Kısa bir video açılıyor: birkaç cümlede özetlenmiş bir ihtilaf, dramatik bir hayat hikâyesi tadında anlatılıyor. Sonra ekrana gelen o cümle: “Davayı yönet.”

İzleyici, adeta mini bir hukuk oyununun içine davet ediliyor: “Bu durumda ne olur? Hangi davayı açmak gerekir?”

Format, ilk bakışta eğlenceli, akıcı ve ilgi çekici. Hukuku, kalın kitaplardan çıkarıp cep telefonunun ekranına taşıyor. Buraya kadar sorun yok; hatta hukuka ilgi uyandırması açısından olumlu yanları da var ama biz avukatlar, bu tür içeriklerle ilgili şu soruyu sormak zorundayız: “Acaba adalet kavramını, 30 saniyelik video mantığına fazla mı yaklaştırıyoruz?” Hukuk fakültelerinde bize öğretilen temel gerçek şuydu: Hukuk öğrenmek, hap bilgi ezberlemek değil; olayları muhakeme etmeyi öğrenmektir.

Nice değerli hukuk hocalarımız derste aynı cümleyi kurardı: “Kanun maddesini ezbere bilseniz bile, her somut olayda açıp yeniden bakacaksınız.”

Bu sadece bir alçakgönüllülük cümlesi değil, hukukun doğasına dair önemli bir hatırlatmaydı: Metni bilmek tek başına yetmez, o metnin hangi olayda, hangi sınırlar içinde, hangi ayrıntılarla uygulanacağını her seferinde yeniden düşünmek gerekir.

Aynı maddeden, farklı olaylarda bambaşka sonuçlar çıkabilir. Çünkü olay değişir, delil yapısı değişir, tarafların konumu değişir, zamanlama ve bağlam değişir. “30 saniyede davayı yönet” mantığı ise, bütün bu değişkenleri tek bir şablona indirgeme riskini taşıyor. Sanki her ihtilafın bir “kısayol tuşu” varmış gibi: Olayı dinle, tek cümlelik formülü uygula, sonuç belli olsun.

Oysa hepimiz biliyoruz: Hukuk, ezberlenmiş cevap listesinden ziyade, olayı hukuki süzgeçten geçirme sanatıdır. Bu sanat, 30 saniyelik videoya sığmıyor. İçinde yaşadığımız çağın ruhunu tek kelimeyle özetlemek gerekse, pek çoğumuz “hız” deriz. Haberler saniyeler içinde akıyor, tartışmalar birkaç satırlık mesajlara sığıyor, dikkat süremiz ekrandan ekrana savruluyor. Kısa videolar, kaydırdıkça yenilenen içerikler, “sonraki”ne geçmek üzerine kurulu bir dünya… Şimdi bu mantık yargı alanına da taşınıyor: “Dava dediğin de 30 saniyede özetlenir, 30 saniyede yönetilir” algısı oluşuyor. Oysa adalet bambaşka bir lehçeyle konuşur: Dinle. İncele. Sabret. Ölç, tart, gerekçelendir.

Sosyal medya: “Bir sonraki videoya geç” der. Yargılama: “Bir önceki tutanağa dön, dosyaya tekrar bak” der. “Davayı yönet” tarzı içerikler, bu iki farklı dünyayı aynı potaya sokma eğiliminde. Biz avukatlar için soru şu: “Hukuku hız kültürüne uyarlarken, acaba adalet kültürünü fazlaca inceltiyor muyuz?” Bu tür videoların en güçlü yanı, hukuka ilgiyi artırmaları. Ama aynı anda, fark edilmesi zor bir yan etki de üretebiliyorlar. İzleyen kişi, çok doğal bir şekilde şunu düşünebiliyor: “Demek ki dava o kadar da karmaşık değil. Bir madde, bir talep, bir cümle… mesele bu kadar. Hakim de zaten üç dakikada anlar.” Sonra gerçek hayata geliyoruz: Dosya sayfalarca, taraf sayısı fazla, delil durumu tartışmalı, bilirkişi süreci uzun, istinaf–temyiz takvimi yıllara yayılıyor. Bu defa şu soru yükseliyor: “Madem bu işler bu kadar basitti, neden benim davam bu kadar uzadı?” Öfke çoğu zaman hem yargı sistemine, hem de avukatlara yöneliyor. Hâlbuki beklentiyi şekillendiren şey, bu hızlı formatların ürettiği “kolaylık algısı”. Bizim yazıyla anlatmaya çalıştığımız, herhangi bir meslektaşı eleştirmek veya hedef almak değil; bu algının, adalet duygusu üzerindeki uzun vadeli etkisine dikkat çekmek.

Avukatlık mesleği, “şikâyetini söyle, reçeteni al” mantığıyla yürüyen bir acil servis hizmeti değildir. Bir davayı üstlenmek, aynı zamanda dosyanın bütününü okumak, tarafların öyküsünü anlamak, mevzuatı ve içtihatları takip etmek, süreleri gözetmek, müvekkilin duygusunu yönetmek, sonucu peşinen değil, muhakemesi ile birlikte anlatmak demektir.

Sosyal medyada içerik üreten biz avukatlar da, bu gerçeği unutmadan hareket etmek zorundayız. Buradaki görüş ve tespitlerimiz, belirli bir hesabı, kişiyi ya da meslektaşı hedef alan bir eleştiri değil; tam tersine hepimizi içine çekebilen bir “hız tuzağı”na dikkat çekme çabasıdır. Şunu söylemek mümkün: “Hukuku anlatmak için sosyal medyayı kullanmakta bir sakınca yok; ama avukatlığı, 30 saniyelik kolay çözümler mesleğine dönüştürmemeliyiz.”

“Davayı yönet” tarzı videoların şöyle bir artısı var: İnsanlara hukuki sorular sorduruyor, “Ben olsam ne olurdu?” dedirtiyor, dava kavramını günlük hayatın ortasına getiriyor. Bunu bütünüyle reddetmek yerine, daha sağlıklı bir çizgiye taşımak mümkün: “30 saniyede davayı yönet” yerine, “30 saniyede bu hatayı yapma” çizgisi: Senetsiz borç verme, sözleşme imzalamadan iş yapma, mesajlarının delil olabileceğini unutma. Videonun sonunda net hüküm dağıtmak yerine, şöyle bir fren cümlesi kullanmak: “Bu anlattıklarımız geneldir, her somut olayın şartları farklıdır; mutlaka kendi dosyanız için bir avukata danışın.” Bu yaklaşım, hem vatandaşta farkındalık oluşturur, hem meslek etiğine daha yakındır, hem de avukatı “sihirli çözüm dağıtan fenomen” değil, “güvenilir bilgi kaynağı” olarak konumlandırır.

Neticede mesele, ne sosyal medyayı bütünüyle reddetmektir, ne de hukuku tamamen kısa videolara bırakmaktır. Asıl mesele şudur: Hukukun özünü oluşturan muhakemeyi koruyarak, hız çağının araçlarını ölçülü ve sorumlu bir biçimde kullanmak.

Hepimizin kulağında hâlâ hocalarımızın şu cümlesi çınlıyor: “Kanunu bilseniz bile, her vakada açıp yeniden bakacaksınız; çünkü hukuk, ezber değil, muhakemedir.” Eğer ihtilaflar 30 saniyede çözülebilecek kadar basit olsaydı, biz de fakültede tuğla büyüklüğündeki kitapların altını defalarca çizerek yıllarımızı harcamazdık. Bu yüzden, sosyal medyada hukuku anlatırken de, kendimize şu soruyu sormamız gerekiyor: “Ben bu cümleyle insanlara hız mı vaat ediyorum, yoksa muhakeme mi öğütlüyorum?” Çünkü dava, video süresine göre değil; muhakeme ve emek süresine göre yönetilir.