Greham Swift’in “Su Diyarı” adlı romanında çalıştığı okulda tarih dersi vermekten sorumlu olan ve tarihe, özellikle de Fransız Devrimi tarihine olan tutkusu yüzünden işini keyifle yapan öğretmen Tom Crick, öğrencilerine kendi şahsi tarihini anlatmaya başlar. Su diyarı, kamusal tarih ile kişisel tarihinin nasıl iç içe geçebildiğini gösteren roman.  1983'te yayımlandığında çok büyük ilgi toplamış ve zamanla birçok Batı üniversitesinde çağdaş edebiyat, hatta tarih derslerinde okutulmaya başlamıştır. Bu romandan ilhamla bu yazı dizisinde 35 yıllık kişisel mesleki tarihimle ilgili ilginç olayları kronolojik sıra gütmeden paylaşmayı planlıyorum. Bu yazıların romandan farkı şu ki: bunlar kurgusal değil, gerçekten yaşanmış olaylar. Anekdotlarda geçen kişilerin zorunlu görmedikçe gerçek isimlerini yazmayacağım.  Bu anekdotların mesleğin genel tarihine ve bugünkü geldiği duruma, gençlere devredeceğimiz hukuk mirasının ne olduğuna ışık tutacağını umuyorum. Bunu her hangi bir konuda mesleki makale yazmaktan daha anlamlı buluyorum.

Hukuk fakültesinde sizi hukuku bilen hocalar sınava tabi tutar ve hukuk bilginizi genellikle adil olarak değerlendirir. Mezun olup avukatlığı meslek olarak seçmiş iseniz, hukukla ilgili bilgisi olmayan bu defa müvekkiller sizi sınava tabi tutar ve mesleki yeterliliğiniz konusunda doğru veya yanlış bir yargıya varır. Bir ilçede müvekkiller için prestijli avukat tutmak demek ilçe dışından, vilayetten bir avukat tutmaktır örneğin ve övünç kaynağıdır..  Mesleğin ilk on yılı küçük bir İlçede avukatlık yaptım. Bir ilçede avukatlık yapanları bilir, sabah mesai başladığında genellikle hâkimler ve avukatlar duruşmadan önce hâkim veya savcının odasında toplanır, mübaşir gelip “Hâkim Bey/Hakime Hanım, duruşma hazır” diyene kadar duruşmadan çay kahve içip hasbıhal ederler.

Henüz birkaç yıllık avukattım. Hâkim Bey’inin odasında sabah sohbet ederken Ankara’dan 40-45 yaşlarında şık giyimli, oldukça bakımlı bir avukat geldi. Kendisini tanıttı. Hâkim Bey kendisini her zaman tüm avukatlara davrandığı gibi nazik bir şekilde karşıladı,  oturması için boş koltuğu işaret etti.  Çay söyledi. Avukat Bey’in düğünde silah atılması sonucu taksirli ölüme sebebiyet vermekten yargılanan bir sanığın müdafii olarak asliye ceza mahkemesinde duruşması varmış.  Müdafisi olan şahıs daha önce benim de başka bir davada avukatlığını yaptığım biriydi. Sohbet biraz ilerleyince avukat Bey, cebinden o zaman bayilerde satılmayan yabancı marka bir sigara çıkardı ve altın kaplama bir çakmakla özenle yaktıktan sonra çakmağını göstererek  “Hâkim Bey, bu yaştan sonra çakı-çakmak, ayna tarak… Başka türlü yüzümüze bakan olmuyor. Ben haftada bir 18 yaşından küçük bir kız s...kmezsem rahat edemem… Ama siz çok gençsiniz size tecrübeli kadın lazım Hakim  Bey…” dedi.

Avukat Bey’in bu pervasız sözleri bizi şoke etmişti. Hâkim Bey kıpkırmızı olmuştu, ne diyeceğimizi bilemez bir halde donmuş kalmıştık.  O sırada mübaşir Ahmet Efendi, kapıyı çalıp içeri girdi. Avukat Bey’e duruşma sırasının geldiğini haber verdi. Avukat Bey çıktıktan sonra, odada Hâkim Bey’le uzun süre konuşmadan öylece kalakalmıştık.

Duruşmalar bittikten sonra hükümet konağının çıkışında avukat Bey ile karşılaştık. Yanında da müvekkili vardı. Avukat Bey, “Fahrettin Bey, arabanız yoksa Ankara’ya bizimle gelin” dedi. Arabam yoktu ve genç bir avukat olarak bu ilginç ve tecrübeli avukatı çok merak etmiştim.  Avukat bey’in klasik Mercedes marka arabasının ön koltuğuna ben oturdum, müvekkili arka koltuğa oturdu. Yola çıktık. Avukat Bey, arabasının özelliklerini anlattıktan sonra, otomobil koleksiyonu olduğunu, 18 aracı olduğunu, taşraya duruşmalara giderken bu otomobili kullandığını anlatırken, arkadan müvekkili çekingen bir sesle “Avukatım hâkim ne karar verdi” diye sordu.

Avukat bey, “dosya ağır cezaya kalktı.  Orada karşı tarafın anasını s...keceğiz” dedi. Bu defa müvekkili, “hâkim 448’nci madde dedi, o ne ki avukatım” diye sordu.  Avukat Bey “Ne biliyim ben 448 ne. Ben hâkim miyim, savcı mıyım” diye azarladı müvekkilini ve bana dönerek, “Ben kanuna kitaba bakmam, çoğu zaman dosya da okumam, hâkim ağabeylerim var onlara danışırım, bir şekilde işimi hallederim. Aslında ben avukat değil de, kız yurdu müdürü olmalıymışım, peki sen niye avukat oldun Fahrettin Bey. Belli ki çok okuyan yazan adamsın. Senden iyi hoca olurmuş?” dedi.  Avukatın müvekkiliyle diyaloglarından müvekkilinin taksirle ölüme sebebiyet vermek suçundan yargılanırken asliye ceza mahkemesi, eylemin kasten adam öldürme olduğu ihtimaline binaen görevsizlik karar verdiği anlaşılıyordu. O esnada avukat Bey’in araç telefonu çaldı. Görüşmeden sonra, bana dönerek “benim yatın kaptanı aradı, yine bir sürü bakım masrafı çıkmış.  Bu hayat şartlarında giderlere yetişmek mümkün değil.” dedi.

Yol üzerindeki başka bir tesiste benzin almak için durduk. Avukat Bey, pompacıya depoyu doldurma talimatı müvekkiline de benzin parasını ödeme talimatı verdikten sonra, “acıktık yahu” diyerek tesisin lokantasına yöneldi. Yemekten sonra hesabı yine müvekkiline ödetti.

Sohbet esnasında, arkada oturan müvekkilini işaret ederek “Ofisi Çankaya’ya taşıyacağım, ama bu pezevenkler bulamaz orayı” dedi. Müvekkil,  avukatın talimatları ve hakaretleri  karşısında hiç sesi çıkmıyor, avukat Bey ne derse harfiyen yerine getiriyordu. 

Ankara’ya girmiştik artık. Müvekkil, “avukat Bey ileride durakta ineyim” dedi.  Avukat Bey, “Dosyan ağır cezalık oldu. Sen biraz para getir” dedi.  Müvekkil, “Avukat Bey, geçen istediğiniz parayı bulabilmek için ineklerimi sattım. Nasıl para bulayım” deyince Avukat Bey, “Ben bilmem zaten verdiğin üç kuruş para, bul biraz daha” dedi.

Durağa gelince müvekkil, arabadan inip, aracın şoför mahalli camına yaklaştı.  Avukat Bey, camı indirdi. Müvekkili çekingen bir sesle, “Avukat Bey üç milyar daha getirsem olur mu?“ deyince, Avukat Bey “Ben o paraya İstanbul’da tek bir duruşmaya gidiyorum. Üstüne bir de karı ısmarlıyorlar. Ne bulursan getir” dedi ve camı kapadı.

Genç bir avukat olan benim için avukat-müvekkil ilişkileri konusunda enteresan bir mesleki deneyimdi bu yolculuk. Avukat Bey’in müvekkili ertesi gün TCK 448’in ne olduğunu sormak için büroma geldi. Avukatına sorması gerektiği söyledim.

***

Yıllar sonra bu ilginç avukat Bey’le Sincan Cezaevi çıkışında tekrar karşılaştık.  Selamlaştık. Ben baro servis aracına yönelmişken “Fahrettin Bey, aracın yoksa seni bırakayım” dedi. Bu kez şoförlü siyah panelvan bir araç kullanıyordu avukat Bey. Yine merakıma yenik düştüm. Araca bindik ve karşılıklı oturduk.  Avukat Bey, “cezaevinde benim tutuklular fazla kalmaz” dedikten sonra oturduğu koltuğun yanındaki konsoldan bir şişe viski ve iki kadeh çıkardı. “Biraz stresimizi atalım” dedi. Sohbet sırasında “sence bir sakıncası yoksa Kara Kuvvetleri EDOK Komutanlığına beş dakika uğrayabilir miyiz” dedi, “Bizim oğlan oranın kantin ve araç yıkama işine bakıyor”

EDOK Komutanlığına girerken aracı durduran falan olmadı. Kapıdaki nöbetçi asker, nizami bir selam vererek Avukat Bey’in aracını karşıladı. Avukat Bey, EDOK’ta işini bitirdikten sonra beni Sıhhiye’ye bıraktı. Bu ilginç Avukat Bey’i son görüşümdü. Bu yazı dizisini hazırlarken Google’dan araştırdığımda avukat Bey’in vefat ettiğini öğrendim. Allah rahmet eylesin.