Geçtiğimiz günlerde Türkiye’de ünlü bir forum sitesinde yabancı yatırımcıların hukuki güvenliği önemsemedikleri yönünde bir başlık açılmış ve başlığa bu durumu destekleyen pek çok gönderi girilmişti.

Bu başlıktaki düşüncede iki temel problemin bulunduğunu ifade etmek gerekiyor. İlki hukuki güvenliğin yatırım ile ilişkilendirilmesi ikincisi ise yatırım için hukuki güvenliğin gerekmediği.

Öncelikle hukuk, hava, su, yemek gibi en temel ihtiyaçtır, bunu kabul etmek gerekir. Bir devletten adaleti alırsanız geriye zulüm kalır. Bir toplumdan hukuk düzenini alırsanız geriye kaos ve vahşi bir tabiat kalır .İnsanoğlunun en büyük icadı hukuki düzen tesis edebilmesidir ve hatta dünyanın 8. harikası Roma Antlaşmalar Hukukudur. Dolayısıyla hukuki güvenlik her şeyden evvel bir toplumun fertleri için gereklidir.

Diğer yandan hukuksuz bir ülkeye gelen yatırımlarsa çok azdır. Bu tür ülkelere gelen yatırımlar genellikle “dolaylı yatırımdır.” Hukuki düzenin tesis edilmediği ve evrensel standartlara sahip olmayan ülkelerin kendi vatandaşları dahi paralarını ülkelerinde tutmaz. Örneğin Rusya’da ülke dışına döviz çıkarmak oldukça sıkı kurallara bağlı olmasına rağmen iş insanları çeşitli yollarla paralarını ülke dışına çıkarmak için uğraşmaktadırlar.

Hukuki düzenin tesis edilmediği veya az edildiği ülkelerde yabancı yatırımcılar sözleşmelere genellikle uluslararası tahkim şartı koyarlar ve Dünya Bankası gibi çeşitli kuruluşların “ticaret dışı risk” (yerel parayı dövize çevirememe, döviz çıkaramama, mülkiyet hakları ihlali vb.) (örneğin MIGA) sigortalarından yararlanırlar. Ancak küçük-orta ölçekli yatırımcılar için bu yöntemler çözüm değildir. Örneğin geçtiğimiz günlerde Türkiye’de kiraladığı residence sahibiyle “kira” sorunları yaşayan, arazi alırken emlakçı tarafından dolandırılan, soğan ticareti için anlaşmışken soğanların Dubai’ye gideceğini öğrenince fiyatı 2 katına çıkaran satıcıyla sözleşmesini fesheden, Türkiye’deki ortağıyla pek çok hukuki sorun yaşayan yabancı bir müvekkilim “artık Türkiye’de yatırım yapmak istemiyorum” diye bir serzenişte bulundu. Bu durum ülkemiz adına oldukça üzücüdür.

Ne yazık ki Türkiye büyük bir toplumsal çürüme ile karşı karşıyadır ve hukuk düzeni her geçen gün aşınmaktadır. Bir hukukçu olarak bu tespiti siyasi çerçeveden bağımsız olarak yapıyorum. Söylemek istediğim şey hukukun, kendi içerisinde yetersiz kalıp hukuk düzenini tesis etmekten gittikçe daha da uzaklaşması sorunudur. Burada belirtmek gerekir; Türkiye’de siyasi davalar belki demokratik ülkelere göre daha fazladır ancak otoriter rejimler seviyesinde de değildir ve asıl sorunlar ses çıkaran, sosyal medyada gündem olan vakaların ötesindeki sorunlardır. Mevzuatın dağınıklığı, kendi içerisinde bir ahenkten, sistematik düşünceden, ortak dil yapısından uzak oluşu, toplumsal yapıdan kopukluğu hukuki problemlerin temelindeki sorun olsa da bu sorun hızlıca çözülebilecek bir sorun değildir. Diğer yandan bazı sorunlar vardır ki nispeten daha hızlıca çözülebilir ve yargıya olan güveni artırabilir.

Bu sorunların en önemlisi bana göre yargılama süreleridir. Bir kira davası ortalama 2-3 yıl sürmekte bir alacak davası ortalama 1.5-2 yıl sürmektedir. Bir ceza yargılamasında da farklı sürelerden bahsetmek mümkün değildir. Oysa yargılamaların dijitalleşmesi, celse sayılarının azaltılması (örneğin bilirkişi raporu ve itiraz dönemleri tamamıyla yazılı yapılarak hakimlerin iş yükü azaltılabilir) gibi basit birkaç yenilik ile bu sorunlarda ilerleme kaydedilebilir. Belli sınırın altındaki hukuk yargılamaları da celsesiz veya tek celse usulü benimsenerek sonuçlandırılabilir.

Diğer yandan Türkiye’de büyük bir faiz problemi vardır. Hükmedilen faizler böylesi bir enflasyonist dönemde insanları borçlarını ödememeye itmektedir. Bu küçümsenecek bir sorun asla değildir; basit ama en aktif ticari ilişkilerin çökmesi ve hatta bazı kriminal olayların başlaması sonuçlarını doğurabilir.

Bir başka temel sorun ise infaz yasasıdır. Onarıcı adaletin adalet duygusunu aşındırması kabul edilemez. Türkiye’de cezaların değil ancak infazının caydırıcılığı kalmamıştır.  İnsanları uzun süre cezaevine koyup “kayıp insan” haline getirmeyi savunmuyorum, ekonomik yükünün de farkındayım ancak teorideki parlak “rehabilitasyon yöntemlerinin” pratikte büyük problemlere yol açtığı açıkça ortadadır. Ülkemizde insanlar artık güvenlik problemi yaşamaktadır. Çözümü ise infaz sürecinin caydırıcılığından geçmektedir. Örneğin, görülmektedir ki “açık cezaevi” dediğimiz müessese Türkiye’ye uygun bir müessese değildir.  Bu nedenle infaz yasasının caydırıcılığı, Türkiye’nin konjonktürü ve toplumsal yapısı göz önünde bulundurularak yeniden ele alınmalı, mahkumların rehabilite süreçleri ise yeni ve farklı metotlar kullanılarak formüle edilmelidir.

Bir diğer sorun ise Türkiye’nin bir göç politikası olmadığı gibi “göç ve göçmen mevzuatının” da problemli olmasıdır. En nahif ifadeyle Türkiye’de göç ve göçmen mevzuatını kim nasıl istiyorsa öyle yorumlamakta, idarenin tutumları neredeyse keyfiyete evrilmektedir. Elbette, bu alanda idareye geniş bir takdir yetkisi verilmesi gerekir ancak bu takdir yetkisinin sınırları belirlenmeli ve “objektif” ölçekler konulmalıdır. Göç mevzuatı ve MÖHUK acilen reform gereken alanlardandır. (Diğer yandan yeri gelmişken, vatandaşlık alımlarında veya oturma izinlerinde, tıpkı Portekiz’de ve diğer pek çok ülkede olduğu gibi, “A2” seviyesinde Türkçe bilme şartı memurun inisiyatifine bırakılmamalı “sınav” yapılmalı, önerisine de burada yer vermiş olmak isterim.)

Bir başka önemli sorun ise kira sorunu ve davalarıdır. Uzun uzadıya pek çok yerde yazıldığı için burada malumu ilam etmeyeceğim, kirada %25 sınırı kaldırılmalı, menfaat dengesi sağlanmalıdır.

Değerli okur, bir yazıda Türkiye’nin hukuki problemlerini ele almak elbetteki mümkün değildir ancak bu ülkenin insanlarının tarım-gıda sektöründeki yasalar sayesinde “zehir” yiyebildiklerini, KVKK adlı yasa sayesinde verilerimize dair gösterişli bir güvenlik dışında gerçek neredeyse hiçbir tedbir alınmadığını, ödenen vergilerin neredeyse %60ları bulduğunu da vurgulamak gerekir.

Yabancı dil bilen veya yabancı bir ülkede eğitim alan hukukçu sayısının çok az olduğunu pek çok bürokratın yabancı ülkede eğitim alması sağlanırken hakim-savcılara bu tarz bir eğitim verilmediğini, avukatların staj dönemlerinde ise ne bir ücret ne de gerçek bir eğitim alabildiklerini de ifade etmem gerekir. Öte yandan işin mutfağında bulunan kalem memurlarının da eğitimi ve liyakati önemsenmeli ve emeklerinin karşılığını almalarının adaletin aksamaması ve farklı problemler çıkmaması adına oldukça önemli olduğunu belirtmem gerekir.

Yeri gelmişken, neredeyse bütün kurumlar sosyal medyayı oldukça etkin şekilde kullanırken Adalet Bakanlığı’nın gündemi meşgul eden olaylar karşısında sosyal medyayı etkin şekilde yönetemediği, halkı doğru ve anlaşılır şekilde bilgilendirmediğini de belirterek Adalet Bakanlığı’nın sosyal medya araçlarını daha etkin ve daha işlevsel kullanması gerektiğini de burada yer vermem gerekir.

Az evvel ifade ettiğim gibi bu yazıyı sonlandırabilmek pek de mümkün değildir, yazdıkça yazabilir ve uzun uzadıya maddeler sıralayabilirim. Henüz 2.5 yılını dolduran genç bir avukat olarak insanların yargıya bu denli güvensiz olmalarını ne yazık ki anlayabiliyorum ve bu durum beni üzüyor. Bütün bunları yazarak söylemek istediğim husus ise şudur: Türkiye’nin kapsamlı bir hukuk-yargı reformuna ihtiyaç vardır.

Son olarak, en önemli sorunlarımızdan bir diğerine değinip yazımı siz değerli okurları daha fazla yormadan sonlandırmak istiyorum: Türkiye’nin asıl ve en büyük sorunlarından bir diğeri ise “anayasa” sorunudur. Bakınız bunu da siyasi bir çerçeveden söylemiyorum. Halihazırda var olan sistem tartışmalarını bir kenara bırakacak olursak, mevzuatın bir türlü uyum sağlayamadığı, pratikte büyük problemlere yol açan bir anayasa metni mevcuttur. Bürokratik yapı, kurumsal hafıza, idarenin yetkileri ne yazık ki karmakarışık bir hale bürünmüş ve sürekli sorunlar çıkarabilecek hale gelmiştir. Bunun en yakın örneği 8 Kasım 2023 tarihli ve E.2023/97, K.2023/192 sayılı AYM kararıdır. Anayasa metninde kamu tüzel kişiliği “kanunla veya cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle kurulur” denmiş ve eski anayasadaki “kanun açıkça verdiği yetkiye dayanılarak” ifadesi çıkarılmıştır. Böylece idare kamu tüzel kişiliği kuramaz hale getirilmiştir. Kemal Gözler hocanın ilgili karar hakkında kendi web sitesinde yayınladığı makale okunursa talihsizliğin boyutları daha net anlaşılabilir. Bu karar dahi -diğer pek çok sorunun da gösterdiği gibi- yürürlükteki anayasanın ne yazık ki ciddi ve acil bir reforma ihtiyacı olduğunu göstermektedir.