Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu’nun 25 Ekim 2013 tarihli Şerafettin Can Atalay (2) kararı, bir hukuk devletinde ciddi sorunlara yol açabilecek süreci başlatmıştır. AYM bu kararında; milletvekili olan başvurucunun seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı ile kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine karar vermiş, tespit ettiği hak ihlallerinin sonlandırılmasına ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yönelik olarak; (1) yeniden yargılama işlemlerine başlanması, (2) mahkumiyet hükmünün infazının durdurulması ve başvurucunun ceza infaz kurumundan tahliyesinin sağlanması, (3) başvurucunun hükümlü statüsünün sona erdirilmesi, (4) yeniden yapılacak yargılamada durma kararı verilmesi işlemlerinin yapılmasının zorunlu olduğunu belirtmiştir. AYM ayrıca, ihlalin sonuçlarının ortadan kaldırılması amacıyla kararın İlk Derece Mahkemesine gönderilmesine karar vermiştir.

AYM’nin açık hükmüne rağmen İlk Derece Mahkemesi; kararda tespit edilen hak ihlallerinin kendi kararına ilişkin olmadığı gerekçesiyle AYM kararını, yalnızca Mahkeme Başkanının imzasının bulunduğu bir yazıyla ilgili Yargıtay Dairesine göndermiştir. Bu gönderme yazısı sonrasında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından, ilgili Yargıtay Dairesine konu hakkında bir mütalaa sunulmuş ve mütalaada, başvurucunun yasama dokunulmazlığından yararlanamayacağı görüşüne yer verilmiştir.

Yargıtay Ceza Dairesinin, tahliye talebinin reddine ilişkin kararında ve yukarıda bahsedilen mütalaada; AYM’nin örtülü veya dolaylı yoldan norm denetimi yaparak yetki aşımında bulunduğu, yorum yoluyla Anayasada yer alan bir düzenlemeyi (m.14) uygulanamaz kıldığı, Anayasa maddeleri arasında bir hiyerarşi kurduğu gerekçesine yer verilmiştir. 08.11.2023 tarihi itibariyle AYM’nin tespit ettiği hak ihlalleri sonlandırılmamıştır.

AYM’nin Şerafettin Can Atalay (2) kararında yaptığı değerlendirmeleri ve Mahkemeye bu konuda yöneltilen eleştirileri burada tartışma konusu yapmaya gerek bulunmamaktadır; zira bu tartışma ikincil nitelikte olup, gerçek sorunu gölgede bırakmaktadır. Öncelikli ve esas sorun, AYM kararlarının bağlayıcılığının tanınmaması ve AYM’nin kararının yerine getirilmesine karşı nasıl direnildiği meselesidir. Bir hukuk devletinde hukuk düzeni sorununa sebebiyet verilmemelidir.

Hukuk Devletinde, Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığının sorgulanması mümkün değildir.

Anayasanın 2. maddesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir “hukuk devleti” olduğunu ilan etmektedir. Hukuk devleti; her şeyden önce, Devletin tüm organ, kurum ve görevlilerinin Anayasaya uygun hareket etmesini, Anayasa ile bağlı olmasını zorunlu kılmaktadır. Anayasa m.153, AYM kararlarının “kesin” olduğunu ve “yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri” bağladığını belirtmektedir. Bu hüküm; AYM kararlarının eleştirilmesini, sorgulanmasını hatta AYM’ye yönelik olarak yetki aşımı iddiasında bulunulmasını elbette yasaklamamaktadır. Ancak AYM kararlarının bağlayıcılığının kabul edilmesi, Anayasa ile öngörülmüş bir emirdir. Bunun aksini düşünmek, hele yargı kararlarında bunu ileri sürmek, hukuk devletinde doğru olmayacağı gibi, imkansızdır; zira “Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü” başlıklı Anayasa m.11/1’e göre;Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır”.

Hiçbir kurumun Anayasa Mahkemesi kararlarına “direnme” yetkisi yoktur.

Anayasa m.6/3, “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz” ve m.138/1 ise, “Hakimler (…) Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak (…) hüküm verirler” demektedir. Hukuk sistemimizde hiçbir kuruma veya kişiye AYM kararlarına “direnme” yetkisi tanınmamıştır. AYM kararlarının “yetki aşımı” veya “fonksiyon gaspı” gerekçesiyle uygulanamayacağını ileri süren görüş, kullanılan “direnme” yetkisinin kaynağını açıklamamaktadır. Yokluktan türetilen bir “direnme yetkisi”, Anayasa m.153’ün ve AYM’nin varlığını anlamsız kılacak ölçüde olumsuz sonuçlara yol açabilir. Nitekim bu tür bir fiili yetkinin mevcut olduğu varsayıldığında, başta yasama ve yürütme organları olmak üzere herhangi bir kurum veya kişi AYM kararları ile bağlı olmadığını iddia edebilecektir. Bu kabul; hukuk devletinde başka organlara ve kurumlara veya yargı mercilerine sirayet ederse, hukuk düzeni, kuvvetler ayrılığı ve kanun yolları sorgulanmaya başlar. Hukukun tanımadığı ve düzenlemediği bir yetkinin “hukuk adına” kullanılması ciddi bir çelişki ortaya çıkarır.

Mahkemeler arasında hiyerarşi yoktur, “normlar hiyerarşisi” ve “yetki paylaşımı” vardır.

AYM kararlılarının “kesin” ve “bağlayıcı” olması, AYM ile diğer yargı organları arasında hiyerarşik bir ilişki bulunduğu anlamına gelmemektedir. “Kesinlik” ve “bağlayıcılık”, Anayasanın normlar hiyerarşisinin en üst seviyesinde yer almasından kaynaklanmaktadır. Anayasa hükümlerinin yorumlanmasında nihai yetki doğal olarak AYM’dedir. Anayasa yargısının, dolayısıyla AYM’nin varlık sebebi budur. Öte yandan, farklı yargı organları arasındaki ilişkiler, Anayasada ve kanunlarda öngörülen yetki paylaşımı kuralları ile belirlenmektedir. Anayasa ve 6216 sayılı Kanun AYM’ye bireysel başvuru yoluna özgü birtakım yetkiler tanımakta ve bunların sınırlarını çizmektedir. Bu kapsamda AYM, bireysel başvuru kararlarında, bir yasal düzenlemeyi iptal edemeyeceği gibi, kesinleşmiş bir mahkeme kararını da ortadan kaldıramamaktadır. Buna karşın, Anayasa m.13’ün kendisine tanıdığı yetki uyarınca, temel hak ve özgürlüklere yönelik bir müdahalenin “kanunilik” koşulunu sağlayıp sağlamadığını incelemektedir. Bu, aynı zamanda Anayasa’nın AYM’ye yüklediği bir görevdir. Yüksek Mahkeme, bir hak ihlali tespit ettiğinde, ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedebilmektedir. Dolayısıyla AYM, ihlalin sonlandırılması amacıyla yeniden yargılama yapılması, yargılamada durma kararı verilmesi, özgürlüğünden yoksun bırakılan bir kişinin tahliye edilmesi yönünde karar verme yetkisine sahiptir. Kanundan kaynaklanan bu yetkilerin kullanılması, AYM ile diğer mahkemeler arasında bir altlık-üstlük ilişkisi kurulduğu şeklinde yorumlanmamalıdır. Şerafettin Can Atalay (2) kararını bir “hiyerarşi meselesi” veya “yetki mücadelesi” şeklinde algılamak son derece hatalı bir yaklaşım olup, yargıyı bir bütün olarak çıkmaza sürüklemektedir.

Hukuk devletinde yargı krizlerine yer yoktur; hukuk düzeni sağlanmalıdır

Hukuk devleti demek hukuk kurallarının anlamlı ve tutarlı bir düzen oluşturması demektir. İnsanlardan ve devlet kurumlarından hukuk kurallarına ve yargı kararlarına uygun davranmalarını beklemek için öncelikle bu düzenin tesis edilmesi gerekmektedir. Bizzat mahkemelerin AYM kararlarına direndiği bir ortamda, Anayasa m.138/4’ün emredici hükmü gereği de olsa, yasama ve yürütmenin yargı kararları ile bağlı olacağını ummanın ne derece gerçekçi olduğu tartışmalı hale gelir. Yerindelik denetimi, yargısal aktivizm, demokratik meşruiyet gibi birtakım kavramlara bağlamından kopuk ve çoğu kez hatalı şekilde başvurarak yahut konu ile ilgisi bulunmayan Anglo Sakson Hukukuna gönderme yaparak, AYM kararının uygulanmaması gerektiğinin savunulması düzen açısından ciddi bir tehlike oluşturmaktadır. Üstelik bu tehlike münhasıran AYM’yi ilgilendirmemektedir. Bu durumun kabullenilmesi halinde, ileride Yargıtay dahil olmak üzere mahkeme kararlarının uygulanmaması nedeniyle benzer krizler yaşanabileceği öngörülmelidir. Hangi sebebe istinaden olursa olsun hiçbir yargı organının Anayasa ve kanunlar ile çizilen sınırlar dışına çıkarak fiili durum yaratması meşru görülmemelidir.

Diğer taraftan; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın mütalaası incelendiğinde, her şeyin yazılı kurallardan, Anayasadan ve kanunlardan beklenemeyeceği kabul edilecek olursa, Anayasa m.6/3’ün ikinci cümlesinin bir kenara bırakılması gerekir ki, temelde bu görüş ile yetki aşımında veya fonksiyon gaspında bulunduğu iddiası ile karşı karşıya bırakılan AYM’nin bireysel başvuru yolu vasıtasıyla, norm denetimi yaparak yazılı olmayan yetki oluşturduğu iddiası örtüşür. Somut olayda tartışma konusu; Anayasa ve kanun hükümlerinin açıklığı veya yorumlanması olmayıp, kesin ve bağlayıcı AYM kararının gereğinin yerine getirilip getirilmemesidir. Bizce; bir kanun yolu olan bireysel başvuru sonucunda verilmiş AYM kararı içeriği itibariyle tartışılsa da, ihlal kararının gereğinin yerine getirilmesi geciktirilmemesidir. Aksi durum, diğer kanun yollarının ve mahkeme kararlarının gereklerinin yerine getirilmesinde tereddütlerin ve tartışmaların önünün açılmasına yol açar.

Sonuç olarak; AYM, incelediği bireysel başvuruda “kesin” ve “bağlayıcı” bir karar vererek yapılması gerekenleri açıkça ifade etmiştir. Kararın gereğinin yerine getirilmemesi, yani başvurucunun serbest bırakılmaması yeni hak ihlallerinin ortaya çıkmasına yol açacağı gibi, kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının hukuka aykırı şekilde kısıtlandığına, haksız olarak tahdit edildiğine dair iddiayı gündeme getirecektir. Mevcut durumda esas sorumluluk, AYM kararının gönderildiği İlk Derece Mahkemesine düşmektedir. Mahkemenin, esasa ve usule ilişkin herhangi bir tartışmaya girmeksizin ve vakit kaybetmeksizin, AYM kararında belirtilen işlemleri gerçekleştirmesi ve böylece hiç ortaya çıkmaması gereken bu yargı krizini sonlandırması, Anayasaya ve hukuk devletine uygun yegane çözüm olacaktır. Milletvekili olan başvurucunun yasama dokunulmazlığının kaldırılması ile ilgili süreç, üyesi olduğu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin görev ve yetki alanına girecektir.

Prof. Dr. Ersan Şen

Dr. Erkan Duymaz

>> Prof. Dr. Ersan Şen yazdı: AYM’nin Şerafettin Can Atalay (2) Kararı ve Kararın İnfazı Sorunu

(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)