Hükümete karşı suçu düzenleyen 312. madde ile ilgili tartışma, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun kabulünde yapıldı. 5237 sayılı Kanunun 312. maddesinin muadili olan 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun “Devlet kuvvetleri aleyhinde cürümler” başlıklı 147. maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti İcra Vekilleri Heyetini cebren iskat veya vazife görmekten cebren menedenlerle bunları teşvik eyliyenlere ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis cezası hükmolunur.” hükmü yer almakta ve maddede geçen “cebren iskat”; icbar, yani zorlamadan öte, bir şiddetin varlığını aramakta idi. “Cebir” kelimesinin, sadece maddi zorlama ve şiddeti değil, manevi zorlamayı, yani tehdidi kapsadığı da savunulmakta idi. Bu tartışmaya aşağıda yer verilecektir.
 
Kanun koyucu yeni Ceza Kanununda; “cebir, şiddet veya tehdit kullanarak” ifadesine yer vermemiştir. 5237 sayılı Kanunun “Hükümete karşı suç” başlıklı 312. maddesinde, “Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs eden kimseye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilir.” hükmü yer almıştır.
 
Nitekim kanun koyucu 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu Tasarısı’nda, “Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar” başlığı altında yer alan “Anayasayı ihlal” başlıklı 309, “Yasama organına karşı suç” başlıklı 311 ve “Hükümete karşı suç” başlıklı 312. maddelerde değişikliğe giderek, “cebir veya tehdit kullanarak” yerine “cebir ve şiddet kullanarak” ibaresine yer vermiştir.
 
Gerçekten de bu maddelerin gerekçeleri incelendiğinde, açıklamaların “cebir” ve “tehdit” kavramları dikkate alınarak yapıldığı, son kısımlarında ise Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu’nda yapılan değişiklik gerekçelerine yer verildiği görülmektedir.
 
Özgenç, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu’nda maddeler hakkında yapılan görüşmeler sırasında, iktidar ve ana muhalefet partilerine mensup milletvekilleri tarafından, maddelerin birinci fıkralarında yer alan “cebir veya tehdit kullanılarak” ifadesinin, “cebir ve şiddet kullanarak” şeklinde değiştirilmesine yönelik önerge verildiğini, Mecliste grubu bulunan iki siyasi partinin uzlaşması ile bu önergenin kabul edildiğini belirtmiştir[1]. Maddelere ilişkin ortak değişiklik gerekçesinde, Anayasada güvence altına alınan ifade ve örgütlenme hakkı kapsamında kullanılan hak ve hürriyetlerin, bu suçlar kapsamında değerlendirilemeyeceğinin daha açık şekilde vurgulanması ve bu açıdan ortaya çıkacak tereddütlerin giderilmesi amacıyla değişiklik yapıldığı ifade edilmiştir.
 
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yapılan bu değişikliklerle, kanaatimizce kanun koyucu Türk Ceza Kanunu m.309, 311 ve 312’de tanımlanan suçların gerçekleşmesinde “ve” bağlacını kullanarak, suçun maddi unsuru bakımından “cebir ve şiddet” kavramlarını birlikte aramıştır. Bu bakımdan, “cebir veya şiddet” değerlendirmesi yapılıp, “cebir” kavramının maddi zorlama yanında manevi zorlamayı da içerdiğini ileri sürmek mümkün değildir. Bir an için “cebir” kavramının “tehdit” fiilini kapsadığı düşünülecek olsa bile, “cebir ve şiddet kullanarak” ibaresine yer verilerek, hem maddi ve hem de manevi zorlamanın birlikte gerçekleşmesi suçun maddi unsurunun koşulu olarak aranmıştır.
 
Doktrinde bir görüşe göre, “cebir” kelimesinin manevi zorlamayı da kapsadığı, kanun koyucunun bu değişikliği yapma amacının, “şiddet” kavramının yeterince vurgulanmamış olduğu düşüncesinden kaynaklandığı, aksi halde en az maddi şiddet kadar kişilerin iradesi üzerinde zorlayıcı etkisi bulunan tehdit fiillerinin suç oluşturmadığına dair bir sonuca ulaşılacaktır[2].
 
Bu düşünceye, “suçta ve cezada kanunilik” prensibi sebebiyle iştirak etmek mümkün değildir. Çünkü kanun koyucu, net bir şekilde “tehdit” kavramını maddelerden kaldırmış ve bunun gerekçesini de “ifade ve örgütlenme özgürlüğünün korunması” olarak açıklamıştır.
 
Diğer düşünceye göre, uygulamada “manevi cebir” olarak da adlandırılan “tehdit” kavramının maddelerde geçen “cebir” kavramına girmediği; zira maddelerde cebrin maddi niteliğine vurgu yapıldığı, “cebir ve şiddet” ibaresinden maksadın, failin amacına ulaşmak için hukuk dışı, meşru olmayan maddi cebir, yani şiddet kullanması gerektiği savunulmaktadır[3].
 
Netice itibariyle; Türk Ceza Kanunu m.309, 311 ve 312’de “tehdit” ibaresinin bilerek eksik bırakıldığı, bunun hatalı olduğu (kanaatimce bu ibareye yer verilmemesi, cümle bütünlüğü açısından daha isabetli olacaktır) çünkü Anayasayı ihlal, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne karşı suç ve Hükümete karşı suç fiillerinin maddi unsurlarında yer alan icra hareketlerinde çoğunlukla Türk Ceza Kanunu m.108’de tanımlanan cebir suçunun kullanıldığı, bu fiilin özelliklerinin ise Türk Ceza Kanunu m.106’da tanımlanan tehdit suçundan farklı olduğu görülmektedir. Ülkemiz şartlarında bu husus bir eksiklik olarak görülse de, “suçta ve cezada kanunilik” prensibi uyarınca farklı şekilde hareket edip, maddelerde yer almayan “tehdit” kavramını suçların maddi unsurları kapsamında incelemek mümkün olmayacaktır.
 
Balyoz kararında asıl tartışma, “suçta ve cezada kanunilik” ilkesi kapsamında yapılmalıdır. Ancak Yargıtay kararında, davaya konu eylemin suçun “tipiklik” unsuru açısından yeterli şekilde değerlendirilmediği görülmektedir. Kararda, Hükümete karşı darbeye teşebbüs suçunu düzenleyen Türk Ceza Kanunu m.312’de yer alan “cebir ve şiddet kullanarak” kavramının, nasıl olup da “manevi cebir”, yani zorlama veya tehditle paralel görüldüğüne dair net bir gerekçe oluşturulmamıştır. Yeni Ceza Kanunu m.312’de yer alan “cebir ve şiddet kullanarak” ifadesi karşısında, eski Ceza Kanunu’nun 147. maddesinde “cebren iskat” kavramı kullanıldığı, bu kavramın manevi cebir, yani tehdit anlamına geleceğini ileri sürmek de, “failin lehine olan kanun uygulanır” prensibi karşısından kabul görmez.
 
Anayasa m.38, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi m.7 ve Türk Ceza Kanunu m.2 ile güvence altına alınan “suçta ve cezada kanunilik” prensibinin bireylere sağladığı en önemli güvence, kamu otoritesinin keyfi müdahalelerinin önüne geçilmesidir. Bu yolla birey, hangi fiilin suç olduğunu önceden bilebilme, yani neyin yasak olup olmadığını öngörebilme imkanına sahip olmak suretiyle hareket edebilecektir. Bu sebeple, Ceza Hukukunda kıyas ve kıyasa varan genişletici yorum yasaklanmıştır. Kanun hangi fiili suç saymış, hangi unsurları göstermişse, bireyin fiili ancak bu tanımlara uyduğu takdirde ceza sorumluluğu gündeme gelebilecektir.
 
Aynı zamanda bireyin, ceza çekip çekmeyeceğini veya ne kadar ceza çekeceğini de önceden bilip öngörebilmesi gerekir. Bu bilme ve öngörme, yalnızca önceden düzenlenip yürürlüğe koyulacak kanunlarla sağlanabilir. Bunun dışında, yürürlükte olmayan, yürürlükten kaldırılmış veya yürürlükte olup da yanlış yorumlanan kanundan hareketle bireyler suçlanıp cezalandırılamaz. Bu ilke, 26 Ağustos 1789 tarihinde, yani yüzyıllar önce Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi’nin 5. ve 8. maddeleri ile de net bir şekilde güvence altına alınmıştır. Beyannamenin 5. maddesine göre, “Kanun, ancak toplum için zararlı fiilleri yasaklayabilir. Kanunun yasaklamadığı eylem engellenemez ve hiç kimse kanunun emretmediği bir hususu yapmaya zorlanamaz”. 8. maddeye göre ise, “Kanun, ancak açık ve zorunlu olarak gerek duyulan cezaları koymalıdır. Bir kimse, sadece suçun işlenmesinden önce kabul ve ilan edilen ve usulüne göre uygulanan bir kanun gereğince cezalandırılabilir”.
 
Yargıtay kararında, plan aşamalarının 2003 yılından 2010 yılına kadar ne şekilde icraya konu edildiğini, ne şekilde, hangi tarihte ve hangi faillerce elverişli vasıtalarla cebir ve şiddet kullanıldığını, cebir ve şiddet içeren icra hareketlerine başvurulduğunu, icra hareketlerinin hangi tarihte ve ne şekilde kesintiye uğradığını ortaya koyup kanıtlayan, savunma makamının beyan ve temyiz sebebini çürüten yeterli ve doyurucu gerekçe yer almamaktadır.
 
“Manevi cebir” olarak kullanılan ifadenin darbe suçu açısından, hem mülga Ceza Kanunu ve hem de yeni Ceza Kanununda bir karşılığı ve tanımı bulunmamaktadır. Çünkü cebrin manevisi olmaz, ancak icbardan söz edilebilir ki, “icbar”, yani “zorlama” kavramı kendisini TCK m.250’de düzenlenen irtikap suçunda gösterir. İcbar, “tehdit” ve “şantaj” kavramları ile de uyumlu değildir. İcbar, henüz tehdit aşamasına varmayan ve kişinin serbest iradesini etkileyen bir zorlamadır.
 
Cebir suçunun, 5237 sayılı Kanunun 108. maddesinde yer alan tanımı yaralamadır. Plan seminerinde yer alan fiillerin gerçekleştiğini gösteren hiçbir delil bulunmamaktadır. Konuşulacak konunun ne olduğunu bilerek veya bilmeyerek seminere katılan ve toplanmaksızın kurulan irtibatlarla haberdar olan asker kişiler, en fazla suç için anlaşma suçunu işlemişlerdir. Ancak burada, 2003 yılından 2010 yılına kadar anlaşılan suçun icra hareketlerine geçilmediği ve bu sebeple faillerin vazgeçmiş sayıldığı hususu da dikkate alınmalıdır.
 
Bundan başka, eski Ceza Kanunu m.147 ve yeni Ceza Kanunu m.312 “tehdit”, “icbar” gibi kavramlara yer vermeyip, açıkça yeni Ceza Kanunu m.108’de düzenlenen “cebir ve şiddet”, yani yaralamayı, yani fiziki güç kullanmayı esas alsa da, bir an için bu maddelerin “manevi cebir” kavramını kapsadığı düşünülecek olsa bile kararda; manevi cebrin dış dünyaya nasıl yansıdığı, ne şekilde ve hangi fail tarafından icra edildiği, Hükümete darbe adı altında Başbakana veya Hükümetin bir kısım, hatta bir üyesine bu manevi cebrin ne şekilde ulaştığı, bu tehdidin hangi yolla iletildiği, bu kapsamda planda yer alan hususların ne şekilde doğrudan doğruya veya dolaylı olarak Hükümetin bilgisine ulaşacak şekilde kullanıldığı, bundan kamu otoritesinin haberdar olup olmadığı, darbe planının hazırlık hareketlerinden, yani anlaşmadan ve dolayısıyla durağanlıktan çıkıp icra hareketine nasıl dönüştüğü, bu hareketlerin devamının ne şekilde engellendiği açıklanmamış, sadece darbe planı olduğu söylenen belgeler ve toplantı konuşma notları üzerinden hareket edilip, failler tarafından nelerin yapılmasının düşünüldüğü ve neyin amaçlandığı açıklanmıştır. Oysa dosyada müdahil olarak yer alan kişilerin hiçbirisi Hükümet mensubu değildir.
 
Belirtmeliyiz ki, darbe suçunu düzenleyen mülga Ceza Kanunu m.147 ve yürürlükte bulunan Ceza Kanunu m.312’de düşünce ve zihniyet cezalandırılmamakta, dış dünyaya yansıyan ve yasal tanımda gösterilen unsurlara uyan eylemin cezalandırılması öngörülmektedir. Bunun dışına çıkıldığında; Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ve özellikle mensuplarına atfedilen darbe zihniyetine ve anlayışına sahip olma iradesinin ön kabulle cezalandırılması gündeme gelecektir. Kararda da, net bir şekilde ifade edilmese de Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ve bir kısım mensuplarının, 2003 yılında sahip oldukları silahlı gücü komuta etme iradeleri sebebiyle “muhtemel darbeciler” olarak kabul edildiği anlaşılmaktadır.
 
Davaya konu planlar ve konuşmalar soyut tehlike, hazırlık hareketleri bakımından önem içerse de, darbe suçunun özelliği gereği suç olarak tanımlanan ve böylece darbenin hazırlık hareketlerinin suç sayılmak suretiyle darbe hazırlığının önüne geçilmesinin hedeflendiği suç için anlaşma suçu (burada Hükümeti devirme suçu için anlaşma) dışında, eski Kanuna göre darbe suçuna teşebbüs ve yeni Kanuna göre de darbeye teşebbüs suçu gündeme gelmeyecektir.
 
Suçtan doğrudan doğruya zarar gördükleri düşünülebilecek hiçbir insan davaya katılmamıştır. Hükümete karşı darbe suçundan ilk etkilenecek, haberdar olacak ve demokrasi açısından olumsuz sonuçların etkisini gösterebileceği yer müessese olarak Hükümet ve birey olarak da Hükümetin üyeleridir. Hükümet üyelerinin, kendilerine karşı hangi şekilde cebir ve şiddetin kullanıldığını, darbe suçuna konu icra hareketlerinin nasıl başladığını, bundan da nasıl haberdar olup etkilendiklerini açıklamaları gerekir. Aksi halde sadece toplantı, düşünce açıklaması, hazırlık, ön ve son planlar yapılmak suretiyle Hükümete karşı cebir ve şiddet kullanarak, eski adı ile darbe suçuna teşebbüs ve yeni adı ile darbeye teşebbüs edildiğinden bahsedilemez.
 
Suça teşebbüsün dört şartı bulunmaktadır. Bunlar; bir suçun işlenmesine kastedilmesi, elverişli hareketlerin yapılması, icra hareketlerine başlanması ve suçun failin elinde olmayan sebeplerle tamamlanamamasıdır. Teşebbüs için elverişli vasıtalarla icra hareketlerine başlamak, yani hazırlık hareketlerinden çıkmak gerekmektedir. Hazırlık hareketlerinden çıkabilmek için failin, 765 sayılı Kanunun 147. maddesinde ve 5237 sayılı Kanunun 312. maddesinde tanımlanan tipiklik unsuru içerisindeki icra hareketlerini gerçekleştirmesi gerekir. Aksi halde, “Kanunsuz ceza olmaz” başlıklı İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 7. maddesindeki tipiklik ve Anayasanın 38. maddesi ve 5237 sayılı Kanunun 2. maddesi ile güvence altına alınan “suçta ve cezada kanunilik” prensibi ihlale uğrayacaktır. Kanunda tanımlanan bir fiilin suç sayılması veya bir suçun daha ağır hali olarak kabul edilmesi, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 7. maddesinin ihlali yanında, bu hükmün ihlali yoluyla dürüst yargılanma hakkını düzenleyen 6. maddesinin ihlalini gündeme taşıyacaktır.
 
Ceza Hukuku, olağan şüpheyi ve şüphelileri, düşünce ve niyetin tehlikeli halini değil, eylemi, yani düşünce ve niyetin dış dünyaya yansıyıp, suça dönüşen biçimini cezalandırır. Ceza Hukuku açısından asıl olan, “kanunilik” prensibi; Ceza Yargılaması Hukuku açısından esas olan ise, iddianın ispatıdır. Belirtmeliyiz ki kanun koyucu, darbe suçlarının önemi gereğince bu suçların hazırlık hareketlerini, düşünce ve plan aşamalarını istisnai olarak “suç için anlaşma” adı ile ayrı bir suç tipi olarak öngörmüştür. Faillerin suç için anlaşıp anlaşmadıkları, bu aşamada vazgeçip vazgeçmedikleri, anlaştıkları suçun icra hareketlerine başlayıp başlamadıkları, suça teşebbüsün hangi aşamada, ne şekilde kaldığı, amaç suçu gerçekleştirip gerçekleştirmedikleri, “suçta ve cezada kanunilik” prensibi ve “ispat hukuku” esasları dikkate alınmak suretiyle tespit edilmelidir. Ceza Hukuku ve Ceza Yargılaması Hukukunda, iddianın cezaya dönüşüp mahkumiyete dönüşmesi açısından “şüphe”, “muhtemel” gibi kavramların önemi bulunmamaktadır. “Masumiyet/suçsuzluk karinesi” uyarınca, iddia edenin iddiasını, hukuka uygun yol ve yöntemlerle elde ettiği deliller vasıtasıyla net bir şekilde ortaya koyup şüpheye yer bırakmayacak şekilde kanıtlaması gerekir. Aksi uygulama, dürüst yargılanma hakkının ihlaline yol açar.
 
Dava, suça konu eylem tarihi itibariyle 765 sayılı Kanunun 147. maddesinden açılıp, Kanun değişikliği sebebiyle 5237 sayılı Kanunun 312. maddesi de dikkate alınmıştır.
 
Yargıtay’ın gerekçeli kararında, sanıkların 765 sayılı Kanunun 147. maddesine ya da 5237 sayılı Kanunun 312. maddesindeki tanımlara uygun icra hareketinin olup olmadığı açıklanmayıp, planlarda yazılanlar ile 5-7 Mart 2003 tarihinde konuşulanlar üzerinden, ancak manevi cebirle ilgili net tespitler yapılmaksızın ve her iki düzenlemenin suçun maddi unsuru olarak gösterdiği “cebir ve şiddet kullanma” ibaresinin nasıl aşılıp da “manevi cebir” kavramının kabul edildiği, dayanağın ne olduğu ve bu manevi cebrin dış dünyaya nasıl yansıdığı ortaya koyulamamıştır.
 
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, her ne kadar iç hukuk kurallarını denetlemekle yetkili olmasa da iç hukuk kurallarının olaya doğru uygulanıp uygulanmadığına ve uygulamanın da İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 7. maddesini ihlal edip etmediğine bakacaktır. Ancak ilk denetim, bireysel başvurunun yapılması halinde Anayasa Mahkemesi tarafından gerçekleştirilecektir.
 
Darbe; çalışmaların devam etmesi, saha araştırmalarının yapılması ve plandaki bazı hareketlere başlanması halinde teşebbüs aşamasında kalabilirdi. İcra hareketlerinin başlaması için, “Suga” (deniz), “Oraj” (hava) ve “Balyoz” (kara) planlarında cebir ve şiddete yönelik hareketlerden herhangi birisinin yapılması gerekmektedir.
 
Planlarda yer alan hareketlerden birisinin yapılması ile icra hareketlerinin başladığından bahsedilebilir. Plan kapsamında; camide bomba patlatılması, suikast düzenlenmesi, Hükümet üyelerine karşı cebir ve şiddet içeren hareketlerin icrası, suça teşebbüse örnek olarak gösterilebilir. Darbeye zemin hazırlamaya yönelik silahlı çatışma, bombalama, kargaşa çıkarma gibi hareketlerin gerçekleşmesi ile de teşebbüs olur. Bunun dışında, hazırlık hareketleri, örneğin plan yapılması, vasıta tedariki, buna ilişkin telefon ve ortam görüşmeleri, Türk Ceza Kanunu m.312 anlamında eyleme dönüşmediği müddetçe 5237 sayılı Kanunun 316. maddesinde yer alan suç için anlaşma suçu kapsamına girebilir.
 
Yargıtay incelemesi ile kesinleşen ve kamuoyunda “Balyoz Davası” adı ile bilinen yargılamada kanaatimizce en dikkat çekici konu, iddiaya konu eylemin darbe suçunun yasal tanımına ve “tipiklik” unsuruna uyup uymadığıdır. Bu husus tartışılıp netleştirilmedikçe, sadece plan ve görüşmelerden ibaret kalıp, dış dünyaya yansımayan hazırlık çalışmalarından dolayı darbe suçuna teşebbüsün veya yeni adı ile darbeye teşebbüs suçunun varlığını ileri sürmek isabetli olmayacaktır.
 
Bu tartışma dışında kalan; planlardaki isim hataları, delillerin sahteliği, tanıklar, yasama dokunulmazlığı, Yüce Divan, Yerel Mahkemenin görev sorunu gibi meseleler, kanaatimizce “suçun icra hareketleri” tartışmasının gölgesinde kalmaktadır. Çünkü bir suçlamada; delil, görev ve takip şartı gibi tartışmaları yaparken, öncelikle suça konu eylemin “tipiklik” unsuruna ve suçun diğer unsurlarına uygunluğunun tartışılabilmesi için net bir şekilde ortaya koyulması gerekir. Aksi halde bireyin, eylemi yerine niyetinden dolayı cezalandırılması gündeme gelir ki, Ceza Hukuku açısından bu uygulamanın kabulü mümkün değildir.
 
Meseleye, sadece İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 6. ve 7. maddeleri açısından yaklaşılması da yeterli olmayacaktır. Sözleşmenin “Hakları kötüye kullanma yasağı” başlıklı 17. maddesine göre, “Bu Sözleşmedeki hiçbir hüküm, bir devlete, topluluğa veya kişiye, Sözleşmede tanınan hak ve özgürlüklerin yok edilmesi veya bunların Sözleşmede öngörülmüş olandan daha geniş ölçüde sınırlandırmalarını amaçlayan bir etkinliğe girişme ya da eylemde bulunma hakkı verdiği biçiminde yorumlanamaz”.
 
Yargılama süresince (soruşturma ve kovuşturma aşamalarında); Anayasa ve yasalarda özellikle darbe suçuna teşebbüsten yargılananları etkileyen değişikliklerin yapıldığı, birçok askeri şahsın sistematik olarak yakalanıp gözaltına alındığı, uzun süre tutuklandığı ve mahkum edildiği iddiaları dikkate alındığında, Sözleşmenin 17. maddesinin ihlali de ayrıca gündeme gelebilecektir.
 
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, Sözleşmeye taraf bir devletin yetkilerini kötüye kullanıp hukuk dışına çıktığı iddiasının ispatı konusunda somut ve net delillerin varlığını aramaktadır. Devleti idare eden kamu otoritesi anlayışının, izlenen politikanın, genel manada hukuk ve adalet alanında görülen bozuklukların ve bireylere yönelik yargılamanın sırf politik amaçlı yapıldığının, hukuk ve adaletin yerine gelmesinin hedeflenmediğinin somut ve net delillerle kanıtlanmasını aramıştır. Ancak somut olayda, yargılamaya konu fiilin suç olarak tanımlanmadığına dair net tespite rağmen bireylerin yargılanıp cezalandırılarak, “kanunilik” prensibi dikkate alınmamak suretiyle Kanunda tanımlanan suç tipine uymayan eylemden dolayı bireylere ağır nitelikli hapis cezaları verildiği iddiaları, Sözleşmenin 17. maddesi kapsamında dikkate alınmaya değer görülebilir.

(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan Şen tarafından www. hukukihaber. net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)

--------------

[1] Bkz. İzzet Özgenç, Türk Ceza Kanunu Gazi Şerhi (Genel Hükümler), Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2005, s.1099-1102.
[2] Bkz. Osman Yaşar – Hasan Tahsin Gökcan – Mustafa Artuç, Yorumlu-Uygulamalı Türk Ceza Kanunu, Cilt VI, Adalet Yayınevi, Ankara, 2010, s.8463, 8503, 8504 ve 8510.
[3] Bkz. Çetin Arslan – Bahattin Azizağaoğlu, Yeni Türk Ceza Kanunu Şerhi, Asil Yayın, Ankara, 2004, s.1245 ve 1253.