Zaman ne kadar hızlı işliyor. Olaylar, günden güne değil, saatten saate, hatta saat içinde değişmekte, birbirini takip etmekte. Bu sürat içinde, neyin önemli neyin önemsiz olduğunu takip etmekte bile zorluk yaşanmaktadır.

Erzurum\'da özel yetkili savcıların Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) tarafından yetkilerinin kaldırılmasına sebebiyet veren soruşturma, özel yetki verilen yeni savcılar tarafından bir iddianameye dönüştürülmüş ve mahkemeye verilmişti. İddianamede, sadece Erzincan Başsavcısı değil, 3. Ordu Komutanı da \"şüpheli\" olarak yer almaktaymış; bunu iddianamenin kabulünden sonra öğrenmiş olduk. Böylece, HSYK\'nın hukuku zorlayarak, hatta devre dışı bırakarak vermiş olduğu ve aslında sadece kendisini yıpratan bir kararın \"sıfır etki\" doğurduğunu görmüş olduk. HSYK etkisi, hâkimler üzerinde olduğu gibi, yeni yetkilendirilen savcılar üzerinde de hiçbir sonuç doğurmamıştır. Bunu Türkiye için çok büyük bir gelişme olarak değerlendirmek gerekir. Demek ki, yargı bağımsızlığı, kanunlarla, organlarla değil zihniyet gelişimiyle sağlanabilirmiş; Türkiye bunu gördü.

DEMEK Kİ DARBE PLANLARI GEÇMİŞTE KALMAMIŞ

Öbür taraftan, Genelkurmay Karargâhı\'nda hazırlandığı iddia edilen, önce fotokopisi bulunan ve Genelkurmay Başkanı\'nca \"bir kâğıt parçası\"ndan ibaret olduğu ileri sürülen, aslı bulununca Adli Tıp Kurumu tarafından da görevli subayın imzasının gerçek olduğu tespit edilen, bütün bunlara rağmen askerî uzmanlarca incelenmesi istenen belgedeki imza Jandarma Kriminal Laboratuvarı\'nca da şahsa ait ve gerçek imza olarak kabul edilmiştir. Savcılık soruşturması devam etmektedir; ancak, ortaya çıkan durum iki bakımdan çok büyük bir önem arz etmektedir. Birincisi, darbe planı hazırlıkları, eskiden yapılmış ve eskide kalmış işler değil, halen de hem de Genelkurmay Karargâhı\'nda sürdürülen işlerdendir. İkincisi ise, Genelkurmay Başkanı\'nın, bilgisi dahilinde ya da dışında bu faaliyetlerin yürütülebildiği hususudur.

Bu iki fevkalade önemli tespitin aynı derecede ciddi ve önemli sonuçları olmalıdır; olacaktır. Genelkurmay Başkanı, hem darbe planlarının halen ve Karargâh\'ta yapılmadığını iddia etmek suretiyle, hem de \"kâğıt parçası\" olduğunu beyan ettiği belgenin gerçek çıkmasıyla çok müşkil bir vaziyette kalmıştır. Bunu aşmanın, herkes tarafından tahmin olunabilecek tek bir yolu kalmıştır: İstifa etmek. Böyle bir yolu seçmenin, yerinde olup olmadığı ayrı bir konudur; ancak, bu noktada istifa etmek kadar istifadan kaçınmanın da hem kişisel hem de kurumsal anlamda ciddi yıpranmaya yol açacağını takdir etmek gerekir.

Konuyu \"Balyoz\" darbe planı soruşturması devam ederken yapılan \"Or\'lar toplantısı\" ile de ilişkilendirmek gerekir. Devam eden soruşturmayı etkileyeceğinden asla şüphe duyulamayacak böyle bir toplantı hangi amaca hizmet için yapılmış olabilirdi? Bütün bu konuların temelinde, nihai hedef olarak hukuka ve hukukun üstünlüğüne inanmadaki zaaflar yatmaktadır. Kişisel ve kurumsal hassasiyetleri, istikrar ve siyasi denge hesaplarını ön plana alan yaklaşımlar neticede hem kişileri hem de ülkeyi daha zor ve karmaşık sorunlarla karşı karşıya bırakmaktadır.

\"Balyoz\" darbe planı soruşturması çerçevesinde ilk gözaltına alma işlemleri akabinde Ankara\'da gerçekleşen görüşmelerin ve toplantıların soruşturmayı etkileme amacı taşımadıkları iddia edilse bile, böyle bir sonuca hizmet ettiği açıktır. Eğer sonraki günlerde ortaya çıkan gelişmelere bakacak olursak, sadece askerlerin değil, siyasi iktidarın da soruşturmaların bu aşamaya gelmesinden rahatsızlık duyduğunu tahmin edebiliriz. Siyasi iktidar da, artık, bu soruşturmaların bir noktada durmasını arzu ediyor gibi görünmektedir. Eğer İstanbul Başsavcısı tarafından hazırlanan, basına yansıyan, özel yetkili savcıların yetkilerini kullanmalarını \"kısıtlayan\" yazı da bu çerçevede mütalaa edilebilirse konu iyice sorunlu hale gelmektedir. İstanbul\'da soruşturma yürüten birçok savcı vardır; bunlardan, özel yetkili savcılar dışında kalanların yetkileri benzeri bir şekilde neden kısıtlanmamıştır? Özel yetkili savcılar başsavcı vekilinin onayı olmadan işlem yapamayacakken, diğer savcılar bir başsavcı vekilinin onayına gerek olmaksızın işlem yapmaya devam edecektir. Yine, özel yetkili savcılar, son \"Balyoz\" soruşturmasına kadar başsavcı vekili onayı olmaksızın yaptıkları bazı işlemleri bugün onay olmadan yapamaz hale getirilmişlerdir. Neden? Bunun hukuki bir cevabı var mıdır?

Bütün bu soruşturmaların başından itibaren bir yargı süreci olduğu, bu hususta yürütmenin bir etkisinin bulunmadığı iddiası, Ankara\'da yapılan toplantılar çerçevesinde ciddi bir yara alacaktır. Soruşturmaları belli bir noktada durdurmaya ve tutmaya muvaffak olanın onları başlatmaya ve kontrol etmeye de gücünün yeteceği doğru değil midir? Böyle bir görüntü, her şeyden önce yargılama sürecine gölge düşürecektir. Hâlbuki siyasi iktidarın, kanaatimce, mevcut olan bu rahatsızlığı da, aslında, darbe soruşturmalarının yürütmeden bağımsız yürütüldüğünün bir ispatı olarak görülmelidir. Hukuka ve hukuki sürecin işleyişine saygı duymak herkes için bir zarurettir.

ŞAHSİ İLİŞKİLER HUKUKUN YERİNİ TUTAMAZ

Devlet yönetiminde şahsi ilişkilerin önemi inkâr olunamaz; iyi ilişkiler her zaman yararlı sonuçlar doğurur. Ama devlet yönetimini şahsi ilişkilerin gücüne emanet etmek çoğu zaman vahim sonuçlar doğurmaktadır; ülkeye beklenmedik zararlar vermektedir. Hukukun teminatları ve gerekleri yerine şahsi ilişkilere güvenmek yakın tarihimizde de üzücü sonuçlar doğurmuştur. Hatırlanacağı üzere, Tansu Çiller\'in başbakan olduğu dönemde, Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş\'le iyi ilişkiler içinde hareket ettiği bilinmekteydi. Hatta Genelkurmay Başkanı\'nın \"tak diye söylüyor, şak diye yapıyorum\" şeklinde dile getirdiği, sivil yönetimi önceleyen, siyasete saygı duyan tutumu davranışlarla da desteklenmiştir: Emekli Genelkurmay Başkanı dönemin Başbakanı Tansu Çiller\'in partisinden milletvekili olmuştur. Ancak bütün bu şahsi iyi ilişkiler, bir sene gibi kısa bir zaman sonra, Tansu Çiller\'in başbakan yardımcısı olduğu hükümetin askerlerin operasyonuyla çekilmeye zorlanmasını ve 28 Şubat post-modern darbe sürecini engelleyememiştir. Şahsi ilişkiler hiçbir zaman hukukun gereklerinin yerini tutamaz.

Türkiye dönüşü olmayan bir yola çoktan girmiştir. \"Hukuk-öncesi\" yapılar çözülmektedir; bunu hiçbir müdahale engelleyemeyecektir. Türkiye\'ye iyilik yapmak isteyen siyasetçiler, askerler, bürokratlar ve yargıçlar, önlerinde, sadece hukukun önünü açmak ve hukuki süreçlerin işleyişine saygı duymaktan başka bir yol olmadığını görmek zorundadır. ZAMAN


Doç. Dr. Mustafa Şentop