MAKALE

Munzam Zararın Tespitinde Soyut İspat Yönteminin Son Gelişmeler Işığında Değerlendirilmesi

Abone Ol

A.Giriş

1)Munzam (Aşkın) Zarar Kavramı

Para borçlarında borçlunun temerrüdü halinde temerrüt faizi, borçlunun sorumluluğunun alt sınırını oluşturmaktadır. Alacaklının temerrüt faiziyle karşılanamayan zararı söz konusu ise borçlu ayrıca aşkın zarardan da sorumlu tutulmaktadır [1].

Munzam zarar (aşkın/ek zarar), para borçlarında borçlunun temerrüde düşmesi durumunda, alacaklının maruz kaldığı ve temerrüt faizini aşan zararları ifade eder. Bu hallerde faiz, alacaklının gecikme nedeniyle uğradığı zararı karşılayamamakta olup özellikle borçlunun edimin ifasını geciktirdiği süreçte yani temerrüt tarihinden tahsil tarihine kadar geçen sürede, paranın değerinde yaşanan değer kaybının temerrüt faizinden fazla olması durumunda gündeme gelir. Bu açıdan munzam zarar özellikle yüksek enflasyon oranlarının yaşandığı ülkeler açısından fonksiyonel olan bir hukuki müessese olup enflasyonun olmadığı, dolayısı ile temerrüt faizinin temerrüt dolayısı ile oluşan zararı karşıladığı ortamlarda, bu kuruma fazlaca müracaat ihtiyacı kalmamaktadır[2].

Bununla birlikte aşkın zarar, sadece enflasyona bağlı olarak para değerinde düşüşlerin yaşanması nedeniyle oluşmamakta, örneğin; borçlunun zamanında edimini ifa etmemesi nedeniyle alacağını vaktinde alamayan alacaklı, işlerini yürütmek için ihtiyaç duyduğu krediyi piyasadan yüksek bir faizle sağlamaya çalışmışsa, temerrüt faizinden daha fazla faiz ödemiş olması nedeniyle ek bir zarara uğramış olabilir. İşte alacaklının malvarlığında iradesi dışında (borçlunun temerrüdü nedeniyle) meydana gelen ve temerrüt faizini aşan bu zarar da aşkın zarar olarak değerlendirilir.

Temerrüt faizi ile karşılanamayan zararın tahsiline yönelik belirtilen ihtiyaç gözönünde bulundurularak, TBK’nın 122. maddesinde aşkın zarar kurumu düzenlenmiş olup alacaklının temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olması halinde, borçlunun, kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe bu zararı da gidermekle yükümlü olduğu belirtilmiştir [3].

Munzam (aşkın) zarar, asıl alacaktan bağımsız bir ek zarar mahiyetinde olup, Yargıtay da “ Munzam zarar borcunun hukuki sebebi, asıl alacağın temerrüde uğraması ile oluşan hukuka aykırılıktır. O nedenle, borçlunun munzam zararı tazmin yükümlülüğü (TBK md. 122), asıl borç ve temerrüt faizi yükümlülüğünden tamamen farklı, temerrüt ile oluşmaya başlayan asıl borcun ifasına kadar zaman içinde artarak devam eden, asıl borçtan tamamen bağımsız yeni bir borçtur ” diyerek, aşkın zararın bağımsız olma niteliğini vurgulamaktadır [4].

2)TBK Genel Sistematiği İçerisinde Munzam Zararın İrdelenmesi

Borçların ifa edilmemesinin sonuçları, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun “borcun ifa edilmemesi” başlıklı 112. vd. maddelerinde düzenlenmiştir. TBK m.112, “Borç hiç veya gereği gibi ifa edilmezse borçlu, kendisine hiçbir kusurun yüklenemeyeceğini ispat etmedikçe, alacaklının bundan doğan zararını gidermekle yükümlüdür.” hükmünü içermekte olup, madde metninden de anlaşılacağı üzere borcun ifa edilmemesi, borcun hiç ifa edilmemesi ve borcun gereği gibi ifa edilmemesidir. Borçlunun temerrüdünün bu ifa etmeme hallerinden hangisinin kapsamına girdiği ise Kanun’da açıkça düzenlenmemiş olup 117 vd. maddelerinde “Borçlunun Temerrüdü” şeklinde ayrı bir başlık altında düzenlenmiştir.

İşbu makalede borçlunun temerrüdünün özel sonuçlarından olan para borçlarındaki aşkın zararın (munzam zarar) ve aşkın zararın varlığının ispatı konusunda soyut ispat kurallarının yeterli sayılıp sayılmayacağı hususu Anayasa Mahkemesi’nin verdiği ihlal kararları ile birlikte incelenecek olup bu hususta adli yargının tutumu da ayrıca ele alınacaktır. Bu konuyu anlatmaya başlamadan önce borçlunun temerrüdü kavramından kısaca bahsetmek konunun anlaşılırlığı bakımından önem arz etmektedir.

B.Borçlunun Temerrüdü ve Sonuçları

TBK m.117, “Muaccel bir borcun borçlusu, alacaklının ihtarıyla temerrüde düşer.” hükmüyle alacaklının ihtarıyla temerrüdün gerçekleşeceğini düzenlemişse de temerrüdün ne olduğu konusunda açık bir tanım yapılmamıştır. Dolayısıyla temerrüdün tanımlanması içtihatlar ve doktrine kalmıştır[5].

Geniş anlamda borçlu temerrüdü (borçlunun direnimi) borçlunun sözleşmeye aykırı davranması=borcunu ifa etmemesi demektir. Bu halde ifa olanağı bulunduğu ifa için kararlaştırılan zaman geldiği ve uyarıldığı halde borçlu borcunu ifa etmemektedir [6].

Hukuk Genel Kurulu’nun 2012/502 Esas, 2012/707 Karar ve 10.10.2012 tarihli kararında borçlunun temerrüdü,"...Borçlunun temerrüdü; borçlunun ifa etmekten kaçınamayacağı muaccel edimi, zamanında yerine getirmeyerek ifada gecikmesi ve borcun ifasının hala mümkün bulunması durumunda belirli şartlara bağlı olarak gerçekleşen bir sorumluluk nedenidir...” şeklinde tanımlanmıştır.

Borçlunun temerrüdünün koşulları ise, TBK m.117’de tanımlanmış olup ilgili hüküm şu şekildedir; “Muaccel bir borcun borçlusu, alacaklının ihtarıyla temerrüde düşer.

Borcun ifa edileceği gün, birlikte belirlenmiş veya sözleşmede saklı tutulan bir hakka dayanarak taraflardan biri usulüne uygun bir bildirimde bulunmak suretiyle belirlemişse, bu günün geçmesiyle; haksız fiilde fiilin işlendiği, sebepsiz zenginleşmede ise zenginleşmenin gerçekleştiği tarihte borçlu temerrüde düşmüş olur. Ancak sebepsiz zenginleşenin iyiniyetli olduğu hâllerde temerrüt için bildirim şarttır.”

Madde metninde, borçlunun temerrüdünün şartları borcun muaccel olması ve alacaklının ihtarı şeklinde düzenlenmişse de yerleşik Yargıtay kararlarında bu şartların yanında edimin ifa olanağı bulunması da sayılmıştır [7]. Tüm bu açıklamalar ışığında, borçlunun temerrüdünün koşulları;

· Edimin ifa olanağının bulunması,

· Borcun muaccel olması,

· Alacaklının ihtarıdır.

Sayılan koşulların varlığı halinde borçlunun kusurlu olup olmadığına bakılmaksızın temerrüt gerçekleşir. Başka bir deyişle borçlunun kusuru temerrüt için şart değildir[8]. Borçlunun temerrüdü koşullarının varlığı halinde artık temerrüdün sonuçlarından söz edilecek olup borçlunun temerrüdünün sonuçları, genel ve özel sonuçlar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Borçlunun temerrüdünün genel sonuçları 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nda, gecikme tazminatı (TBK m.118) ve beklenmedik halden sorumluluk (TBK m.119) olarak düzenlenmiştir.

Borçlunun temerrüdünün özel sonuçları ise, “para borçlarında borçlunun temerrüdünün sonuçları” ve “iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerde borçlunun temerrüdü sonuçları” olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Yukarıda da belirtmiş olduğumuz üzere işbu makalenin konusu aşkın zararın varlığının ispatı konusunda soyut ispat kurallarının yeterli sayılıp sayılmayacağının Yüksek Mahkeme kararları ışığında değerlendirilmesidir. Dolayısıyla konuyu uzatmamak adına borçlunun temerrüdünün genel sonuçları ile borçlunun temerrüdünün özel sonuçlarından olan iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerde borçlunun temerrüdü kavramlarının açıklamalarına yerverilmeyecektir.

Para borçlarında borçlunun temerrüdünün iki özel sonucu vardır. Bunlar;

· Temerrüt faizi

· Munzam zarar (aşkın zarar)

Aşkın (munzam) zararın anlaşılabilmesi için öncelikle, borçlu temerrüdünün bir diğer sonucu olan temerrüt faizinin hukuksal niteliği üzerinde durulmasında yarar bulunmaktadır.

1)Temerrüt Faizi

Temerrüt faizi, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 2021/938 Esas, 2022/401 Karar ve 19.03.2022 tarihli kararında, “…Borçlunun para borcunu zamanında ödememesi ve temerrüde düşmesi üzerine TBK’nın 120. maddesi gereği kendiliğinden işlemeye başlayan ve temerrüdün devamı süresince varlığını sürdüren bir karşılık olması itibariyle zamanında ifa etme olgusuyla doğrudan bir bağlantı içerisindedir. Bu kapsamda borçlu, kusurlu olsun veya olmasın borcunu zamanında ifa etmemiş olması durumunda temerrüt faizi ödemekle yükümlü olup bu durum ve temerrüt faiz oranları, 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanun’un (3095 sayılı Kanun) 2. maddesinde “Bir miktar paranın ödenmesinde temerrüde düşen borçlu, sözleşme ile aksi kararlaştırılmadıkça, geçmiş günler için 1 inci maddede belirlenen orana göre temerrüt faizi ödemeye mecburdur…” şeklinde açıklanmıştır.

Görüldüğü üzere temerrüt faizi, borçlunun para borcunu zamanında ödememesi ve temerrüde düşmesi üzerine kanun gereği kendiliğinden işlemeye başlayan ve temerrüdün devamı müddetinde varlığını sürdüren alacaklının zararın varlığını ve miktarını ve borçlunun kusurunu ispat zorunda kalmaksızın borçlunun ödediği ve miktarı yasalarla belirlenmiş asgari, maktu bir tazminattır[9].

2)Aşkın (Munzam) Zarar

Aşkın zarar 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun “aşkın zarar” kenar başlıklı 122. maddesinde, “Alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür.

Temerrüt faizini aşan zarar miktarı görülmekte olan davada belirlenebiliyorsa, davacının istemi üzerine hâkim, esas hakkında karar verirken bu zararın miktarına da hükmeder.” şeklinde düzenleme altına alınmıştır.

Görüldüğü üzere, kanun koyucu, borçlunun temerrüde düşmesi sebebiyle alacaklının uğradığı zararı ilk planda temerrüt faizi ile gidermeyi amaçlamış; alacaklının zarara uğradığını ve borçlunun kusurlu olduğunu ispatlamaksızın, zararını elde edeceği temerrüt faizi ile gidermesini öngörmüştür[10]. Ancak, para borçlarında borçlunun temerrüdü nedeniyle alacaklının uğramış olduğu zarar, temerrüt faizinden fazla olabilir; bu zarara aşkın zarar (munzam zarar) adı verilmektedir[11].

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 10.11.1999 tarihli ve 1998/13-353 E. 1999/929K. sayılı kararında da vurgulandığı üzere munzam zarar, sorumluluğu kusura dayanan borçlu temerrüdünün hukukî bir sonucudur ve alacaklının zararının faizi aşan bölümüdür. Munzam zarar, borçlu temerrüde düşmeden borcunu ödemiş olsaydı, alacaklının mal varlığının kazanacağı durum ile temerrüt sonucunda ortaya çıkan ve oluşan durum arasındaki farktır. Diğer bir anlatımla temerrüt faizini aşan ve kusur sorumluluğu kurallarına bağlı bir zarar şeklinde tanımlanabilir[12].

Ayrıca, hemen belirtilmelidir ki; aşkın (munzam) zarar borcunun hukukî sebebi, asıl alacağın temerrüde uğraması ile oluşan hukuka aykırılıktır. Bu nedenle borçlunun aşkın (munzam) zararı tazmin yükümlülüğü, asıl borç ve temerrüt faizi yükümlülüğünden tamamen farklı, temerrüt ile oluşmaya başlayan asıl borcun, ifasına kadar geçen zaman içinde artarak devam eden, asıl borçtan tamamen bağımsız yeni bir borçtur [13].

Munzam zarar bu hukukî niteliği ve karakteri itibariyle, asıl alacak ve faizleri yönünden icra takibinde bulunulması veya dava açılmasıyla sona ermeyeceği gibi, icra takibi veya dava açılması sırasında asıl alacak ve temerrüt faizi yanında talep edilmemiş olması hâlinde dahi (BK m. 105/2) takip veya davanın konusuna dahil bir borç olarak da kabul edilemez. Bu nedenle asıl alacağın faizi ile birlikte tahsiline yönelik icra takibinde veya davada munzam zarar hakkının saklı tutulduğunu gösteren bir ihtirazî kayıt dermeyanına da gerek bulunmamaktadır. Ayrı bir dava ile on yıllık zaman aşımı süresi içerisinde her zaman istenmesi mümkündür[14].

Zamanaşımı süresinin başlangıcı ise, alacağın tamamen tahsil edildiği tarihtir. Görüldüğü üzere, kısmi ödeme burada zamanaşımının başlangıcı için yeterli görülmemiştir. Buna ilişkin yüksek mahkeme kararı ise şöyledir;

Yargıtay 6. Hukuk Dairesi, 2024/3534 Esas, 2025/15 Karar ve 13.01.2025 tarihli kararı; "...Munzam zararın tazmini davası 818 sayılı BK’nın 125 ve Türk Borçlar Kanunu'nun 146. maddesi uyarınca 10 senelik zamanaşımı süresine tabidir. Zamanaşımının başlangıç tarihi ise alacaklının alacağının tamamının tahsil edildiği tarihtir.” Şeklindedir.

Ayrıca, TBK m.122, temerrüde düşen borçlunun temerrüde düşmekte kusuru bulunmadığını ispat edemediği takdirde temerrüt faizini aşan zararları da karşılaması gerektiği düzenlenmiştir[15].

C.Aşkın Zararın İstenebilmesi İçin Aranan Koşullar

Aşkın zararın istenebilmesi koşullarını, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2021/938 Esas, 2022/401 Karar ve 29.03.2022 tarihli kararında ortaya koymuştur. Bunlar;

·Bir para borcunda borçlunun temerrüdü

·Borçlunun temerrüde düşmede kusurlu olması

·Borçlunun temerrüdü ile alacaklının aşkın (munzam) zararı arasındaki illiyet bağının mevcudiyeti,

· Borçlunun temerrüdü sebebiyle alacaklının temerrüt faizi ile karşılanamayan zararın bulunmasıdır.

1)Borçlu, para borcunu ödemekte temerrüde düşmüş olmalı

Aşkın (munzam) zararın varlığı için gereken ilk koşul, bir para borcunda, borçlunun temerrüdünün varlığıdır. Bu para borcunun kaynağının, aşkın (munzam) zararın talep edilebilirliği için herhangi bir önemi bulunmamaktadır. Bu anlamda TBK’nın 122. maddesi, kaynağı ne olursa olsun temerrüt faizi yürütülebilir nitelikte olmak koşuluyla bütün para borçlarında uygulanma olanağına sahiptir. Borcun dayanağı haksız fiil, sözleşme, sebepsiz zenginleşme, kanun yahut vekâletsiz iş görme olabilir[16].

Bu durum, Yargıtay 6. Hukuk Dairesi’nin 2024/3534 Esas, 2025/15 karar ve 13.01.2025 tarihli kararında; “…Munzam zararın tazmini sadece tüketim ödüncü sözleşmesine münhasır değildir. Meselâ, sözleşme, haksız fiil, sebepsiz zenginleşme veya vekâletsiz iş görmeden doğan para borcunda munzam zararın tazmini söz konusu olabilir. Bunun için her şeyden önce borçlunun temerrüde düşmüş olması gerekir…” şeklinde açıklanmıştır.

2)Borçlunun temerrüde düşmede kusurlu olması

Aşkın (munzam) zararın varlığı için gereken ikinci koşul; borçlunun temerrüde düşmede kusurlu olmasıdır. Zira aşkın (munzam) zarar sorumluluğu, temerrüt faizi sorumluluğundan farklı olarak kusur sorumluluğuna dayanmakta olup burada aranan kusur, borçlunun temerrüde düşmekteki kusurudur.

Bu husus TBK m.122/1’de, “Alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür.” açıkça düzenlenmiştir.

Görüldüğü üzere, TBK. m. 122 hükmünde alacaklı yararına bir kusur karinesi kabul edilmiştir. Yani, aşkın zararın tespiti konusunda diğer koşulların bulunması halinde borçlunun temerrüde düşmedeki kusurunun varlığı asıl olup, borçlu temerrüde düşmede kusuru bulunmadığını ispatla yükümlüdür.

Bu yönde, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 2021/938 Esas, 2022/401 Karar ve 29.03.2022 tarihli kararı “…Ancak aşkın (munzam) zarar iddiasının ileri sürüldüğü durumlarda sorumluluk için, diğer koşulların varlığı durumunda borçlunun temerrüde düşmedeki kusurunun varlığı asıldır…” şeklindedir.

Bu durum ayrıca Yargıtay 6. Hukuk Dairesi’nin 2024/3534 Esas, 2025/15 Karar ve 13.01.2025 tarihli kararında; “…TBK. m. 112 hükmüyle uyumlu olarak TBK. m. 122 hükmünde de alacaklı yararına bir kusur karinesi kabul edilmiştir. Buna göre, alacaklı borçlunun temerrüde düşmekte kusurlu olduğunu ispatla yükümlü değildir; borçlunun kusurlu olduğu varsayılmaktadır. Borçlunun sorumluluktan kurtulması için kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını ispatlaması gerekir.

Borçlu temerrüde düşmekte kusursuz olduğunu çeşitli şekillerde ispatlayabilir. Meselâ, alacaklıya zamanında ulaşacak şekilde gönderdiği paranın kendi kusurundan kaynaklanmayan bir sebeple geciktiğini ispatlayan borçlu munzam zararı tazmin yükümlülüğünden kurtulabilir. Aynı esas, alacağın varlığından haberdar olmadığını ve bunda bir kusurunun bulunmadığını ya da ödemeyi zamanında yapmamasının beklenilmeyen bir halden kaynaklandığını ispatlayan borçlu için de geçerlidir…” şeklinde açıklanmıştır.

Aşkın zararın tespitinde kusurun derecesi ise önem arz etmemektedir. Yani, kusurun mutlaka ağır kusur olması gerekmez. Hafif kusurun varlığı da yeterlidir[17].

Bu durum, Yargıtay 6. Hukuk Dairesi’nin 2024/3534 Esas, 2025/15 Karar ve 13.01.2025 tarihli kararında; “…Kısaca, kusurun derecesi sorumluluğun doğması bakımından önemli değildir; borçlu her türlü kusurundan sorumludur. Borçlu hafif ihmali sonucunda temerrüde düşmüş olsa bile temerrüt sebebiyle doğan ve faizle karşılanamayan munzam zararı tazmin etmek zorunda kalır…” şeklinde açıklanmıştır.

3)Borçlunun temerrüdü ile alacaklının aşkın (munzam) zararı arasında illiyet bağı olmalıdır.

Aşkın zararın varlığının kabulü için aranan üçüncü koşul, borçlunun temerrüdü ile alacaklının aşkın zararı arasındaki illiyet bağının mevcudiyetidir. Borçlunun temerrüdü ile alacaklının iddia ettiği temerrüt faizini aşan zararının varlığı arasındaki uygun illiyet bağını ispat yükü, bu zararın varlığını iddia eden alacaklı üzerine bırakılmıştır.

Bu yönde, Yargıtay 11. Hukuk Dairesi, 2021/6204 Esas, 2023/1610 Karar ve 16.03.2023 tarihli kararında; "...Aşkın (munzam) zararın ispatına ilişkin yükümlülük, bu zararın varlığını iddia eden alacaklının üzerindedir. Bu bağlamda aşkın (munzam) zarar alacaklısı, 6098 sayılı Kanun’un 122 nci maddesine dayalı olarak tazminat talebinde bulunabilmesi için öncelikle kaynağı ne olursa olsun evvela bir alacağı olduğunu, borçlunun temerrütte bulunduğunu, illiyet bağını ve bu alacağını tahsil edememesinden veya geç ödeme yapılmasından doğan ve duruma göre malvarlığında azalma veya engellenen kazançlardan oluşan zararını kanıtlamak durumundadır…” şeklindedir.

4)Borçlunun temerrüdü sebebiyle alacaklının temerrüt faizi ile karşılanamayan zararın bulunması

Kanun koyucu ne tür zararların aşkın zarar olacağı konusunda bir düzenleme getirmemiş, genel olarak faizi aşan zararın varlığından bahsetmiştir. Bu konuda, para borcu vaktinde ödenmediği için, alacaklının bir başkasına sözleşme cezası ödemiş olması, alacağını vaktinde tahsil edememiş olması nedeniyle temerrüt faizinden daha yüksek faizle tüketim ödüncü almış olması, bir fırsatı kaçırması vs. hallerinde aşkın zararın varlığından bahsedilebilir[18]. Gene alacaklının alacağını vaktinde tahsil edememiş olması nedeniyle bir başkasına olan borcunu ödeyememesinden dolayı hakkında takibe geçilmiş olması durumunda bu takip nedeniyle uğranılan zararlar da aşkın zarar olarak görülebilecektir[19].

Ekonomik koşullardaki olumsuzluklar nedeniyle paranın satın alma gücünde meydana gelen azalmanın, alacaklı yönünden aşkın (munzam) zarar olarak nitelendirilip nitelendirilmeyeceği ise tartışmalıdır.

Türk Medeni Kanunu m. 6, “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür”. Hükmünü içermektedir.

Yine, HMK m. 190 hükmüne göre, “(1) İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir. (2) Kanuni bir karineye dayanan taraf, sadece karinenin temelini oluşturan vakıaya ilişkin ispat yükü altındadır. Kanunda öngörülen istisnalar dışında, karşı taraf, kanuni karinenin aksini ispat edebilir”.

Aşkın zararın ispatı konusunda kanunda bir ayrık durum düzenlenmediğine göre, ilke olarak temerrüt faizini aşan zararın varlığını ileri süren alacaklı borçlunun temerrüdü nedeniyle faizle karşılanamayan bir zararının bulunduğunu ispat etmelidir[20].İspatın nasıl gerçekleşeceği hususu ise bir yöntem sorunudur. Aşkın zararın ispatı konusunda somut yöntemler ve soyut yöntemler söz konusu olabilir.

Bu yöntemlerin tanımlarında kısaca bahsetmek gerekirse;

a-Somut ispat yönteminde alacaklı temerrüt faiziyle karşılanamayan zararının varlığını somut olgu ve ispat araçlarıyla ortaya koymalıdır[21].Bu yönteme göre, salt ekonomik verilere dayanılarak aşkın zararın varlığı ortaya konulmuş olmaz[22]. Burada alacaklının karşılaması gereken husus, kendisinin şahsen ve somut olarak geç ödemeden dolayı zarar gördüğü keyfiyetidir.

b-Soyut yöntemde ise zararın varlığını somut olarak ortaya koyan ispat araçlarına gereksinim olmaksızın resmi veriler, istatistikler gibi ekonomik göstergelerden yararlanılarak temerrüt faizini aşan bir zararın varlığı ispatlanabilir[23].

Soyut zararın hesaplanmasında her yıl itibariyle gerçekleşen TEFE- TÜFE oranı, bankaların 3 aylık ortalama vadeli mevduat faiz oranları, devlet tahvillerine verilen faiz oranları, döviz kurlarındaki Amerikan Doları ve Euro değişim oranları, asgari ücret artışı ve altın fiyatlarındaki artış verileri dikkate alınarak sepetteki bu verilerin ortalamasının mahkemece zararın hesaplanmasında dikkate alınması gerekir[24].

Görüldüğü üzere soyut ispat yönteminde, paranın değer kaybetmesinden bahisle temerrüt faizini aşan bir zararın varlığı bir karine olarak kabul edilmekte ve bu olguya dayanılarak aşkın zarar talep edilmektedir.

Yargıtay uygulamasında aşkın zararın ispatı konusunda, birbirinden farklı iki uygulama bulunmaktadır. Şöyle ki; Yargıtayın bu konu ile ilgili soyut zararın ispatını yeterli bulduğu kararlar bulunmakla birlikte alacaklının somut olarak zararını ispat etmesi gerektiği yönünde kararlar da mevcuttur. Sonuç olarak yargıtay uygulamasında aşkın zararın ispatı konusunda bir istikrar olduğundan bahsetmek mümkün değildir.

Bu konudaki Yargıtay içtihatlarındaki farklılıklar, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu önüne gelmiş ve Genel Kurul’un 08.10.1999 tarihli kararı ; “kaynağını değişik ve çok türlü maddi olgulardan alan zararların kanıtlanması işleminin, içtihatların birleştirilmesi yolu ile tek bir ispat vasıtasına bağlanması; hakimin delilleri serbestçe takdir edip vicdani kanaatine göre hüküm kurmasını öneren yasal kuralı sınırlandıracağı gibi hukukun zaman içinde gelişimini de önleyeceği sonucuna kavuşulmuş, bu düşünce ve sakıncalar önde tutularak içtihatların birleştirilmesine gerek görülmemiştir[25].”

Karardan da anlaşılacağı üzere, içtihatların birleştirilmesine gerek görülmemiş ve Yargıtay içtihatlarındaki farklılıklar, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu’nun verdiği karardan önce var olduğu gibi, söz konusu karardan sonra da devam etmiştir[26].

aa)AİHM ve Anayasa Mahkemesi Kararları Yönünden Değerlendirme

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ile Anayasa Mahkemesi ise önüne gelen uyuşmazlıklarda munzam zararın ispatında zararın somut delillerle ispat edilmesi gerektiği yönündeki yorumu, bizce de yerinde olan bir görüşle mülkiyet hakkının ihlali olarak değerlendirmiştir. Bu yöndeki AİHM ve AYM kararlarından birkaçı şöyledir;

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Sefine Baş/Türkiye (B. No: 49548/99, 24/06/2008, §§ 58-64) kararında, tazminatın değer kaybına uğratılarak ödendiğine ilişkin şikâyet incelenmiştir. Başvuruya konu olayda, idare mahkemesince başvurucunun 15/9/2003 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere dul aylığına hak kazandığı kabul edilmiştir. AİHM öncelikle, idare mahkemesinin kararının talep edilebilir bir “alacak” oluşturduğu ve bu nedenle başvurucunun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesi anlamında mülkiyet oluşturan bir hakkının mevcut olduğunu belirtmiştir. Mahkeme ayrıca, Emekli Sandığına başvurduğu tarihten itibaren geçerli olacak şekilde geriye dönük olarak bu hakkın başvurucuya tanındığını vurgulamıştır. Bununla birlikte AİHM, başvurucuya salt bu hakkın tanınmış olmasının başvurucunun mağdur sıfatını ortadan kaldırmadığını kabul etmiştir. AİHM'e göre, mağdur sıfatının ortadan kalkması için ileri sürülen ihlalin hem zamanı hem de mağdurun bu hakkı kullanamadığı süre gözönüne alınarak telafi yoluna gidilmesi gerekmektedir. Mahkeme bu çerçevede başvurucunun banka hesabına yatırılan paranın yargılamada geçen süre içinde uğradığı maddi kaybın sonuçlarını gidermeye yetmediğini belirtmiştir. AİHM, geçen sürenin yalnızca devlete yarar sağladığını ve ilgili dönemde Türkiye'de paranın hızla değer kaybettiğini gözönüne alarak başvurucunun mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir[27].

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Timurlenk/Türkiye(B. No: 37758/08, 28/06/2020) kararında, “30. Mahkeme; ulusal mahkemelerin borcun başladığı tarihten itibaren işlemeye başlayan yasal faiz ile birlikte tazminat ödenmesine karar vererek, geçmişe dönük olarak başvuranın “mülkiyet” hakkını tanıdığının taraflar arasında ihtilaflı olmadığını kaydetmiştir (bk. Zeytinli / Türkiye, no. 42952/04, § 16, 26 Ocak 2010). Tazminat, 29 Aralık 2008 tarihinde başvurana ödenmiştir. Mahkeme, başvuranların Türkiye’de belirli bir dönemdeki yüksek enflasyon oranları karşısında yasal faiz oranlarının yetersiz kaldığından şikâyet ettiği birkaç başvuruda Sözleşme’ye Ek 1 No.lu Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiğine karar verdiğini hatırlatmıştır (bk. adı geçen yerde, Aka / Türkiye, 23 Eylül 1998, § 48, Raporlar 1998-VI, ve Okçu, yukarıda anılan, § 55). 1996 ve 2008 yılları arasındaki ekonomik veriler ve özellikle 1996 ve 1999 yılları arasındaki dönemde uygulanan yasal faiz oranlarının sırasıyla %30, %50 ve %60 oranlarında olduğu ve gerçek enflasyon oranının %60 ve %99 değerleri arasında gerçekleştiği ele alındığında, Mahkeme mevcut davada tazminata uygulanan yasal faiz oranı ve gerçek enflasyon oranı arasındaki farkın başvuranın maddi hasara uğramasına sebep olduğunu tespit etmiştir. Sonuç olarak, genel çıkarlar ve mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı arasında korunması gereken adil dengeyi bozacak şekilde başvuran bireysel anlamda bir yük altına girmek zorunda kalmıştır.

Dolayısıyla, Sözleşme’ye Ek 1 No.lu Protokol’ün 1. maddesi ihlal edilmiştir…” şeklinde karar vermiştir.

Anayasa Mahkemesi’nin, 2014/2267 Başvuru numaralı, 21.12.2017 tarihli ANO İnşaat ve Ticaret Ltd. Şti. kararı; “53. Somut olayda başvurucu ile DSİ arasında 9/5/1977 tarihinde baraj yapım inşaatı sözleşmesi düzenlenmiş ve bu sözleşme doğrultusunda başvurucu, inşaatın yapımına girişmiştir. Ancak 9/6/1988 tarihinde başvurucu ve DSİ tarafından bu işin tasfiyesi kararlaştırılmıştır. Tasfiye neticesinde DSİ, başvurucunun bu sürede yaptığı işler için kesin bir hesap çıkarmış ancak başvurucu bu kesin hesaba itiraz ederek 10/10/1990 tarihinde alacak davası açmıştır. Sonuç olarak yapılan yargılama neticesinde 19/4/2002 tarihinde başvurucunun 62.969,69 TL alacağı olduğuna hükmedilmiş ve bu hüküm Yargıtayca düzeltilip onanarak 6/6/2002 tarihinde kesinleşmiştir (bkz. §§ 13-18). Bu alacak başvurucuya 23/9/2002 tarihinde ödenmiştir.

54. Başvuru konusu olayda başvurucu, anılan Mahkeme kararıyla hükmedilen alacağının mülk teşkil ettiğini ve bu alacağın ise davanın açıldığı 1990 yılından ödemenin yapıldığı 2002 yılına kadar devam eden dönemdeki yüksek enflasyon sebebiyle değer kaybına uğradığını belirterek mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmektedir. Başvurucunun daha sonra açtığı munzam zararın tazmini davası ise mülkiyet hakkı kapsamında olduğunu belirttiği söz konusu alacağının değer kaybına uğratılması nedeniyle oluşan zararının giderimine ilişkindir. Dolayısıyla mülkün varlığı munzam zararın mevcut olup olmadığı ile ilgili olarak değil başvurucunun şikâyetine konu asıl alacağı dikkate alınarak belirlenmelidir. Bu bağlamda Mahkeme kararıyla nihai olarak tespit edilmiş olan söz konusu alacağın belirli ve icra edilebilir niteliği gereği mülkiyet hakkı kapsamında olduğunda şüphe bulunmamaktadır. Buna göre munzam zararın tazminine ilişkin sürecin ise mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilen alacağın değer kaybına uğratılıp uğratılmadığıyla bağlantılı olarak ölçülülük bağlamında incelenmesi gerekir.

55. Dolayısıyla Mahkeme kararıyla tespit edilen söz konusu alacak yönünden başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi anlamında mülkiyet hakkının mevcut olduğunda kuşku bulunmamaktadır…

…70. Ekonomilerde bir değişim vasıtası olan para; çeşitli ticari, sınai, zirai vs. faaliyetlerde kullanılmakla sahibine kazanç, kira, nema gibi yararlar sağlayan ekonomik bir değerdir. Paranın sahibi dışındaki kişi ve kuruluşlarca kullanılması, sahibinin bu ekonomik değerden mahrum bırakılması sonucunu doğurması yanında enflasyon etkisinde olan ekonomilerde değerini yani alım gücünü enflasyon oranına bağlı olarak yitirmesine neden olur.

71. Enflasyon ve buna bağlı olarak oluşan döviz kuru, mevduat faizi, Hazine bonosu ve devlet tahvili faiz oranlarının sabit yasal ve temerrüt faiz oranlarının çok üstünde gerçekleşmesi; borçlunun yararlanması, alacaklının ise zarara uğraması sonucunu doğurmaktadır. Bu nedenle borçlu borcunu süresinde ödememekte, yargı yoluna başvurulduğunda da yargı süresini uzatma gayreti göstermekte; böylece yargı mercilerindeki dava ve takipler çoğalmakta, yargıya güven azalmakta, kendiliğinden hak almak düşüncesi yaygınlaşarak kamu düzeni bozulmakta, kişi ve toplum güvenliği sarsılmaktadır (AYM, E.1997/34, K.1998/79, 15/12/1998).

72. Mülkiyet hakkı kapsamında alacağın geç ödenmesi durumunda arada geçen sürede enflasyon nedeniyle paranın değerinde oluşan hissedilir aşınma ile mülkiyetin gerçek değeri azaldığı gibi bu bedelin tasarruf veya yatırım aracı olarak getirisinden yararlanmak imkânı da bulunmamaktadır. Bu şekilde kişiler mülkiyet haklarından mahrum edilerek haksızlığa uğratılmaktadır (AYM, E.2008/58, K.2011/37, 10/2/2011)…

…81. Sonuç olarak başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamındaki alacağının enflasyon karşısında önemli ölçüde değer kaybına uğratılarak ödendiği anlaşıldığından başvurucuya şahsi olarak aşırı ve olağan dışı bir külfet yüklendiği kanaatine varılmıştır. Bu tespite rağmen derece mahkemelerinin başvurucunun zarara uğradığını ayrıca ispatlaması gerektiği yönündeki katı yorumu nedeniyle somut olay bakımından kamunun yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunması arasında kurulması gereken adil dengenin başvurucu aleyhine bozulduğu değerlendirilmiştir.

82. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir…”

Anayasa Mahkemesi sonuç itibariyle bireysel başvurunun kabul edilebilir olduğuna ve mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeni den yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunduğundan kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere ilk derece mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerektiğine hükmetmiştir[28].

Anayasa Mahkemesi’nin 2014/2267 Başvuru numaralı, 21.12.2017 tarihli bu kararından sonra Yargıtay (kapatılan) 15. Hukuk Dairesi içtihat değiştirmiş ve hak ihlâline neden olmamak düşüncesiyle munzam zararın somut delillerle kanıtlanması gerektiği uygulamasından vazgeçmiştir.

Bu yönde, Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin, 2018/3499 Esas, 2018/4739 Karar ve 28.11.2018 tarihli kararı;"...Dairemizce uzun yıllar munzam zararın varlığını davacı alacaklının somut delillerle kanıtlamak zorunda olduğu kabul edilip uygulanmış olmakla birlikte, Anayasa Mahkemesi'nin bireysel başvuru sonucunda vermiş olduğu, 21.12.2017 gün ve 2014/2267 sayılı başvuru nolu kararına konu uyuşmazlıkta, başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamındaki alacağının enflasyon karşısında önemli ölçüde değer kaybına uğratılarak ödendiği anlaşıldığından başvurucuya şahsi ve olağan dışı bir külfet yüklendiği, bu tesbite rağmen derece mahkemelerinin başvurucunun zarara uğradığını ayrıca ispatlaması gerektiği yönündeki katı yorumu nedeniyle somut olay bakımından kamu yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunması arasında kurulması gereken adil dengenin başvurucu aleyhine değerlendirilip mülkiyet hakkının ihlâl edildiğine ve yeniden yargılama yapılmasına karar verilmiş olması karşısında, hak ihlâline neden olmamak düşüncesiyle munzam zararın somut delillerle kanıtlanması gerektiği uygulamasından vazgeçilmiş, gelişen ekonomik koşullar, mülkiyet hakkı ile kamu yararı arasındaki adil dengenin korunması Anayasa Mahkemesinin ihlâl kararlarının bağlayıcılığı gözönünde tutularak enflasyon ve buna bağlı olarak döviz kurları, mevduat faizleri, devlet tahvilleri ve diğer yatırım araçlarının faiz oranları ile birlikte getirilerinin temerrüt faizden fazla olması halinde munzam zararın varlığının karine olarak kabul edilmesi gerektiği benimsenmiştir…” şeklindedir.

Görüldüğü üzere, Yargıtay 15. Hukuk Dairesi açıkça aşkın zararın somut delillerle kanıtlanması gerektiği uygulamasından vazgeçtiğini, paranın alım gücündeki kaybın temerrüt faizinden fazla olması durumunda aşkın zararın varlığının karine olarak kabul edilmesi gerektiğini içtihat etmiştir[29].

Yargıtay (kapatılan) 15. Hukuk Dairesi’nin adı 01.07.2021 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere Yargıtay 6. Hukuk Dairesi olarak değiştirilmiştir. Mevcut uygulamada yalnızca Yargıtay 6. Hukuk Dairesi, soyut ispat kuralını yeterli gören AİHM ve AYM içtihatlarıyla uyumlu emsal kararlar vermektedir. Bu yöndeki kararlardan bir kısmı ise şöyledir;

Yargıtay 6. Hukuk Dairesi 2024/3534 Esas, 2025/15 Karar ve 13.01.2025 tarihli kararında; "...Somut olayda, davacının davalı kooperatifin üyesi olduğu, kooperatifçe kendisine tahsis edilen konutun davalının borcundan dolayı satıldığı, davalı tarafından davacıya 28.08.2017 tanzim, 29.12.2017 vade tarihli senet verildiği, senedin vadesinde ödenmediği ve davacının 08.02.2018 tarihinde icra takibine geçtiği, davacının icra takip sonucu alacağını 24.07.2023 tarihinde tahsil ettiği, temerrüt tarihi olan 29.12.2017 tarihinden alacağın tahsil edildiği 24.07.2023 tarihine kadar ülkemizdeki enflasyon oranları, yabancı paranın değer artışı, altın fiyatlarının artışı, vadeli mevduat faiz oranları, devlet tahviline verilen faiz oranı, asgari ücret artışı gibi ekonomik göstergeler yine o dönem içerisindeki yasal faiz oranları dikkate alındığında, davacı alacaklının parasının değerini sabit tutmak ve kazanç sağlamak için bir çabada bulunmasının hayatın olağan akışına da uygun olduğu, en azından paranın değer kaybını önlemek için döviz, altın, vadeli mevduat hesabı, devlet tahvili gibi yatırımlara yönelmesinin doğal olduğu kanaatine varılmakla, davacı alacaklının temerrüt faiz oranı üzerinde aşkın zararı (munzam) oluştuğunun kabulü gerekir…” şeklindedir.

Yargıtay 6. Hukuk Dairesi, 2024/360 Esas, 2025/978 Karar ve 11.03.2025 tarihli kararı; “…Dava konusu eser sözleşmesinden kaynaklanan imalat bedeli alacağından dolayı davalının 06.07.2004 tarihinde temerrüde düştüğü, temerrüt tarihi olan 2004 yılından 2019 yılına kadar ülkemizdeki enflasyon oranları, yabancı paranın değer artışı, altın fiyatlarının artışı, vadeli mevduat faiz oranları, devlet tahviline verilen faiz oranı, asgari ücret artışı gibi ekonomik göstergeler yine o dönem içerisindeki yasal faiz oranları dikkate alındığında, davacı alacaklının parasının değerini sabit tutmak ve kazanç sağlamak için bir çabada bulunmasının hayatın olağan akışına da uygun olduğu, en azından paranın değer kaybını önlemek için döviz, altın, vadeli mevduat hesabı, devlet tahvili gibi yatırımlara yönelmesinin doğal olduğu kanaatine varılmakla, davacı alacaklının temerrüt faiz oranı üzerinde aşkın zararı (munzam) oluştuğunun kabulü gerekir…” şeklindedir.

Yargıtay 6. Hukuk Dairesi, 2023/1766 Esas 2024/4097 Karar ve 14.11.2024 tarihli kararı;"...Temerrüt tarihi olan 2008 yılından 2021 yılına kadar ülkemizdeki enflasyon oranları, yabancı paranın değer artışı, altın fiyatlarının artışı, vadeli mevduat faiz oranları, devlet tahviline verilen faiz oranı, asgari ücret artışı gibi ekonomik göstergeler yine o dönem içerisindeki yasal faiz oranları dikkate alındığında, davacı alacaklının parasının değerini sabit tutmak ve kazanç sağlamak için bir çabada bulunmasının hayatın olağan akışına da uygun olduğu, en azından paranın değer kaybını önlemek için döviz, altın, vadeli mevduat hesabı, devlet tahvili gibi yatırımlara yönelmesinin doğal olduğu kanaatine varılmakla, davacı alacaklının temerrüt faiz oranı üzerinde aşkın zararı (munzam) oluştuğunun kabulü gerekir.

Mahkemece alınan bilirkişi raporunda da yukarıda belirtilen ekonomik unsurlar dikkate alınarak oluşturulan sepet hesabına göre davacı alacaklının temerrüt faizini aşan bir zarara uğradığı tespit edilmiş olup, bu zarar miktarından da davacı tarafından tahsil edilen temerrüt faiz miktarı çıkartıldığında, davacının munzam zarar miktarı bulunmuş olup mahkemece bilirkişi raporunda belirtilen zarar miktarı dikkate alınarak davacı alacaklının aşkın zararının (Munzam) tahsiline karar verilmesi gerekirken, davacının somut olarak zararını ispatlayamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, kararın bozulması gerekmiştir…”

Yukarıda her ne kadar AİHM ve AYM’nin mülkiyet hakkının ihlali yönündeki kararları doğrultusunda munzam zararın ispatında soyut ispat yöntemini yeterli gören Yargıtay kararlarına yer verilmişse de ihlal kararları sonrası da görüş değiştirmeyip temerrüdü aşan zararın somut deliller ile ispatı gerektiği yönünde hüküm veren Yargıtay daireleri de mevcuttur.

Bu doğrultuda, Yargıtay 5. Hukuk Dairesi’nin, 2023/1101 Esas, 2023/7593 Karar ve 21.09.2023 tarihli kararı; "... Uyuşmazlık, davacı tapu malikleri ile davalı idare arasındaki kamulaştırma bedelinin geç ödenmesinden kaynaklanan munzam zararın tazmini istemine ilişkindir….Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile dosyadaki tüm belgelere göre ve özellikle 30.04.2013 tarihinde yürürlüğe giren 6459 sayılı Kanun'un 6 ncı maddesi ile 2942 sayılı Kanun’un 10 uncu maddesinin 8 ... fıkrasından sonra gelmek üzere; "Kamulaştırma bedelinin tespiti için açılan davanın dört ay içinde sonuçlandırılamaması halinde, tespit edilen bedele bu sürenin bitiminden itibaren kanuni faiz işletilir." hükmünün getirilip 2942 sayılı Kanun uyarınca belirlenen bedele faiz uygulanması şeklinde bir çözüm getirildiğinden, artık munzam zarar talebinin değerlendirilmesinin söz konusu olamayacağının, aksi düşünülse bile munzam zarar hükmedilebilmesi için davacı alacaklının zararının faizle karşılanamadığını, bunun üstünde zararının oluştuğunu, maddi vakıalarla ve belgelerle kanıtlanması gerektiğini, davacı tarafça da munzam zarar talebine ilişkin iddianın ötesinde bilgi ve belge sunulamadığının dosya kapsamından anlaşılmasına göre mahkemece netice olarak munzam zarar talebinin reddine karar verilmesinde bir isabetsizlik bulunmadığı gerekçesiyle davacılar vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir....

...Davacılar vekilinin yerinde görülmeyen tüm temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun'un 370 ... maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA,…”

Yargıtay 5. Hukuk Dairesi, 2024/2299 Esas, 2024/9091 Karar ve 25.11.2024 tarihli kararı; “…Taraflar arasındaki kamulaştırma bedelinin geç ödenmesi nedeniyle uğranılan munzam zararın tazmini istemine ilişkin davada yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın reddine karar verilmiştir...

…Kanun koyucu para borcunun geç ödenmesi ya da ödenmemesi halinde bir zararın mevcut olduğunu kural olarak benimsemiştir. Diğer bir deyişle temerrüt faizi miktarınca alacaklının zarara uğradığı yasal bir karine olarak kabul edilmiştir. Bunun dışında davacının herhangi bir karineden istifade etme olanağı yasal olarak mevcut değildir. Davacı para alacağını zamanında tahsil etmesi halinde ne şekilde kullanacağını, paranın zamanında verilmemesi nedeniyle faiz dışında ne gibi maddi zararının oluştuğunu, başka bir deyişle temerrüt faizini aşan bir zararının mevcut olduğunu somut delillerle ispat etmelidir. Yüksek enflasyon, dolar kurundaki artış, serbest piyasadaki faiz oranlarının yüksek oluşu davacıyı ispat külfetinden kurtarmaz. (Yargıtay 5. Hukuk Dairesinin 2017/17121 Esas, 2019/604 Karar, 2010/2413 Esas, 7013 Karar 2008/4597 Esas, 6370 Karar sayılı kararları)…

…Bu nedenle İlk Derece Mahkemesince verilen kararın usul ve kanuna uygun olduğu anlaşıldığından istinaf başvurularının esastan reddine karar verilmiştir...

…Davacılar vekilinin temyiz itirazları yerinde görülmediğinden temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun'un 370 inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA…” şeklindedir.

Görüldüğü üzere Yargıtay 5. Hukuk Dairesi, kamulaştırma bedelinin geç ödenmesinden kaynaklanan munzam zararın tazmini istemine ilişkin davalarda AHİM ve AYM’nin ihlal kararları sonrasında da aşkın zararın somut delillerle kanıtlanması gerektiği uygulamasından vazgeçmemiştir.

Aynı yönde, Yargıtay 19. Hukuk Dairesi, 2018/1690 Esas, 2019/2185 Karar ve 02.04.2019 tarihli kararında "...Davacı, iş bu davasında, davacının akaryakıt alım satım işiyle iştigal ettiğini, alacağını zamanında tahsil etseydi bu parayla akaryakıt alacağını bildirmiş, alacağın geç ödenmesi sonucunda faizle karşılanmayan munzam zararının oluştuğunu bildirerek bu zararın tazmini isteminde bulunmuştur.

818 sayılı BK'nın 105. maddesi (6098 sayılı Kanunun 22. maddesi) ''alacaklının düçar olduğu zarar geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiçbir kusur isnat edilemeyeceğini ispat etmedikçe bu zararı dahi tazmin ile mükelleftir'' hükmünü içermektedir. Burada alacaklı uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla olduğunu ispat etmek zorundadır. Mücerret enflasyon, döviz kurlarındaki yükselme veya bankaların uyguladığı faiz oranlarındaki artışlar tek başına munzam zararın gerçekleştiği veya kanıtlandığı anlamına gelmez. Alacaklının kanıtlaması gereken husus yukarıda açıklanan genel olgular değil, kendisinin şahsen ve somut olarak geç ödemeden dolayı zarar gördüğü keyfiyetidir. Mahkemece, açıklanan hususlar gözetilmeden eksik inceleme ile düzenlenen bilirkişi raporuna göre karar verilmesi doğru olmamıştır….” şeklindedir.

Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin, 2021/6204 Esas, 2023/1610 karar ve 16.03.2023 tarihli kararında; "...Dolayısıyla 6098 sayılı Kanun'un 122 nci maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan aşkın zararın, genel ekonomik olumsuzlukların (ülkede cari enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri, paranın satın alma gücünde meydana gelen azalma) dışında davacının durumuna özgü somut vakıalarla ispatlanması gerekir. Başka bir anlatımla yüksek enflasyon, dolar kurundaki artış, serbest piyasadaki faiz oranlarının yüksek oluşu, paranın satın alma gücünde meydana gelen azalma, davacıyı ispat yükünden kurtarmayacağı gibi herhangi bir ispat kolaylığı da sağlamaz. Bu kapsamda ülkenin içinde bulunduğu ekonomik olumsuzluklardan hareketle ileri sürülen soyut ve varsayıma dayalı zarar iddiaları hükme esas alınamaz. Davacı, dava dilekçesi ile bankaya yatırdığı parayı mahkeme kararı ve icra dosyası vasıtasıyla geç tahsil etmesi nedeniyle paranın enflasyon karşısında eridiğini ileri sürmüş olup, somut bir maddi zarara uğradığını ileri sürmemiş ve parasını geç tahsil ettiği için temerrüt faizini aşan somut bir maddi zarara uğradığını ispat edememiştir. Bu itibarla bölge adliye mahkemesince davacının istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçeyle davacının başvurusunun kabulü ile ilk derece mahkemesi kararının kaldırılarak davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiş ve kararın bu nedenle bozulmasına karar vermek gerekmiştir…” şeklinde karar verilmiştir.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 2021/938 Esas, 2022/401 Karar ve 29.03.2022 tarihli kararında; “…Bu itibarla davacı tarafından ileri sürülen, ülkemizdeki belirli dönemlerde mevcut olan ekonomik olumsuzluklardan enflasyon, yüksek faiz, para değerindeki düşüş gibi olgulara dayalı aşkın (munzam) zarar talebi, zarar olgusunun delili olarak kabul edilemez. Zira ülkemizdeki belirli dönemlerde var olan ekonomik koşullardaki olumsuzluklar nedeniyle paranın satın alma gücünde meydana gelen azalma, tek başına davacının temerrüt faizi dışında bir zararının varlığının ispatı değildir. Dolayısıyla ekonomik şartlar sebebiyle ortaya çıkan yüksek enflasyon, döviz kurlarındaki dalgalanma, serbest piyasadaki faiz oranlarının yüksek oluşu, paranın satın alma gücünde meydana gelen azalma gibi olumsuzluklar, bir karine olarak kabul edilip davacıyı, kendi somut durumuna özgü vakıalarla oluştuğu iddia olunan zararı ispat yükümlülüğünden kurtarmayacağı gibi davacıya bu yönde herhangi bir ispat kolaylığı da sağlamaz

…35. Hâl böyle olunca, TBK’nın 122. maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan aşkın (munzam) zararın, genel ekonomik olumsuzlukların (ülkede cari enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri, paranın satın alma gücünde meydana gelen azalma) dışında davacının durumuna özgü somut vakıalarla ispatlanması gerekir. Burada kanıtlanacak olgular; ekonomik şartlar sonucu ortaya çıkan olumsuzluklar gibi genel ve soyut hususlardan ziyade geç ödeme nedeniyle davacının kendisinin, şahsen ve somut olarak uğradığı zarardır. Ancak mahkemece yapılan yargılama sırasında, davacı tarafından yukarıda belirtildiği şekilde bir zarar olgusunun ileri sürülüp yasal çerçevede ispatlandığı söylenemez.

36. Bu nedenle ilk derece mahkemesince verilen davanın reddine dair direnme kararı, temerrüt faiziyle birlikte davacıya ödenen anapara yanında temerrüt faizini aşan zararın, davacı tarafından kendi duruma özgü şekilde somut olarak ispat edilememiş olması nedeniyle yerindedir…” şeklindedir.

Yargıtay 3. Hukuk Dairesi, 2024/2056 Esas, 2025/2774 Karar ve 13.05.2025 tarihli kararı ise, "...Uyuşmazlık, munzam zarar alacağı istemine ilişkindir…

…Temyizen incelenen kararda belirtilen gerekçeye ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 29.03.2022 tarihli ve 2021/11-938 E., 2022/401 K. sayılı ilamı ile Dairemizin aynı yöndeki 2023/1897 E., 2024/1099 K., 2023/3426 E., 2024/566 K., 2023/5188 E., 2024/3444 K. sayılı ilamlarında da açıklandığı üzere munzam zararın genel ekonomik olumsuzlukların (ülkede cari enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri, paranın satın alma gücünde meydana gelen azalma) dışında davacının durumuna özgü somut vakıalarla ispatlanması gerektiği, yüksek enflasyon, dolar kurundaki artış, serbest piyasadaki faiz oranlarının yüksek oluşu ile paranın satın alma gücünde meydana gelen azalmanın, davacıyı ispat yükünden kurtarmayacağı gibi herhangi bir ispat kolaylığı da sağlamayacağı, davacının maruz kaldığını iddia ettiği zararı doğuran vakıaları dosya kapsamı itibariyle ispat edemediği, ispatı gereken bu hususların yemin delili ile kanıtlanmasının mümkün olmadığı anlaşılmakla, davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile usul ve kanuna uygun bulunan kararın onanmasına karar verilmiştir.

Açıklanan sebeplerle; Temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 370/1 maddesi uyarınca ONANMASINA,…” şeklindedir.

D. Anayasa Mahkemesi’nin 2024/41763 Başvuru numaralı, 29.09.2025 tarihli Caner Şafak Başvurusu Yönünden Değerlendirme

İşbu başvuruda başvurucu “özel hukuk kişileri arasındaki borç ilişkisinden doğan alacağın enflasyon karşısında değer kaybına uğramasından kaynaklı zararın tazmin edilmemesi nedeniyle mülkiyet hakkıyla bağlantılı olarak etkili başvuru hakkının ihlal edildiği” iddiasında bulunmuştur.

Anayasa Mahkemesi, “inceleme ve gerekçe” başlığı altında ise başvurucunun iddialarına, bakanlık görüşüne ve değerlendirme kısmına yer vermiştir.

Buna göre başvurucu; yaklaşık on yıllık süreçte döviz ve altın fiyatlarının önemli oranda yükseldiğini, uyuşmazlığın makul bir süreyi aşar şekilde çözümlenmesi sonucunda borcun geç ödenmesi nedeniyle temerrüt faizini aşan zararının bulunduğunu, benzer davalarda uygulanan ispat kriterlerinin uygulanmadığını ve katı bir yöntem benimsendiğini, ANO İnşaat ve Ticaret Ltd. Şti. kararında belirtilen ilkelere aykırı bir yargılama yapıldığını ve devletin mülkiyetin korunmasına ilişkin yükümlülüğünü yerine getirmediğini belirterek eşitlik ilkesi, adil yargılanma ve mülkiyet haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

Bölüm ise kabul edilebilirlik yönünden yapılan incelemeyi, “Başvurucunun şikâyetinin özü, yargılama sonunda faiziyle ödenen bedelin enflasyon nedeniyle meydana gelen değer kaybını karşılamadığına ve bu zararın karşılanması maksadıyla açtığı munzam zarar davasında ise enflasyon olgusunun davanın ispatı için yeterli görülmeyerek davanın reddedilmesine ilişkindir. Başvurucunun şikâyetinin Anayasa'nın 35. maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkıyla bağlantılı olarak Anayasa'nın 40. maddesinde güvence altına alınan etkili başvuru hakkı kapsamında değerlendirilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.” Şeklinde açıklamış ve konuyu mülkiyet hakkı ile bağlantılı olarak etkili başvurma hakkının ihlali yönünden değerlendirmiş ve iddianın kabul edilebilir olduğuna karar vermiştir.

Anayasa mahkemesi bu kararında daha önceki benzer başvurularda verdiği kararları gibi, enflasyon ve buna bağlı olarak oluşan döviz kuru, mevduat faizi, Hazine bonosu ve devlet tahvili faiz oranlarının sabit yasal ve temerrüt faiz oranlarının çok üstünde gerçekleşmesini, alacaklı aleyhine borçlunun durumdan yararlanması sonucunu doğurduğunu ve dolayısıyla kişilerin yargıya olan güveninin azaldığından, alacağın geç ödenmesi durumunda aradan geçen sürede enflasyon nedeniyle paranın değerinde oluşan hissedilir aşınmayla mülkiyetin gerçek değerinin azalmasının yanı sıra bu bedelin tasarruf ve yatırım aracı olarak getirisinden yararlanma imkanı da kalmadığını ve böylelikle alacaklının mülkiyet hakkından mahrum bırakılarak haksızlığa uğradığını belirtmiştir [30].

Anayasa Mahkemesi, öncelikle başvurucunun mülkü kapsamındaki kesinleşmiş alacağının önemli ölçüde değer kaybına uğratılmaksızın tahsil edebilmesine imkân tanıyan etkili bir başvuru yolunun bulunup bulunmadığını incelemiş ve şu sonuca varmıştır;

“… 3095 sayılı Kanun'da belirlenen faiz oranlarının enflasyon oranlarının altında kaldığı, bu nedenle başvurucunun-borçlunun borcunu vadesinde ifa etme yükümlülüğünü yerine getirmemesinden kaynaklı olarak geç kavuştuğu- alacağının enflasyon karşısında değer kaybına uğradığı açıktır.

63. 3095 sayılı Kanun'daki düzenlemelerin alacağın enflasyon karşısında uğradığı değer kaybını önlemeye elverişli olmaması nedeniyle faizi aşan zararlar 818 sayılı mülga Kanun'un 105. ve 6098 sayılı Kanun'un 122. maddesi uyarınca munzam zarar davası yoluyla giderilmeye çalışılmıştır. 1980'li yıllardan bu zamana kadar bazı yargı kararlarında enflasyon olgusunun zararın ispatı için yeterli görülerek bu davaların kabul edildiği ancak bazı kararlarda ise munzam zarar talebinin enflasyon etkisi dışında somut bir zarara ilişkin olması gerektiği gerekçesiyle reddedildiği görülmektedir (bkz.§§22, 23)

64. Anayasa Mahkemesi ANO İnşaat ve Ticaret Ltd. Şti. kararında alacağın enflasyon nedeniyle değer kaybına uğraması ve 3095 sayılı Kanun ile belirlenen faiz oranları ile bu zararın karşılanamaması durumunda faizi aşan zararın 818 sayılı mülga Kanun'un 105. ve 6098 sayılı Kanun'un 122. maddeleri kapsamında munzam zarar davası yoluyla talep edilebileceğini ifade etmiştir. Ayrıca Esen Mepa ve diğerleri (B. No:2019/28945, 18/1/2022) kararında özel hukuk kişileri arasındaki uyuşmazlıklara ilişkin alacağın değer kaybına uğradığına yönelik şikâyette, etkili bir giderim sağlama kapasitesi sunduğu değerlendirilen munzam zarar davası yoluna başvurulmaksızın Anayasa Mahkemesine başvuru yapılması nedeniyle başvurunun başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar vermiştir. Fakat ANO İnşaat ve Ticaret Ltd. Şti. ile Esen Mepa ve diğerleri kararları sonrasında bu davanın ispatı açısından iki farklı görüşün sürdürüldüğü ve son olarak Hukuk Genel Kurulunun 29/3/2022 tarihli kararı ile munzam zararın aslında enflasyon olgusundan bağımsız ayrı ve somut bir zararın karşılanmasına ilişkin hukuk yolu olduğu ifade edilmiştir. Anılan Hukuk Genel Kurulu Kararı sonrasında 6. Hukuk Dairesi dışındaki hukuk dairelerinin bu görüşe uygun karar verdikleri anlaşılmıştır.

65. Dolayısıyla 818 sayılı mülga Kanun'un 105. ve 6098 sayılı Kanun'un 122. maddeleri kapsamında munzam zarar davasının alacakların enflasyon karşısında uğradığı değer kaybının tazmin edilmesini güvence altına almadığı ve bu yöndeki içtihadın etkili bir hukuk yolunun bulunduğu yönünde gelişme göstermediği görülmüştür. Bu nedenle alacağın enflasyon nedeniyle uğradığı değer kaybının tazmin edilmesi açısından 818 sayılı mülga Kanun'un 105. ve 6098 sayılı Kanun'un 122. maddeleri kapsamında munzam zarar davasının da teorik düzeyde başarı şansı sunma kapasitesinin bulunmadığı değerlendirilmiştir. Sonuç olarak hukuk sisteminde başvurucunun alacağının enflasyon karşısında uğradığı değer kaybının tazmin edilmesini sağlayacak etkili bir hukuk yolunun bulunmadığı kanaatine varılmıştır…”

Karardan da anlaşılacağı üzere, Anayasa Mahkemesi, munzam zararın karşılanması hususunda TBK m.122 öngörülmüş olsa da Yargıtay 6. Hukuk Dairesi dışındaki dairelerin, munzam zarar davası ile alacakların enflasyon karşısında uğradığı değer kaybının tazmin edilmesini güvence altına almadığı yönündeki içtihatları doğrultusunda etkili bir hukuk yolu bulunmadığına ve dolayısıyla mülkiyet hakkı ile bağlantılı olarak Anayasa’nın 40. Maddesinde düzenlenen etkili başvuru hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.

Ayrıca, Anayasa mahkemesi bu kararında, özel hukuk kişileri arasındaki alacağın enflasyon karşısında değer kaybına uğraması nedeniyle mülkiyet hakkının ihlali iddiası ile yapılan başvuruların sayısının her geçen gün artmakta olduğundan ve bu konuda çok sayıda şikâyetin Anayasa Mahkemesi önüne bireysel başvuru yolu ile getirildiğinden bahsetmiş ve verilen ihlal kararlarının bu duruma benzer başvuruların yapılmasını önlemeyeceği gibi özel hukuk kişileri arasındaki alacağın enflasyon karşısında değer kaybına uğramasından kaynaklanan ihlalleri de sonlandırmayacağından bahisle bu konuda açık bir kanuni düzenleme yapılması gerektiğine karar vermiştir.[31]

Ayrıca, İhlalin yapısal sorundan kaynaklandığı anlaşıldığından pilot karar usulünün uygulanmasına, yapısal sorunun çözümü için keyfîyetin Türkiye Büyük Millet Meclisine bildirilmesine, kararın yayımlandığı tarihe kadar mülkiyet hakkının ihlali iddiasıyla yapılmış olan başvurular ile bu tarihten sonra kaydedilecek aynı konuda yapılan ve karardan sonra yapılacak başvuruların incelenmesinin kararın Resmî Gazete'de yayımlanmasından itibaren altı ay süreyle ertelenmesine karar verilmiştir.

E.Anayasa Mahkemesi Kararlarının Bağlayıcılığı Yönünden Değerlendirme

Anayasa m.153/Son; “Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.” Hükmünü içermektedir. Hükümden de açıkça anlaşılacağı üzere, Anayasa Mahkemesi kararları kesin ve bağlayıcıdır. 6216 sayılı Kanunun 66/1. maddesin de de tekrarlanan bu kurallar yalnızca norm denetimine özgü olmayıp bireysel başvuru kararlarını da kapsamaktadır[32].

Bireysel başvuruda verilen hak ihlali kararının başvuruya konu dava ve taraflar üzerindeki (inter partes) etkisi “sübjektif etki” olarak ifade edilmektedir. 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesi uyarınca hak ihlali üzerine gerekli görülmüşse yeniden yapılacak yargılamada ihlal nedenlerini ortadan kaldıran yeni bir karar verilmesi zorunludur. Diğer taraftan ihlal kararının sübjektif etkisi ihlale neden olan ve/veya ihlali gidermekle yükümlü muhatapları üzerinde bağlayıcılık gücüne sahiptir. İhlal kararının objektif etkisinden söz edildiğinde ise kararın benzer vakalarda kamu gücünü kullanan makam ve mercilerce uygulanması bağlamındaki etkisi söz konusudur[33].

Herhangi bir kanunun veya ilgili mevzuatın Anayasa’ya aykırı yorumlandığı veya uygulandığına ilişkin olarak hak ihlali kararında yapılan tespitler karşısında ilgili mahkemelerin veya idari mercilerin görevi, benzer olaylarda hak ihlaline yol açmamaktır[34].

Anayasa koyucu da bireysel başvuru kararlarının ilgili mahkemeler ve diğer kamu organları üzerinde anayasaya uygunluk yönünde bir zorlama yapması gerektiğini ifade ederek hak ihlali kararlarının emsal olaylarda dikkate alınması zorunluluğuna işaret etmiştir[35].

Bu konuda bir Danıştay kararında da uymayı zorunlu kılan bir kanun hükmü bulunmasa dahi AYM’nin emsal hak ihlali kararına uyulmamasının Anayasa’nın üstünlüğü ve hukuk devleti ilkeleri ile evrensel hukuk kurallarına aykırılık teşkil edeceği belirtilmiştir[36].

Hukuk devleti ilkesi yönünden, tüm kamu mercilerinin uygulamalarında AYM kararlarının emsal etkisini gözetmeleri gerekir[37]. İdari makamlar ve adli merciler, önlerindeki somut bir meseleyle ilgili kuralı ve kuralın anayasal yorumunu içeren mahkeme veya AYM kararını dikkate almakla yükümlüdürler[38]. Hak ihlaline neden olunacağı bilindiği hâlde aynı uygulamanın sürdürülmesi, hukuksuz ve adaletsiz olduğu baştan belli olan bir uygulamanın kamu makamları tarafından tekrarlanması anlamına gelir ki bir hukuk devletinde kamu gücüyle böyle bir sonuca yol açılması düşünülemez[39].

F.Sonuç ve Değerlendirme

Yukarıda ayrıntılarıyla açıkladığımız üzere, hukukumuzda munzam zararın varlığı yönünde ispatın nasıl gerçekleşeceği, hangi ispat yönteminin uygulanacağı konusunda adli yargıda iki farklı uygulama mevcuttur. Yargıtay içtihatlarındaki bu farklılık, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu’nun iki kez önüne gelmiş ve Genel Kurul, kaynağını değişik ve çok türlü maddi olgulardan alan zararların kanıtlanması işleminin, içtihatların birleştirilmesi yolu ile tek bir ispat vasıtasına bağlanmasını, hakimin delilleri serbestçe takdir edip vicdani kanaatine göre hüküm kurmasını öneren yasal kuralı sınırlandıracağı ve hukukun zaman içinde gelişimini de önleyeceği sakıncalarıyla, içtihatların birleştirilmesine gerek görmemiştir.

Anayasa Mahkemesi ise, 2014/2267 Başvuru numaralı, 21.12.2017 tarihli ANO İnşaat ve Ticaret Ltd. Şti. kararında, başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamındaki alacağının enflasyon karşısında önemli ölçüde değer kaybına uğratılarak ödendiği anlaşıldığından başvurucunun zarara uğradığını ayrıca ispatlamasını öngeren mahkeme kararlarının bu yorumunu başvurucuya, şahsi olarak aşırı ve olağan dışı bir külfet yüklenmesi olarak değerlendirmiş ve başvurucunun mülkiyet hakkının ihlal edildiği yönünde hüküm kurmuştur. Ayrıca, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin de bu yönde ihlal kararları mevcuttur.

Anayasa Mahkemesi kararları herkes için bağlayıcıdır ve bu kural bireysel başvuru sonucunda verilen hak ihlali kararları yönünden de geçerlidir. İşbu makalenin konusu yönünden bakıldığından ise AİHM ve AYM tarafından verilmiş “mülkiyet hakkı” ihlali kararları olmasına rağmen Yargıtay’ın bazı daireleri hâlâ eski içtihatlarında direnmekte ve benzer olaylarda, hak ihlaline neden olacak şekilde hukuk devleti ilkesine aykırı kararlar vermektedirler. Tüm bu nedenlerle, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararıyla birlikte, somut zararın varlığı ve ispatını arayan mevcut ağırlıklı uygulamanın yeniden gözden geçirilmesi gerekir.

Kaldı ki Anayasa Mahkemesi de, daha fazla hak ihlali oluşturacak şekilde karar verilmesini önlemek maksadıyla, 29.09.2025 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 2024/41763 Başvuru numaralı Caner Şafak Başvurusunda, pilot karar uygulamasına yer vermiş ve ayrıca, 6098 sayılı Kanun'un 122. maddesi kapsamında munzam zarar davasının alacakların enflasyon karşısında uğradığı değer kaybının tazmin edilmesini güvence altına almadığına, etkili bir hukuk yolu oluşturulması için kararın bir örneğinin TBMM’ye gönderilmesine, 29.09.2025 Eylül tarihinden itibaren 6 ay süreyle aynı konuda yapılan ve karardan sonra yapılacak başvuruların incelenmesinin ertelenmesine karar vermiştir.

Son olarak, alacaklının alacağını zamanında alamaması nedeniyle kredi çekmek zorunda kalması, faizle borç para alması gibi nedenlerle somut zararın varlığı kabul edilirken, bu şekilde davranmayıp mülkiyet hakkına tabi elindeki kaynakları kullanmak zorunda kalan ve bu kapsamda malvarlığı eriyen kimsenin enflasyon ortamında zarara uğramadığından söz edilemez. Zira zarar sadece pasiflerdeki artma ile değil aktiflerdeki erime ile de gerçekleşir. Ayrıca alacağını zamanında alsa idi bir aktiflere katılarak değerin korunacağı bir malvarlığı değerinin (ev, araba vs.), alacak elde edildiğinde alım gücünü aşan malvarlığına katılamayacak derecede fiyatının yükselmiş olması nedeniyle malvarlığına katılamayacak olması da malvarlığı değerindeki azalmaya işaret edecektir[40]. Kısaca, enflasyonist ortamda yaşayan normal makul bir insanın parasını atıl bir biçimde tutmayacağı, gelir getirecek bir yatırıma yatıracağı bilinen bir gerçektir. 818 sayılı Borçlar Kanun’un 232 (TBK 187, madde de belirtildiği üzere herkesçe bilinen vakıalarla ikrar edilmiş vakıalar çekişmeli sayılmaz). Yasal deyimle bu maruf ve meşhur vakıaların ispatına gerek yoktur[41].

Açıklanan tüm bu nedenlerle enflasyonist bir ortamda parasını atıl tutması beklenemeyecek olan alacaklının zararını somut olarak ispatlamasını beklemek borçlu karşısında alacaklıyı zayıf konuma düşürmekte ve Anayasa Mahkemesi kararlarından da açıkça anlaşılacağı üzere mülkiyet hakkının ihlaline sebep olmaktadır. Gelinen aşamada Anayasa Mahkemesi’nin 29.09.2025 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 2024/41763 Başvuru numaralı Caner Şafak Başvurusu son derece önemli olup munzam zararın soyut yöntemlerle ispatı konusunda etkili bir hukuk yolu düzenlenmesi gerekmektedir.

Av. Akın YAKAN

Stj. Av. Gizem AKBAŞ

Kaynakça:

1-6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu

2-Gizem KILIÇ ÖZTÜRK, Türk Borçlar Hukukunda Borçlunun Temerrüdü, BURSA- 2015.

3-Özcan GÜNERGÖK, Paranın Değer Kaybı Bağlamında Aşkın Zarar, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi (İMHFD) Ÿ Cilt: 9 - Sayı: 1 - Mart 2024.

4-Mehmet AKÇAAL, Güncel İçtihatlar Işığında Munzam Zarar, SDÜHFD · Cilt: 12, Sayı: 2, Yıl: 2022.

5-Hasan Tahsin GÖKCAN, Anayasal Denetimin Fonksiyonları Bağlamında Türk Anayasa Mahkemesinin Hak İhlali Kararlarının Objektif Etkisinin Anayasal Temelleri Üzerine Bir İnceleme, Anayasa Yargısı, Cilt: 41, Sayı: 1, (2024),

6-karararamayargıtay.gov.tr

--------------

[1] Kılıç ÖZTÜRK, s. 84; Saltoğlu Arap, s. 57.

[2] Şebnem NEBİOĞLU ÖNER, Güncel Yargı Kararları Bağlamında Aşkın Zarar, s.112.

[3] KILIÇOĞLU, s. 904.

[4] Y. 11. HD, 20.04.2029 tarih ve 2018/1512 esas, 2019/3201 karar.

[5] Gizem KILIÇ ÖZTÜRK, Türk Borçlar Hukukunda Borçlunun Temerrüdü, BURSA- 2015,s.9

[6] Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2014/724 Esas, 2016/168 Karar ve 24.02.2016 tarihli karar https://www.hukukihaber.net/yargitay-hukuk-genel-kurulunun-2014724-e-2016168-k-sayili-karari

[7] Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2014/724 Esas, 2016/168 Karar ve 24.02.2016 tarihli kararı; “Genel olarak borçlu temerrüdünde aranan ilk şart “edimin ifa olanağı bulunması”dır. Şayet edimin ifası objektif olarak imkânsızsa borçlu temerrüdünden söz edilemez. Borçlu temerrüdünde aranan diğer bir şart da “borcun muaccel olması”dır. Borç istenebilir hale gelmeden temerrütten bahsedilemez. Zira muacceliyet alacaklının borçludan borçlanılan edimi talep ve dava edebilme yetkisini ifade eder. BK’nun 101/1 maddesine göre, “Muaccel bir borcun borçlusu alacaklının ihtarı ile mütemerrit olur.” denilmektedir. Maddeye göre, temerrüt için muacceliyet yetmemekte, kural olarak alacaklının ihtarı da aranmaktadır. İhtar, alacaklının talep iradesini borçluya ulaştırmasıdır.

[8]Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2014/724 Esas, 2016/168 Karar ve 24.02.2016 tarihli karar https://www.hukukihaber.net/yargitay-hukuk-genel-kurulunun-2014724-e-2016168-k-sayili-karari

[9] (Bkz.Dr. Becker, İsviçre Medeni kanunu şerhi, Borçlar Kanunu, Fasikül IV, sh.5 Dr.S.Özkök Çevirisi, A.Von Tuhr, Cilt 1-2 sh.617, C.Edege Çevirisi, Dr.Nami Barlas, Para Borçlarının ifasında Borçlunun Temerrüdü ve Temerrüt açısından Düzenlenen Genel Sonuçlar İst.1992 sh.127 vd, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 11.6.1997 gün E.1997/11-278 K.529).

[10]BARLAS Nami, Para Borçlarının İfasında Borçlunun Temerrüdü ve Bu Temerrüt Açısından Düzenlenen Genel Sonuçlar, Kazancı Hukuk Yayınları No: 15, İstanbul, 1992, s.187.

[11]EREN Fikret, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 17. Baskı, Yetkin, Ankara, 2014. s. 1106; “Munzam zarar, borçlu temerrüde düşmeden borcunu ödemiş olsaydı, alacaklının malvarlığının kazanacağı durum ile temerrüt sonucunda ortaya çıkan ve oluşan durum arasındaki farktır. Diğer bir anlatımla, temerrüt faizini aşan ve kusur sorumluluğu kurallarına bağlı bir zarar şeklinde tanımlanabilir.”, Yargıtay HGK, T. 13.6.2012, E. 2011/18-730, K. 2012/373 (erişim tarihi: 15.5.2015)

[12]Yargıtay 6. Hukuk Dairesi, 2023/1766 Esas, 2024/4097 Karar ve 14.11.2024 tarihli kararı, https://www.hukukihaber.net/yargitay-6-hukuk-dairesinin-20231766-e-20244097-k-sayili-karari

[13]Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 2021/938 Esas, 2022/401 Karar ve 29.03.2022 tarihli kararı https://www.hukukihaber.net/hukuk-genel-kurulunun-2021938-e-2022401-k-sayili-karari

[14]Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 2017/2800 Esas, 2021/1629 Karar ve 09.12.2021 tarihli kararı, https://www.hukukihaber.net/hukuk-genel-kurulunun-20172800-e-20211629-k-sayili-karari

[15] GÜNERGÖK, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi (İMHFD) Ÿ Cilt: 9 – Sayı: 1 - Mart 2024

[16] Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 2021/938 Esas, 2022/401 Karar ve 29.03.2022 tarihli kararı https://www.hukukihaber.net/hukuk-genel-kurulunun-2021938-e-2022401-k-sayili-karari

[17] AKÇAAL , Mehmet: “Güncel İçtihatlar Işığında Munzam Zarar”, SDÜHFD, Y. 2022, C. 12, S. 2, s. 1079; AYRANCI, Hasan, Türk Borçlar Hukukunda Munzam Zarar (BK. m. 105), Yetkin Yayınları, Ankara, 2006, s. 125.

[18] OĞUZMAN, M. Kemal / ÖZ, M. Turgut, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, C. I, Gözden Geçirilmiş 16. Baskı, Vedat Kitapçılık, İstanbul, 2018, s.496.

[19] BARLAS, Nami, Para Borçlarının İfasında Borçlunun Temerrüdü ve Bu Temerrüt Açısından Düzenlenen Genel Sonuçlar, Kazancı Kitap, İstanbul 1992, s. 203; AKÇAAL, Mehmet, “Güncel İçtihatlar Işığında Munzam Zarar”, SDÜHFD, Y. 2022, C. 12, S. 2, s. 1077.

[20] GÜNERGÖK, Paranın Değer Kaybı Bağlamında Aşkın Zarar, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi (İMHFD) Ÿ Cilt: 9 - Sayı: 1 - Mart 2024, s.193.

[21] GÜNERGÖK, Paranın Değer Kaybı Bağlamında Aşkın Zarar, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi (İMHFD) Ÿ Cilt: 9 - Sayı: 1 - Mart 2024, s.194.

[22] ALTAġ, Hüseyin, “Munzam Zararın İspatı Sorunu”, AÜHFD, Y. 2011, C. 50, S. 1, s. 123 vd.; ZEYTĠ NOĞLU, Emin, “Para Borçlarında Temerrüd Halinde Munzam Zarar”, İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Y. 4, S. 8, 2005/2, s. 259 vd.; NEBĠOĞLU, Öner, “Güncel Yargı Kararları Bağ lamında Aşkın Zarar”, TBBD, Y. 2023, S. 165, s. 120

[23] GÜNERGÖK, Paranın Değer Kaybı Bağlamında Aşkın Zarar, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi (İMHFD) Ÿ Cilt: 9 - Sayı: 1 - Mart 2024.

[24]Yargıtay 6. Hukuk Dairesi, 2024/762 Esas, 2025/1271 Karar ve 26.03.2025 tarihli kararı https://www.hukukihaber.net/yargitay-6-hukuk-dairesinin-2024762-e-20251271-k-sayili-karari

[25] Yargıtay İBGK, T. 8.10.1999, E. 1997/2, K. 1999/1.

[26] Gizem KILIÇ ÖZTÜRK, Türk Borçlar Hukukunda Borçlunun Temerrüdü, BURSA- 2015,s.97.

[27] Anayasa Mahkemesi’nin, 2014/7 Başvuru numaralı, 21.12.2017 tarihli ANO İnşaat ve Ticaret Ltd. Şti. kararı

[28] GÜNERGÖK, Paranın Değer Kaybı Bağlamında Aşkın Zarar, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi (İMHFD) Ÿ Cilt: 9 - Sayı: 1 - Mart 2024, s.185.

[29] GÜNERGÖK, Paranın Değer Kaybı Bağlamında Aşkın Zarar, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi (İMHFD) Ÿ Cilt: 9 - Sayı: 1 - Mart 2024

[30]49. Enflasyon ve buna bağlı olarak oluşan döviz kuru, mevduat faizi, Hazine bonosu ve devlet tahvili faiz oranlarının sabit yasal ve temerrüt faiz oranlarının çok üstünde gerçekleşmesi; borçlunun yararlanması, alacaklının ise zarara uğraması sonucunu doğurmaktadır. Bu nedenle borçlu borcunu süresinde ödememekte, yargı yoluna başvurulduğunda da yargı süresini uzatma gayreti göstermekte, böylece yargı mercilerindeki dava ve takipler çoğalmakta, yargıya güven azalmakta, kendiliğinden hak almak düşüncesi yaygınlaşarak kamu düzeni bozulmakta, kişi ve toplum güvenliği sarsılmaktadır (AYM, E.1997/34, K.1998/79, 15/12/1998). Mülkiyet hakkı kapsamında alacağın geç ödenmesi durumunda aradan geçen sürede enflasyon nedeniyle paranın değerinde oluşan hissedilir aşınmayla mülkiyetin gerçek değeri azaldığı gibi bu bedelin tasarruf veya yatırım aracı olarak getirisinden yararlanmak imkânı da yoktur. Bu şekilde kişiler mülkiyet haklarından mahrum edilerek haksızlığa uğratılmaktadır (AYM, E.2008/58, K.2011/37, 10/2/2011),(Anayasa Mahkemesi’nin 2024/41763 Başvuru numaralı, 29.09.2025 tarihli Caner Şafak Başvurusu).

[31] 79. Anayasa Mahkemesi tarafından mevcut başvuru ve diğer derdest başvurular bakımından ihlal kararı verilerek Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkı ile bağlantılı olarak Anayasa'nın 40. maddesinde düzenlenen etkili başvuru hakkının ihlal edildiğine karar verilse de bu durum benzer başvuruların yapılmasını önlemeyeceği gibi özel hukuk kişileri arasındaki alacağın enflasyon karşısında değer kaybına uğramasından kaynaklanan ihlalleri de sonlandırmayacaktır. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesine bireysel başvurunun ikincilliği ilkesi dikkate alınarak, özel hukuk kişileri arasındaki alacağın enflasyon karşısında değer kaybına uğraması dolayısıyla meydana gelen zararların tazmin edilmesini sağlayacak başvuru yollarının bulunmamasından kaynaklı ihlaller nedeniyle ortaya çıkan ve yapısal sorun teşkil eden durumun telafi edilebilmesi için açık bir kanuni bir düzenleme yapılması gerekmektedir. Oluşturulacak başvuru yolunun hâlihazırda yapılan ve bundan sonra yapılacak başvurular açısından özel hukuk kişileri arasındaki alacağın enflasyon karşısında değer kaybına uğramasını önleyecek nitelikte olması gerektiği açıktır,(Anayasa Mahkemesi’nin 2024/41763 Başvuru numaralı, 29.09.2025 tarihli Caner Şafak Başvurusu).

[32] Hasan Tahsin GÖKCAN, Anayasal Denetimin Fonksiyonları Bağlamında Türk Anayasa Mahkemesinin Hak İhlali Kararlarının Objektif Etkisinin Anayasal Temelleri Üzerine Bir İnceleme, Anayasa Yargısı, Cilt: 41, Sayı: 1, (2024),s.67.

[33] Hasan Tahsin GÖKCAN, a.g.e s.68.

[34] Küçüklere zorunlu aşı uygulamasının kanuni temelinin bulunmadığına ilişkin AYM hak ihlali kararı sonrasında idarenin aynı uygulamayı sür düremeyeceğine yönelik benzer değerlendirme için bkz. Şeker, G. (2021). “Anayasa Mahkemesi’nin Zorunlu Aşıya İlişkin Bireysel Başvuru Kararlarının Objektif Etkisinin İdare Hukuku Açısından Değerlendirilmesi”, Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 29., S. 1., s. 680-681. Yazara göre Anayasa’nın 123. maddesi uyarınca idarenin yasallığı ilkesi de böyle bir uygulamayı mümkün kılmamaktadır; a.g.e. s. 686, 690.

[35] Anayasa’nın 148. maddesindeki değişikliğe ilişkin gerekçenin ilgili kısmı şöyledir: “Türkiye’de bireysel başvuru yolunun kabul edilmesi bir yandan, bireylerin sahip oldukları temel hak ve özgürlüklerin daha iyi korunmasını sağlayacak, öte yandan da kamu organlarını Anayasa’ya ve kanunlara daha uygun davranma konusunda zorlayacaktır.” 7/11/1982 Tarihli ve 2709 Sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi Madde Gerekçeleri, https:// www2.tbmm.gov.tr/d23/2/2-0656.pdf (Erişim Tarihi: 9/2/2023), Hasan Tahsin GÖKCAN, a.g.e. s.64.

[36] Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulunun 20/1/2016 tarihli ve 2016/23 E., 2016/60 K. sayılı kararı.

[37] Örneğin AYM bir kararında; “Anayasa Mahkemesinin Yılmaz Çelik kararında yaptığı değerlendirmelerin benzer durumda olanlar yönünden etki doğuracağı muhakkaktır.” ifadesiyle bu hususu vurgulamıştır; İbrahim Er ve diğerleri [GK], B. No: 2019/33281, 26/1/2023, § 52.

[38] Kanadoğlu, O. K. (2004). s. 274; Kanadoğlu, O. K. (2015). Anayasa Mahkemesi’ne Bireysel Başvuru, İstanbul: On İki Levha Yayıncılık, s. 259. Objektif etkinin uygulamada dikkate alınma hususu AYM’nin kimi kararlarında da vurgulanmıştır: “Anayasa Mahkemesi kararlarının genel olarak Anayasa’yı yorumlama ve uygulama şeklinde ortaya çıkan objektif işlevinin subjektif işlevine göre ön planda olduğu kabul edilmelidir. Zira bireysel başvuru yolunun temel ilkelerinden ikincillik ilkesi ile bunun yansıması olarak Anayasa’nın 148. maddesinin üçüncü fıkrasında yer verilen birey sel başvuruda bulunmadan önce başvuru yollarının tüketilmesi koşulu dikkate alındığında temel hak ve özgürlüklerin korunmasında öncelikle kamu makamları ve derece mahkemelerinin, sonrasında ise Anayasa Mahkemesinin rolü bulunmaktadır. Dolayısıyla temel hak ve özgürlüklerin ilk elden kamu makamları ve derece mahkemeleri tarafından korunması gerekir. …Bundan (AYM kararından) sonra kamu makamları ve derece mahkemelerinin aynı meseleye ilişkin incelemelerinde, Anayasa Mahkemesinin anayasanın uygulanması ve yorumlanması, temel hakların kapsamının ve sınırlarının belirlenmesi ve insan haklarının gerekli kıldığı hâllere ilişkin olarak verdiği kararları dikkate alması ve Anayasa hükümlerinin yorumuyla varılan sonuçları değerlendirilmesi gerekir.” İbrahim Er ve diğerleri [GK], §§ 46-47. Benzer yöndeki değerlendirmeler için bkz. K.V., § 53; F.N.G., § 38.

[39] Hasan Tahsin GÖKCAN, Anayasal Denetimin Fonksiyonları Bağlamında Türk Anayasa Mahkemesinin Hak İhlali Kararlarının Objektif Etkisinin Anayasal Temelleri Üzerine Bir İnceleme, Anayasa Yargısı, Cilt: 41, Sayı: 1, (2024),s.30.

[40] Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 2017/2800 Esas, 2021/1629 Karar ve 09.12.2021 tarihli kararı (muhalefet şerhi), https://www.hukukihaber.net/hukuk-genel-kurulunun-20172800-e-20211629-k-sayili-karari

[41] Yargıtay 6. Hukuk Dairesi, 2023/3584 Esas, 2025/692 karar ve 24.02.2025 tarihli karar, (muhalefet şerhi), https://www.hukukihaber.net/yargitay-6-hukuk-dairesinin-20233584-e-2025692-k-sayili-karari