitabevinin yayınları durdurması için davalıya herhangi bir uyarıda bulunmaması, zararın artmasına kendisinin de neden olması ve başvurucunun eserin yayın hakkını yasal yollardan elde etmesi dikkate alınarak takdiren 10.000 TL maddi tazminatın hüküm altına alınmasına karar verilmiştir.

20. Taraflar bu karara karşı temyiz yoluna başvurmuştur. Yargıtay 11. Hukuk Dairesi 18/12/2013 tarihinde başvurucunun temyiz istemini reddetmiş, Kitabevinin temyiz istemini ise kabul etmek suretiyle zararla ilgili olarak temin edilen iki bilirkişi raporu arasındaki çelişki giderilerek sonucuna göre karar verilmek üzere kararı bozmuştur.

21. Mahkemece bozmaya uyularak yeni bir bilirkişi incelemesi yaptırılmasına karar verilmiştir. Bilirkişi heyeti tarafından düzenlenen 8/7/2014 tarihli raporda, davacının zararı 38.541 TL olarak hesaplanmıştır.

22. Mahkeme 18/11/2014 tarihinde davayı kabul ederek başvurucu aleyhine 25.000 TL tazminata hükmetmiştir. Kararın gerekçesinde; bilirkişi raporunun hükme esas alınmaya yeterli görüldüğü belirtilmiş ancak eserin ilk yayımlanmasının kanuna uygun olması, 5846 sayılı Kanun'un geçici 2. maddesinin yoruma açık olması, Kitabevinin yayınları durdurması için davalıya herhangi bir uyarıda bulunmaması ve zararın artmasına kendisinin de neden olması dikkate alınarak takdirî indirim yapıldığı ve başvurucunun ödemesi gereken tazminatın 25.000 TL olarak tespit edildiği ifade edilmiştir.

23. Başvurucu, bu karara karşı temyiz yoluna başvurmuştur. Daire, hükmü yargılama giderleri yönünden düzelterek onamıştır. Karar düzeltme istemi de Dairenin 5/6/2018 tarihli kararıyla reddedilmiştir. Nihai karar 9/7/2018 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir.

IV. İLGİLİ HUKUK

24. 5846 sayılı Kanun'un 1/A maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"Bu Kanunda geçen tanımlardan;

a) Eser: Sahibinin hususiyetini taşıyan ve ilim ve edebiyat, musiki, güzel sanatlar veya sinema eserleri olarak sayılan her nevi fikir ve sanat mahsullerini,

b) Eser sahibi: Eseri meydana getiren (…) kişiyi,

c) İşlenme eser: Diğer bir eserden istifade suretiyle vücuda getirilip de bu esere nispetle müstakil olmayan ve işleyenin hususiyetini taşıyan fikir ve sanat mahsullerini,

...

İfade eder."

25. 5846 sayılı Kanun'un 2. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"İlim ve edebiyat eserleri şunlardır:

1. Herhangi bir şekilde dil ve yazı ile ifade olunan eserler..."

26. 5846 sayılı Kanun'un 6. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"Diğer bir eserden istifade suretiyle vücuda getirilipte bu esere nispetle müstakil olmıyan ve aşağıda başlıcaları yazılı fikir ve sanat mahsulleri işlenmedir:

...

6. Bir eser sahibinin bütün veya aynı cinsten olan eserlerinin külliyat haline konulması;

...

İstifade edilen eserin sahibinin haklarına zarar getirmemek şartıyla oluşturulan ve İşliyenin hususiyetini taşıyan işlenmeler, bu kanuna göre eser sayılır."

27. 5846 sayılı Kanun'un 8. maddesinin birinci ve ikinci fıkraları şöyledir:

"Bir eserin sahibi, onu meydana getirendir.

Bir işlenmenin ve derlemenin sahibi, asıl eser sahibinin hakları mahfuz kalmak şartıyla onu işleyendir."

28. 5846 sayılı Kanun'un 13. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"Fikir ve sanat eserleri üzerinde sahiplerinin mali ve manevi menfaatleri bu kanun dairesinde himaye görür."

29. 5846 sayılı Kanun'un 18. maddesinin birinci ve üçüncü fıkraları şöyledir:

"Mali hakları kullanma yetkisi münhasıran eser sahibine aittir.

Bir eserin yapımcısı veya yayımcısı, ancak eserin sahibi ile yapacağı sözleşmeye göre mali hakları kullanabilir."

30. 5846 sayılı Kanun'un 19. maddesinin birinci fıkrası ile ikinci fıkrasının ilk hâli şöyledir:

"Eser sahibi 14 ve 15 inci maddelerin birinci fıkralariyle kendisine tanınan salahiyetlerin kullanılış tarzlarını tesbit etmemişse yahut bu hususu her hangi bir kimseye bırakmamışsa bu salahiyetlerin ölümünden sonra kullanılması, vasiyeti tenfiz memuruna; bu tayin edilmemişse sırasiyle sağ kalan eşi ile çocuklarına ve mansup mirasçılarına, ana - babasına, kardeşlerine aittir.

Eser sahibinin ölümünden sonra yukarıdaki fıkrada sayılan kimseler eser sahibine 14, 15 ve 16 ncı maddelerin üçüncü fıkralarında tanınan hakları, malî hakların devamı süresince ve her halde eser sahibinin ölümünden itibaren 50 yıl içinde kendi namlarına kullanabilirler."

31. 5846 sayılı Kanun'un 19. maddesinin ikinci fıkrasının yürürlükteki hâli şöyledir:

"Eser sahibinin ölümünden sonra yukarıdaki fıkrada sayılan kimseler eser sahibine 14, 15 ve 16 ncı maddelerin üçüncü fıkralarında tanınan hakları eser sahibinin ölümünden itibaren yetmiş yıl kendi namlarına kullanabilirler."

32. 5846 sayılı Kanun'un 20. maddesinin birinci ve dördüncü fıkraları şöyledir:

"Henüz alenileşmemiş bir eserden her ne şekil ve tarzda olursa olsun faydalanma hakkı münhasıran eser sahibine aittir. Alenileşmiş bir eserden eser sahibine münhasıran tanınan faydalanma hakkı, bu Kanunda mali hak olarak gösterilenlerden ibarettir. Mali haklar birbirine bağlı değildir. Bunlardan birinin tasarrufu ve kullanılması diğerine tesir etmez.

Bir işlenmenin sahibi, kendisine bu sıfatla tanınan mali hakları, işleme hususunun serbest olduğu haller dışında, asıl eser sahibinin müsaade ettiği nispette kullanabilir."

33. 5846 sayılı Kanun'un 21. maddesi şöyledir:

"Bir eserden, onu işlemek suretiyle faydalanma hakkı munhasıran eser sahibine aittir."

34. 5846 sayılı Kanun'un 22. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"Bir eserin aslını veya kopyalarını, herhangi bir şekil veya yöntemle, tamamen veya kısmen, doğrudan veya dolaylı, geçici veya sürekli olarak çoğaltma hakkı münhasıran eser sahibine aittir."

35. 5846 sayılı Kanun'un 23. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"Bir eserin aslını veya çoğaltılmış nüshalarını, kiralamak, ödünç vermek, satışa çıkarmak veya diğer yollarla dağıtmak hakkı münhasıran eser sahibine aittir."

36. 5846 sayılı Kanun'un 26. maddesinin birinci ve altıncı fıkraları şöyledir:

"Eser sahibine tanınan mali haklar zamanla mukayyettir. 46 ve 47 nci maddelerdeki haller dışında koruma süresinin bitiminden sonra herkes, eser sahibine tanınan mali haklardan faydalanabilir.

Eser sahibinin ölümünden itibaren başlıyan sürelerin hesabında, eser sahibinin öldüğü seneyi takip eden yılın ilk günü başlangıç tarihi sayılır. 10 uncu maddenin birinci fıkrasında zikredilen hallerde süre, eser sahiplerinden son sağ kalanının ölüm tarihinden sonra başlar."37. 5846 sayılı Kanun'un 27. maddesinin birinci fıkrasının ilk hâli şöyledir:

"Koruma süresi eser sahibinin yaşadığı müddetçe ve ölümünden itibaren 50 yıl devam eder."

38. 5846 sayılı Kanun'un 27. maddesinin birinci fıkrasının 12/6/1995 tarihinde yürürlüğe giren 4110 sayılı Kanun'un 10. maddesiyle değişik hâli şöyledir:

"Koruma süresi eser sahibinin yaşadığı müddetçe ve ölümünden itibaren 70 yıl devam eder."

39. 5846 sayılı Kanun'un 48. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"Eser sahibi veya mirasçıları kendilerine kanunen tanınan mali hakları süre, yer ve muhteva itibariyle mahdut veya gayrimahdut, karşılıklı veya karşılıksız olarak başkalarına devredebilirler."

40. 5846 sayılı Kanun'un 1/1/1952 tarihinde yürürlüğe giren geçici 2. maddesi şöyledir:

"Eski kanundaki süreler daha uzunsa bu kanunun yayımlanmasından önce yayımlanan eserler hakkında o süreler cereyan eder.

Bu Kanunun yayımlanmasından önce bir eserin haklı olarak yapılan bir tercüme veya işlenmesi yayımlanmış ise tercüme eden veya işliyenin eski kanun hükümlerine göre iktisap ettiği hak ve salahiyetlere halel gelmez.

Eski kanun hükümlerine göre caiz olupta bu kanunla menedilen bir tercümenin yayımlanmasına, bu kanunun yürürlüğe girmesi tarihinden evvel başlanılmış bulunursa, yayımlanma tamamlanabilir. Şu kadar ki, bu yayımlanma müddeti bir seneyi geçemez. Aynı hüküm umumi mahallerde temsil edilmek üzere bu nevi temsil müesseselerine teslim edilen tercüme eserler hakkında da tatbik edilir.

Eski kanun hükümlerine göre caiz olupta bu kanunla menedilen bir çoğaltmaya, bu kanunun yayımlanması tarihinde başlanılmış bulunursa çoğaltılma tamamlanabilir ve çoğaltılmış nüshalar yayımlanabilir.

Bu Kanunun yürürlüğe girmesi zamanında mevcut olupta eski kanun hükümlerine göre çoğaltılması caiz olan nüshaların yayımlanmasına devam edilebilir. Aynı hüküm, işaret, resim ve ses nakline yarıyan aletlerle güzel sanat eserlerinin çoğaltılmasına yarıyan kalıp ve buna benzer vasıtalar hakkında da uygulanır.

Yukarki fıkranın tanıdığı salahiyeti kullanmak istiyen kimse kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren 6 ay içinde bu nüsha ve aletleri salahiyetli makama bildirerek mühürletmeye mecburdur. Gerekirse teferruat bir yönetmelikle tayin olunabilir."

V. İNCELEME VE GEREKÇE

41. Anayasa Mahkemesinin 14/9/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları

42. Başvurucu ''Mehmet Akif Ersoy ve Safahat-Tam Metin ve Safahat Dışında Kalmış 54 Şiir'' isimli eserin özgün bir işleme eser olduğunu belirtmiş, Mehmet Akif Ersoy'un ölümünün üzerinden 50 yıl geçtikten sonra ve 4410 sayılı Kanun'la yapılan değişikliklerin yürürlüğe girdiği tarihten önce oluşturulduğunu ifade etmiştir. Başvurucu, koruma süresinin 4410 sayılı Kanun'la 50 yıldan 70 yıla çıkarılmasının işleme eserle ilgili kazanılmış hakları etkilemeyeceğini savunmuştur. Derece mahkemelerinin hukuk kurallarını ve delilleri hatalı yorumladığını ileri süren başvurucu, hukuki güvenlik ilkesi ile adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir. Başvurucu ayrıca bu durumun mülkiyet hakkını da zedelediğinden şikâyet etmiştir.

B. Değerlendirme

43. Anayasa'nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

44. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun ileri sürdüğü iddiaların mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesinin uygun olacağı değerlendirilmiştir.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

45. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

46. Somut olayda başvurucunun mülkiyet hakkına yönelik olarak kamu makamlarınca doğrudan yapılan bir müdahale mevcut olmayıp edebî eserin mali haklarıyla ilgili olarak özel kişiler arasında ortaya çıkan bir uyuşmazlık söz konusudur. Dolayısıyla başvuruda, devletin mülkiyet hakkına ilişkin pozitif yükümlülükleri yönünden inceleme yapılması gerekmektedir.

a. Mülkün Varlığı

47. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır (Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, B. No: 2013/1178, 5/11/2015, §§ 49-54). Bu nedenle öncelikle başvurucuların Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaati olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

48. Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Mülkiyet hakkı, maddi varlığı bulunan taşınır ve taşınmaz mal varlığını kapsadığı gibi maddi olmayan hakları da içermektedir (AYM, E.2014/177, K.2015/49, 14/5/2015). Bu bağlamda fikrî haklar da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir (Mahmut Duran ve diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60).

49. Fikir ve sanat eserlerinden doğan mali ve manevi hakların fikrî mülkiyet hakkı olarak mülk teşkil ettiği ve Anayasa'nın 35. maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkı güvencesinden yararlandığı hususunda bir tereddüt bulunmamaktadır (AYM, E.2013/95, K.2014/176, 13/11/2014). Ancak fikir ve sanat eserlerinden doğan bu mali ve manevi hakların sahibinin kim olduğu meselesi, konuyu düzenleyen ilgili hukuk metinlerine bakılarak tespit edilebilir (Sadef Safa Önal, B. No: 2014/15232, 8/3/2017, § 29).

50. Somut olayda başvurucu ''Mehmet Akif Ersoy ve Safahat-Tam Metin ve Safahat Dışında Kalmış 54 Şiir'' isimli işleme eserin sahibi M.E.D. ile 4/1/1997 tarihinde akdettiği sözleşme uyarınca söz konusu eserin basım, çoğaltım ve dağıtım haklarını 99 yıl süreyle devralmıştır. Ancak Kitabevi, Mehmet Âkif Ersoy'un şiirlerinin işlenmesinden oluşan ''Safahat'' isimli eserinin mali haklarının 1943 yılından beri kendisine ait olduğunu, başvurucunun ''Mehmet Akif Ersoy ve Safahat-Tam Metin ve Safahat Dışında Kalmış 54 Şiir'' isimli eseri yayımlamasının ''Safahat''e ilişkin mali haklarının ihlali anlamına geldiğini ileri sürmüştür. Bu durumda öncelikle başvurucunun ''Mehmet Akif Ersoy ve Safahat-Tam Metin ve Safahat Dışında Kalmış 54 Şiir'' isimli eserin basım, çoğaltım ve dağıtım haklarının 5486 sayılı Kanun'un koruması altında bulunup bulunmadığı, dolayısıyla başvurucunun 5486 sayılı Kanun'dan doğan bir mülkiyet hakkına sahip olup olmadığı incelenmelidir.

51. 5846 sayılı Kanun'un 6. maddesinin ikinci fıkrasına göre işleyenin hususiyetini taşıyan işlemeler de eser sayılır. İhtilaf konusu ''Mehmet Akif Ersoy ve Safahat-Tam Metin ve Safahat Dışında Kalmış 54 Şiir'' isimli eserin özgün bir işleme eser olduğu yargılama sırasında Mahkemeye sunulan bilirkişi raporlarında tespit edilmiş ve Mahkemece de bu tespit esas alınarak hüküm kurulmuştur.

52. Ancak işleme eserin 5846 sayılı Kanun'daki korumadan yararlanabilmesi için istifade edilen eserin sahibinin haklarına zarar getirmemesi gerekir. 5846 sayılı Kanun'un 21. maddesinin birinci fıkrasında, bir eseri işlemek suretiyle ondan faydalanma hakkının münhasıran eser sahibine ait olduğu belirtilmiş; 48. maddesinin birinci fıkrasında da eser sahibi veya mirasçılarının kendilerine kanunen tanınan mali hakları süre, yer ve muhteva itibarıyla mahdut veya gayrimahdut, karşılıklı veya karşılıksız olarak başkalarına devredebileceği hükme bağlanmıştır. Buna göre eser sahibi veya mirasçıları tarafından eserin işlenmesi hakkının üçüncü bir kişiye devri mümkündür.

53. Öte yandan 5846 sayılı Kanun'un 27. maddesinin birinci fıkrasının ''Mehmet Akif Ersoy ve Safahat-Tam Metin ve Safahat Dışında Kalmış 54 Şiir'' isimli eserin oluşturulduğu 1987 tarihinde yürürlükte bulunan hâli, fikrî eserlerin koruma süresini eser sahibinin yaşadığı müddetçe ve ölümünden itibaren 50 yıl ile sınırlamıştır. ''Safahat'' isimli eserde işlenen ve daha önce "Sebilü'r-Reşad" ve "Sırat-ı Müstakim" dergilerinde yayımlanan şiirlerin şairi Mehmet Âkif Ersoy 1936 yılında ölmüştür. Dolayısıyla Mehmet Âkif Ersoy'un yazdığı şiirlere ilişkin koruma süresi -5846 sayılı Kanun'un 26. maddesinin altıncı fıkrası da gözetildiğinde- 1/1/1987 yılında dolmuştur. Bu itibarla -5846 sayılı Kanun'un 26. maddesinin birinci fıkrasında ifade edildiği üzere- Mehmet Âkif Ersoy'un şiirlerinin mali haklarından 1/1/1987 tarihinden sonra herkes yararlanabilir.

54. Şu hâlde ''Mehmet Akif Ersoy ve Safahat-Tam Metin ve Safahat Dışında Kalmış 54 Şiir'' isimli eserin Mehmet Âkif Ersoy'un şiirlerine ilişkin koruma süresinin dolmuş olduğu bir tarihte oluşturulduğu açıktır. İhtilaf konusu eserin özgünlüğüyle ilgili bir tartışma da bulunmadığına göre 5846 sayılı Kanun kapsamında getirilen güvencelerden yararlanacağı açıktır.

55. Gelgelelim 12/6/1995 tarihinde yürürlüğe giren 4110 sayılı Kanun'un 10. maddesiyle 5846 sayılı Kanun'un 27. maddesinin birinci fıkrası değiştirilmiş ve önceki dönemde 50 yıl olan koruma süresi 70 yıla çıkarılmıştır. Koruma süresinin 70 yıla çıkarılmasından sahibinin ölümünün üzerinden 50 yıl geçmiş ancak henüz 70 yıl geçmemiş olan eserlerin de yararlanacağı kuşkusuzdur. Dolayısıyla Mehmet Âkif Ersoy'un şiirlerine ilişkin koruma süresi 1/1/2007 tarihine kadar uzamıştır. Nitekim Mahkemenin de kabulü bu yöndedir. Somut olay yönünden tartışma konusu olan husus, ilgili dönemde yürürlükte bulunan mevzuata uygun olarak 50 yıllık koruma süresi dolduktan sonra oluşturulan işleme eserlerin, koruma süresinin 70 yıla çıkarılması sebebiyle kanuna aykırı hâle gelip gelmeyeceğidir.

56. İhtilaf konusu eserin 12/6/1995 tarihinden önce 5846 sayılı Kanun'un koruması kapsamında olduğu ve söz konusu korumanın bu tarihten sonra da devam edip etmediğinin işin esasıyla yakından bağlantılı bulunduğu gözetildiğinde mülkün varlığı meselesinin işin esasıyla birlikte değerlendirilmesinin daha uygun olacağı kanaatine varılmıştır.

b. Genel İlkeler

57. Mülkiyet hakkının korunmasının devlete birtakım pozitif yükümlülükler yüklediği hususu Anayasa'nın 35. maddesinin lafzında açık bir biçimde düzenlenmemiş ise de bu güvencenin sadece devlete atfedilebilen müdahalelere yönelik sınırlamalar getirdiği, bireyi üçüncü kişilerin müdahalelerine karşı korumasız bıraktığı düşünülemez. Pozitif yükümlülüklerin ortaya çıkmasının nedeni gerçek anlamda koruma sağlanmasıdır. Buna göre anılan maddede bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkının gerçekten ve etkili bir şekilde korunabilmesi yalnızca devletin müdahaleden kaçınmasına bağlı değildir. Gerçek anlamda koruma sağlanması için devletin negatif yükümlülükleri dışında pozitif yükümlülüklerinin de olması gerekir. Dolayısıyla Anayasa'nın 5. ve 35. maddeleri uyarınca devletin mülkiyet hakkının korunmasına ilişkin pozitif yükümlülükleri bulunmaktadır. Bu bağlamda söz konusu pozitif yükümlülükler, kimi durumlarda özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklar da dâhil olmak üzere mülkiyet hakkının korunması için belirli tedbirlerin alınmasını gerektirmektedir (Türkiye Emekliler Derneği, B. No: 2012/1035, 17/7/2014, §§ 34-38; Eyyüp Boynukara, B. No: 2013/7842, 17/2/2016, §§ 39-41; Osmanoğlu İnşaat Eğitim Gıda Temizlik Hizmetleri Petrol Ürünleri Sanayi Ticaret Limitet Şirketi, B. No: 2014/8649, 15/2/2017, § 43).

58. Devletin pozitif yükümlülükleri, mülkiyet hakkına yapılan müdahalelere karşı usule ilişkin güvenceleri sunan yargısal yolları da içeren etkili hukuksal bir çerçeve oluşturma, oluşturulan bu hukuksal çerçeve kapsamında yargısal ve idari makamların bireylerin özel kişilerle olan uyuşmazlıklarında etkili ve adil bir karar vermesini temin etmek sorumluluklarını da içermektedir (Selahattin Turan, B. No: 2014/11410, 22/6/2017, § 41).

59. Başvuruculara mülkiyet hakkına yapılan müdahaleye etkin bir biçimde itiraz edebilme, savunma ve iddialarını yetkili makamlar önünde ortaya koyabilme olanağının tanınıp tanınmadığı incelenmelidir. Anayasa'nın 35. maddesi usule ilişkin açık bir güvenceden söz etmemektedir. Bununla birlikte mülkiyet hakkının gerçek anlamda korunabilmesi bakımından bu madde, Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında da ifade edildiği üzere mülk sahibine müdahalenin kanun dışı veya keyfî ya da makul olmayan şekilde uygulandığına ilişkin savunma ve itirazlarını sorumlu makamlar önünde etkin bir biçimde ortaya koyabilme olanağının tanınması güvencesini kapsamaktadır. Bu değerlendirme ise uygulanan sürecin bütününe bakılarak yapılmalıdır (Züliye Öztürk, B. No: 2014/1734, 14/9/2017, § 36; Bekir Yazıcı [GK], B. No: 2013/3044, 17/12/2015, § 71).

60. Mülkiyet hakkının usule ilişkin güvenceleri hem özel kişiler arasındaki mülkiyet uyuşmazlıklarında hem de taraflardan birinin kamu gücü olduğu durumlarda geçerlidir. Bu bağlamda mülkiyet hakkının korunmasının söz konusu olduğu durumlarda usule ilişkin güvencelerin somut olayda yerine getirildiğinden söz edilebilmesi için derece mahkemelerinin kararlarında konu ile ilgili ve yeterli gerekçe bulunmalıdır. Ayrıca belirtmek gerekir ki bu zorunluluk davacının bütün iddialarına cevap verilmesi anlamına gelmemekle birlikte mülkiyet hakkını ilgilendiren davanın sonucuna etkili esasa ilişkin temel iddia ve itirazların yargılama makamlarınca özenli bir şekilde değerlendirilerek karşılanması gerekmektedir (Kamil Darbaz ve GMO Yapı Grup End. San. Tic. Ltd. Şti., B. No: 2014/12563, 24/5/2018, § 52).

c. İlkelerin Olaya Uygulanması

61. Somut olayda başvurucu, M.E.D. tarafından Mehmet Âkif Ersoy'un şiirlerinin işlenmesi suretiyle oluşturulan ''Mehmet Akif Ersoy ve Safahat-Tam Metin ve Safahat Dışında Kalmış 54 Şiir'' isimli eserin basım, çoğaltım ve dağıtım haklarını 99 yıl süreyle 4/1/1997 tarihinde devralmış ve bu tarihten sonra söz konusu eseri yayımlamaya başlamıştır. Mirasçılarıyla akdettiği sözleşmeye bağlı olarak Mehmet Âkif Ersoy'un şiirlerinin işlendiği ''Safahat'' isimli eserin mali haklarını 1943 yılından beri yedinde bulunduran Kitabevi, başvurucunun yayımlamış olduğu ''Mehmet Akif Ersoy ve Safahat-Tam Metin ve Safahat Dışında Kalmış 54 Şiir'' isimli eserle mali haklarını ihlal ettiğini ileri sürerek 6/4/2006 tarihinde başvurucu aleyhine tazminat davası açmıştır. Mahkeme davayı kabul ederek başvurucu aleyhine 25.000 TL maddi tazminata hükmetmiştir.

62. Pozitif yükümlülükler yönünden ilkin incelenmesi gereken mesele mülkiyet hakkına yapılan müdahaleye ilişkin olarak başvurucuya etkin bir biçimde itiraz edebilme, savunma ve iddialarını yetkili makamlar önünde ortaya koyabilme olanağının tanınıp tanınmadığıdır. Bu bağlamda başvurucunun iddia ve itirazlarını derece mahkemesi ve Yargıtay önünde ileri sürme hususunda hiçbir engelle karşılaşmadığı, kendisini avukatla temsil ettirebildiği görülmektedir.

63. İkinci olarak incelenmesi gereken mesele, fikrî mülkiyet hukukundan kaynaklanan uyuşmazlığın öngörülebilirlik ve belirlilik koşulunu sağlayan hukuk kuralları uygulanarak çözümlenip çözümlenmediğidir. Yukarıda da belirtildiği üzere somut olaydaki temel mesele, 1987 yılında yürürlükte bulunan mevzuata uygun olarak 50 yıllık koruma süresinin dolmasından sonra Mehmet Âkif Ersoy'un şiirlerinin işlenmesi suretiyle oluşturulan eserin koruma süresinin 12/6/1995 tarihinde yürürlüğe giren 4110 sayılı Kanun'la 70 yıla çıkarılması sebebiyle eserin kanuna aykırı hâle gelip gelmeyeceğidir (bkz. § 55).

64. 12/6/1995 tarihinde yürürlüğe giren 4110 sayılı Kanun'da, önceki dönemde oluşturulan ve sahibinin ölümünün üzerinden 70 yıl geçmemiş eserlerin mali haklarıyla ilgili olarak herhangi bir geçiş hükmüne yer verilmemiştir. Mahkeme 5846 sayılı Kanun'un 1/1/1952 tarihinde yürürlüğe giren geçici 2. maddesi hükmünü olayda uygulanabilir bulmuş ve buna dayanarak meseleyi çözümlemiştir. 5846 sayılı Kanun'un geçici 2. maddesi hükmünü yorumlayan Mahkeme, 4110 sayılı Kanun'la yapılan değişikliğin yürürlüğe girdiği dönemde yayımlanma süreci tamamlanmış işleme eserlerin korumanın tekrar başladığı dönemde yeniden yayımlanması hâlinde mali hakların sahibinden izin alınması gerektiği sonucuna ulaşmıştır. Mahkeme, Mehmet Âkif Ersoy'un şiirlerinin mali haklarını mirasçılarından devralan Kitabevinden izin alınmamış olması sebebiyle "Mehmet Akif Ersoy ve Safahat-Tam Metin ve Safahat Dışında Kalmış 54 Şiir'' isimli eserin yayımlanmasının ve satışa sunulmasının kanuna aykırı olduğu sonucuna ulaşmıştır.

65. Öncelikle 1/1/1952 tarihinde yürürlüğe giren 5846 sayılı Kanun'dan önceki dönemde oluşmuş müktesep haklara ilişkin hüküm içeren geçici 2. maddenin 12/6/1995 tarihinde yürürlüğe giren 4110 sayılı Kanun'la yapılan değişiklik yönünden uygulanmasının makul olmadığı belirtilmelidir. Geçici hükümler, kanuni değişikliklerden önceki mevzuata göre oluşan hukuki durumların yeni düzenleme karşısındaki konumunu düzenler. Bu nedenle geçici hükümler ancak öngörüldüğü geçiş dönemiyle sınırlı bir etkiye sahiptir. Bu bağlamda 5846 sayılı Kanun'un yürürlüğe girdiği 1/1/1952 yılından önceki dönemde oluşmuş olan kazanılmış hakların durumunun düzenlenmesi amacıyla ihdas edilen geçici 2. maddenin uygulama alanının 1/1/1952 yılından önceki olaylarla sınırlı olduğu açıktır. Dolayısıyla Mahkemenin 1/1/1952 tarihinden sonra yayımlanmış bir işleme eser olan "Mehmet Akif Ersoy ve Safahat-Tam Metin ve Safahat Dışında Kalmış 54 Şiir''in 5846 sayılı Kanun'un koruması kapsamına girip girmediğini geçici 2. maddeyi uygulayarak çözümlemesi öngörülebilir olmayan bir yorumdur.

66. 12/6/1995 tarihinde yürürlüğe giren 4110 sayılı Kanun'da, söz konusu Kanun'un yürürlüğe girmesinden önceki dönemde oluşturulmuş işleme eserlerle ilgili bir geçiş hükmü öngörülmediğinden ''Mehmet Akif Ersoy ve Safahat-Tam Metin ve Safahat Dışında Kalmış 54 Şiir'' eserinin 5846 sayılı Kanun'un koruması kapsamına girip girmediği meselesinin genel hükümlere göre ve hukuk devleti ilkesi ışığında çözümlenmesi gerekir.

67. Anayasa'nın 2. maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesinin ön koşullarından biri kişilerin hukuki güvenliğinin sağlanmasıdır. Hukuk devletinin sağlamakla yükümlü olduğu hukuk güvenliği ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılan ortak değerdir. Kural olarak hukuk güvenliği kanunların geriye yürütülmemesini zorunlu kılar. "Kanunların geriye yürümezliği" olarak adlandırılan bu ilke uyarınca kanunlar kamu yararı ve kamu düzeninin gerektirdiği, kazanılmış hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar dışında ilke olarak yürürlük tarihinden sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılır. Geçmiş, yeni çıkarılan bir kanunun etki alanı dışında kalır. Bu nedenle sonradan yürürlüğe giren kanunların geçmişe ve kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun genel ilkelerindendir (AYM, E.2014/177, K.2015/49, 14/5/2015).

68. Başvurucunun mali haklarını devraldığı ve Mehmet Âkif Ersoy'un şiirlerinin işlendiği ''Mehmet Akif Ersoy ve Safahat-Tam Metin ve Safahat Dışında Kalmış 54 Şiir'' isimli eser 1987 yılında oluşturulmuş ve anılan tarihten itibaren umuma arz edilmiştir. Dolayısıyla ihtilaf konusu eser, 4110 sayılı Kanun'un yürürlüğe girdiği 12/6/1995 tarihinden önce hukuka uygun olarak alenileşmiştir. Bu durumda söz konusu eserin 5846 sayılı Kanun'da düzenlenen hakların koruması kapsamına girdiği ve 5846 sayılı Kanun'daki mali hakların eser sahibi veya bunları devralan kişi yönünden mülk hâline geldiği açıktır.

69. Sonradan yürürlüğe giren 4110 sayılı Kanun'la yapılan değişikliğin bir sonucu olarak Mehmet Âkif Ersoy'un şiirlerinin koruma süresi 1/1/2007 tarihine kadar uzamış ise de bu durum Mehmet Âkif Ersoy'un şiirlerinin işlenmesi suretiyle oluşturulan eserleri 5846 sayılı Kanun'un koruması kapsamı dışına kendiliğinden çıkarmamaktadır. 4110 sayılı Kanun'un yürürlüğe girdiği tarihten önce alenileştirilen eserlere ilişkin mali hakları açıkça ortadan kaldıran bir hüküm bulunmadığından Mehmet Âkif Ersoy'un mirasçılarının haklarının canlandığından hareketle başvurucunun haklarının sona erdiği sonucuna ulaşılması hukuk devleti ilkesiyle bağdaşan bir yorum değildir. Bu durumda uyuşmazlıkta uygulanan hukuk kurallarının hukuk devleti ilkesi ışığında ve öngörülebilirlik ilkesi gözetilerek yorumlandığı sonucuna ulaşılamayacaktır.

70. Kuşkusuz kanunlarda başvurucunun hakkını ortadan kaldıran açık bir düzenlemenin bulunması hâlinde bunun başvurucu ile Kitabevinin menfaatleri arasında gözetilmesi gereken adil dengeyi temin edip etmediğinin de incelenmesi gerekir. Ancak uyuşmazlığa uygulanan hukuk kurallarının öngörülebilirlik kriterini sağlamaması başvurucuya aşırı ve olağan dışı bir külfet yüklendiği sonucuna ulaşılması için yeterli görülmüştür.

71. Bu durumda ''Mehmet Akif Ersoy ve Safahat-Tam Metin ve Safahat Dışında Kalmış 54 Şiir'' isimli eseri yayımlaması ve satışa sunması nedeniyle başvurucu aleyhine tazminata hükmedilmesi devletin pozitif yükümlülüklerinin ihlaline yol açmıştır.

72. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

73. Başvurucu, ihlalin tespiti ile mülkiyet hakkı ihlali yönünden yargılamanın yenilenmesine hükmedilmesini talep etmiştir.

74. Tespit edilen ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına ilişkin usul ve esaslar 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinde yer almaktadır.

75. Başvuruda tespit edilen mülkiyet hakkı ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Bu kapsamda kararın gönderildiği yargı mercilerince yapılması gereken iş, yeniden yargılama işlemlerini başlatmak ve Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar vermektir (6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasında düzenlenen bireysel başvuruya özgü yeniden yargılama kurumunun özelliklerine ilişkin kapsamlı açıklamalar için bkz. Mehmet Doğan [GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018, §§ 54-60; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019, §§ 53-60, 66; Kadri Enis Berberoğlu (3) [GK], B. No: 2020/32949, 21/1/2021, §§ 93-100).

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Başvurunun makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin kısmının AYRILMASINA,

B. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

C. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

D. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 1. Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesine (E.2014/74, K.2014/213) GÖNDERİLMESİNE,

E. 294,70 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.194,70 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

F. Ödemenin kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 14/9/2022 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

AHMET ATALAY BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2019/5680)

 

Karar Tarihi: 30/3/2023

R.G. Tarih ve Sayı: 10/10/2023-32335

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

Başkan

:

Hasan Tahsin GÖKCAN

Üyeler

:

Muammer TOPAL

 

 

Recai AKYEL

 

 

Yusuf Şevki HAKYEMEZ

 

 

İrfan FİDAN

Raportör

:

Mahmut ALTIN

Başvurucu

:

Ahmet ATALAY

Vekili

:

Av. Sedat AYDIN

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru; icra müdürlüğünün hatalı işlemine karşı açılan tazminat davasının reddedilmesi nedeniyle mülkiyet ve adil yargılanma haklarının, yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle de makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 12/2/2019 tarihinde yapılmıştır. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

3. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı beyanda bulunmuştur.

III. OLAY VE OLGULAR

4. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:

A. Üçüncü Kişi D.Ç. Tarafından Takip Borçlusu D.A.K. Aleyhine Açılan Tapu İptali ve Tescili Davası Süreci

5. Üçüncü kişi D.Ç. tarafından borçlu D.A.K. ve diğer iki kişi aleyhine 1/3/2007 tarihinde İstanbul 3. Tüketici Mahkemesinde (Tüketici Mahkemesi) Üsküdar ilçesi Bulgurlu Mahallesi'nde kâin 2254 ada 18 parselde bulunan başvuru konusu 9 numaralı bağımsız bölüme ilişkin tapu iptali ve tescili davası açmıştır.

6. Borçlu D.A.K. 4/3/2008 tarihli duruşmada davayı kabul ettiğini beyan etmiştir.

7. Tüketici Mahkemesince 15/12/2009 tarihinde davanın borçlu D.A.K. yönünden kabulüne, diğer davalılar yönünden reddine ve başvuru konusu taşınmazın üzerindeki haciz ve şerhlerle birlikte davacı D.Ç. adına tesciline karar verilmiştir. Kararın gerekçesinde üçüncü kişi A.R.Ç. tarafından borçlu D.A.K. aleyhine başlatılan takibin kesinleştiği ve üçüncü şahsın haciz işleminin davacı D.Ç.nin bu davanın açılmasından önce gerçekleştiği izah edilmiştir. Buna göre kural olarak üçüncü şahsın daha önceki şahsi hakkını bertaraf edecek şekilde hüküm kurulmasının mümkün olmadığı vurgulanmıştır.

8. Taraflarca temyiz edilmeyen karar 29/3/2010 tarihinde kesinleşmiştir. Ardından bu karar doğrultusunda taşınmazın 12/5/2010 tarihinde borçlu D.A.K.ya ait hissesi iptal edilerek üzerindeki haciz ve şerhlerle birlikte D.Ç. adına tescil edilmiştir.

B. Başvurucunun İcra Takibi Süreci

9. Başvurucu 14/4/2008 tarihinde borçlu D.A.K. aleyhine İstanbul Anadolu 18. İcra Müdürlüğünde kambiyo senetlerine özgü takip başlatmıştır. Takibin kesinleşmesi üzerine başvuru konusu taşınmazın tapu kaydına 17/4/2008 tarihinde haciz şerhi konulmuştur.

10. Borcun ödenmemesi üzerine başvurucunun talebiyle satış kararı verilerek Üsküdar 4. İcra Müdürlüğüne talimat yazılmıştır. Üsküdar 4. İcra Müdürlüğünce kıymet takdiri yapılarak satış işlemleri yürütülmüş ve satışa ilişkin gerekli ilanlar yaptırılmıştır. Başvurucu da 30/3/2010 tarihinde masraf avansını yatırmıştır.

C. Birinci Haczin Kaldırılması Süreci

11. Üçüncü kişi D.Ç. tarafından 16/9/2011 tarihinde başvuru konusu taşınmazın kendisi adına kayıtlı olması ve satış avansının yasal süre içinde yatırılmaması nedenleriyle haczin kaldırılması talep edilmiştir. Bunun üzerine Ümraniye 1. İcra Müdürlüğünce, Üsküdar 4. İcra Müdürlüğüne "alacaklı tarafından hacizli gayrimenkul için satış avansı yatırılıp yatırılmadığı" sorulmuştur. Üsküdar 4. İcra Müdürlüğünce 16/9/2011 tarihinde "Üsküdar 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 10/5/2010 tarih ve 2010/20 D.iş esas ve 2010/11 karar sayılı kararı gereğince satışın tedbiren durdurulmasına karar verilmiş olup, ayrıca alacaklı tarafından herhangi bir satış avansı yatırılmamıştır." cevabı verilmiştir. Bu cevap üzerine Ümraniye 1. İcra Müdürlüğünce 19/9/2011 tarihinde haczin kaldırılmasına karar verilmiştir.

12. Bunun üzerine başvurucu tarafından öncesinde satış avansının yatırılmasına ve ilanların yapılmasına rağmen Üsküdar 4. İcra Müdürlüğünün eksik incelemeyle yanlış cevap vermesi nedeniyle haczin kaldırıldığı gerekçesiyle Ümraniye 1. İcra Hukuk Mahkemesinde haczin kaldırılması işleminin kaldırılması talebiyle şikâyet davası açılmıştır. Ümraniye 1. İcra Hukuk Mahkemesince 12/4/2012 tarihinde davanın kabulüyle taşınmaz üzerindeki haczin kaldırılmasına ilişkin 19/9/2011 tarihli memurluk kararının kaldırılmasına karar verilmiştir. Kararın gerekçesinde satış masraflarının yatırıldığı ve haczin fekkini gerektirecek bir durum olmadığı ifade edilmiştir.

D. İkinci Haczin Kaldırılması Süreci

13. Bu kararı müteakiben 12/4/2012 tarihinde taşınmazın tapu kaydına ikinci kez haciz şerhi konulmuştur. Bunun üzerine D.Ç. tarafından ikinci haciz şerhi işleminin kaldırılması talebiyle 31/8/2012 tarihinde Ümraniye 1. İcra Hukuk Mahkemesinde (İstanbul Anadolu 10. İcra Hukuk Mahkemesi) açılan şikâyet davasında 18/10/2012 tarihinde davanın reddine karar verilmiştir. Kararın gerekçesinde, haciz konulan taşınmazın üzerindeki haciz ve şerhlerle birlikte D.Ç. adına tapuya tesciline Tüketici Mahkemesince karar verilmesi ve haciz tarihinin bu tescil kararından önce olması nedeniyle Tüketici Mahkemesi kararının aynen uygulanması gerektiği ifade edilmiştir.

14. D.Ç.nin temyiz talebi üzerine Yargıtay 12. Hukuk Dairesince (Daire) 28/3/2013 tarihinde karar bozulmuştur. Bozma kararının gerekçesinde, öncelikle taşınmazın borçlunun borcu nedeniyle haczedilebilmesi için haciz tarihinde borçlunun adına kayıtlı olmasının zorunlu olduğu vurgulanmıştır. Ardından somut olayda taşınmazın yeni haciz tarihinde takip borçlusu olmayan şikâyetçi/D.Ç. adına kayıtlı olduğu, Mahkemece hükme esas alınan Tüketici Mahkemesi kararının o dosyadaki dava tarihi itibarı ile konulmuş hacizlere ilişkin olduğu ifade edilmiştir.

15. 6/3/2014 tarihinde bozma kararına uyularak ikinci haciz şerhi işleminin kaldırılmasına karar verilmiştir.

E. Başvurucu Aleyhine Açılan İstihkak Davası Süreci

16. D.Ç. 27/6/2012 tarihinde Ümraniye 1. İcra Hukuk Mahkemesinde başvurucu ve D.A.K. aleyhine açtığı istihkak davasında, başvuru konusu taşınmazı D.A.K.dan satın aldığını ve Tüketici Mahkemesinin taşınmazın adına tesciline hükmettiğini ancak D.A.K.nın başvurucuya borcundan dolayı başvurucu tarafından haciz konulduğunu belirterek takibin durdurulması ve taşınmazın kendisine ait olduğunun tespiti ile haczin fekkini talep etmiştir.

17. Ümraniye 1. İcra Hukuk Mahkemesi 1/11/2012 tarihinde davanın reddine karar vermiştir. Kararın gerekçesinde, Tüketici Mahkemesince başvuru konusu taşınmazın üzerindeki haciz ve şerhlerle birlikte D.Ç. adına tesciline karar verildiği vurgulanmıştır. Ayrıca kesin hüküm teşkil eden Tüketici Mahkemesi kararından önce taşınmaz üzerinde haczi bulunan başvurucuya karşı istihkak iddiasında bulunulamayacağı ifade edilmiştir. Ardından söz konusu karar Yargıtay 8. Hukuk Dairesince 7/10/2013 tarihinde onanarak kesinleşmiştir.

F. Başvuru Konusu Dava Süreci

18. Başvurucu, takip işlemleri sırasında hem Ümraniye 1. İcra Müdürlüğünün hem de Üsküdar 4. İcra Müdürlüğünün kusurlu işlemleri nedeniyle taşınmaz üzerindeki hacizlerin kaldırıldığını ve bunun neticesinde alacağın tahsilinin imkânsız hâle geldiğini belirterek uğradığı zararların ödenmesi talebiyle Bakanlık aleyhine 6/10/2015 tarihinde İstanbul Anadolu 25. Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) tazminat davası açmıştır.

19. Mahkemece 20/12/2016 tarihinde davanın reddine karar verilmiştir. Kararın gerekçesinde, İcra Müdürlüklerinin hukuka aykırı işlemleri sonucunda taşınmaz üzerindeki haciz kaldırılmış olsa da icra takibinden önce taşınmazın tapu kaydının iptali davasının açıldığı ve haciz kararı sonrasında satış işleminin tedbiren durdurulduğu vurgulanmıştır. Bununla birlikte İstanbul 3. Tüketici Mahkemesince taşınmazın tapu kaydının iptaline karar verildiği de açıklanarak söz konusu hukuka aykırı işlem olmasa bile satışın gerçekleşmeyeceği belirtilmiştir. Netice itibarıyla taşınmazın üçüncü kişi adına tescil edilmesiyle oluşan zarar ile icra müdürlüğü işlemleri arasında nedensellik bağının koptuğu ve başvurucunun tazminat talep etme koşullarının bulunmadığı ifade edilmiştir.

20. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 4. Hukuk Dairesi (Bölge Adliye Mahkemesi) 21/11/2017 tarihinde başvurucunun istinaf başvurusunun reddine karar vermiştir. Kararın gerekçesinde, Üsküdar 4. İcra Müdürlüğünün dosyadaki bilgilere aykırı olarak satış masraflarının yatırılmadığını bildirmesi üzerine taşınmaz üzerindeki haczin kaldırıldığı vurgulanmıştır. Bununla birlikte dava dışı D.Ç.nin takip borçlusu aleyhine açtığı davada davanın kabulüne karar verilerek taşınmazın tapu kaydının iptali ile üzerindeki takyidatlarla birlikte üçüncü kişi adına tesciline karar verildiği açıklanmıştır. Bu bilgiler çerçevesinde hacizlerin kaldırılmaması hâlinde dahi dava dışı üçüncü kişi D.Ç. tarafından açılacak hacizlerin fekki talepli dava sonunda muhtemelen hacizlerin fekkine karar verileceği izah edilerek memurun hatalı işlemi ile zarar arasında illiyet bağı bulunmadığı beyan edilmiştir.

21. Yargıtay 4. Hukuk Dairesince 13/11/2018 tarihinde oyçokluğuyla başvurucunun temyiz taleplerinin reddine karar verilmiştir.

22. Nihai karar, başvurucuya 15/1/2019 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu 12/2/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

1. Kanun Hükümleri

23. 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun "Tescil" kenar başlıklı 705. maddesi şöyledir:

"Taşınmaz mülkiyetinin kazanılması, tescille olur.

Miras, mahkeme kararı, cebrî icra, işgal, kamulaştırma hâlleri ile kanunda öngörülen diğer hâllerde, mülkiyet tescilden önce kazanılır. Ancak, bu hâllerde malikin tasarruf işlemleri yapabilmesi, mülkiyetin tapu kütüğüne tescil edilmiş olmasına bağlıdır."

24. 4721 sayılı Kanun'un "Tasarruf yetkisinin kısıtlanmasında" kenar başlıklı 1010. maddesinin son fıkrası şöyledir:

"Tasarruf yetkisi kısıtlamaları, şerh verilmekle taşınmaz üzerinde sonradan kazanılan hakların sahiplerine karşı ileri sürülebilir."

25. 4721 sayılı Kanun'un "Tapu sicilinin açıklığı" kenar başlıklı 1020. maddesi şöyledir:

"Tapu sicili herkese açıktır.

İlgisini inanılır kılan herkes, tapu kütüğündeki ilgili sayfanın ve belgelerin tapu memuru önünde kendisine gösterilmesini veya bunların örneklerinin verilmesini isteyebilir.

Kimse tapu sicilindeki bir kaydı bilmediğini ileri süremez."

26. 4721 sayılı Kanun'un "İyiniyetli üçüncü kişilere karşı" kenar başlıklı 1023. maddesi şöyledir:

"Tapu kütüğündeki tescile iyiniyetle dayanarak mülkiyet veya bir başka aynî hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımı korunur."

27. 9/6/1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu'nun "Sorumluluk" kenar başlıklı 5. maddesi şöyledir:

"İcra ve İflas Dairesi görevlilerinin kusurlarından doğan tazminat davaları, ancak idare aleyhine açılabilir. Devletin, zararın meydana gelmesinde kusuru bulunan görevlilere rücu hakkı saklıdır. Bu davalara adliye mahkemelerinde bakılır."

28. 2004 sayılı Kanun'un "Talep için müddetler" kenar başlıklı 106. maddesinin haciz ve satış tarihinde yürürlükte olan hâli şöyledir:

"Alacaklı, haczolunan mal taşınır ise hacizden itibaren altı ay, taşınmaz ise hacizden itibaren bir yıl içinde satılmasını isteyebilir."

29. 2004 sayılı Kanun'un "Muvakkat haciz halinde" kenar başlıklı 108. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"Haczi muvakkat olan alacaklı satış talebinde bulunamaz ve hakkında 106 ncı maddedeki müddetler cereyan etmez."

30. 2004 sayılı Kanun'un "Haczin kalkması" kenar başlıklı 110. maddesi şöyledir:

"Bir malın satılması kanuni müddet içinde istenmez veya talep geri alınıp da kanuni müddet içinde yenilenmezse o mal üzerindeki haciz kalkar. Hacizli malın satılması yönündeki talep bir defa geri alınabilir.

Haczedilen resmi sicile kayıtlı malların, icra dairesiyle yapılacak yazışmalar sonucunda haczinin kalktığının tespit edilmesi hâlinde, sicili tutan idare tarafından haciz şerhi terkin edilir ve işlem ilgili icra dairesine bildirilir.

Birinci fıkra gereğince haczin kalkmasına sebebiyet veren alacaklı o mala yönelik olarak, haczin konulması ve muhafazası gibi tüm giderlerden sorumlu olur."

2. Yargıtay Kararları

31. Başvuru konu olayımızdaki borçlu ve üçüncü kişi ile başka bir alacaklının taraf olduğu istihkak davasıyla ilgili Yargıtay 12. Hukuk Dairesinin 13/10/2021 tarihli ve E.2021/6719, K.2021/8841 sayılı karar düzeltme kararının ilgili kısmı şöyledir:

“ ...Üçüncü kişi vekili, mülkiyeti müvekkiline ait dava konusu taşınmaz üzerine alacaklı tarafından 25.03.2010 tarihinde haciz konulduğunu, müvekkili tarafından borçlu aleyhine Tüketici Mahkemesine tapu iptali ve tescil istemi ile açılan davanın kabulüne karar verildiğini, dava konusu haczin ise davadan dört yıl sonra konulduğunu, müvekkilinin iyi niyetli olduğunu ileri sürerek haczin kaldırılmasına karar verilmesini talep etmiştir.

...davacı üçüncü kişi vekili ve davalı alacaklı vekili tarafından karar düzeltme isteğinde bulunulmuş, Yargıtay 8. Hukuk Dairesi'nin 26/06/2019 tarih, 2017/15005 E. 2019/6536 K. Sayılı kararında, 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 705. maddesine göre taşınmaz mülkiyetinin kazanılması için tapu kütüğüne tescil şarttır. TMK'nin 705. maddesinin ikinci fıkrasında hangi hallerin tescilden önce taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasını sağlayacağı belirtilmiştir. Buna göre; miras, mahkeme kararı, cebrî icra, işgal, kamulaştırma hâlleri ile kanunda öngörülen diğer hâllerde, mülkiyet tescilden önce kazanılır. Ancak, bu hâllerde malikin tasarruf işlemlerini yapabilmesi, mülkiyetin tapu kütüğüne tescil edilmiş olmasına bağlıdır. Bundan ayrı olarak İİK'nin 28. maddesinde, 'Taşınmaz davalarında davacının lehine hüküm verildiği takdirde mahkemece davacının talebine hacet kalmaksızın hükmün tefhimi ile birlikte hülasasını tapu sicil dairesine bildirir. İlgili daire bu ciheti hükmolunan taşınmazın kaydına şerh verir. Bu şerh, Türk Medeni Kanunun 1010 maddesinin 2 fıkrası hükmüne tabidir' hükmüne yer verilmiştir. Somut olayda ise, davalı alacaklı vekili tarafından borçlu aleyhine başlatılan takibin kesinleşmesi üzerine taşınmazın kaydına İcra Müdürlüğünün 24.03.2010 tarihli yazısı gereğince 25.03.2010 tarihinde haciz şerhinin işlendiği, dava dilekçesi ekinde bir örneği sunulan İstanbul 3. Tüketici Mahkemesinin 15.12.2009 tarihli ve 2007/104 Esas, 2009/539 Karar sayılı kararı ile, üçüncü kişi tarafından borçlu ve diğerleri hakkında 01.03.2007 tarihinde tapu iptali ve tescil davası açıldığı, Mahkemece yapılan yargılama neticesinde; davanın kabul edildiği ve şikayete konu edilen taşınmazın tapu kaydının iptali ile şikayetçi adına tapuya kayıt ve tesciline karar verildiği, söz konusu kararın kesinleştiği, davaya konu haciz işleminin ise yukarıda özetlenen tapu iptali ve tescil karar tarihinden sonra 25.03.2010 tarihinde tapuya şerh edildiği anlaşılmıştır. O halde, Mahkemece bu maddi ve hukuki olgular göz önüne alınarak, dava konusu taşınmazın borçlu adına olan tapu kaydının iptali ile üçüncü kişi adına tesciline karar verildiği, tapuya yapılacak tescilin yukarıda anılan yasal düzenlemeler uyarınca kurucu nitelikte bir işlem değil bildirici nitelikte bir işlem olduğu, bu durumda mülkiyet hakkının haciz tarihinden önce davacı üçüncü kişiye geçtiğinin kabul edilerek, davanın kabulü yerine oluşa ve dosya içeriğine uygun düşmeyen gerekçe ile reddine yönelik hüküm kurulması doğru olmadığından, hükmün bozulması gerekirken onandığı anlaşıldığından onama kararının kaldırılarak hükmün bozulmasına karar verilmiştir. Mahkemece, bozma ilamına uyularak şikayetin kabulüne karar verilmiş, karara karşı alacaklı vekili tarafından temyiz yoluna başvurulmuştur.

Yukarıdaki açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; taşınmaz üzerine konulan haczin 25.3.2010 tarihinde tapuya işlendiği, İstanbul 2. Tüketici Mahkemesi’nin 14.9.2006 tarihli kararı ile tapu kaydının iptali ve tesciline karar verildiği, kararın 29.3.2010 tarihinde kesinleştiği, 12.5.2010 tarihinde de taşınmazın üçüncü kişi adına tescil edildiği anlaşılmıştır.

Hemen belirtmek gerekir ki; Hukuk Genel Kurulunun 07.04.2004 tarihli ve 2004/12-210 Esas, 2004/208 Karar Sayılı kararında da açıklandığı üzere, taşınmazın borçlunun borcu nedeniyle haczedilebilmesi için haciz tarihinde borçlu adına kayıtlı olması zorunludur.

4721 sayılı TMK'nın 705. maddesinde; 'Taşınmaz mülkiyetinin kazanılması tescille olur. Miras, mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma halleri ile kanunda öngörülen diğer hallerde, mülkiyet tescilden önce kazanılır. Ancak, bu hallerde malikin tasarruf işlemleri yapabilmesi, mülkiyetin tapu kütüğüne tescil edilmiş olmasına bağlıdır' hükmü yer almaktadır.

Dairenin uyulan bozma ilamında ise, maddi hataya dayalı olarak dava konusu taşınmazın borçlu adına olan tapu kaydının iptali ile üçüncü kişi adına tesciline karar verildiği, tapuya yapılacak tescilin kurucu nitelikte bir işlem değil bildirici nitelikte bir işlem olduğu, bu durumda mülkiyet hakkının haciz tarihinden önce davacı üçüncü kişiye geçtiğinin kabulüne karar verilmiş ise de; TMK 705. maddesine göre taşınmaz mülkiyeti kesinleşmiş mahkeme kararıyla tescilden önce kazanılabilir. Burada mülkiyeti kazandırıcı kararlar, niteliği itibariyle şekli yönden kesin hüküm halini almış yenilik doğurucu kararlardır.( Fikret Eren, Mülkiyet Hukuku, Ankara 2020, 5. Baskı,s.252)

Bu durumda, TMK'nın 705. maddesi gereğince tapu iptal ve tescil kararının kesinleşmesi sonucu mülkiyetin geçeceği anlaşıldığından şikayete konu taşınmazla ilgili açılan tapu iptal ve tescil davasında verilen kararın 29.3.2010 tarihinde kesinleştiği, tapuda tescil işleminin 12.5.2010 da yapıldığı, dava konusu taşınmaza tapuda borçlu adına kayıtlı iken 25.3.2010 tarihinde haciz konulduğu, bu haliyle haciz tarihinde taşınmazın borçlu adına kayıtlı olduğu görülmekle Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 26/06/2019 tarih, 2017/15005 E. 2019/6536 K sayılı ilâmı maddi hataya dayalı olup, mahkemece bozmaya uyulması, davacı/3. Kişi lehine usuli kazanılmış hak oluşturmayacağından, şikayetin reddi yerine yazılı gerekçe ile kabulüne karar verilmesi hatalı olup, bozmayı gerektirmiştir..."

32. Hukuk Genel Kurulunun 20/12/2017 tarihli ve E.2017/12-374, K.2017/2015 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

“ ...

Kural olarak borcun, borçlu tarafından edime uygun biçimde ifa edilmesi gerekir (TBK.m.83). Borcun borçlu tarafından rıza ile ifa edilmemesi hâlinde ifa, Devletin cebri icra organları tarafından sağlanır. Bu aşamada girişilecek icra takibi üzerine borçluya ait mal varlığı unsurlarına haciz konulması ve hacizli varlıkların satışı ile elde edilecek tutarın alacaklıya ödenmesi söz konusu olur. Normal şartlarda borçluya ait olmayan para, mal ve hakların haczi mümkün değildir.

Somut olayda, şikâyet olunan alacaklı ... tarafından, şikâyet dışı borçlular ... ile ... aleyhine 'iş yerine yapılan masrafların tahsili' amacıyla İstanbul 24. İcra Dairesinin 2012/13829 (yenileme üzerine: 2013/2155) sayılı takip dosyası üzerinden 13.07.2012 günü 7 Örnek genel haciz yolu ile ilamsız takip başlatılmış, ödeme emri her iki borçluya 17.07.2012 günü tebliğ edilmiştir. Yasal ödeme süresi olan yedi günlük sürenin itirazsız geçirilmesi üzerine, takibin kesinleştiği düşüncesiyle borçlu şirkete ait Beyoğlu Pirimehmetpaşa Mah., 2985 ada, 7 parsel üzerinde bulunan 11 numaralı bağımsız bölüm üzerine 07.08.2012 günü haciz konulmuştur.

Borçlular tarafından ödeme emrinin usulüne uygun biçimde tebliğ edilmediği ileri sürülerek hem takibe itiraz edilmiş hem de tebliğ tarihinin düzeltilmesi amacıyla 07.09.2012 günü (alacaklı ... hasım gösterilerek) İstanbul 1. İcra Mahkemesine müracaat edilmiştir. Bu aşamada taşınmaz 24.12.2012 günü, hacizli olarak şikâyetçi şirkete satılmıştır. Yapılan yargılama sonunda İstanbul 1. İcra Mahkemesinin 14.1.2013 gün ve 2012/858 E., 2013/7 K. sayılı kararı ile ödeme emri tebliğ tarihi 06.09.2012 olarak düzeltilmiştir.

Düzeltilmiş tebliğ tarihine göre itirazın süresinde olduğu ve takibin itirazla durduğu dikkate alınarak haczin kaldırılması istenmiş ve icra dairesinin 17.01.2013 günlü kararı ile taşınmaz üzerindeki haciz kaldırılmıştır.

Alacaklının temyiz itirazı üzerine Yargıtay 12. Hukuk Dairesinin 06.05.2013 gün ve 2013/8692 E., 2013/17204 K. kararı ile tebligatın Tebligat Kanununun 21'inci maddesinin birinci fıkrasında gösterilen usule uygun olduğu belirtilerek icra mahkemesi kararı bozulmuştur.

Bozma kararı üzerine alacaklı vekili 11.06.2013 günlü başvurusuyla 'kaldırılmış olan hacizlerin geriye yönelik tesisine karar verilmesini' istemiş, bu talebi icra dairesinin aynı günlü kararı ile reddedilmiştir. Alacaklı [T. T.] vekili bu kez ret kararının iptali için icra mahkemesine başvurmuştur. Şikâyeti inceleyen İstanbul 7. İcra Mahkemesi 01.07.2013 gün ve 2013/586 E., 2013/532 K. sayılı kararı ile; diğer şikâyet sonunda verilen ret kararının Yargıtay’ca bozulması üzerine, İcra ve İflas Kanununun 40’ıncı maddesi uyarınca takibin olduğu yerde durduğu ve bozma kararı sonrasında verilmiş bir karar olmadığından, geçmiş tarihli haciz talebinin reddine ilişkin icra müdürlüğü kararının yerinde olduğu gerekçesiyle şikâyetin reddine karar verilmiştir. Kararın temyizi üzerine Yargıtay 12. Hukuk Dairesince (04.11.2013 gün ve 2013/25975 E., 2013/34436 K.) ilama dayanmayan takip bakımından İcra ve İflas Kanununun 40’ıncı maddesinin uygulanmayacağı ve takibin duracağına ilişkin gerekçenin yerinde olmadığı, tebliğ tarihinin düzeltilmesine ilişkin şikâyet üzerine verilen icra mahkemesi kararının bozulması ile alacaklının icra takip işlemlerine devam etmesine bir engel kalmadığı ve 11.06.2013 tarihli talep tarihi itibariyle İcra ve İflas Kanununun 78'inci maddesi uyarınca haciz işlemi uygulanmasına bir engel bulunmadığı vurgulanarak bozma kararı verilmiştir.

Bozma kararı üzerine icra dairesinin 18.12.2013 günlü ve '… taşınmaz kayıtlarına 06.08.2012 tarihi itibari ile haciz konulmasına, taşınmazlar hacizli olarak devredilmiş ise malik değişikliği hâlinde dahi aynı haczin 06.08.2012 tarihli olarak tatbikine…' şeklindeki kararı üzerine taşınmazın tapu kaydına haciz şerhi işlenmiş; malik (üçüncü kişi) ... vekili 30.01.2014 günlü talebi ile haczin fekkini istemiştir. İcra dairesince bu talebin reddi üzerine eldeki şikâyet icra mahkemesine arz edilmiştir.

Süreç dikkate alındığında şikâyetçi taşınmaz maliki üçüncü kişi konumundaki ...'nin taşınmazı üzerindeki haciz şerhi ile satın aldığı hususunda bir ihtilaf bulunmamaktadır. Hacizli taşınmazı satın alan kimsenin, icra takibi sırasında bu haczin paraya çevrilmesi ihtimali ile karşı karşıya kalacağını öngörmesi gerekir.

Gerek ödeme emri tebliğ tarihinin düzeltilmesine ilişkin İstanbul 1. İcra Mahkemesi kararı ve gerek önceki tarihli haciz konulamayacağına ilişkin icra müdürü kararının yerinde olduğuna ilişkin İstanbul 7. İcra Mahkemesi kararının Yargıtay'ca bozulması üzerine ilk haczin konulduğu tarih olan 07.08.2012 günü itibariyle takibin kesinleşmiş olduğu ve sözü edilen haczin geçerli bulunduğu hukuken sabit olmuştur. Bu gerçekliğe rağmen, haczin kaldırılması ve tekrar konulamayacağına ilişkin icra dairesi işlemlerinin hatalı olduğu da hukuken tartışmasız hâldedir. Başından beri geçerli olduğu anlaşılan haczin kaldırılmasında alacaklıya atfedilecek bir kusur da bulunmamaktadır. Yargıtay kararları ile hatalı olduğu anlaşılan icra dairesinin işlemleri ile buna bağlı olarak oluşturulan icra mahkemelerinin kararları ve söz konusu taşınmazın üçüncü şahıs tarafından hacizli olarak satın alındığı göz önünde bulundurulduğunda, hiçbir kusuru bulunmayan alacaklının hukuki durumunu olumsuz biçimde etkilemiş, haklarını kaybetmesine neden olmuştur.

Gelinen noktada bu hataların giderilmesi, ancak alacaklının yanlış işlemlerden önceki hukuki durumu ne hâlde ise o hâle getirilmek suretiyle mümkündür. Nitekim İcra ve İflas Kanununun 40'ıncı maddesi bozma üzerine icranın tamamen veya kısmen eski hâline iade olunacağı hükmünü amirdir. Anılan düzenlemeye göre ilk derece mahkemesi kararının üst derece mahkeme tarafından kaldırılması ya da bozulması hâlinde icra muameleleri olduğu yerde durur, eğer kararın verilmesi ile kaldırılması ya da bozulması aşamasında ilam hükmü icra edilmiş ve sonrasında borcun hiç veya o tutarda olmadığı, kesin bir ilam hükmü ile anlaşılırsa icra tamamen veya kısmen eski hâline iade olunur (İİK m.40/II). Bu düzenleme genel mahkemelerce alacağın esasına ilişkin olarak verilen kararları kapsadığı gibi icra mahkemesi kararlarını da kapsar (Uyar, T.: İcra ve İflas Kanunu Şerhi, C.I, Manisa 1974, s.469). Somut olayda İcra ve İflas Kanununun 40'ıncı maddesi şartları gerçekleştiğinden 07.08.2012 günlü haczin ihya edilerek tapu sicilinin bu şekilde düzeltilmesi gerekir.

Bu işlemin yapılmaması, bir diğer deyişle haczin sonraki tarih esas alınarak konulması hâlinde alacaklının, ilk haciz tarihinde takyidatta bulunmayan hacizlerin ve ipoteklerin altına düşeceği ve bunun da yasaya aykırı biçimde kaldırılan haciz karşısında önemli bir hak kaybı olacağı tartışmasızdır.

Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında eski tarihli haciz konulamayacağı, icra mahkemesi kararlarının infazı için kesinleşmesinin gerekmediği ve kararın bozulmasının geriye etkili sonuç doğurmayacağı, tapu sicili mevzuatı bakımından da geçmiş tarihli gün ve yevmiye numarası verilebilmesinin mümkün olmadığı; alacaklının talebi ile zaten 18.12.2013 günlü haciz şerhinin işlendiği ve taşınmazı hacizli olarak satın alan yeni malikin haczin kaldırılmasından sonra da borçtan sorumlu tutulmaya devam edilemeyeceği, alacaklının hak kaybının icra hukuku tekniği içinde çözümlenmesi gerektiği ileri sürülmüşse de bu görüş Kurul çoğunluğunca kabul edilmemiştir.

Bu durumda borçluya ait olmayan bir taşınmazın kural olarak haczedilemeyeceği ancak taşınmazı hacizli olarak satın alan kimsenin haczin hukuki sonuçlarına katlanması gerektiği, somut olay bakımından gecikmiş itirazın kabulüne ilişkin icra mahkemesi kararı ile taşınmaz kaydındaki haczin kaldırıldığı tarih itibariyle yeni haciz konulması talebinin icra memurunca reddine ilişkin kararın kaldırılması istemli şikâyet sonucunda verilen ret kararının Yargıtay’ca bozulmasının şikâyet olunan-alacaklı lehine hak doğuracağı sonucuna varılmış ve taşınmaz maliki üçüncü kişi konumundaki şikâyetçi ... vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile hükmün onanması gerekmiştir.

..."

B. Uluslararası Hukuk

33. İlgili uluslararası hukuk için bkz. Mustafa Altın [GK], B. No: 2018/10018, 27/10/2021, §§ 36-45.

V. İNCELEME VE GEREKÇE

34. Anayasa Mahkemesinin 30/3/2023 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Mülkiyet Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü

35. Başvurucu, esasen satış avansını yatırmasına ve ilan edilmesine rağmen haczin kaldırılmasına karar verilmesi neticesinde alacağının tahsilinin imkânsız hâle geldiğini iddia etmiştir. Başvurucu bu noktada daha sonra borçlunun başka taşınmazlarına da haciz işlemi uygulandığını ancak kendisinden önce on beş haciz olması nedeniyle alacağının tahsil edilemediğini vurgulamıştır. Bu kapsamda icra memurunun kusurlu işlemi sonucu oluşan zararlarının tazmini talebiyle açtığı davanın hukuka aykırı olarak reddedilmesinden yakınmıştır. Bununla birlikte İcra Müdürlükleri tarafından benzer işlemler yönünden farklı muamele yapıldığını beyan etmiştir. Başvurucu sonuç olarak bu gerekçelerle eşitlik ilkesiyle mülkiyet ve adil yargılanma haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

36. Bakanlık görüşünde, öncelikle ilk haczin kesinleşme tarihinden itibaren iki yıl içinde satış avansının yatırılmadığı vurgulanmıştır. Diğer yandan söz konusu taşınmazın İstanbul 3. Tüketici Mahkemesinin 15/12/2009 tarihli kararıyla üçüncü kişi lehine tesciline karar verildiğine ve bu kararın 12/5/2010 tarihinde kesinleştiğine dikkat çekilmiştir. Bununla birlikte başvurucunun takibe konu senette lehtar yönünden takip yapmadığı, yalnızca keşideci yönünden takip yaptığı izah edilmiştir. Ayrıca dosya kapsamından 2002 yılında vefat eden borçlunun babasından kalan yirmi iki farklı taşınmazın olduğu ancak başvurucunun borçlunun belirli bir taşınmaza yönelik icra takibi ve haciz yoluna başvurduğuna işaret edilmiştir. Buna göre başvurucunun borçlunun babasının ölümü akabinde birden fazla taşınmaz ile ilgili hukuki işlem başlatması imkânı olmasına rağmen bu hakkı kullanmadığı beyan edilmiştir. Bu bilgiler ışığında başvurucunun alacağına kavuşma hususunda herhangi bir ihmal gösterip göstermediğinin de değerlendirilmesi gerektiği açıklanmıştır.

37. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı beyanında başvuru formunda belirttiği iddialarını yinelemiştir. Buna ilave olarak Tüketici Mahkemesinin taşınmazın üzerindeki takyidatlarla ve yükümlülüklerle birlikte D.Ç. adına tescile karar verdiği tarihten önce kendi lehine haciz şerhinin mevcut olduğuna ancak derece mahkemelerince bu hususun dikkate alınmadığına değinmiştir. Başvurucu bu bağlamda söz konusu Tüketici Mahkemesinin kendisi ve diğer iyi niyetli üçüncü kişilerin hak ve alacaklarını güvence altına alarak tescil kararı verdiğini özellikle vurgulamıştır.

2. Değerlendirme

38. Anayasa'nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

39. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder. Başvurucunun ileri sürdüğü iddiaların mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesinin uygun olacağı değerlendirilmiştir.

a. Kabul Edilebilirlik Yönünden

40. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine yönelik iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

bEsas Yönünden

41. Somut olayda kamu makamlarının başvurucunun mülkiyet hakkına yönelik doğrudan bir müdahalesi olmayıp özel kişiler arası bir uyuşmazlık söz konusudur. Dolayısıyla başvuruda, devletin mülkiyet hakkına ilişkin pozitif yükümlülükleri yönünden inceleme yapılması gerekmektedir.

i. Mülkün Varlığı

42. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır (Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, B. No: 2013/1178, 5/11/2015, § 54). Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31). Somut başvuru yönünden başvurucunun alacağının varlığı kambiyo senedine dayandığına göre icra edilebilir nitelikteki söz konusu alacağın mülk teşkil ettiğinde kuşku bulunmamaktadır.

ii. Genel İlkeler

43. Mülkiyet hakkının korunmasının devlete birtakım pozitif yükümlülükler yüklediği hususu Anayasa'nın 35. maddesinin lafzında açık bir biçimde düzenlenmemiş ise de bu güvencenin sadece devlete atfedilebilen müdahalelere yönelik sınırlamalar getirdiği, bireyi üçüncü kişilerin müdahalelerine karşı korumasız bıraktığı düşünülemez. Pozitif yükümlülüklerin ortaya çıkmasının nedeni gerçek anlamda koruma sağlanmasıdır. Buna göre anılan maddede bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkının gerçekten ve etkili bir şekilde korunabilmesi yalnızca devletin müdahaleden kaçınmasına bağlı değildir. Gerçek anlamda koruma sağlanması için devletin negatif yükümlülükleri dışında pozitif yükümlülüklerinin de olması gerekir. Dolayısıyla Anayasa'nın 5. ve 35. maddeleri uyarınca devletin mülkiyet hakkının korunmasına ilişkin pozitif yükümlülükleri bulunmaktadır. Bu bağlamda söz konusu pozitif yükümlülükler, kimi durumlarda özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklar da dâhil olmak üzere mülkiyet hakkının korunması için belirli tedbirlerin alınmasını gerektirmektedir (Türkiye Emekliler Derneği, B. No: 2012/1035, 17/7/2014, §§ 34-38; Eyyüp Boynukara, B. No: 2013/7842, 17/2/2016, §§ 39-41; Osmanoğlu İnşaat Eğitim Gıda Temizlik Hizmetleri Petrol Ürünleri Sanayi Ticaret Limited Şirketi, B. No: 2014/8649, 15/2/2017, § 43).

44. Devletin pozitif yükümlülükleri, mülkiyet hakkına yapılan müdahalelere karşı usule ilişkin güvenceleri sunan yargısal yolları da içeren etkili hukuksal bir çerçeve oluşturma, oluşturulan bu hukuksal çerçeve kapsamında yargısal ve idari makamların bireylerin özel kişilerle olan uyuşmazlıklarında etkili ve adil bir karar vermesini temin etmek sorumluluklarını da içermektedir (Selahattin Turan, B. No: 2014/11410, 22/6/2017, § 41).

45. Özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklarda olayda tarafların birbirleriyle çatışan menfaatleri bulunmaktadır. Dolayısıyla tarafların karşı karşıya gelen menfaatleri çerçevesinde mülkiyet hakkını korumakla yükümlü bulunan devletin maddi ve usule ilişkin pozitif yükümlülüklerini yerine getirip getirmediği dikkate alınarak sonuca varılmalıdır. Bu bağlamda ilk olarak belirli, ulaşılabilir ve öngörülebilir bir kanun hükmünün mevcut olup olmadığı irdelenmelidir (Hüseyin Ak, B. No: 2016/77854, 1/7/2020, § 53).

46. İkinci olarak başvurucuya mülkiyet hakkına yapılan müdahaleye etkin bir biçimde itiraz edebilme, savunma ve iddialarını yetkili makamlar önünde ortaya koyabilme olanağının tanınıp tanınmadığı incelenmelidir. Anayasa'nın 35. maddesi usule ilişkin açık bir güvenceden söz etmemektedir. Bununla birlikte mülkiyet hakkının gerçek anlamda korunabilmesi bakımından bu madde, Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında da ifade edildiği üzere mülk sahibine müdahalenin kanun dışı veya keyfî ya da makul olmayan şekilde uygulandığına ilişkin savunma ve itirazlarını sorumlu makamlar önünde etkin bir biçimde ortaya koyabilme olanağının tanınması güvencesini kapsamaktadır. Bu değerlendirme ise uygulanan sürecin bütününe bakılarak yapılmalıdır (Züliye Öztürk, B. No: 2014/1734, 14/9/2017, § 36; Bekir Yazıcı [GK], B. No: 2013/3044, 17/12/2015, § 71).

47. Mülkiyet hakkının usule ilişkin güvenceleri hem özel kişiler arasındaki mülkiyet uyuşmazlıklarında hem de taraflardan birinin kamu gücü olduğu durumlarda geçerlidir. Bu bağlamda mülkiyet hakkının korunmasının söz konusu olduğu durumlarda usule ilişkin güvencelerin somut olayda yerine getirildiğinden söz edilebilmesi için derece mahkemelerinin kararlarında konu ile ilgili ve yeterli gerekçe bulunmalıdır. Ayrıca belirtmek gerekir ki bu zorunluluk davacının bütün iddialarına cevap verilmesi anlamına gelmemekle birlikte mülkiyet hakkını ilgilendiren davanın sonucuna etkili esasa ilişkin temel iddia ve itirazların yargılama makamlarınca özenli bir şekilde değerlendirilerek karşılanması gerekmektedir (Kamil Darbaz ve GMO Yapı Grup End. San. Tic. Ltd. Şti., B. No: 2014/12563, 24/5/2018, § 52).

48. Son olarak ise başvurucunun mülkiyet haklarını koruyacak ve yeterli güvenceler sağlayacak hukuksal mekanizmaların oluşturulup oluşturulmadığı incelenmelidir. Özel kişilerin mülkiyet haklarının çatıştığı bu gibi durumlarda bunlardan hangisine üstünlük tanınacağının takdiri, kanun koyucuya ve somut olayın koşulları gözönünde bulundurularak derece mahkemelerine ait bir yetkidir. Bununla birlikte her iki tarafın menfaatlerinin mümkün olduğunca dengelenmesi ve sürecin taraflardan biri aleyhine ölçüsüz bir sonuca da yol açmaması gerekir. Menfaatler dengesinin kurulmasında taraflardan biri aleyhine bireysel olarak aşırı ve olağan dışı bir külfetin yüklenmesi, pozitif yükümlülüklerin ihlali sonucunu doğurabilir. Olayın bütün koşulları ve taraflara tanınan tüm imkânlar ile tarafların tutum ve davranışları gözönünde bulundurularak menfaatlerin adil bir şekilde dengelenip dengelenmediği değerlendirilmelidir (Faik Tari ve Sultan Tari, B. No: 2014/12321, 20/7/2017, § 52).

49. Devletin pozitif yükümlülükleri çerçevesinde -özel kişiler arası uyuşmazlıklarla ilgili olsun ya da olmasın- yargı kararlarının uygulanması ve kişilerin alacaklarına kavuşması bakımından etkili bir icra sistemi kurma sorumluluğu bulunmaktadır. Özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklarda devletin mülkiyet hakkına ilişkin pozitif yükümlülükleri, karşılıklı hak ve menfaatler dengesine dayanmaktadır. Alacakların icrasına ilişkin süreç bakımından da durum böyledir. Devlet bu sistemi kurarken gerek alacaklının gerekse de borçlu ve ilgili üçüncü kişilerin hak ve menfaatlerini gözetmek, kişilerin mülkiyet haklarının korunması için gerekli tedbirleri almak durumundadır. Buna göre bir yandan alacaklının mülkiyet hakkı kapsamında bulunan alacağına kavuşması için etkin bir icra yolunun oluşturulması, öte yandan da icradan etkilenen borçlu ve ilgili diğer kişilere mülkiyet haklarına yapılan müdahalelerin keyfî veya hukuka aykırı olduğunu ileri sürebilmeleri için etkin biçimde itiraz edebilme imkânının tanınması gerekmektedir (Hesna Funda Baltalı ve Baltalı Gıda Hayvancılık San. ve Tic. Ltd. Şti. [GK], B. No: 2014/17196, 25/10/2018, §§ 71, 72; Nihal Soydan, B. No: 2015/3112, 23/1/2019, § 35; AYM, E.2019/11, K.2019/86, 14/11/2019, §§ 14, 15; AYM, E.2019/59, K.2020/61, 22/10/2020, §§ 22, 23).

50. Alacağın ödenmemesi nedeniyle başlatılan icra takibinde alacaklı ve borçlunun mülkiyet hakkı çatışmaktadır. Bu nedenle icra takip sürecinin alacaklı ve borçlu tarafın menfaatlerini dengeleyecek yolları öngörmesi gerekmektedir. Bununla birlikte kanun koyucunun öngördüğü düzenlemelerin menfaatler dengesinin kurulmasında taraflardan biri aleyhine ölçüsüzlüğe neden olması mülkiyet hakkı yönünden pozitif yükümlülüklerle de bağdaşmayabilir. Bu bağlamda her iki tarafın menfaatlerinin mümkün olduğunca dengelenmesi ve sürecin taraflardan biri aleyhine ölçüsüz bir netice doğuracak şekilde sonuçlandırılmaması gerekir. Menfaat dengesinin adil bir şekilde kurulup kurulmadığının değerlendirilmesinde ise taraflara tanınan tüm imkânların gözönünde bulundurulması zorunludur (AYM, E.2019/59, K.2020/61, 22/10/2020, § 24).

iii. İlkelerin Olaya Uygulanması

51. Somut olayda üçüncü kişi D.Ç. tarafından D.A.K. aleyhine başvuru konusu taşınmazın tapusunun iptali ve tescili talebiyle 1/3/2007 tarihinde Tüketici Mahkemesinde açılan dava devam ederken başvurucunun 14/4/2008 tarihinde D.A.K. aleyhine başlattığı takibin kesinleşmesi üzerine başvuru konusu taşınmazın tapu kaydına 17/4/2008 tarihinde haciz şerhi konulmuştur. Ardından Tüketici Mahkemesinin davanın kabulüyle taşınmazın üzerindeki haciz ve şerhlerle birlikte davacı üçüncü kişi D.Ç. adına tesciline dair 15/12/2009 tarihli kararı 29/3/2010 tarihinde kesinleşmiş ve 12/5/2010 tarihinde taşınmaz tapuya tescil edilmiştir.

52. Müteakiben üçüncü kişi D.Ç.nin talebi üzerine başvurucu tarafından satış avansının yatırılmamasına ve Üsküdar 3. Asliye Hukuk Mahkemesince 10/5/2010 tarihinde satışın tedbiren durdurulmasına karar verilmiş olması gerekçesiyle Ümraniye 1. İcra Müdürlüğünce 19/9/2011 tarihinde haczin kaldırılmasına hükmedilmiştir. Ancak başvurucunun şikâyeti üzerine Ümraniye 1. İcra Hukuk Mahkemesince satış masraflarının yatırıldığı ve haczin fekkini gerektirecek bir durum olmadığı gerekçesiyle 12/4/2012 tarihinde haczin kaldırılması kararının kaldırılmasına karar verilmiş ve aynı tarihte taşınmazın tapu kaydına ikinci kez haciz şerhi konulmuştur (bkz. §§ 11-13).

53. Bir kez daha D.Ç.nin talebi üzerine taşınmazın ikinci haciz tarihinde takip borçlusu olmayan D.Ç. adına kayıtlı olması ve Tüketici Mahkemesi kararının dava tarihi itibarıyla konulmuş hacizlere ilişkin olduğu yönündeki bozma ilamına uyularak 6/3/2014 tarihinde ikinci haciz şerhi işleminin de kaldırılmasına karar verilmiştir (bkz. §§ 14,15).

54. Bunun üzerine başvurucunun İcra Müdürlüklerinin haczin kaldırılması kararlarındaki kusurları nedeniyle açılan başvuru konusu tazminat davasının da reddine karar verilmiştir. Mahkemece, icra takibinden önce taşınmazın tapu kaydının iptali davasının açılmış olması, haciz kararı sonrasında satış işleminin tedbiren durdurulması ve tapu kaydının iptaliyle D.Ç. adına tesciline karar verilmiş olması nedeniyle satışın gerçekleşmeyeceği belirtilmiştir. Buna göre de taşınmazın üçüncü kişi adına tescil edilmesiyle oluşan zarar ile icra müdürlüğü işlemleri arasında nedensellik bağının koptuğu ve başvurucunun tazminat talep etme koşullarının bulunmadığı ifade edilmiştir.

55. Başvurucu, temel olarak icra memurlarının hatalı işlemleri sonucu alacağını tahsil etme imkânının ortadan kalktığını belirterek oluşan zararlarının tazmin edilmemesinden yakınmaktadır.

56. Bu noktada evvela belirtmek gerekir ki satış avansının başvurucu tarafından yatırılmasına rağmen Üsküdar 4. İcra Müdürlüğünün satış avansının yatırılmadığına ilişkin kabulünün hatalı olduğu nihai ve kesin olarak bir yargı kararı ile belirlenmiş durumdadır.

57. Bununla birlikte İcra Müdürlüğünün bu hatalı işleminin tek başına başvurucunun alacağını tahsil etme imkânını ortadan kaldırıp kaldırmadığı ihtilaf konusudur. Bu bağlamda ikinci haciz şerhi işleminin kaldırılması talebini inceleyen İcra Hukuk Mahkemesince Tüketici Mahkemesinin taşınmaz üzerindeki haciz ve şerhlerle birlikte D.Ç. adına tapuya tesciline karar verilmesi ve haciz tarihinin bu tescil kararından önce olması nedeniyle Tüketici Mahkemesi kararının aynen uygulanması gerektiği görüşü benimsenmiştir. Buna mukabil bu kararın temyiz incelemesinde taşınmazın haczedilebilmesi için haciz tarihinde borçlunun adına kayıtlı olması gerektiği oysa somut olayda taşınmazın yeni haciz tarihinde takip borçlusu olmayan D.Ç. adına kayıtlı olduğu ve ayrıca Tüketici Mahkemesi kararının o dosyadaki dava tarihi itibarı ile konulmuş hacizlere ilişkin olduğu Dairece açıklanmıştır.

58. Bunun yanı sıra D.Ç.nin başvuru konusu taşınmazı D.A.K.dan satın aldığını ve Tüketici Mahkemesince taşınmazın adına tesciline hükmedilmesine rağmen D.A.K.nın başvurucuya borcundan dolayı başvurucu tarafından haciz konulduğunu belirterek takibin durdurulması ve taşınmazın kendisine ait olduğunun tespiti ile haczin fekki talebiyle açtığı istihkak davasının reddine karar verilmiştir. Kararın gerekçesinde, Tüketici Mahkemesince başvuru konusu taşınmazın üzerindeki haciz ve şerhlerle birlikte D.Ç. adına tesciline karar verildiği, kesin hüküm teşkil eden bu karardan önce taşınmaz üzerinde haczi bulunan başvurucuya karşı istihkak iddiasında bulunulamayacağı ifade edilmiştir (bkz. §§ 16, 17).

59. Öte yandan Dairenin başka bir alacaklı tarafından aynı taşınmaza ilişkin tesis ettirilen haciz şerhinin kaldırılmasına yönelik olarak yukarıda paylaşılan istihkak davasına dair 13/10/2021 tarihli karar düzeltme kararında, başvuru konusu taşınmazın borçlu D.A.K. adına olan tapu kaydının iptali ile üçüncü kişi D.Ç. adına tescili kararının kurucu değil bildirici nitelikte bir işlem olduğu vurgulanmıştır. Buna göre Dairenin uyulan bozma ilamında, mülkiyet hakkının haciz tarihinden önce davacı üçüncü kişiye geçtiğinin kabulüne karar verilmesinin hatalı olduğu, 4721 sayılı Kanun'un 705. maddesine göre taşınmaz mülkiyetinin kesinleşmiş mahkeme kararıyla tescilden önce kazanılabileceği ifade edilmiştir. Bu çerçevede başvuru konusu taşınmazla ilgili olarak Tüketici Mahkemesinde görülen tapu iptali ve tescil davasında verilen kararın 29/3/2010 tarihinde kesinleştiği oysa henüz bu karar kesinleşmeden önce taşınmazın tapuda borçlu adına kayıtlı iken 25/3/2010 tarihinde haciz konulduğu belirtilerek haczin kaldırılması kararının doğru olmadığı izah edilmiştir (bkz. § 31).

60. Başvuru konusu icra takibinde ise 15/12/2009 tarihli tescil kararından önce 17/4/2008 tarihinde haciz şerhi konulmuştur. Dolayısıyla atıf yapılan emsal karardaki (bkz. § 31) olayla benzer şekilde haciz tarihinde 4721 sayılı Kanun'un 705. maddesi gereğince henüz tescil kararı kesinleşmediğinden taşınmazın D.Ç.ye geçmediği, borçlu D.A.K. adına olan tescilin varlığını sürdürdüğü anlaşılmıştır. Ayrıca yukarıda alıntılanan Daire kararında da belirtildiği gibi taşınmazın borçlunun borcu nedeniyle haczedilebilmesi için haciz tarihinde borçlu adına kayıtlı olması kuralına uygun olarak somut olayda da haciz tarihinde taşınmazın borçlu D.A.K. adına kayıtlı olmaya devam ettiğinin altı çizilmelidir. Öte yandan belirtmek gerekir ki taşınmazın üzerindeki haciz ve şerhlerle birlikte davacı üçüncü kişi D.Ç. adına tesciline karar verilmiş ve kararın gerekçesinde dava tarihinden önce veya sonra konulan hacizler yönünden bir ayrım yapılmamıştır. Ancak Tüketici Mahkemesinin taşınmazın üzerindeki haciz ve şerhlerle birlikte tesciline dair hükmünü yorumlayan Dairenin burada kastedilen haczin dava tarihi itibarı ile konulmuş hacizlere ilişkin olduğu değerlendirmesinin de haciz kararının kaldırılmasında etkili olduğuna dikkat çekmek gerekir.

61. Ayrıca başvurucu aleyhine açılan istihkak davasında da taşınmazın üzerindeki haciz ve şerhlerle birlikte D.Ç. adına tesciline karar verildiği, kesin hüküm teşkil eden bu karardan önce taşınmaz üzerinde haczi bulunan başvurucuya karşı istihkak iddiasında bulunulamayacağı ifade edilmiştir (bkz. §§ 16, 17). Bizatihi bu karar nazara alındığında dahi kesin hükme saygı ve kesin hükmün bağlayıcı olması ilkeleri gereğince -kanunun öngördüğü ayrık durum dışında- hükmü veren Tüketici Mahkemesi de dâhil diğer bütün mahkemelerin, icra müdürlüklerinin ve diğer ilgili kurumların bu kararla bağlı olması gerekirken haciz kararı kaldırılarak Tüketici Mahkemesi kararının sağladığı güvencenin işlevsiz duruma getirildiği söylenebilir.

62. Bu olgular ışığında somut olay değerlendirildiğinde hem icra müdürlüklerinin hatalı işlemleri hem de derece mahkemelerinin 4721 sayılı Kanun'un 705. maddesi ile kesin hükme saygı ve kesin hükmün bağlayıcılığı ilkelerine aykırı yorumlarının başvurucunun alacağını tahsil etmesini önemli ölçüde güçleştirdiği anlaşılmaktadır.

63. Bununla birlikte başvurucunun icra işleminin hatalı olduğunu belirterek açtığı tazminat davası illiyet bağının kesildiği gerekçesiyle reddedilmiştir. Yukarıda da değinildiği üzere ilk haciz kararı İcra Müdürlüğünce kaldırılmıştır. Bu haczin kaldırılması nedeniyle yeniden haciz konulmasına ilişkin yargı sürecinin sonucu ne olursa olsun başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamındaki alacağına kavuşması geciktiğinden bir zarara yol açıldığı sabittir.

64. Üstelik yukarıdaki tespitler doğrultusunda Tüketici Mahkemesince başvuru konusu taşınmazın üzerindeki haciz ve şerhlerle birlikte tescili kararı ve bu kararı yorumlayan -başvurucu aleyhine açılan istihkak davasındaki- Ümraniye 1. İcra Hukuk Mahkemesi kararının nihai, bağlayıcı ve icra edilebilir nitelikte olduğu hususunda tereddüt bulunmamaktadır. Buna mukabil bu kesinleşmiş hükümlere müdahale edilmesini gerektirecek zorlayıcı ve istisnai durumların yine usul hukukunda öngörülen müesseseler çerçevesinde objektif ve kabul edilebilir ölçüde ortaya konulmadan başvurucunun lehine olan bağlayıcı mahkeme kararlarının hüküm ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde kararlar verildiği anlaşılmıştır. Başka bir ifadeyle bağlayıcı nitelikteki Tüketici Mahkemesi ve Ümraniye 1. İcra Hukuk Mahkemesi hükümlerinin icra edilebilirliğinin yeni bir mahkeme kararıyla etkisiz hâle getirilmesi suretiyle başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamındaki alacağını tahsil etmesi imkânı güçleştirilmiştir.

65. Ayrıca benzer bir uyuşmazlıkta Yargıtay Hukuk Genel Kurulu; hacizli olarak satın alınmasından sonra haczin hukuki bir hata ile fekki üzerine (artık üçüncü kişinin mülkiyetinde bulunan) taşınmazın, takip borçlusu önceki malikin borcu için haczedilebileceğineüstelik bu haczin ihya suretiyle ve önceki tarihle konulacağına karar vermiştir. Söz konusu kararda Yargıtay kararlarıyla hatalı olduğu anlaşılan icra dairesinin işlemleri ile buna bağlı olarak oluşturulan icra mahkemelerinin kararları, ayrıca taşınmazın üçüncü şahıs tarafından hacizli olarak satın alındığı gözönünde bulundurularak hiçbir kusuru olmayan alacaklının hukuki durumunun olumsuz biçimde etkilendiği ve haklarını kaybetmesine neden olunduğu açıklanmıştır (bkz. § 32).

66. Sonuç olarak hatalı olarak ilk haciz işleminin İcra Müdürlüğünce kaldırıldığı nihai bir yargı kararıyla tespit edilmesine rağmen herhangi bir tazminat ödenmemesi başvurucuya şahsi olarak aşırı bir külfet yüklenmesine yol açmıştır. İlk haczin kaldırılmasından sonraki yargılama sürecinde ikinci haczin kaldırılmış olması da başvurucuya yüklenen külfeti daha da ağırlaştırmıştır. Bu durumda somut olayın koşulları altında Anayasa'nın 35. maddesiyle öngörülen pozitif yükümlülüklerin yerine getirilemediği sonucuna varılmıştır.

67. Açıklanan gerekçelerle başvurucunun Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

B. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucunun İddiaları

68. Başvurucu, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

2. Değerlendirme

69. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin yargılamanın süresi tespit edilirken sürenin başlangıç tarihi olarak davanın ikame edildiği tarih; sürenin sona erdiği tarih olarak -çoğu zaman icra aşamasını da kapsayacak şekilde- yargılamanın sona erdiği tarih, yargılaması devam eden davalar yönünden ise Anayasa Mahkemesinin makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin şikâyetle ilgili kararını verdiği tarih esas alınır (Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, §§ 50, 52). Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin yargılama süresinin makul olup olmadığı değerlendirilirken yargılamanın karmaşıklığı ve kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun yargılamanın süratle sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar dikkate alınır (Güher Ergun ve diğerleri, §§ 41-45).

70. Somut olayda başvurucu 6/10/2015 tarihinde dava açmış, bu dava Yargıtayın 13/11/2018 tarihli onama kararıyla sona ermiştir. Anılan ilkeler ve Anayasa Mahkemesinin benzer başvurularda verdiği kararlar dikkate alındığında 3 yıl 1 ay 7 günlük yargılama süresinin makul olduğu sonucuna varmak gerekir. Bu durumda makul sürede yargılanma hakkına yönelik bir ihlalin olmadığı açıktır.

71. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının diğer kabul edilebilirlik nedenleri incelenmeksizin açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

C. Giderim Yönünden

72. Başvurucu; ihlalin tespiti, tazminat ve yeniden yargılama taleplerinde bulunmuştur.

73. Başvuruda tespit edilen ihlalin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Bu kapsamda kararın gönderildiği yargı mercilerince yapılması gereken iş, yeniden yargılama işlemlerini başlatmak ve Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar vermektir (30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasında düzenlenen bireysel başvuruya özgü yeniden yargılama kurumunun özelliklerine ilişkin kapsamlı açıklamalar için bkz. Mehmet Doğan [GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018, §§ 54-60; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019, §§ 53-60, 66; Kadri Enis Berberoğlu (3) [GK], B. No: 2020/32949, 21/1/2021, §§ 93-100).

74. Öte yandan ihlalin niteliğine göre yeniden yargılamanın yeterli bir giderim sağlayacağı anlaşıldığından başvurucunun tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. 1. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

2. Adil yargılanma hakkı kapsamındaki makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,

B. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul Anadolu 25. Asliye Hukuk Mahkemesine (E.2015/340, K.2016/450) GÖNDERİLMESİNE,

D. Başvurucunun tazminat talebinin REDDİNE,

E. 364,60 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.264,60 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

F. Ödemenin kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına; ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal faiz UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 30/3/2023 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

NURDAN KÖSEOĞLU BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2019/23351)

 

Karar Tarihi: 23/3/2023

R.G. Tarih ve Sayı: 4/7/2023-32238

 

GENEL KURUL

 

KARAR

Başkan

:

Zühtü ARSLAN

Başkanvekili

:

Hasan Tahsin GÖKCAN

Başkanvekili

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

Engin YILDIRIM

 

 

Muammer TOPAL

 

 

M. Emin KUZ

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Recai AKYEL

 

 

Yusuf Şevki HAKYEMEZ

 

 

Yıldız SEFERİNOĞLU

 

 

Selahaddin MENTEŞ

 

 

Basri BAĞCI

 

 

İrfan FİDAN

 

 

Kenan YAŞAR

 

 

Muhterem İNCE

Raportör

:

Mahmut ALTIN

Başvurucu

:

Nurdan KÖSEOĞLU

Vekili

:

Av. Ali ÖMÜRLÜBAY

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, nihai bir mahkeme kararına dayalı alacağın ödenmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 10/7/2019 tarihinde yapılmıştır. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

3. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir.

4. Bölüm, başvurunun Genel Kurul tarafından incelenmesine karar vermiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

5. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

A. Tazminat Davası Süreci

6. Bireysel başvurudan sonra vefat eden başvurucu İhsan Köseoğlu, askerlik görevini ifa ederken 30/10/2012 tarihinde Cihanbeyli İlçe Jandarma Komutanlığının bahçe duvarı demirlerine dokunmasıyla elektrik akımına kapılarak yaralanmıştır.

7. Gülhane Askerî Tıp Akademisinin (GATA) 12/9/2014 tarihli raporunda başvurucu İhsan Köseoğlu'nun askerliğe elverişli olmadığı belirtilmiştir.

8. İhsan Köseoğlu'na annesi başvurucu Nurdan Köseoğlu vasi olarak atanmış ve sonrasında Çarşamba Sulh Mahkemesince 26/2/2016 tarihinde başvurucu Nurdan Köseoğlu'na kısıtlı oğlu başvurucu İhsan Köseoğlu'nu temsil etmek üzere husumete izin kararı verilmiştir.

9. Başvurucu İhsan Köseoğlu'nun elektrik çarpması neticesinde yaralanması nedeniyle Konya 3. Asliye Hukuk Mahkemesinde (Asliye Hukuk Mahkemesi) 18/1/2017 tarihinde elektrik şirketleri M.A.Ş. ile E. Ltd. Şti. aleyhine maddi ve manevi tazminat davası açılmıştır.

10. Asliye Hukuk Mahkemesince 11/1/2018 tarihinde davanın kabulüne karar verilmiştir. Kararda; başvurucu İhsan Köseoğlu için 696.051,64 TL iş göremezlik zararı ile 703.805,84 TL bakıcı gideri olmak üzere toplam 1.399.857,48 TL maddi tazminatın ve 150.000 TL manevi tazminatın, başvurucu Nurdan Köseoğlu için ise 50.000 TL manevi tazminatın davalılardan müteselsilen tahsiline hükmedilmiştir.

11. Davalı M.A.Ş.nin kararı istinaf etmesi üzerine 6/11/2018 tarihinde Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 24. Hukuk Dairesince (İstinaf Dairesi) istinaf talebinin esastan reddine karar verilmiştir.

12. Davalı M.A.Ş.nin kararı temyiz etmesi üzerine 16/4/2019 tarihinde Yargıtay 3. Hukuk Dairesince (Yargıtay Dairesi) davalının sair temyiz itirazlarının reddiyle bakıcı ücretinden hakkaniyet indirimi yapılması gerektiği gerekçesiyle kararın bozulmasına karar verilmiştir. Bozma kararının gerekçesinin ilgili kısmı şöyledir:

"...

1- Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı bilgi ve belgelere, özellikle temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararında yazılı gerekçelere göre, davalı tarafın sair temyiz itirazlarının reddi gerekir.

2- Davalı tarafın bakıcı ücretine yönelik temyiz itirazının incelenmesinde;

...

zararlandırıcı olay nedeniyle hayati gereksinimlerini bir başkasının yardım ve bakımı olmadan karşılayamaz hale gelen davacının kendi gelirinden bakım için bir miktar pay ayırması gerekeceği, ayrıca aile bireylerinin yardımından da yararlanacağı gözetilerek, ilk derece mahkemesince; bilirkişi tarafından belirlenen bakıcı ücretinden TBK'nin 51 ve 52 nci maddeleri uyarınca hakkaniyet indirimi yapılması gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile bakıcı ücretinin tamamının tazminine karar verilmiş olması doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.

...

SONUÇ : Yukarıda birinci bentte açıklanan nedenlerle davalı tarafın sair temyiz itirazlarının reddine; ikinci bentte açıklanan nedenlerle 6100 sayılı HMK'nun 373üncü maddesinin birinci fıkrası uyarınca temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının KALDIRILMASINA, aynı Kanunun 371 inci maddesi uyarınca İlk Derece Mahkemesi kararının davalı taraf yararına BOZULMASINA...

B. İcra Takibi ve Şikâyet Davası Süreci

13. Asliye Hukuk Mahkemesinin bozma öncesi davanın kabulüne dair 11/1/2018 tarihli kararı sonrasında başvurucu tarafından 15/1/2018 tarihinde Gölbaşı (Ankara) İcra Müdürlüğünde (İcra Müdürlüğü) davalılar aleyhine icra takibi başlatılmıştır.

14. Başvurucu, Yargıtay Dairesinin 16/4/2019 tarihli bozma kararı üzerine davalı M.A.Ş.nin dosyaya sunduğu teminat mektubunun paraya çevrilmesini talep etmiştir. İcra Müdürlüğünce 14/5/2019 tarihinde talebin kabulüne karar verilmiştir.

15. Bunun üzerine davalı M.A.Ş. İcra Müdürlüğünün 14/5/2019 tarihli teminat mektubunun paraya çevrilmesi kararına karşı 29/5/2019 tarihinde Gölbaşı İcra Hukuk Mahkemesinde (İcra Mahkemesi) şikâyet davası açmıştır.

16. İcra Mahkemesince 12/6/2019 tarihinde şikâyetin kabulüyle İcra Müdürlüğünün 14/5/2019 tarihli teminat mektubunun paraya çevrilmesi kararının iptaline kesin olarak karar verilmiştir. Kararın gerekçesinde, Asliye Hukuk Mahkemesi kararının bozulmasına hükmeden Yargıtayın ilamında kısmi onamaya ilişkin bir ifade olmadığı ve kısmi bir kesinleştirme şerhi de bulunmadığı belirtilerek teminat mektubunun paraya çevrilme imkânının olmadığı açıklanmıştır.

17. Başvurucu nihai kararı 13/6/2019 tarihinde öğrenmiş, 10/7/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

C. Başvuru Tarihinden Sonraki Gelişmeler

18. Asliye Hukuk Mahkemesi kararının bozulması sonrasında tarafların karar düzeltme talebinde bulunmamaları nedeniyle Asliye Hukuk Mahkemesince 19/7/2019 tarihinde kısmi kesinleştirme şerhi düzenlenmiştir. Kesinleştirme şerhinin ilgili kısmı şöyledir:

"Mahkememizin işbu 11/11/2018 tarih 2017/34 Esas 2018/86 Karar sayılı kararının hüküm fıkrasındaki;

'... davacı İhsan Köseoğlu için 696.051,64 TL iş göremezlik zararının, ve 150.000,00 TL manevi tazminatın 30/10/2012 kaza tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte ve davacı Nurdan Köseoğlu için 50.000,00 TL manevi tazminatın yine aynı olay tarihi itibariyle yasal faizi ile birlikte davalılardan müteselsilen alınarak davacılara verilmesine..'

kısımlarının tarafların karar düzeltme kanun yoluna başvurmamaları üzerine 31/05/2019 tarihinde kesinleştiği tasdik olunur."

19. Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi'nde (UYAP) kayıtlı olan kesinleştirme şerhinin başvurucunun avukatı tarafından 2/8/2019 tarihinde açılıp okunmak suretiyle görüldüğü evrak işlem kütüğünden tespit edilmiştir. Ayrıca bu kısmi kesinleştirme şerhinden sonra 31/7/2019 tarihinde başvurucuya ödeme yapıldığı anlaşılmıştır.

20. Asliye Hukuk Mahkemesince bozma kararına uyularak yapılan yargılama sonunda 25/10/2021 tarihinde davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir. Kararda manevi tazminat ve iş göremezlik talepleri hakkında karar verilmesine yer olmadığı belirtilerek hakkaniyet indirimi yapılarak 109.117,18 TL bakıcı giderine hükmedilmiştir. Davalı M.A.Ş.nin ve başvurucunun kararı temyiz etmesi üzerine Yargıtay Dairesi 14/6/2022 tarihinde harç yönünden düzelterek onama kararı vermiştir.

21. Başvurucu İhsan Köseoğlu başvurunun devamı sırasında 10/9/2020 tarihinde vefat etmiş, mirasçısı olan diğer başvurucu Nurdan Köseoğlu başvuruyu devam ettirmek istediğini bildirmiştir.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. İlgili Mevzuat

22. 9/6/1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra İflas Kanunu'nun "İcranın geri bırakılması için verilecek süre" kenar başlıklı 36. maddesinin olay tarihinde yürürlükte bulunan beşinci ve altıncı fıkraları şöyledir:

"...

Bölge adliye mahkemesince başvurunun haklı görülmesi hâlinde teminatın geri verilip verilmeyeceğine karar verilir. Yargıtayca hükmün bozulması hâlinde borçlunun başvurusu üzerine, bozmanın mahiyetine göre teminatın geri verilip verilmeyeceğine mahkemece kesin olarak karar verilir.

Bölge adliye mahkemesince başvurunun esastan reddine karar verilmesi veya Yargıtayca hükmün onanması hâlinde alacaklının istemi üzerine başkaca işleme gerek kalmaksızın teminata konu olan para alacaklıya ödenir. Mal ve haklar ise, malın türüne göre icra dairesince paraya çevrilir. İlâm alacaklısının teminat üzerinde rüçhan hakkı vardır.

..."

23. 2004 sayılı Kanun'un "İcranın iadesi" kenar başlıklı 40. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"Bir ilâmın bölge adliye mahkemesince kaldırılması veya temyizen bozulması icra muamelelerini olduğu yerde durdurur."

24. 4/2/1983 tarihli ve 2797 sayılı Yargıtay Kanunu'nun "Yargıtay" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

 “Yargıtay, adliye mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adli yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme mercii olup, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile bu Kanun ve diğer kanunların hükümlerine göre görev yapan bağımsız bir yüksek mahkemedir."

25. 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun "Temyiz incelemesi ve duruşma" kenar başlıklı 369. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:

''(1) Yargıtay, tarafların ileri sürdükleri temyiz sebepleriyle bağlı olmayıp, kanunun açık hükmüne aykırı gördüğü diğer hususları da inceleyebilir."

26. 6100 sayılı Kanun'un ''Onama kararları'' kenar başlıklı 370. maddesi şöyledir:

''(1) Yargıtay, onama kararında, onadığı kararın hukuk kurallarına uygunluk gerekçesini göstermek zorundadır.

 (2) Temyiz olunan kararın, esas yönünden kanuna uygun olup da kanunun olaya uygulanmasında hata edilmiş olmasından dolayı bozulması gerektiği ve kanuna uymayan husus hakkında yeniden yargılama yapılmasına ihtiyaç duyulmadığı takdirde Yargıtay, kararı düzelterek onayabilir. Esas yönünden kanuna uygun olmayan kararlar ile hâkimin takdir yetkisi kapsamında karara bağladığı edalar hakkında bu fıkra hükmü uygulanmaz.

 (3) Tarafların kimliklerine ait yanlışlıklarla, yazı, hesap veya diğer açık ifade yanlışlıkları hakkında da bu hüküm uygulanır.

 (4) Karar, usule ve kanuna uygun olup da gösterilen gerekçe doğru bulunmazsa, gerekçe değiştirilerek ve düzeltilerek onanır."

B. Yargı Kararları

27. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 25/3/1992 tarihli ve E.1992/121, K.1992/197 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"...Taraflar arasındaki 'nafakanın arttırılması' davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; (Ankara Onüçüncü Asliye Hukuk Mahkemesi)nce davanın açılmamış sayılmasına dair verilen 19.11.1990 gün ve 559-655 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay İkinci Hukuk Dairesi'nin 16.5.1991 gün ve 5056-7968 sayılı ilamıyla; (..Önceki boşanma hükmünün yoksulluk nafakasına ilişkin bölümü temyiz edilmiş isede bu yöne ilişkin temyiz itirazları 18.6.1990 tarihinde reddedilmiş ve yoksulluk nafakası ile ilgili olarak karar düzeltme yoluna gidilmemek suretiyle boşanma hükmü ile birlikte aylık 100.000 TL. yoksulluk nafakasına dair karar 12.9.1990 tarihinde kesinleşmiştir. Öyle ise 28.9.1990 tarihinde açılan yoksulluk nafakasının arttırılmasına ilişkin bu davanın esasının incelenmesi gerekirken yazılı düşüncelerle davanın açılmamış sayılmasına karar verilmesi usul ve kanuna aykırıdır..) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

...

İşte olayımızda çözümlenmesi gereken husus, genelde birden fazla talep sonucunu ihtiva eden hukuk davalarında ve özelde kombine hüküm mahiyetini taşıyan boşanma davalarında taraflarca uygun görülerek temyiz edilmeyen ya da temyiz isteği reddedilen (bozmanın kapsamı dışında kalan) hususların kesinleşmiş olup olmadığıdır. Özellikle olayımızda olduğu gibi diğer temyiz itirazları reddedilerek yalnızca manevi tazminata karar verilmesi yönünden bozulan davada manevi tazminat dışında kalan diğer talep kalemlerinin (örneğin, yoksulluk nafakasına ilişkin hükmün) kesinleşmiş sayılıp sayılmayacağının belirlenmesidir.

...

Diğer taraftan kısmi temyiz sebebiyle hükmün bir bölümünün (talep sonuçlarından bazılarının) temyiz edilmemek suretiyle kesinleşmesi ile, temyiz edilip onanmak suretiyle kesinleşmesi (bozmanın kapsamı dışında kalması) arasında kesin hükmün bağlayıcılığı, müstakilen infaz kabiliyeti bulunması, mevcut uyuşmazlığı yeniden ele alınması mümkün olmayacak biçimde çözümlenmesi yönlerinden herhangi bir fark mevcut değildir. Nitekim, 9.5.1960 tarihli ve 21/9 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı da, doktrinde bu şekilde yorumlanarak, mevcut uygulamanın Yargıtay'ın bozma dışında kalan kısımları da hukuksal denetime tabi tutarak bu kısımlara artık yeniden geri dönülmesini engellemek istediği ve bunu da bozmanın kapsamı dışında kalan yönlerin (talep sonuçlarının) kesinleştiğini kabul etmek suretiyle sağladığı biçimde değerlendirilmiştir (Prof. Dr. Saim Üstündağ, Medeni Yargılama Usulü - Cilt 2 İstanbul 1977 3. Baskı S. 90).

Bütün bu genel açıklamalardan sonra olayımıza gelecek olursak, mahkemenin boşanmaya ve boşanmanın feri sonuçlarına ilişkin kararının temyizi üzerine Yargıtay'ca yalnızca manevi tazminat açısından bozulmuş, başta yoksulluk nafakası olmak üzere diğer yönler (talep sonuçları) bozmanın kapsamı dışında kalarak kesinleşmiştir. Öyle ise açılan bu dava, önceki davada kesinleşen yoksulluk nafakasının artırılmasına (MK. 145/son) ilişkin olup, işin esasının incelenmesi gerekirken bozmanın kapsamı dışında kalmasına rağmen önceki davanın derdest olduğundan bahisle davanın açılmamış sayılmasına karar verilmesi usul ve kanuna aykırıdır. ..."

28. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 23/10/2002 tarihli ve E.2002/633, K2002/847 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"...

Yerel mahkemenin, davacının üyelikten ihracına ilişkin kararın dayanağını oluşturan 17.7.1997 tarihli ikinci ihtarın verilen ödeme süresi yönünden usulsüz olduğu, buna dayalı ihraç kararının da bu nedenle yasaya aykırı bulunduğu gerekçesiyle ve tazminat miktarı yönünden alınan bilirkişi raporunu benimsemek suretiyle verdiği davanın kabulüne, ihraç kararının iptaline, fazlaya ilişkin hak saklı kalmak üzere, 1.000.000.000.-TL. tazminatın davalıdan tahsiline dair karar, Yüksek Özel Dairece yukarıdaki gerekçeyle bozulmuştur.

1- Yerel mahkeme, ihraç kararına yönelik hükmün bozma dışında bırakılmış olması nedeniyle kesinleştiğini gerekçe göstererek, bu yönden yeniden hüküm tesisine yer olmadığına, tazminat miktarının hesaplanmasına yönelik bozmaya karşı ise direnilmesine karar vermiştir.

Bu noktada, öncelikle, metni yukarıda yer alan bozma kararının 'Dava dosyası içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına göre, davalı vekilinin aşağıdaki bent dışında kalan ve yerinde görülmeyen diğer temyiz itirazlarının reddi gerekmiştir.' şeklindeki (1) nolu bendi karşısında, üyelikten ihraç kararının iptaline dair yerel mahkeme hükmünün kesinleşmiş olup olmadığı açıklığa kavuşturulmalıdır.

Yerel mahkemenin bozulan hükmü, davacının dava dilekçesindeki talepleri doğrultusunda, üyelikten ihraç kararının iptaline ve buna bağlı olarak, usulsüz şekilde ihraç edilen ve kendisine konut tahsisi yapılamayan davacının bu hakkına kaimen tazminat ödenmesine ilişkindir. Eş söyleyişle, davacı, birinin (tazminat) kabulü, ancak diğerinin (ihraç kararının iptali) kabul edilmesine bağlı bulunan iki ayrı talepte bulunmuş; mahkeme her iki talebinde kabulüne karar vermiştir. Bozma kararının (1) numaralı bendinde, davalı vekilinin bu hükme yönelik diğer temyiz itirazları reddedilmiş, (2) nolu bentte ise, tazminatın hesaplanmasında izlenen yöntemin yanlış olduğu belirtilerek hüküm sadece bu yönden bozulmuş; böylece ihraç kararının iptaline yönelik karar bozmanın kapsamı dışında bırakılmış; ancak, bu yönden açık bir onama kararı da verilmemiştir.

Açıktır ki, Yargıtay, temyiz edilen kararın bir kısmını onayıp; diğer kısmını bozabilir; böyle bir durumda, ortada bir 'kısmi onama ve kısmi bozma' kararı bulunacaktır. Böyle bir durumda mahkeme kısmi bozmaya uysa bile, artık hükmün onanan bölümü üzerinde yeni bir inceleme yapamaz. (Prof.Dr. Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 4. Baskı, 1984, Cilt:4, sayfa: 3397-3398)

Hemen belirtilmelidir ki, usul hukuku ilkeleri açısından doğru olan ve bu nedenle de benimsenmesi gereken tutum, ilgili Yargıtay Dairesinin, hakkındaki temyiz itirazlarını reddettiği hüküm bölümünü açıkça onamasıdır.

Ancak, öteden beri, somut durumda olduğu gibi, Yargıtay Dairelerinin kısmi onama ve kısmi bozma kararı verilmesi gereken durumlarda, gerçekte onanmasına hükmettikleri hüküm bölümü yönünden, sadece ilgili tarafın temyiz itirazlarını reddetmekle yetinip, açık bir onama hükmü kurmadıkları ve bu tür kararların özellikle infaz yönünden tereddütlere neden olduğu bilinmektedir.

Bu nedenle, bu tür Yargıtay kararlarının usul hukuku açısından doğurdukları sonuç üzerinde ayrıca durulmalıdır.

Öğretide, bir davadaki birden fazla talepten bir veya daha fazlası hakkında verilen kararın bozma kapsamı dışında kalması halinde, o karara yönelik açık bir onama hükmü olmasa dahi, ortada kısmi bir bozma ve kısmi bir onama kararının bulunacağı kabul edilmektedir. Başka bir ifadeyle, açık bir onama hükmü bulunmasa dahi, salt taleplerden biri veya daha fazlası hakkındaki yerel mahkeme kararına ilişkin temyiz itirazları Yargıtay'ca reddedilmiş ve böylece kararın o bölümü bozma kapsamı dışında bırakılmış ise, reddedilen temyiz itirazlarının ilgili bulunduğu karar bölümü onanmış sayılır. (Prof. Dr. Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 4. Baskı, 1984, Cilt:4, sayfa: 3421 ve devamı).

Hükmün bir bölümünün, taraflarca o yönden temyiz yoluna gidilmemesi nedeniyle kesinleşmesi veya temyiz edilip de bozma kapsamı dışında kalması arasında; gerek kesin hükmün bağlayıcılığı, gerek infaz kabiliyeti ve gerekse o konudaki uyuşmazlığın artık mahkemece yeniden ele alınmasının mümkün bulunmaması yönlerinden, herhangi bir fark yoktur.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 25.3.1992 gün ve 1992/2-121 esas, 1992/197 karar sayılı kararı da bu doğrultudadır. Yine, usule ilişkin kazanılmış hak konusundaki 9.5.1960 gün ve 21/9 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı da, öğretide ve uygulamada aynı sonucu doğuracak şekilde yorumlanmıştır. (Prof.Dr. Saim Üstündağ, Medeni Yargılama Usulü, 3. Baskı, Cilt 2, İstanbul 1977, sayfa:90)

Bu açıklamalar çerçevesinde somut durum değerlendirildiğinde:

Yerel mahkeme davacının ihraç kararının iptali ve tazminat taleplerinin tümünün kabulüne karar vermiş ve Yüksek Özel Daire, davalının bu karara yönelik temyiz itirazlarından sadece tazminat hesabına ilişkin bulunanlarını kabul edip, diğerlerini reddetmiş olmakla, açık bir onama kararı vermemekle birlikte, ihraç kararının iptaline yönelik yerel mahkeme hükmünü onamış bulunmaktadır.

Bu durumda, mahkeme hükmünün üyelikten ihraç kararının iptaline yönelik bölümü bozma kapsamı dışında bırakılmakla onanmış ve bu yön kesinleşmiştir. Dolayısıyla, kısmi bozmaya karşı kurulan direnme hükmünde, artık üyelikten ihraç kararının iptaline ilişkin davacı talebi hakkında yeniden hüküm kurulmasına gerek yoktur.

Hal böyle olunca, yerel mahkemenin, anılan konuda hüküm tesisine yer olmadığına karar vermiş olması doğrudur.

..."

29. Yargıtay 12. Hukuk Dairesinin 1/4/2005 tarihli ve E.2005/4566, K.2005/7049 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"...İstanbul 1. İş Mahkemesi’nin 27.05.2003 tarih ve 2003/257-484 sayılı ilamının hüküm bölümünde kıdem tazminatı 28.998.633 TL., ihbar tazminatı 6.000.000.000 TL. ve ücretli izin nedeniyle de 25.200.000.000 TL. olmak üzere toplam 60.198.633.771 TL. alacağın 14.02.2000 tarihinden itibaren yürütülecek yasal faizi ve takdir edilen 3.107.945.351 TL. nispi avukatlık ücreti ile birlikte davalıdan alınıp davacıya ödenmesine karar verilmiştir.

Hükmün temyiz edilmesinden sonra Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin 17.02.2004 tarih ve 2003/11355 E, 2004/2576 sayılı ilamı ile sadece (izin alacağı) yönünden kararın bozulduğu anlaşılmaktadır. Anılan Yargıtay ilamının (1) no’lu bendinde açıkça, bozmanın sadece izin alacağından söz edilen (2) no’lu bende hasredildiği belirtilmiş ve borçlunun sair temyiz itirazları reddedilmiştir. Açık bir onama hükmü bulunmasa dahi, taleplerden biri veya daha fazlası hakkındaki yerel mahkeme kararına ilişkin temyiz itirazları Yargıtay’ca reddedilmiş ve böylece kararın o bölümü bozma kapsamı dışında bırakılmış ise, reddedilen temyiz itirazlarının ilgili bulunduğu karar bölümü onanmış sayılır. (Prof. Dr. Baki Kuru HUMK 4. Baskı 1984, cilt4, shf, 3421) (HGK’ nun 25.03.1992 tarih ve 1992/2-121 E, 1992/197 K)(HGK’ nun 23.10.2002 tarih ve 2002/11-633 E, 2002/847 K)

Bu durumda, alacaklının bozma ilamı kapsamı dışında kalan alacak bölümleri yönünden takibe devam etmesi mümkün olup şikayetin kabulü yerine reddine karar verilmesi isabetsizdir.

..."

30. Yargıtay 12. Hukuk Dairesinin 25/6/2018 tarihli ve E.2018/995, K.2018/6656 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"...

Borçlu mehil vesikasında yazılı süre içinde, Yargıtay'dan icranın geri bırakılması kararı almazsa veya icranın geri bırakılması kararı alınıp da hükmün onanması halinde, yatırılan teminat para ise alacaklının talebi üzerine başkaca bir işleme gerek kalmadan alacaklıya ödenir, mal ve hak ise malın niteliğine göre icra müdürlüğünce paraya çevrilir.

Somut olayda; itirazın iptaline dair İstanbul Anadolu 21.Asliye Hukuk Mahkemesinin 2013/406 Esas 2014/190 Karar sayılı ilamının icra dairesine ibraz edilerek takibe devam edildiği, bahsi geçen ilamın tehiri i icra talepli temyiz edildiği, borçlu tarafından İstanbul İli, Sarıyer İlçesi, Uskumruköy Mah. 715 Parsel C5 tipi villanın teminat olarak icra dosyasına bildirildiği ve mehil talep edildiği, söz konusu taşınmazın İstanbul Anadolu 10.İcra Hukuk Mahkemesinin 2014/1 D.İş sayılı ve İstanbul Anadolu 16.İcra Hukuk Mahkemesinin 2014/671 Esas 2014/630 Karar sayılı kararı ile İİK'nun 36. maddesi hükmünce teminat olarak kabul edildiği, alacaklı lehine taşınmaz üzerine 1. derecede ve 2. derecede ipotekler konulduğu ve borçluya mehil verildiği, borçlu tarafından icranın geri bırakılması kararı alınarak icra dosyasına ibraz edildiği akabinde bahsi geçen ilamın Yargıtay'ca onandığı ve alacaklı tarafın dosyadaki alacağın tahsili için dosyaya teminat olarak bildirilen ve ipotek konulan taşınmazdaki ipotekten vazgeçtiklerini beyan ederek, ipoteğin fekki ile 06/01/2016 tarihli talepleri doğrultusunda borçluya muhtıra tebliği ve bankalara 89/1 haciz ihbarnamesi gönderilmesine karar verilmesini talep ettiği, icra müdürlüğünce alacaklı tarafın talebinin kabulüne karar verildiği ve gerekli işlemlerin yapıldığı, icra müdürlüğü işlemlerinin borçlu tarafından şikayet edildiği, mahkemece alacaklının tehiri icra kararı için kendi lehine tesis edilen ipotek hakkında mahkeme kararına gerek olmadan tek taraflı irade beyanı ile vazgeçebileceği bu durumun borcu sona erdiren bir sebep olmadığı, alacaklının ipoteğin fekki talebinden sonra icra müdürünün alacaklının haciz talebini kabul etmesinde hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesi ile şikayetin reddine karar verildiği, kararın borçlu tarafça temyizi ile Dairemizce onandığı görülmektedir.

Yukarıda belirtilen ilke ve kurallar gözetildiğinde; Yargıtay’ın temyiz edilen hükmü onaması halinde daha önce vermiş olduğu icranın geri bırakılması kararı kendiliğinden kalkar ve ilamın icrasına devam edilir. Bu halde alacaklının talebi üzerine başkaca bir işleme gerek olmaksızın icra müdürü, borçlunun gösterdiği teminat para ise bu para ile alacaklının alacağını, faizini ve takip giderlerini alacaklıya öder. Borçlunun icranın geri bırakılması kararı alabilmek için göstermiş olduğu teminat paradan başka bir mal veya hak olması halinde ise icra müdürü malın veya hakkın çeşidine göre teminat gösterilmiş olan mal veya hakkı paraya çevirir (satar) bedeli ile alacaklının alacağını, faizini ve takip giderlerini öder. Buna göre; somut olayda, icra müdürlüğünce teminat olarak gösterilen taşınmaz paraya çevrilerek, alacaklının tüm alacağının ödenmesi gerekirken, alacaklının ipoteğin fekki ile bankalara 89/1 haciz ihbarnamesi gönderilmesi talebi üzerine 3. kişiye birinci haciz ihbarnamesi gönderilmesi yerinde olmamıştır. İcra takip dosyası içerisinde, taşınmaz üzerine mahkeme kararıyla konulan ipoteklerin fekkine dair icra müdürlüğünce ilgili tapu sicil müdürlüğüne yazılan bir müzekkereye ya da söz konusu ipoteklerin fek edildiğine dair bir belgeye rastlanılamamıştır.

..."

31. Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 19. Hukuk Dairesinin 1/3/2018 tarihli ve E.2017/1343, K.2018/407 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"...

Uyuşmazlık; teminat mektubunun paraya çevrilme talebinin reddine ilişkin icra müdürlüğü kararına karşı şikayet niteliğindedir.

Takip dosyasının incelenmesinde; şikayetçi alacaklılar tarafından dava dışı borçlu K1 hakkında ilamlı icra takibi başlatıldığı, takip dayanağının Yalvaç Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2014/319 E. ve 2016/14 K. sayılı ilamı olduğu, takip talebi ve buna uygun düzenlenen icra emri ile ilamda alacaklılar lehine hükmedilen maddi ve manevi tazminat alacakları ile yargılama gideri, ilam vekalet ücreti ve işlemiş faiz alacaklarının tahsilinin istendiği, 31/03/2016 tarihinde sunulan teminat mektubunun icra hakimliğince teminat olarak kabulüne karar verildiği, Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin 08/06/2016 tarih, 2016/6755 E. ve 2017/744 K. sayılı kararı ile icranın geri bırakıldığı, Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin 20/12/2016 tarih ve 2016/6755 E. 2016/15317 K. sayılı ilamıyla davalının tüm temyiz itirazlarının reddine, davacıların temyiz itirazlarının ise (maddi ve manevi tazminat miktarlarının usulüne uygun olarak belirlenmeyip az olarak hesaplanması nedeniyle) kabulüne karar verildiği, şikayetçi alacaklılar vekilinin Yargıtay bozma ilamına istinaden teminat mektubunun paraya çevrilmesine ilişkin talebinin icra müdürlüğünün 13/02/2017 tarihli kararı ile reddedildiği, icra müdürlüğünün bu kararının şikayete konu edildiği anlaşılmıştır.

Açık bir onama hükmü bulunmasa dahi taleplerden biri veya daha fazlası hakkındaki yerel mahkeme kararına ilişkin temyiz itirazları Yargıtay’ca reddedilmiş ve böylece kararın o bölümü bozma kapsamı dışında bırakılmış ise, reddedilen temyiz itirazlarının bulunduğu karar bölümü onanmış sayılır. (Pr.Dr.Baki Kuru Hukuk Muhakemeleri Usulü 4. baskı 1984 cilt 4, sahife 3421) (HGK 25.3.1992 tarih ve 1992/2-121 Esas, 1992/197 K.) (HGK. 23.10.2002 Tarih ve 2002/11-633 2002/847).

...

Dairemizce yapılan değerlendirmeler neticesinde; takibe konu edilen Yalvaç Asliye Hukuk Mahkemesi (İş Mahkemesinin) 2014/319 E.-2016/14 K.sayılı kararının Yargıtay 21.Hukuk Dairesinin 2016/6755 E.- 2016/15317 K.sayılı kararı ile şikayetçi alacaklılar lehine maddi ve manevi tazminatın az hükmedildiği gerekçesi ile kısmen bozulduğu, Yargıtay kararında bozma kararı dışında kalan temyiz itirazlarının yerinde olmadığının açıklandığı, bu durumda bozma kararı dışında kalan maddi ve manevi tazminat alacağı yönünden mahkeme kararının kesinleştiği, kesinleşen bu alacaklar yönünden takibe devam edilebileceği, bu durumda teminatın iadesi için İİK.'nın 36.maddesinde öngörülen koşulun gerçekleştiği, mahkemece şikayetin kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde sonuca gidilmesinin isabetsiz olduğu anlaşıldığından şikayetçi alacaklılar vekilinin istinaf talebinin esastan kabulüne karar vermek gerekmiş, aşağıdaki hüküm kurulmuştur.

..."

V. İNCELEME VE GEREKÇE

32. Anayasa Mahkemesinin 23/3/2023 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları

33. Başvurucu 11/1/2018 tarihli Asliye Hukuk Mahkemesi hükmünün sadece bakıcı giderleri yönünden bozulduğunu, bozma kararında sair temyiz itirazlarının reddedilmesiyle Asliye Hukuk Mahkemesince hükmedilen diğer tazminatlar yönünden bozma nedeni bulunmadığının ifade edildiğini vurgulamıştır. Başvurucuya göre bozma dışında kalan tazminatların kesinleşmesi nedeniyle tahsil edilmesinde sakınca bulunmamaktadır. Başvurucu 2004 sayılı Kanun'un 36. maddesinin altıncı fıkrasının açık hükmü gereğince bozma dışında kalan tazminatların ödenmesi gerekirken sözü edilen Kanun'un uygulanmamasından ve İcra Mahkemesi eliyle hak ettiği tazminata kavuşmasının engellenmesinden yakınmıştır. Başvurucu bu gerekçelerle hukuk devleti ve hukuk güvenliği ilkeleriyle hak arama özgürlüğü, mahkemeye erişim hakkı, mülkiyet hakkı ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir.

B. Değerlendirme

34. Anayasa'nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

35. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder. Başvurucuların ileri sürdüğü iddiaların mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesinin uygun olacağı değerlendirilmiştir.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

36. Asliye Hukuk Mahkemesince başvuru tarihinden sonra kısmi kesinleştirme şerhi düzenlendiği anlaşıldığından başvurucunun mağdur statüsünün devam edip etmediğinin değerlendirilmesi gerekir.

37. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 46. maddesine göre Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunulması için başvuruya konu edilen ve ihlale yol açtığı ileri sürülen kamu gücü eylem veya işleminden ya da ihmalinden dolayı başvurucunun kişisel olarak ve doğrudan etkilenmiş olması gerekir (Onur Doğanay, B. No: 2013/1977, 9/1/2014, §§ 42-45).

38. Somut olayda her ne kadar sonrasında kısmi kesinleştirme şerhi düzenlenmiş olsa da bu başvurunun konusunu, teminat mektubunun paraya çevrilmesi talebinin kabulüne ilişkin icra işlemine yönelik İcra Mahkemesinde görülen şikâyet süreci oluşturmaktadır. İcra Mahkemesi borçlunun şikâyetini kabul ederek teminat mektubunun paraya çevrilmesi talebini kabul eden icra işlemini kaldırmış ve başvurucu aleyhine 66,55 TL yargılama gideri ile 906 TL vekâlet ücretine hükmetmiştir. Bunun yanında İcra Mahkemesinin kararı sebebiyle alacağın tahsili sürecinde yaklaşık üç aylık bir gecikme yaşandığı da açıktır. Kaldı ki esas incelemesi bölümünde ayrıca detaylı olarak tartışılacağı üzere Yargıtayın sair temyiz itirazlarının reddine karar verdiği durumlarda özellikle icra sürecine ilişkin olarak nasıl bir uygulama yapılacağı hususunda somut olayda olduğu gibi tereddütlerin olduğu da gözetildiğinde konunun mülkiyet hakkının korunmasına ilişkin gerekliliklerin değerlendirilmesi yönüyle anayasal bakımdan önemi bulunmaktadır. Bu durumda başvurucunun mağdur statüsünün bütünüyle sona erdirilemediği sonucuna ulaşılmıştır.

39. Ayrıca yukarıda değinildiği üzere başvurunun konusu olan yargılama sürecinde teminat mektubunun paraya çevrilmesine ilişkin icra işlemini iptal eden İcra Mahkemesi kararı kesin olduğundan başvuru yollarının tüketilmesi ölçütü yönünden de herhangi bir sorun bulunmadığı değerlendirilmiştir.

40. Açıklanan gerekçelerle açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

41. Somut olayda kamu makamlarının başvurucunun mülkiyet hakkına yönelik olarak doğrudan bir müdahalesi mevcut olmayıp özel kişiler arası bir uyuşmazlık söz konusudur. Dolayısıyla başvuruda, devletin mülkiyet hakkına ilişkin pozitif yükümlülükleri yönünden inceleme yapılması gerekmektedir.

a. Mülkün Varlığı

42. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır (Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, B. No: 2013/1178, 5/11/2015, § 54). Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

43. Anayasa'nın 35. maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkı mevcut mal, mülk ve varlıkları koruyan bir güvencedir. Bir kişinin hâlihazırda sahibi olmadığı bir mülkün mülkiyetini kazanma hakkı -kişinin bu konudaki menfaati ne kadar güçlü olursa olsun- Anayasa'yla korunan mülkiyet kavramı içinde değildir. Bu bağlamda belirtmek gerekir ki Anayasa'nın 35. maddesi soyut bir temele dayalı olarak mülkiyete erişmeyi ve mülkiyeti edinmeyi değil mülkiyet hakkını güvence altına almaktadır. Bu hususun istisnası olarak belli durumlarda bir ekonomik değer veya icrası mümkün bir alacağı elde etmeye yönelik meşru bir beklenti Anayasa'da yer alan mülkiyet hakkı güvencesinden yararlanabilir (Kemal Yeler ve Ali Arslan Çelebi, B. No: 2012/636, 15/4/2014, §§ 36, 37; Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, §§ 52-54; Mehmet Şentürk [GK], B. No: 2014/13478, 25/7/2017, §§ 41, 53).

44. Meşru beklenti objektif temelden uzak bir beklenti olmayıp belirli bir kanun hükmüne veya başarılı olma ihtimalinin yüksek olduğunu gösteren yerleşik bir yargı içtihadına ya da ayni menfaatle ilgili hukuki bir işleme dayanan yeterli derecede somut nitelikte bir beklentidir (Selçuk Emiroğlu, B. No: 2013/5660, 20/3/2014, § 28; Mehmet Şentürk, § 42). Dolayısıyla Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ortak koruma kapsamında olan meşru beklentiye dayalı mülkiyet hakkının tespiti mevcut hukuk sisteminde iddia edilen mülkiyet iddiasının tanınmasına bağlı olup bu tespit, mevzuat hükümleri ve yargı kararları ile yapılmaktadır (Üçgen Nakliyat Ticaret Ltd. Şti., B. No: 2013/845, 20/11/2014, § 37). Temelsiz bir hak kazanma beklentisi veya sadece mülkiyet hakkı kapsamında ileri sürülebilir bir iddianın varlığı meşru beklentinin kabulü için yeterli değildir (Kemal Yeler ve Ali Arslan Çelebi, § 37).

45. Somut olayda başvurucunun tazminata hak kazandığı derece mahkemelerince kabul edilmiştir. Davalı şirket yargılama sırasında sunduğu dilekçelerde başvurucunun tazminat taleplerinin reddi gerektiğini ileri sürmüş ise de bu savunma derece mahkemelerince yerinde görülmemiştir. Başvurucunun tazminat alacağı olgusu artık yargısal hükümle icra edilebilir hâle gelmiştir. Bu durumda tazminat alacağı kesinleşmiş yargı kararıyla tespit edilen başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi anlamında mülkiyet hakkının bulunduğunun kabulü gerekir.

b. Genel İlkeler

46. Mülkiyet hakkının korunmasının devlete birtakım pozitif yükümlülükler yüklediği hususu Anayasa'nın 35. maddesinin lafzında açık bir biçimde düzenlenmemiş ise de bu güvencenin sadece devlete atfedilebilen müdahalelere yönelik sınırlamalar getirdiği, bireyi üçüncü kişilerin müdahalelerine karşı korumasız bıraktığı düşünülemez. Pozitif yükümlülüklerin ortaya çıkmasının nedeni gerçek anlamda koruma sağlanmasıdır. Buna göre anılan maddede bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkının gerçekten ve etkili bir şekilde korunabilmesi yalnızca devletin müdahaleden kaçınmasına bağlı değildir. Gerçek anlamda koruma sağlanması için devletin negatif yükümlülükleri dışında pozitif yükümlülüklerinin de olması gerekir. Dolayısıyla Anayasa'nın 5. ve 35. maddeleri uyarınca devletin mülkiyet hakkının korunmasına ilişkin pozitif yükümlülükleri bulunmaktadır. Bu bağlamda söz konusu pozitif yükümlülükler, kimi durumlarda özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklar da dâhil olmak üzere mülkiyet hakkının korunması için belirli tedbirlerin alınmasını gerektirmektedir (Türkiye Emekliler Derneği, B. No: 2012/1035, 17/7/2014, §§ 34-38; Eyyüp Boynukara, B. No: 2013/7842, 17/2/2016, §§ 39-41; Osmanoğlu İnşaat Eğitim Gıda Temizlik Hizmetleri Petrol Ürünleri Sanayi Ticaret Limited Şirketi, B. No: 2014/8649, 15/2/2017, § 43).

47. Devletin pozitif yükümlülükleri, mülkiyet hakkına yapılan müdahalelere karşı usule ilişkin güvenceleri sunan yargısal yolları da içeren etkili hukuksal bir çerçeve oluşturma, oluşturulan bu hukuksal çerçeve kapsamında yargısal ve idari makamların bireylerin özel kişilerle olan uyuşmazlıklarında etkili ve adil bir karar vermesini temin etme sorumluluklarını da içermektedir (Selahattin Turan, B. No: 2014/11410, 22/6/2017, § 41).

48. Özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklarda olayda tarafların birbirleriyle çatışan menfaatleri bulunmaktadır. Dolayısıyla tarafların karşı karşıya gelen menfaatleri çerçevesinde mülkiyet hakkını korumakla yükümlü bulunan devletin maddi ve usule ilişkin pozitif yükümlülüklerini yerine getirip getirmediği dikkate alınarak sonuca varılmalıdır. Bu bağlamda ilk olarak belirli, ulaşılabilir ve öngörülebilir bir kanun hükmünün mevcut olup olmadığı irdelenmelidir (Hüseyin Ak, B. No: 2016/77854, 1/7/2020, § 53).

49. İkinci olarak başvuruculara mülkiyet hakkına yapılan müdahaleye etkin bir biçimde itiraz edebilme, savunma ve iddialarını yetkili makamlar önünde ortaya koyabilme olanağının tanınıp tanınmadığı incelenmelidir. Anayasa'nın 35. maddesi usule ilişkin açık bir güvenceden söz etmemektedir. Bununla birlikte mülkiyet hakkının gerçek anlamda korunabilmesi bakımından bu madde, Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında da ifade edildiği üzere mülk sahibine müdahalenin kanun dışı veya keyfî ya da makul olmayan şekilde uygulandığına ilişkin savunma ve itirazlarını sorumlu makamlar önünde etkin bir biçimde ortaya koyabilme olanağının tanınması güvencesini kapsamaktadır. Bu değerlendirme ise uygulanan sürecin bütününe bakılarak yapılmalıdır (Bekir Yazıcı [GK], B. No: 2013/3044, 17/12/2015, § 71; Züliye Öztürk, B. No: 2014/1734, 14/9/2017, § 36).

50. Mülkiyet hakkının usule ilişkin güvenceleri hem özel kişiler arasındaki mülkiyet uyuşmazlıklarında hem de taraflardan birinin kamu gücü olduğu durumlarda geçerlidir. Bu bağlamda mülkiyet hakkının korunmasının söz konusu olduğu durumlarda usule ilişkin güvencelerin somut olayda yerine getirildiğinden söz edilebilmesi için derece mahkemelerinin kararlarında konu ile ilgili ve yeterli gerekçe bulunmalıdır. Ayrıca belirtmek gerekir ki bu zorunluluk başvurucunun bütün iddialarına cevap verilmesi anlamına gelmemekle birlikte mülkiyet hakkını ilgilendiren davanın sonucuna etkili esasa ilişkin temel iddia ve itirazların yargılama makamlarınca özenli bir şekilde değerlendirilerek karşılanması gerekmektedir (Kamil Darbaz ve GMO Yapı Grup End. San. Tic. Ltd. Şti., B. No: 2014/12563, 24/5/2018, § 52).

51. Son olarak ise başvurucuların mülkiyet haklarını koruyacak ve yeterli güvenceler sağlayacak hukuksal mekanizmaların oluşturulup oluşturulmadığı incelenmelidir. Özel kişilerin mülkiyet haklarının çatıştığı bu gibi durumlarda bunlardan hangisine üstünlük tanınacağının takdiri, kanun koyucuya ve somut olayın koşulları gözönünde bulundurularak derece mahkemelerine ait bir yetkidir. Bununla birlikte her iki tarafın menfaatlerinin mümkün olduğunca dengelenmesi ve sürecin taraflardan biri aleyhine ölçüsüz bir sonuca da yol açmaması gerekir. Menfaatler dengesinin kurulmasında taraflardan biri aleyhine bireysel olarak aşırı ve olağan dışı bir külfetin yüklenmesi, pozitif yükümlülüklerin ihlali sonucunu doğurabilir. Olayın bütün koşulları ve taraflara tanınan tüm imkânlar ile tarafların tutum ve davranışları gözönünde bulundurularak menfaatlerin adil bir şekilde dengelenip dengelenmediği değerlendirilmelidir (Faik Tari ve Sultan Tari, B. No: 2014/12321, 20/7/2017, § 52).

52. Devletin pozitif yükümlülükleri çerçevesinde -özel kişiler arası uyuşmazlıklarla ilgili olsun ya da olmasın- yargı kararlarının uygulanması ve kişilerin alacaklarına kavuşması bakımından etkili bir icra sistemi kurma sorumluluğu bulunmaktadır. Özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklarda devletin mülkiyet hakkına ilişkin pozitif yükümlülükleri, karşılıklı hak ve menfaatler dengesine dayanmaktadır. Alacakların icrasına ilişkin süreç bakımından da durum böyledir. Devlet bu sistemi kurarken gerek alacaklının gerekse de borçlu ve ilgili üçüncü kişilerin hak ve menfaatlerini gözetmek, kişilerin mülkiyet haklarının korunması için gerekli tedbirleri almak durumundadır. Buna göre bir yandan alacaklının mülkiyet hakkı kapsamında bulunan alacağına kavuşması için etkin bir icra yolunun oluşturulması, öte yandan da icradan etkilenen borçlu ve ilgili diğer kişilere mülkiyet haklarına yapılan müdahalelerin keyfî veya hukuka aykırı olduğunu ileri sürebilmeleri için etkin biçimde itiraz edebilme imkânının tanınması gerekmektedir (Hesna Funda Baltalı ve Baltalı Gıda Hayvancılık San. ve Tic. Ltd. Şti. [GK], B. No: 2014/17196, 25/10/2018, §§ 71, 72; Nihal Soydan, B. No: 2015/3112, 23/1/2019, § 35; AYM, E.2019/11, K.2019/86, 14/11/2019, §§ 14, 15; AYM, E.2019/59, K.2020/61, 22/10/2020, §§ 22, 23).

53. Alacağın ödenmemesi nedeniyle başlatılan icra takibinde alacaklı ve borçlunun mülkiyet hakkı çatışmaktadır. Bu nedenle icra takip sürecinin alacaklı ve borçlu tarafın menfaatlerini dengeleyecek yolları öngörmesi gerekmektedir. Bununla birlikte kanun koyucunun öngördüğü düzenlemelerin menfaatler dengesinin kurulmasında taraflardan biri aleyhine ölçüsüzlüğe neden olması mülkiyet hakkı yönünden pozitif yükümlülüklerle de bağdaşmayabilir. Bu bağlamda her iki tarafın menfaatlerinin mümkün olduğunca dengelenmesi ve sürecin taraflardan biri aleyhine ölçüsüz bir netice doğuracak şekilde sonuçlandırılmaması gerekir. Menfaat dengesinin adil bir şekilde kurulup kurulmadığının değerlendirilmesinde ise taraflara tanınan tüm imkânların gözönünde bulundurulması zorunludur (AYM, E.2019/59, K.2020/61, 22/10/2020, § 24).

c. İlkelerin Olaya Uygulanması

54. Somut olayda başvurucu (müteveffa) İhsan Köseoğlu'nun askerlik görevini ifa ederken elektrik akımına kapılarak yaralanması nedeniyle açtığı tazminat davasında hükmedilen iş göremezlik zararı ile bakıcı giderine ve manevi tazminata ilişkin karar, Yargıtay Dairesince davalının sair temyiz itirazlarının reddiyle bakıcı ücreti yönünden hakkaniyet indirimi yapılması gerektiği gerekçesiyle bozulmuştur (bkz. §§ 9-12).

55. Bu bozma kararı üzerine daha önce Asliye Hukuk Mahkemesi kararına dayalı başlatılan icra takibinde başvurucunun teminat mektubunun paraya çevrilmesi talebi kabul edilmiş ise de teminat mektubunun paraya çevrilmesi kararına karşı davalının açtığı şikâyet davasında teminat mektubunun paraya çevrilmesi kararının iptaline karar verilmiştir. Kararın gerekçesinde, Asliye Hukuk Mahkemesi kararının bozulmasına hükmeden Yargıtay ilamında kısmi onamaya ilişkin bir ifade olmadığı ve kısmi bir kesinleştirme şerhi de bulunmadığı belirtilerek teminat mektubunun paraya çevrilme imkânı olmadığı açıklanmıştır (bkz. §§ 13-16).

56. Olay tarihinde yürürlükte bulunan 2004 sayılı Kanun'un 36. maddesinin altıncı fıkrasında teminata konu olan paranın hangi hâllerde ödeneceğine ilişkin hükümler mevcuttur. Başvurucu, Yargıtay ilamında bozma dışında kalan tazminatların Asliye Hukuk Mahkemesi kararının kesinleşmesi nedeniyle ödenmesi için verilen teminat mektubunun paraya çevrilmesi gerekirken 2004 sayılı Kanun'un 36. maddesinin altıncı fıkrasının açık hükmüne aykırı olarak anılan tazminatların ödenmemesinden yakınmaktadır.

57. Derece mahkemelerinin kararlarında dayandıkları 2004 sayılı Kanun'un 36. maddesinin beşinci fıkrasında Yargıtayca hükmün bozulması hâli düzenlenmiştir. Buna göre bozma hâlinde teminatın iade edilip edilmeyeceğine mahkemece karar verilecektir. Altıncı fıkrada ise hükmün onanması hâli düzenlenmiş ve bu durumunda mahkeme kararına gerek olmaksızın sadece alacaklının talebi üzerine başkaca işleme gerek kalmaksızın teminata konu olan paranın alacaklıya ödeneceği düzenlenmiştir (bkz. § 22).

58. Yargıtay, 2797 sayılı Kanun'un 1. maddesi uyarınca adliye mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adli yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme mercii olup önüne gelen uyuşmazlık hakkında tereddüte mahal vermeyecek şekilde bir karar vermekle yükümlüdür. Yargıtayın bu hususta verebileceği kararlar ise 6100 sayılı Kanun'un 370. ve 371. maddelerinde açıkça belirtilen onama kararları ile bozma sebeplerinin varlığı hâlinde söz konusu olabilecek bozma kararlarıdır. Bunun yanında Yargıtay, uygulamada ortaya çıkan zorunluluklar nedeniyle birbirinden bağımsız taleplere ilişkin temyiz itirazlarını ayrı ayrı değerlendirmeye tabi tutarak kısmi bozma ve onama kararları da verebilmektedir. Bu kararlar, Yargıtayın 2797 sayılı Kanun'un 1. maddesi ile üstlenmiş olduğu görevin niteliği ve 6100 sayılı Kanun'da sayılan karar türü ile uyumlu olduğu gibi 2004 sayılı Kanun'un 36. maddesinin uygulanması yönünden de herhangi bir tereddüt oluşturmamaktadır.

59. Öte yandan Yargıtay dairelerinin somut olaydaki gibi kısmi onama ve/veya kısmi bozma kararı vermesi gerekirken sadece ilgili tarafın bozma dışında kalan temyiz itirazlarının reddine karar verdiği ve bu reddedilen itirazlarla ilgili açık bir onama ifadesi kullanmadığı kararlar da azımsanmayacak sayıdadır. Yargıtayın bu uygulaması nedeniyle bozma kararının kapsamı hususunda somut olayda olduğu gibi duraksama veya tereddütler söz konusu olabilmektedir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu ve Yargıtay daireleri ile bölge adliye mahkemesinin bazı kararlarında temyiz edilen kararın bir kısmına ilişkin temyiz itirazlarının reddedilmesi ve diğer kısmının bozulması durumunda Yargıtay dairesinin hakkındaki temyiz itirazlarını reddettiği hüküm bölümünü açıkça onamasa bile ortada bir kısmi onama ve kısmi bozma kararı bulunduğu, ilk derece mahkemelerinin hükmün temyiz itirazlarının reddedilen bölümü üzerinde yeni bir inceleme yapamayacağı ifade edilmiştir. Buna göre açık bir onama hükmü bulunmasa dahi salt temyiz itirazlarından biri veya daha fazlasının Yargıtayca reddedilmiş ve böylece kararın o bölümü bozma kapsamı dışında bırakılmış ise reddedilen temyiz itirazlarının ilgili olduğu hüküm bölümünün onanmış sayıldığı değerlendirilmektedir. Bu itibarla söz konusu hükmün bir bölümünün taraflarca o yönden temyiz yoluna gidilmemesi nedeniyle kesinleşmesi, onanması veya temyiz edilip de bozma kapsamı dışında kalması arasında gerek kesin hükmün bağlayıcılığı gerek infaz kabiliyeti gerekse o konudaki uyuşmazlığın artık ilk derece mahkemelerince yeniden ele alınmasının mümkün olmaması yönlerinden herhangi bir fark olmadığı vurgulanmıştır (bkz. §§ 27-31).

60. Somut olayda Asliye Hukuk Mahkemesi de yukarıda açıklanan uygulama doğrultusunda İcra Mahkemesi karar verdikten ve bireysel başvuru yapıldıktan sonra 19/7/2019 tarihinde kısmi kesinleştirme şerhi düzenlemiş; bozma kararı sonrasındaki kararda da manevi tazminat ve iş göremezlik talepleri hakkında karar verilmesine yer olmadığını belirterek sadece bozmaya konu bakıcı giderine hükmetmiştir (bkz. §§ 18, 20).

61. İcra Mahkemesince Yargıtay kararında kısmi onamaya ilişkin bir ifade olmaması ve Asliye Hukuk Mahkemesince kısmi bir kesinleştirme şerhi de düzenlenmemesi nedeniyle teminat mektubunun paraya çevrilme imkânı olmadığı yönündeki yorumun yukarıda açıklanan yargı içtihatlarıyla uyumlu olduğu söylenemez. Ancak İcra Mahkemesinin yaptığı bu yorumun icra hukuk mahkemelerinin görevinin kapsamı ve icranın geri bırakılması müessesesi ile birlikte değerlendirilmesi zorunludur. İcranın geri bırakılması müessesesi öğretide ve yargısal içtihatlarda kabul edildiği üzere kesinleşmeden ilamlı icra takibine konu olan mahkeme kararlarına karşı borçluya geçici koruma sağlayan bir tedbir niteliğindedir. Bu müessese ile borçlu, almış olduğu icranın geri bırakılması kararı ile kanun yolu incelemesi bitene kadar aleyhine ortaya çıkabilecek sonuçlardan korunmaktadır. Hâl böyle olunca kanun yolu incelemesi yapan merciin verdiği kararın niteliği bu tedbirin devam edip etmeyeceği ya da somut olaydaki gibi ödeme aşamasına geçilip geçilmeyeceği yönünden önem arz etmektedir. 2004 sayılı Kanun'un 36. maddesinin (6) numaralı fıkrası Yargıtayın onama kararı sonrasında teminatın başkaca bir işleme gerek kalmaksızın alacaklıya ödeneceği hükmünü içermektedir. Mahkeme bu hükmü esas alarak yaptığı değerlendirmede yukarıda açıklandığı gibi Yargıtayın ilgili kararında kısmi bir onamaya yer verilmediği ve genel mahkeme tarafından yapılmış bir kesinleştirme bulunmadığı gerekçesi ile davanın kabulüne ve icra memurunun teminatın ödenmesine ilişkin işleminin iptaline karar vermiştir. Yargıtayın yerleşik içtihadı uyarınca ilamların infaz edilecek kısmı hüküm bölümü olup dar yetkili icra hukuk mahkemesinin ilamın infaz edilecek kısmını yorum yolu ile belirleme yetkisi bulunmamaktadır. Dolaysıyla icra mahkemelerinin anılan bu yetkisi ışığında somut olayda sorunun tamamen/sadece mahkemenin yorumundan kaynaklandığını söylemek oldukça güçtür. Bu hâlde başvurucunun şikâyetine neden olan hususun hem Mahkemenin yorumundan hem de öncesinde Yargıtayın kararında açık bir onamaya yer vermemesinden kaynaklandığı kabul edilmelidir.

62. Bu açıklamalar uyarınca başvuru konusu olay irdelendiğinde ilk derece mahkemesi tarafından başvurucu lehine verilen ve belli bir meblağın başvurucuya ödenmesine ilişkin ilamın başvurucu tarafından icra takibine konu edilmesinden sonra borçlu tarafından temyize konu edilerek icra takibinin geri bırakılması kararı alındığı anlaşılmıştır. Yargıtay temyiz incelemesi sonucunda ilamın hüküm fıkrasında karar altına alınan taleplerden iş göremezlik zararı ve manevi tazminata ilişkin tüm temyiz itirazlarının reddi ve bakıcı gideri yönünden ise hükmedilen miktardan hakkaniyet indirimi yapılması gerektiği sonucuna varmıştır. Yargıtayın herhangi bir bozma nedeni tespit etmediği iş göremezlik zararı ve manevi tazminat yönünden 6100 sayılı Kanun'un 370. maddesi uyarınca açık bir onama kararı vermeden temyiz itirazlarının reddine dair kararı sonrasında başvurucunun alacağının teminat üzerinden ödenmesi isteği İcra Müdürlüğü tarafından kabul edilmiştir. Ne var ki borçlu Yargıtay kararının onamaya ilişkin olmadığı iddiası ile icra memurunun işlemini şikâyet etmiş ve Mahkeme de yapmış olduğu şeklî inceleme sonucunda başvurucunun aleyhine davanın kabulüne karar vermiştir. Netice itibarıyla Yargıtay kararının 6100 sayılı Kanun'un "Onama Kararları" kenar başlıklı 370. maddesi uyarınca tereddütleri ortadan kaldıracak şekilde açık bir onama ibaresini içermemesi ve İcra Mahkemesinin şeklî yorumu, başvurucunun temyiz aşamasında derdest olan davada hükmedilen ve 16/4/2019 tarihinde nihai hâle geldiği anlaşılan tazminat alacaklarına geç kavuşmasına neden olmuştur. Bu durumda başvurucunun şahsi olarak aşırı bir külfete maruz kalmasına yol açıldığından Anayasa'nın 35. maddesinin öngördüğü pozitif yükümlülüklerin ihlal edildiği sonucuna varılmıştır.

63. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

C. Giderim Yönünden

64. Başvurucu, ihlalin tespiti ile ayrı ayrı 20.000 TL maddi tazminat ve 20.000 TL manevi tazminat talebinde bulunmuştur.

65. Başvuru konusu olayda bireysel başvurudan sonra başvuru konusu tazminatlar ödendiğinden ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmamaktadır. Olayda ihlalin sonuçlarının ortadan kaldırılması bakımından etkin giderim yolu, tazminat olarak görülmektedir. Eski hâle getirme kuralı çerçevesinde ihlalin sonuçlarının bütünüyle ortadan kaldırılabilmesi için başvurucuya net 18.000 TL manevi tazminat ödenmesine karar verilmesi gerekir. Öte yandan başvurucu, uğradığını iddia ettiği zararla ilgili bilgi ve belge sunmadığından maddi tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Başvurucuya net 18.000 TL manevi tazminat ÖDENMESİNE, tazminata ilişkin diğer taleplerin REDDİNE,

D. 364,60 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.264,60 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

E. Ödemelerin kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

F. Kararın bir örneğinin bilgi için Gölbaşı (Ankara) İcra Hukuk Mahkemesi (E.2019/69, K.2019/85) ve Yargıtay Başkanlığı ile Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 23/3/2023 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.