İnsanın yaptığı en büyük duygusal devrim, utanma duygusudur.’ KARL MARX

“Doğumunun otuz birinci yıldönümü arifesinde, akşam saat dokuza doğru, tam da sokakların sessizleştiği bir saatte, silindir şapkalı, frak giymiş iki adam Joseph K’nın evine gelirler ve Joseph K’yı da alıp dışarıya çıkarlar. Daha evin kapısından dışarı çıkar çıkmaz, aralarına aldıkları Joseph K’nın omuzlarına yapışırlar, kollarından kavrayıp ellerini yakalarlar. Böylece kentin dışına çıkarak terk edilmiş boş bir taş ocağına gelirler. Dört bir taraf, başka hiçbir ışığa vergi olmayan bir doğallık ve sessizlik içerisindeki ay ışığı ile örtülüdür. Adamlardan birinin eli, Joseph K’nın gırtlağına sarılırken, diğeri elindeki bıçağı sonuna kadar Joseph K’nın kalbine saplar ve bıçağı olduğu yerde iki kez çevirir. Son nefesini vermekte olan Joseph K. az ilerisinde katili olan iki adamın yanak yanağa vermiş bir şekilde kendisine baktıklarını görür, o da onlara bakar ve ‘Bir köpek gibi’ der.”

Alıntıladığım bu pasaj iktidar ve şiddet üzerine bugüne kadar yazılmış olan büyük romanların en başında gelen Kafka’nın ‘Dava’ isimli romanının ‘Son’ başlığını taşıyan ‘Onuncu Bölümü’nde yer alan ölüm sahnesidir. Romanın böyle değil de Joseph K’nın affıyla, yani ona yapılan işkencenin sona ermesiyle bitmesi, acaba okuyucu yönünden daha doğru bir mesaj olur muydu? Herhalde bunu Kafka’da düşünmüştür. Ama düşünmüş de olsa, böyle bir finali tercih etmemiştir. Edebiyat eleştirmenlerine göre bunun nedeni, Kafka’nın romanını ‘suçluluk’ temasıyla değil de ‘utanç’ temasıyla bitirmek istemesidir. Kafka’nın romanını bitirirken Joseph K.nın katledilmesiyle ilgili olarak: ‘Sanki bunun utancı, kendisinden sonra da yaşamalıydı’ demiş olması bu tespiti doğrulamak­tadır.

Bu yazının konusunu oluşturan şiddet olgusunun, suçluluk boyutundan daha çok, utanç boyutu üzerinde durmak istediğim için yazmaya Kafka’nın ‘Dava’ isimli romanının ölüm sahnesi ile başlamayı tercih ettim. Zira biz hukukçular, mesleğimizin özelliğinden olsa gerek, şiddeti, utanç temelinde değil, daha çok suçluluk temelinde değerlendiririz. Oysa şiddet, sadece bir suç değil, aynı zamanda ve hatta daha çok bir utanç, bir insanlık utancıdır.

Karl Marx’ın özlü ifadesiyle ‘İnsanın yaptığı en büyük duygusal devrim, utanma duygusudur.’ Bu duygusal devrimi kendi içinde ve kişiliğinde yapamayanların, yani utanma duygusu olmayanların başvurduğu araç şiddettir.

Şiddet, şiddete uğrayanın, ‘ötekiliği’ kabul edilen, saygı gören bir özne olmaktan çıkarılıp duygularına ve bedenine zarar verilebilecek ve hatta ortadan kaldırılabilecek bir nesne olarak ele alındığı ilişkisel bir eylemdir. Kadına yönelik şiddet de dahil her türlü şiddetin köke­ni; modern toplumun yarattığı tatminsizliğin, yalıtılmışlığın, ikiyüzlü bir ahlakın, saldırganlığın, ne aşkı, ne sevgiyi, ne arkadaşlıkları ve ne de dostlukları becerebilen bir toplumun damgasını taşır.

Öyle olduğu için bugün ülkemizde her yerde şiddet var. Sokakta şiddet, televizyon dizilerinde şiddet var. Bırakın aşiret, töre, pusu, namus kültürü çocuklarının yaptıklarını bir yana, bırakın aile içi şiddeti bir yana, bırakın ikili ilişkilerde uygulanan terörizmi bir yana, bırakın yakınlık terörizmini bir yana, bırakın tinercilerin kentlerde uyguladıkları şiddeti bir yana, bizim başkalarına yaptığımız, başkalarının bize hemen her gün uyguladığı şiddete bakın. Umursamazlık şiddeti, duyarsızlık şiddeti, istismar şiddeti, cehaletin ve cüretin şiddeti, yanılgının, özen­sizliğin, dikkatsizliğin, sevgisizliğin şiddeti, iftiranın şiddeti, dedikodunun şiddeti, yalanın şiddeti. Bunlar da öldürücü, bunlar da korkutucu, bunlar da yok edici, bunlar da kahredici değil mi?

Peki! Neden şiddet?

Bunu yanıtını modern olasılık kuramının temellerini atan, akışkanlıklar mekaniğinin temel yas­alarından biri olan ve kendi adıyla anılan Pascal Yasası’nı bulan, kendisinden sonra gelen varoluşcu düşünürleri etkileyen, bu bağlamda sezgicilik ilkesini ortaya atan Fransız matematikçi, fizikçi ve düşünür Blaise Pascal, Türkçeye ‘Düşünceler’ adıyla çevrilerek yayınlanan ‘Pensées’ isimli eserinde şunları yazarak veriy­or: ‘İnsanoğlu büyük adam olmak için heveslerle doludur, fakat bir gün anlar ki, sadece bir küçük adam­dır; mutlu olmak için heveslerle doludur, fakat bir gün anlar ki, sadece mutsuzdur; mükemmel olmak için büyük hevesler taşır, fakat bir gün anlar ki, sadece kusurlarla doludur; insanlar tarafından sevilen ve sayılan bir kişi olmak için devamlı umutlar taşır, fakat bir gün anlar ki, kusurlarından dolayı sadece insanların hor görüşüne layık görülmektedir. İşte, dışına çıkmaya imkân bulamadığı bu utanç duygusu, o insanda güçlü bir adaletsizlik ve yıkma ihtirası yaratır, çünkü bu durumda o, kendisini kusurlarından dolayı mahkûm eden ve bunun suçunu kendisine yükleyen gerçeğe karşı bitmez tükenmez bir nefrete bürünmüştür.

Bu yazıtı yazmaya Kafka ile başladım, Oscar Wilde ile son vereceğim.

Karısını kılıçla boğazını keserek öldürmekten yargılanıp idama mahkûm edilen Krallık Muhafız Alayı askerlerinden otuz yaşında Charles Thomas Wooldridge, 07 Temmuz 1896 günü İngiltere’de Reading Zindanı’nın özel bölümünde asılmıştır. Aynı hapishanede hapis yatan ve asılmadan önce Wooldridge’i gören ve asılma nedenini öğrenen Oscar Wilde’ın onun anısına yazdığı ve adını ‘Reading Zindanı Baladı’ olarak koyduğu şiirinin giriş bölümüne yer vererek sözlerime son vereceğim.

‘Kırmızı ceketini giyemiyordu o artık, / Çünkü şarap kırmızı ve kan da kırmızıydı, / Ellerine de şarap ve bir de kan bulaşmıştı / Ölünün başucunda onu bulduklarında, / Sevdiği kadıncağız, sevgilisiydi ölen, / Öldürmüştü kadını vurarak yatağında. / O da yerini aldı suçlular arasında, / Soluk gri bir tulum sarkıyordu sırtından; / Bir de kasket başında, / Kaygısız, şen gibiydi, adım atışlarında; / Ki hiç görmemiştim ben böyle bakan bir adam, / Bu kadar içtenlikle güne gözleri dalan. / Ben hiç görmedim böyle, böyle bakan bir adam, / Böyle dalmış gözleri / Küçük mavi örtüye, / Zindanda tutuklu olanların gökyüzü dedikleri, / O salına salına süzülen bulutlara, Ki gümüş yelkenleri. / Öbür acıların arasında yürürken / Bir başka bölmedeki, / Ne yapmıştı bu adam diye düşünüyordum, / Acaba yaptığı ne, suçu da ne olacak, / Ki bir ses fısıldadı yavaşçacık arkamdan, / ‘O yeni gelen adam yakında asılacak.’ / Tanrım! O an zindanın taşları duvarları / Sarsılır gibi oldu, titredi birdenbire, / Gökler tepeme indi, / Kızgın çelik bir çember gibi sıktı başımı; / Kendi acım kendime büsbütün yetiyorken / Birden hepsi silindi. / Anladım, onu hangi düşünceydi kemiren / Ve iten neydi böyle onun adımlarını, / Onun pırıl pırıl parlayan güne neden / Bu kadar içtenlikle böylesi daldığını; / Sevdiği bir kadını öldürmüştü bu adam / Ve şimdi buna karşı verecekti canını. / Ama gene de herkes sevdiğini öldürür, / Bu böylece biline, / Kimi bunu kin yüklü bakışlarıyla yapar, / Kimi de okşayıcı bir söz ile öldürür, / Korkak, bir öpücükle, / Yüreklisi kılıçla, bir kılıçla öldürür! / Kimi insan aşkını gençliğinde öldürür, / Kimi sevgilisini yaşlılığına saklar; / Bazıları öldürür arzunun elleriyle, / Altın’ın elleriyle boğar bazı insanlar: / Bunların en üstünü bıçak kullanır çünkü / Böylelikle ölenler çabuk soğuyup donar. / Kimi insan az sever, kimisi de çok uzun, / Kimileri aşkı satar, kimileri satın alır; / Kimileri de yapar bu işi gözyaşıyla, / Kimilerinde aşka serin kanla kıyılır; / Hemen herkes bir türlü öldürür sevdiğini, / Ama bundan ötürü herkes asılmamıştır.’

Evet! Keşke yapılmasa, keşke yapmasak diyoruz, ama yapılıyor ve yapıyoruz; hepimiz sevdiğimizi, sevmediğimizi bir biçimde öldürüyoruz ve bunun adına da şiddet deniliyor.