Modern şekliyle 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri ve ek protokollerle temellendirilen bu alan, savaşın dahi hukuku olduğunu öne sürerek devletlerin ve silahlı grupların eylemlerine evrensel sınırlar çizer. Ancak bu sınırların her zaman fiili durumlar karşısında geçerli kılınması, özellikle devlet dışı aktörlerin mağdur olduğu çatışma bölgelerinde, büyük bir sorunsal olarak karşımıza çıkar.

Gazze Şeridi, uluslararası insancıl hukukun sınandığı, insani felaketlerin hukuki karşılık bulup bulamayacağının test edildiği en somut örneklerinden biri haline gelmiştir. 7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail topraklarına yönelik saldırıları sonrası başlayan ve bugüne kadar devam eden yoğun çatışmalar, yalnızca silahlı unsurlar arasında değil, doğrudan sivil nüfusa yönelen bir savaş biçimine evrilmiştir. Birleşmiş Milletler, Uluslararası Kızılhaç Komitesi (ICRC) ve çok sayıda bağımsız insan hakları kuruluşu tarafından yayımlanan güncel raporlar, Gazze Şeridi’nde sivillere yönelik insani yardımın sistematik biçimde engellendiğini ve temel yaşamsal ihtiyaçlara erişimin sürdürülemez hâle geldiğini açıkça ortaya koymaktadır. Uluslararası Ceza Mahkemesi Paneli tarafından hazırlanan “Report of the Panel of Experts in International Law – Situation in Palestine” (20 Mayıs 2024) başlıklı rapor, Gazze’deki sivil nüfusun yaşadığı açlık ve yardım yoksunluğu durumunu detaylı biçimde değerlendirmektedir. Uluslararası Kızılhaç Komitesi’nin “After Two Months Aid Blockage, Humanitarian Response in Gaza on Verge of Total Collapse” başlıklı açıklamasında, yardımların engellenmesinin bölgedeki insani sistemi çöküşün eşiğine getirdiği vurgulanmaktadır. Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi (OCHA) tarafından yayımlanan “Humanitarian Situation Update #306” başlıklı rapor ise barınma alanları, sağlık tesisleri ve yardım dağıtım noktalarına yönelik saldırıların, yardıma erişimin yanı sıra sivil yaşam alanlarını da hedef aldığını göstermektedir. Yine ICRC’nin Ağustos 2025 tarihli “Intensification of Hostilities Threatens to Worsen Catastrophic Humanitarian Conditions in Gaza” başlıklı bildirisi, artan saldırıların yardıma ulaşımı daha da zorlaştırdığını ve sivil nüfusun insani kriz içerisinde sıkıştığını ortaya koymuştur.

Bu insani kriz, Birleşmiş Milletler Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Çalışma Ajansı’nın (UNRWA) 189 numaralı durum raporunda detaylı biçimde belgelenmiştir. Rapora göre, 7 Ekim 2023 ile 17 Eylül 2025 tarihleri arasında Gazze’de en az 65.062 Filistinli yaşamını yitirmiş, 165.697 kişi ise yaralanmıştır. Aynı raporda, İsrail’in militarize yardım dağıtım sisteminin siviller üzerinde yıkıcı etkileri olduğu, yalnızca yardım aradığı sırada öldürülen sivil sayısının 2.319 olduğu bildirilmiştir. Savaşın başlangıcından bu yana 543 yardım görevlisi hayatını kaybetmiş, bunlardan 304’ü UNRWA personeli, 66’sı ise UNRWA faaliyetlerini destekleyen kişilerden oluşmaktadır. Aynı raporda, Gazze vilayetinde kıtlık durumu resmi olarak teyit edilmiş, Gazze, Deyr Belah ve Han Yunus vilayetlerinde yaşayan 1.98 milyon kişinin %100’ünün kriz veya kötü gıda güvensizliği seviyelerine maruz kaldığı belirtilmiştir. Temmuz-Ağustos 2025 aylarında 28.000 çocuğun akut yetersiz beslenme vakası olarak kayda geçtiği, bunlardan 6.400’ünün şiddetli akut yetersizlik yaşadığı aktarılmıştır. Ağustos ayı itibarıyla Gazze Şehri’ndeki çocukların %28.5’inin yetersiz beslendiği, yani her üç çocuktan birinin bu durumdan etkilendiği ifade edilmiştir.

Ek olarak, Gazze’deki sağlık sisteminin neredeyse tamamen çöktüğü, doğum çağındaki her hafta 15.000 kadının sağlık tesisi dışında doğum yapmaya mecbur kaldığı ve 432’si çocuk olmak üzere toplam 1.000’den fazla insanın, yetersiz beslenme nedeniyle yaşamını yitirdiği vurgulanmaktadır.

Ortaya çıkan bu tablo, yalnızca büyük bir insani felaketi değil; aynı zamanda uluslararası hukukun silahlı çatışmalar sırasında korunması gereken en temel kurallarının sistematik biçimde ihlal edildiğini de açıkça ortaya koymaktadır. Bu kurallar, sivil nüfusun korunmasını esas alır ve çatışmanın taraflarına, hedef gözetmeksizin tüm bir halkı yaşamsal kaynaklardan yoksun bırakma hakkı tanımaz. Su, gıda, ilaç ve elektrik gibi temel insani hizmetlerin kesilmesi, halkın yaşamını sürdürmesini imkânsız hale getiren uygulamalardır ve bu durum, sadece çatışma hukukunun değil, aynı zamanda insan onuruna saygı yükümlülüğünün de açık bir ihlali niteliğindedir.

Bu bağlamda, Gazze de sivillere yönelik uygulamaların yalnızca orantısız güç kullanımıyla açıklanamayacağı, aksine bilinçli, planlı ve sistematik bir şekilde yürütüldüğü; dolayısıyla uluslararası hukukun çizdiği sınırların çok ötesine geçildiği anlaşılmaktadır. Bu da meseleyi bir savaş taktiği olmaktan çıkarıp, insanlığa karşı suçlar kapsamına dahil edilebilecek ciddi bir hukuki sorun haline getirmektedir.

Uluslararası ceza hukuku kapsamında insanlığa karşı suçlar, bireysel ihlallerden ziyade planlı, sistematik ve geniş çaplı eylemlerle tanımlanır. Bu bağlamda en temel dayanak, Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü’nün 7. maddesidir. İlgili maddeye göre insanlığa karşı suç, “herhangi bir sivil nüfusa karşı, yaygın veya sistematik bir saldırının parçası olarak işlenen” belirli fiiller bütünüdür. Bu fiiller arasında kasten öldürme, yok etme, işkence, ayrımcılığa dayalı zulüm, zorla yerinden etme, cinsel şiddet, aç bırakma ve benzeri insanlık dışı eylemler sayılmaktadır. Bu tanım, suçun yalnızca nicel boyutunu değil, aynı zamanda failin kastını, eylemlerin planlı ve organize biçimde yürütülmesini ve sivilleri hedef alan bir devlet veya örgüt politikasının varlığını da gerekli kılar.

Gazze’de sivillerin hedef alınması, yardım koridorlarının kapatılması, temel yaşamsal ihtiyaçlara erişimin engellenmesi ve sivil altyapının sürekli biçimde bombalanması gibi uygulamalar; yalnızca savaş hukukunun ihlali olarak değil, insanlığa karşı suçlar bağlamında da hukuki olarak tartışmaya açılabilecek niteliktedir. Çünkü bu eylemlerin münferit askeri zorunluluklarla açıklanamayacak ölçüde sistematik olması, sivil nüfusun tümüne yönelik yürütülmesi ve özellikle hayatta kalma hakkını hedef alan nitelik taşıması, Roma Statüsü’ndeki suç tanımının birçok unsuruyla örtüşmektedir.

Özellikle aç bırakma, su ve elektrik gibi temel hizmetlerin kesilmesi gibi uygulamalar, Roma Statüsü’nün 7(1)(k) maddesinde belirtilen “insanlık dışı eylemler” başlığı altında; “kasıtlı olarak büyük ıstırap veya bedensel ya da zihinsel bütünlüğe ciddi zarar veren eylemler” kapsamında değerlendirilebilir. Buradaki önemli nokta, bu fiillerin tesadüfi veya savunma amaçlı değil, doğrudan sivillere yönelmiş kasıtlı bir devlet politikası çerçevesinde gerçekleşmesidir. Bu nedenle, bu eylemlerin “orantısız güç kullanımı” gibi savaş taktiği değil, suçun unsurlarını oluşturan planlı bir eylem zinciri olduğu hukuken ileri sürülebilir.

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), 1998 tarihli Roma Statüsü ile kurulan ve bireyleri uluslararası suçlardan dolayı yargılamakla görevli bağımsız bir yargı organıdır. Mahkemenin yargı yetkisi, Roma Statüsü’ne taraf devletler ile sınırlı gibi görünse de, uygulamada bu yetki, taraf olmayan devletlerin topraklarında işlenen suçlara kadar genişleyebilmiştir. Nitekim 2018 yılında Myanmar–Bangladeş örneğinde olduğu gibi, bir taraf devletin (Bangladeş) topraklarına uzanan suç unsurlarında Mahkeme kendisini yetkili kabul etmiştir. Bu içtihat, Gazze bağlamında da önem arz etmektedir. Zira İsrail Roma Statüsü’ne taraf değilken, Filistin 2015 yılında taraf olmuş ve yargı yetkisini tanımıştır.

Bu doğrultuda UCM Başsavcılığı, Filistin Devleti’nin 1 Haziran 2014 tarihinden itibaren işlenen suçlarla ilgili yargı yetkisini tanıdığı kabul etmiş ve 2021 yılında soruşturma başlatılmasına karar verilmiştir. 2024 yılı itibariyle Başsavcı Karim A. A. Khan, hem Hamas yetkilileri hem de İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında tutuklama taleplerinde bulunarak, Mahkeme’nin tarafsızlık ve hukuki ilkelere bağlılık prensibini uygulamada ortaya koymuştur. Bu durum, yalnızca savaşın mağdurları lehine değil, aynı zamanda uluslararası hukukun normatif gücünün korunması bakımından da dönüm noktası niteliğindedir. Süreç, yalnızca hukukî değil, aynı zamanda siyasi dinamiklerle de iç içe geçmiştir. Özellikle Mahkeme’nin İsrail gibi güçlü müttefiklere sahip bir devletin üst düzey yöneticileri hakkında işlem başlatması, UCM’nin tarafsızlığına dair çeşitli tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Bununla birlikte, Mahkeme’nin iç hukuk sistemlerinde hesap verilebilirliğin sağlanamadığı durumlarda devreye girmesi gerektiği, Roma Statüsü’nün 17. maddesi ile açıkça düzenlenmiştir.

İsrail’de yürütülen iç soruşturmaların, uluslararası ceza hukuku standartlarını karşılayıp karşılamadığı konusu bu bağlamda büyük önem taşımaktadır. Gazze’de yürütülen askeri operasyonlar, temel insani ihtiyaçların sistematik biçimde engellenmesine neden olmuş; sivillerin barınma, sağlık, beslenme ve güvenlik gibi en temel haklarına erişimini ortadan kaldırmıştır. Bu durum, artık yalnızca çatışmanın askeri niteliğiyle değil, insan hakları ve uluslararası ceza hukuku bakımından taşıdığı ağır sonuçlarla ele alınmalıdır.

Yürütülen askeri operasyonların sonucu olarak temel altyapının yıkılması, sağlık hizmetlerinin durma noktasına gelmesi, temiz suya erişimin kesilmesi, yardımların ulaştırılamaması ve sivillerin kitlesel açlık tehdidiyle karşı karşıya kalması; Roma Statüsü’nün 7. maddesinde tanımlanan insanlığa karşı suç unsurlarıyla doğrudan örtüşmektedir. Aç bırakma, zorla yerinden etme, sağlık hizmetlerine erişimin sistematik biçimde engellenmesi gibi uygulamalar, modern uluslararası ceza hukuku açısından artık izole eylemler değil, geniş kapsamlı ihlallerin parçası olarak değerlendirilmektedir.

Bu çerçevede, sorumluluk yalnızca İsrail devletine yüklenebilecek bir mesele değildir. Yardımların kesintiye uğramasında dolaylı fakat etkili role sahip olan diğer aktörlerin de sorumluluğu bulunmaktadır. Özellikle 2024 yılı itibariyle UNRWA’nın bazı çalışanlarının Hamas ile ilişkili olduğu yönündeki İsrail istihbaratının iddiaları sonrasında, ABD, Almanya, İngiltere, Kanada, Avustralya, Hollanda, Fransa gibi ülkelerin UNRWA’ya mali desteği askıya alması, fiilen sivillere yönelik insani yardımların durmasına neden olmuştur. Bu durum, yardım ulaştırma yükümlülüğü bulunan devletlerin, uluslararası teamül hukuku ve “koruma sorumluluğu (R2P)” ilkesi bakımından pasif kalmakla, ihlallerin ağırlaşmasına zemin hazırladıkları bu ağlamda tartışılabilir hale gelmiştir.

UNRWA’nın yaşadığı bu kriz, yalnızca bir finansal daralma değil, aynı zamanda uluslararası toplumun siyasi tercihleriyle şekillenen bir “insani boşluk” yaratmıştır. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’in 25 Eylül 2025 tarihinde yaptığı açıklamada vurguladığı gibi, UNRWA bugün yalnızca bütçe açıkları ve dezenformasyonla değil, doğrudan fiziksel saldırılarla da karşı karşıyadır. Tesislerinin tahrip edilmesi, çalışanlarının öldürülmesi, faaliyet alanlarının daraltılması, yardımların doğrudan hedef haline getirilmesi; yalnızca yardım kurumunu değil, sivilleri koruyacak uluslararası sistemin de güvenilirliğini tehdit etmektedir.

Bu noktada aktör bazlı sorumluluk değerlendirmesi kaçınılmazdır:

Birincil fail olan İsrail’in askeri operasyonları, hem orantısız güç kullanımı hem de ayrım gözetmeme ilkesi ihlalleri nedeniyle uluslararası ceza hukuku çerçevesinde yargılamaya konu olabilecek niteliktedir.

Dolaylı fakat etkili sorumlular arasında yer alan devletler, özellikle UNRWA fonlarının kesilmesi yoluyla sivillerin daha da kırılgan hale gelmesine neden olmuştur.

Uluslararası kuruluşların, yaşanan ihlalleri zamanında ve etkin şekilde izleyememesi ve gerekli müdahaleyi yapamaması, mevcut sistemin yapısal eksiklerini görünür kılmıştır.

Gazze de yaşanan bu süreç sadece çatışmanın değil, aynı zamanda uluslararası sistemin hukuki ve ahlaki dayanıklılığının da sınandığı bir krize dönüşmüştür. Gerek Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yürüttüğü ön incelemeler, gerekse uluslararası toplumun yardımlar üzerindeki siyasi ve ekonomik baskıları, mevcut tablonun yalnızca savaşın değil, aynı zamanda uluslararası düzenin krizini de temsil ettiğini göstermektedir. Bu bağlamda sorumlulukların tespiti ve adaletin tesisi mümkün olmazsa, benzer insani krizlerde hukukun koruyucu gücü büyük ölçüde yara alacaktır.

Av. Hazal BUDAK