İsviçreli yazar ve felsefeci Alain de Botton, Türkçeye ‘Statü Endişesi’ olarak çevrilip yayımlanan özgün adı ‘Status Anxiety’ isimli,  hem eğitici, hem düşündürücü, hem de kışkırtıcı kitabında, başkalarının bizim hakkımızda ne düşündüğü korkusu, başarısızlığımızın toplum tarafından acımasızca yargılanacağı duygusu, başkalarını aslında değerli bir varlık olduğumuza ikna edemeyeceğimiz kaygısı, sonsuza dek başarılı kişilere buruklukla, kendimize ise utançla bakmaya mahkûm edileceğimiz sanrısı gibi, bizi fena halde kedere ve hüzne sürükleme tehlikesini içinde taşıyan evrensel bir endişeyi, statü endişesini inceler ve şöyle yazar: ‘Bizi yüksek statü arayışına yönelten karşı konulmaz isteğin neler olduğu konusunda yaygın birtakım yargılar vardır: bunlardan ilk akla gelenler para, ün, mevkii ve itibar edinme hırsıdır.

Bu tür hırslarla ilgili olarak Adam Smith, 1759 yılında yazdığı ‘The Theory of Moral Sentiments/Ahlaki Duygular Teorisi’ isimli kitabında şunları söyler: ‘Dünyadaki bütün bu hırgür, bu keşmekeş neye hizmet ediyor? Para hırsıyla canımızı dişimize takmış, zenginlik, iktidar, mükemmellik peşinde koşuyoruz; bu koşunun sonunda bizi ne bekliyor? Doğanın gereklerini mi yerine getirmeye uğraşıyoruz? En yoksul işçinin yevmiyesi bile doğanın gereklerini karşılamaya yeter. Öyleyse daha iyi şartlarda yaşamak adını verdiğimiz o yüce amacın bize nasıl bir yararı var? Şu yararı var: bütün bu koşuşturmanın sonucunda gözlemlendiğimizi, ilgilenildiğimizi, bize sempatiyle, beğeniyle, takdirle bakıldığını hissederiz. Zengin adam servetinin keyfini sürer, çünkü aslında o servet ona dünyanın ilgisini ve beğenisini de beraber getirmektedir. Tam aksine yoksul adam, yoksulluğundan utanç duyar, çünkü o yoksulluk onu insanlığın ilgi alanının dışına itmiştir. Bizimle ilgilenilmediği duygusu, insan doğasının en ateşli isteklerine bile ket vuran bir duygudur. Yoksul adam evden işe, işten eve gidip gelen hiç kimsenin fark etmediği adamdır. Dışarıda kalabalığın içinde yürümesi ya da hiç dışarı çıkmadan kendi evinde yaşaması hiçbir şeyi değiştirmez. Her iki durumda da aynı silikliğin ve görünmezliliğin içindedir. Oysa rütbeli ve haysiyetli adam bütün dünyanın gözleri önündedir. Herkes ona bakar, davranışları kamuoyunun ilgi odağıdır. Her sözü, her hareketi ilgiyle karşılanır.

Aynı konuda J.J. Rousseau gerçekten okunması gereken ‘İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine Konuşma’ adlı kitabına, ‘Biz her ne kadar bağımsız akıllara sahip olduğumuzu düşünsek de, gerçekte kendi gereksinimlerimizin neler olduğunu anlamak konusunda acınacak durumdayız’ diyerek başlar ve şöyle devam eder: ‘Ruhlarımız, tatmin olmak için neye gereksinme duyduklarını ender olarak dile getirirler. Olur da bir şeyler fısıldarlarsa bile, söyledikleri temelsiz ve çelişkilerle doludur. Aklımız, sağlıklı olmak için tam olarak nelere gereksinme duyduğumuzu açık yüreklilikle ifade eden bir bedene sahip değildir. Tam aksine, susadığında şarap isteyen, yatıp dinlenmesi gerektiğinde dans edeceğim diye ısrar eden bir bedendir. Aklımız, bize tatmin olabilmek için neye gereksinim duyduğunu söyleyen dışarıdaki seslerin etkisindedir. İşte! Dışarıdaki bu sesler, ruhlarımızın ender olarak ifade ettiği bize ait fısıltıları ezer geçer, önceliklerimizi belirlemek adını verdiğimiz o çok yorucu işin üstesinden gelmeye çalışırken bizim dikkatimizi dağıtır.’      

Gerek yukarıda bir bölümünü sunduğum eserinde, gerekse siyasal toplumun oluşmasından önceki ‘tabii hal’ durumunu anlatan ‘Sosyal Sözleşme’ isimli kitabında; ‘yaratanın elinden çıkan her şey iyidir, her şey insanın elinde yozlaşır’ ilkesinden yola çıkan Rousseau, insanlar arasında kurulmuş olan ilişkilerin adaletsizliğini ortaya koymaya çalışır. Kötü kurulmuş bir dünyada mutluluğa ulaşamayan pek çok insan gibi, hayal gücünü seferber ederek gönlüne göre kurduğu dünyaya bizi yaklaştıracak ilkeler sunar. İnsanlık tarihini, barbarlıktan uygarlığa doğru ilerleyen ve gelişen bir tarih olarak okumaz. Aksine insanlık tarihini, uygarlıktan barbarlığa doğru giden bir süreç olarak okur. Bu biçimde okuduğu için de, başlangıçta gerçekten gereksinme duyduğu şeyleri içtenlikle ifade ve talep eden insanların, giderek kendisine yabancı şeyleri talep eden, başkasının yaşamlarına kıskançlıkla bakan insanlar olup çıktıklarını ileri sürer.

Rousseau’nun görüşlerinin geçmişte yaşananlarla ne ölçüde bağdaştığı, ne ölçüde insanlık tarihinin sosyal ve maddi gerçeklerine uygun düştüğü tartışılabilir ve hatta Rousseau’nun romantik düşünceleri, moderniteye kin besleyen pastoral bir filozofun hayalleri, varsayımları ve uçuklukları olarak da kabul edilebilir. Ne var ki, Rousseau gibi İsviçreli olan Alain de Botton’da, bu konuda Rousseau’dan pek farklı düşünmez. Ona biraz da hak verircesine, insanlık tarihinden bir örnek vererek, bize Kuzey Amerika’daki Kızılderililerin öyküsünü şu şekilde anlatır. ‘On altıncı yüzyılda Amerika’daki yerlilerin yaşamını ele alan kayıtlar, Kızılderililerin maddi açıdan son derece basit, yalın, ancak manevi yönden doyurucu bir yaşamları olduğunu gösteriyor. Bu kayıtlara göre, küçük kabileler halinde ve iç içe yaşayan Kızılderililer, eşitlikçi, dindar, oyunbaz ve savaşçıydı. Para ile pek işleri olmayan, bireysel olarak çok az mal mülk sahibi olan Kızılderililer, meyve yiyerek, avlanarak besleniyorlar, çadırlarda yatıyorlar, hep aynı şeyleri giyiyorlar, aynı ayakkabıları kullanıyorlardı. Kabile şefinin durumu da kabilenin diğer üyelerininkinden pek farklı değildi. Ne var ki, bu basit, bu yalın, bu maddi her türlü olanaktan ve yaşam için gerekli kolaylıktan yoksun ortamda, son derece doyurucu ve mutlu bir yaşam sürüyorlardı. Kıtanın keşfi ve beyaz adamların kıtaya gelmeleri sonrasında, Kızılderililerin yaşamlarında ve statü sistemlerinde olağanüstü değişiklikler oldu. Avrupalı tüccarlarla, teknolojiyle, Avrupa sanayinin ürettiği lüks mallarla, silahla, mücevherle, alkolle tanışan Kızılderililerin,  kendileri, yaşamları ve tüketim alışkanlıkları esaslı biçimde değişmeye başladı. O güne kadar değer verdikleri bilgeliğin, doğanın kurallarına bağlı basit ama doyurucu yaşamın, kendilerini korumak ve avlanmak için kullandıkları yayın, okun, mızrağın yerini, Avrupalı tüccarların getirdiği gümüş küpeler, bakır ve pirinç bilezikler, Venedik camından yapılmış kolyeler, aynalar, ipekli dokumalar, ketenden yapılmış üzeri işlemeli elbiseler, içkiler, barut, tüfek, tabanca ve bunlara sahip olma hırsı aldı. Ne var ki, tutkuyla istedikleri bütün bunlara sahip olmak, Kızılderilileri daha mutlu yapmadı. Avrupalı tüccarların getirdikleri şeylere sahip olabilmek için daha çok çalışmaya başlayan, daha çok geyik, daha çok tilki, daha çok yılan öldüren Kızılderililerin sonu yozlaşma, kendi öz değerlerini yitirme, intihar, alkolizm ve mutsuzluk oldu. Kabileler parçalandı. Bölünen kabileler Avrupa mallarını paylaşmak için birbirleriyle savaşmaya başladı. Kızılderililere, Avrupa’nın lüks tüketiminden, modernliğin boyalı dış görünüşünden kendilerini kurtarıp, kabilelerinin alçakgönüllü hazlarına, boş kanyonların şafak ve akşam vakitlerindeki ışıklarına, rüzgârın, yağmurun sesine ve kendi iç seslerine geri dönmeleri yönünde yapılan çağrılar etkili olmadı ve sonuçta bütün bir ırk, bütün bir kültür, otantik değeri olan bir uygarlık yok oldu.

Alain de Botton’un da işaret ettiği üzere, yaşam, bir endişeyi terk edip ötekine koştuğumuz, bir arzudan sıyrılıp kendimizi bir başka arzunun kollarında bulduğumuz bir süreçtir. Bu sözler elbette, endişelerimizi yenmekle uğraşmamamız, arzularımızı hiçbir biçimde tatmin etmeye yönelmememiz anlamına gelmemelidir. Ama herhalde, yetişkin insanlar olarak şunların da bilincine varmış olmamız gerekir. Arzuladığımız bütün bu hedefler, bir kez başarılı olduktan sonra bize durup dinleneceğimizi vaat ederler. Ancak vaatlerini hiçbir zaman yerine getirmezler. Veya bizim kendi hırslarımız buna imkân vermez.

Satın aldığımız ev, araba, markalı giysiler, aksesuarlar, takılar, sahip olduğumuz diğer bütün şeyler gibi, yaşamamızın maddi arka planında eriyip gider ve bir süre sonra onun varlığı fark edilmez olur’ diyor Alain de Botton ve şöyle devam ediyor; ‘bize asıl gerekli olan, bizim üzerimizde asıl etkili olan/olması gereken duygusal doyumlardır. Araçların, eşyaların en zarifi ve en donanımlısı bile bize; sevginin, aşkın, dostluğun, arkadaşlığın, aile huzurunun ve sıcaklığının, çocuklarımızın varlığının, onların sağlıklı ve güvende oluşunun yaşattığı doyumu sağlayamaz, bir kavganın veya ayrılığın yarattığı hüsrana çare olamaz. Sahip olamadığımız mal, mülk, mevkii ve diğer şeyler için kıskançlığımızın önüne geçemiyorsak eğer, burada asıl üzülmemiz gereken, bütün yaşamlarımızı yanlış şeyleri kıskanarak geçiriyor oluşumuzdur.

Günü yaşayan ve güne dair şeyler üzerine düşünerek zaman geçirenlerin, bütün bunları da düşünmeleri gerekir diye yazdım bunları. Asıl olan hayatta, işinde, mesleğinde, bulunduğun makamlarda ve mevkiiler de yaptıklarındır, ürettiklerindir, senden geriye ne ya da neler bıraktığındır. Gerisi berisi hikayedir, lafı güzaftır. Esasen hayat, “bir iskambil oyunu gibidir. Doğru kartları seçmek kuşkusuz bizim elimizde değildir ama eldeki kartlarla iyi oynamak bizim elimizdedir.” Hayattaki yerimizi, değerimizi ve başarımızı da sadece ve sadece bu belirler.  

Arz ettim!