Ceza yargılamasının amacının maddi gerçeğe ulaşmak olduğu ifade edilir. Maddi gerçeğe ulaşmak için tabii ki delillere ihtiyaç vardır. Bu deliller hakimin olayı kavraması açısından son derece önemlidir. Hukukun nasıl uygulanacağı, sanığın iç dünyasının anlaşılabilmesi, suçun işlenme şekli, nitelikli hallerin oluşup oluşmadığı ancak delillerle anlaşılabilecektir.
Ceza yargılamasında hukuka aykırı olmamak şartıyla her şey delil olabilir. Ancak bu “somut delil” in önemini ortadan kaldırmaz. Bilakis delillerin hukuka uygunluğunun yanında somut olguları desteklemesi, suçun işleniş şekli ekseninde değerlendirildiğinde değerini yitirmemesi gerekir. Örneğin suçun işleniş şekli ile alakası bulunmayan bir tanık delili veya adli tıp raporu hükme esas alınamaz.
Hukuk mahkemelerinde görülen davaların ceza muhakemesinin aksine taraflar arasındaki hukuki ilişkiyi tayin etmekten ibaret olduğu söylenebilir. Örneğin iyi kayıt tutamayan ancak gerçekten alacaklı olan birisi alacağını ispatlayamayabilir. Mahkeme bu durumda taraflar arasındaki hukuki ilişkiyi ancak sunulan belgelere bakarak tayin edebilecektir. Bir başka ifadeyle uyuşmazlık öncesinde tarafların usul hukuku açısından delil olabilecek belgeleri bulundurması, kayıtlarını düzenli tutup tutmaması sonucu etkileyebilecektir. Bu nedenle hukuka uygun kayıt tutmayan kişi de bunun sonucuna katlanabilecektir.
Aynı şeyin ceza yargılaması için söylenmesi mümkün değildir. Örneğin sanık avukat dahi tutmayabilir. Soruşturma aşamasını takip dahi etmeyebilir. Soruşturma aşamasında Cumhuriyet Savcısı şüphelinin lehine ve aleyhine olan delilleri toplamakla yükümlüdür. Şüphelinin adeta taşlanırcasına soruşturmanın yürütülmesi insan haklarına aykırıdır. Böylesi bir soruşturmanın sakıncalarını kovuşturma aşamasında dahi bertaraf etmek mümkün olmayabilir.
Kovuşturma aşamasında dahi sanığın susması veya yalan söylemesi sanığın cezalandırılmasını gerektirmemektedir. Sanığın yalan söylemesi de bir haktır. Bu ancak mahkemenin savunmalara itibar etmemesini sağlayabilir.
Savunmaya itibar etmemek sanığın suçu işleyen kişi olduğunu göstermeyebilir.
Savunmaya itibar etmemek sanığın suçu işleyen kişi olduğunu göstermeyebilir.
Cumhuriyet Savcısının suçla mücadele ederken almış olduğu haz insan hak ve hürriyetlerinin yok edilmesini gerektirmemektedir. Özellikle genç savcıların kolluğun etkisine kolayca teslim olması, savunmayı görmezden gelmesi, soyut beyanlara “yeterli şüphe” muamelesi yapması gereksiz kovuşturmalara sebep olabilmektedir. Öte yandan şikayetçinin haklarının da yeterince korunmadığı, müştekinin aktif katılımının savcının inisiyatifine terk edildiği, sulh ceza hakimliklerinin bu noktada istenen fonksiyonu ifa edememeleri de ayrı bir konudur.
Ceza muhakemesine adeta zorla sokulan sulh ceza hakimliği müessesesinin işlevsizliği hem müşteki hem de şüpheli açısından ciddi bir sorundur. Hemen hiç kimse sulh ceza hakimliklerini soruşturmanın hukuki denetimini yapan bir makam olarak görmemektedir. Soruşturmanın etkin bir şekilde denetlenmesi zorunluluğu ne yazık ki görmezden gelinmektedir.
Ceza yargılaması sonunda verilen hükmün “soyut kanaat” veya yüksek ihtimale dayalı olması hükmün yanlış olduğunu gösterir. Hakimin maddi gerçeğe ulaşması delilleri doğru şekilde değerlendirebilmesiyle mümkündür. Şüpheden sanığın yararlanacağı ilkesi “bu sanığı elimden kaçırmamalıyım” yaklaşımıyla yok edilmemeli, tam aksine kanunda belirtildiği üzere “sanığın suç işlediğinin sabit olmadığı” gerekçesiyle beraat kararı verilmesi gerektiği gözetilmelidir.
Hele hele bakalım Yargıtay ne diyecek diyerek tam bir vicdani kanaat oluşmadan verilecek kararların adli zulüm olacağı unutulmamalıdır.
Tarafsız, eğitimli, muhakeme becerisine sahip olan bir insanın okuduğu zaman itiraz etmeyeceği, şüpheye düşmeyeceği ve acaba demeyeceği bir karar amacına ulaşmış demektir.
Maddi gerçeğe ulaşmak ciddi bir tecrübe, ciddi bir hukuk eğitimi ve ciddi bir entelektüel kapasite gerektirmektedir.
Ne yazık ki ülkemiz bu konuda tam bir güven telkin eden adli mekanizmalara sahip değildir ve giderek niteliksizleştiği gözlemlenmektedir.