Hükümet biçimleri, siyasi rejimler, kuvvetler ayrılığı üzerine olan görüşleriyle, gerek kamu hukuku, gerekse devlet ve siyaset felsefesi üzerinde etkili olan, bu amaçla bir siyaset sosyolojisi geliştiren Montesquieu, esas ününü toplum, hukuk ve yönetim tarzı konusunda gerçekleştirdiği karşılaştırmalı araştırmalardan almıştır.

On Sekizinci Yüzyılda ve Aydınlanma hareketinin etkisi altında, daha önce hiç görülmemiş olan bir bilim ortaya çıkmıştır Bu bilim “yasama bilimidir”. Bu bilimin ortaya çıkmasıyla birlikte, sosyal ve siyasal konular ile hukuk düşüncesi, bu bilimsel disiplin tarafından incelenmeye başlamıştır. Bu bilimsel disiplinin amacı, sadece hukukun ve kanunların değil, bunun yanı sıra toplumun kurumlarının ele alınması ve değerlendirilmesi konusunda bir ölçüt bulmak, bu ölçütten hareketle yasama iktidarının/gücünün kullanılmasına rehberlik edecek olan ilkeleri tespit etmek ve bu ilkeleri düzenlemek değildir. O aşamada görülen ve yapılmak istenilen, Aristoteles’in insan faaliyetinin tüm dallarının bağlı olduğu “ana bilim” olarak nitelendirdiği siyaset bilimini yeniden canlandırmaktır. (M.Loughin, Public Law and Political Theory/Kamu Hukuku ve Siyaset Teorisi, Oxford, Clarendon Press, 1992)

Yasama bilimin, kökleri arasında sadece Aristoteles’in yazdıkları yoktur. Yönetenlere sağduyuyu ve yönetme ahlakının ilkelerini öğretmek için tarihin kullanılması gerektiğini öğütleyen Machiavelli, “Kanunların Ruhu” isimli eserinde anayasaların biçimlerinin ve oluşumlarının karşılaştırmalı bir usulünü ve ahlaki yönden incelemesini sunan Montesquieu da vardır. (M.Loughin, Public Law and Political Theory/Kamu Hukuku ve Siyaset Teorisi, Oxford, Clarendon Press, 1992)

Nitekim Hume, Montesquieu’nün az yukarıda sözü edilen eserinde, “her toplumun kendi durumuna ve şartlarına göre, yasaları nasıl yaptığını ve nasıl yapması gerektiğini, devletlerin/hükümetlerin nasıl oluştuğunu ve nasıl oluşması gerektiğini, bunların iklime, dine, ticarete göre nasıl şekillendiğini açıkladığını ve anlattığını” ifade eder. (M.Loughin, Public Law and Political Theory/Kamu Hukuku ve Siyaset Teorisi, Oxford, Clarendon Press, 1992)

Montesquieu’nün bu eserinden en çok etkilenenler, İskoç Aydınlanma Hareketi’nin düşünürleri ve özellikle bu düşünürlerin en önde geleni olan Adam Smith’tir. (M.Loughin, Public Law and Political Theory/Kamu Hukuku ve Siyaset Teorisi, Oxford, Clarendon Press, 1992) Ama öylede olsa, Adam Smith, Montesquieu’da eksik olan ve gözden kaçan bir hususa işaret eder. Smith’in, Montesquieu’nun gözden kaçırdığına işaret ettiği ve o nedenle tamamladığı bu husus “ilerleme düşüncesi”dir. (M.Loughin, Public Law and Political Theory/Kamu Hukuku ve Siyaset Teorisi, Oxford, Clarendon Press, 1992)

Örgütsel bir ilke olan bu düşünce, Montesquieu’nün sosyolojik yaklaşımının statik bir yaklaşımdan dinamik bir yaklaşıma dönüşmesini sağlamıştır. (M.Loughin, Public Law and Political Theory/Kamu Hukuku ve Siyaset Teorisi, Oxford, Clarendon Press, 1992) Bu çerçeveden hareket eden Smith, ilerleme düşüncesinin sadece parçalarını oluşturan Theory of Moral Sentiments/Ahlaki Duygular Teorisi (1759) ve Wealth of Nations/Ulusların Zenginliği (1776) isimli eserlerini yazmış ve bununla eksiksiz bir sosyal ve siyasal felsefe inşa etme yönündeki planı başlatmıştır. (M.Loughin, Public Law and Political Theory/Kamu Hukuku ve Siyaset Teorisi, Oxford, Clarendon Press, 1992)

Ama esas olarak Montesquieu, herhangi bir hukuk anlayışının ve anayasal uygulamanın, toplumun genel durumunda kökleşmiş olduğunu açıklamış ve bunu örnekleriyle göstermiştir. Smith ile onun takipçileri olan İskoç Aydınlanmasının yazarları ise, ilerleme düşüncesini, sivil toplumun tarihsel gelişimi içinde ayrıntılı bir aşamalar dizisine dönüştürmüşlerdir. (M.Loughin, Public Law and Political Theory/Kamu Hukuku ve Siyaset Teorisi, Oxford, Clarendon Press, 1992)

Dört evre” olarak bilinen bu aşamalar dizisi tezine göre, hemen her toplum ekonomik organizasyonun dört ayrı tipini oluşturan – avcı, toplayıcı, tarım ve ticaret – evrelerinden geçmiştir. (M.Loughin, Public Law and Political Theory/Kamu Hukuku ve Siyaset Teorisi, Oxford, Clarendon Press, 1992) Bu evrelerden geçen toplumlar, belirli bir sosyal ve siyasal üst yapı biçimi oluşturmuşlardır. Bu evrelerden geçen toplumların nihai olarak geldikleri aşama uygarlık aşamasıdır. (M.Loughin, Public Law and Political Theory/Kamu Hukuku ve Siyaset Teorisi, Oxford, Clarendon Press, 1992) Bu ekonomik, sosyal ve siyasal biçimler ile oluşumlar, insanların ve toplumların alışkanlıklarını, eğilimlerini düşünce ve yaşam biçimlerini değiştirmiştir. Bu ve bunu takip eden süreçteki gelişmelerle birlikte, hukuk biliminde, siyasette, devletin ve siyasal iktidarların yapılarında ve anlayışlarında da kademeli bir ilerleme ve değişme meydana gelmiştir.

Kuvvetler ayrılığı doktrinini Locke’dan ilham alarak geliştiren, Locke’da yasama, yürütme ve federal güçler şeklinde olan bu doktrini, federal güçlerin yerine yargıyı ikame ederek bugünkü formülasyonuna getiren Montesquieu’ya göre, özgürlük herkesin iddia ettiği gibi istediğimiz şeyleri yapmak ya da istemediğimiz şeyleri yapmaya zorlanmamak değildir, özgürlük, kanunların izin verdiği her şeyi yapmaktır. O nedenle, insan, kanunların izin verdiği kadar özgürdür. Kanunların dışına çıkmak ise özgürlük değil kanunların ihlalidir.

Montesquieu, üç tür yönetim tarzını birbirinden ayırmış ve bu devletlere uygun düşen yönetici ilke, iklim ve topraktan söz etmiştir. Ona göre despotizm büyük devletlere, sıcak iklimlere uygun düşmekte ve korkuya dayanmaktadır. Britanya örneğinde olduğu gibi ne soğuk ve ne de sıcak olan bir iklimin hüküm sürdüğü, orta büyüklükteki devletlere uygun düşen yönetim biçimi, monarşidir; söz konusu yönetim biçimi, şan ve şerefe dayanır. Buna karşın, soğuk iklimlere ve küçük devletlere uygun düşen rejim, demokrasidir; demokrasinin yönetici ilkesinin erdem olduğunu öne süren Montesquieu, tüm insanlar için geçerli olan tek bir doğa yasası ve evrensel bir insan doğası olduğunu kabul eden akılcılığa şiddetle karşı çıkar.

Siyaset ve hukuk konusunda tümevarımsal ve deneysel bir yaklaşımı benimseyen Montesquieu; olguları kaydetmek yerine anlamayı, görüngüleri konu alan karşılaştırmalı bir soruşturmayı, tarihsel gelişmenin ilkelerine ilişkin sistematik bir araştırmanın temeli yapmıştır. Siyaset konusuna, bir tarih filozofu olarak yaklaşan Montesquieu, farklı politik toplumlardaki farklı pozitif hukuk sistemlerinin çok çeşitli faktörlere, örneğin; halkın karakterine, ekonomik koşullarla iklime, vs.ye göre değiştiğini, yani  izafi/göreceli olduğunu ifade eder ve bu temel koşullara “kanunların ruhu” adını vermiştir.

Montesquieu’ya göre, yasaların da tabi olduğu kanunlar, bu bağlamda, kanunların da bir ruhu vardır. Montesquieu’ye göre ancak kanun düzeninin egemen olduğu bir toplum güçlü olabilir. Her kanun toplumsal ihtiyaçların bir ürünüdür. Bu kanunlar sosyal, ekonomik ve siyasi olabilir. Montesquieu, bu faktörlerin tümüne birden kanunların ruhu adını vermiştir. Din, geçmişte yaşanan olaylar, örf ve adetler de kanunların ruhuna etkide bulunur. Yani kanunların  ruhu o kanunların meydana gelmesine yol açan faktörlerin tümüdür. Her ülkede kanunların  ruhuna etki eden sebepler farklıdır. Ülkeler de bu farklılıklara göre biçimlenirler.

Montesquieu’ya göre hukuk, her ulusun özel koşullarına göre düzenlenen ve o ulusun ve mensuplarının yararına hizmet eden bir kurumdur. Bu kurum, devletin kanunlarında ifadesini bulur. Hukukun işlevi ve amacı insanlara hizmet etmek, insanlara ve topluma uygun olan yaşama koşullarını sağlamak olmakla, o insanların yaşadığı hayat ve çevre koşullarını araştırmak, tespit etmek ve hukuku oluşturan kanunları buna uygun şekilde düzenlemek gerekir. Zira Montesquieu’ya göre, doğal/tabii hukuk, insan aklının ürünü değil, insanın doğasından doğan ve insanın doğasına uygun olan kanunların ve kuralların bir toplamıdır ve o nedenle, bu kanunlar ile kuralların insanların doğal koşullarına ve yanı sıra hayat, toplum ve çevre koşullarına uygun olması gerekir. (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 194 – 1996)    

Fransız aydınlanmasının önde gelen temsilcilerinden biri olan, dönemindeki statükocu Fransız yönetim anlayışından yakınan ve bu konuda reform yapılması gerektiğini savunan Montesquieu, “Kanunları Ruhu” isimli kitabını, bu konuda kendisine referans olarak aldığı İngiltere’deki reformcu anlayışın etkisiyle yazmıştır. Düşüncelerinin, yaptığı siyasal, toplumsal, ekonomik ve hukuksal analizler ile bu konularda vardığı sonuçların hareket noktası ve odağı esas olarak somut maddi olgular olan Montesquieu, bu özelliği gereği çalışmalarını ve eserlerini ağırlıklı olarak gözleme ve deneyime dayandırmıştır.

Montesquieu, ana fikri ve tek bir sözcük ile özeti: “totaliter yönetim şekillerinde kanunların ve hukukun evrensel ilkelerinin geçerli olmadığı ve o nedenle bu ilkelerin totaliter yönetim biçimlerinde uygulanmadığı” şeklinde olan “Kanunların Ruhu” isimli eserini de, kendi kişisel gözlemlerine ve deneyimlerine dayanarak yazmıştır.

Yüzyıllar boyunca, özgür toplumların kurumsal yapılarını, özgür olmayan toplumların kurumsal yapılarından ayırt edebilmenin ölçüsü olarak kabul edilen, birey hak ve özgürlükleri konusunda en büyük tehdit olan, yani gücün bir kişide veya kurumda toplanmasını engellemek amacı ile vazedilen, Montesquieu ile günümüzdeki nihai şekline getirilen ve modern anayasacılığın temelini oluşturan kuvvetler ayrılığı ilkesi de, Montesquieu’nun etkisinde kaldığı İngiltere siyasal sisteminin üzerine olan gözlem ve tespitlerine dayanır. Zira Montesquieu’nun “yasama, yürütme, yargı” şeklinde formüle ettiği bu ilkenin fikir babası,  bu ilkeyi “yasama, yürütme, federal güçler” şeklinde ifade eden büyük İngiliz düşünürü Locke’tur.

Montesquieu, “Kanunları Ruhu” isimli eserinde, “cumhuriyet, monarşi, istibdat” şeklinde belirlediği hükümet tipolojilerinden istibdatla ilgili olarak; “istibdat yönetimi bir kişinin kanunsuz, kuralsız, hukuksuz olarak kendi arzu ve heveslerine göre kurulmuş bir yönetim şeklidir” demesinin ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin bu yönetim şeklinin panzehri olduğunu “iktidarı iktidar durdurur” maksimiyle gerekçelendirmesinin nedeni de budur.

Her ne kadar Montesquieu, uzmanlar tarafından sosyolog olarak değil, ama sosyoloji biliminin öncüleri arasında kabul edilmekte ise de, o, klasik siyasi düşünceyi toplumun genel anlayışı çerçevesinde ele almış, o çerçevede yeniden yorumlamış ve toplumun hemen her yönünü sosyoloji temelinde açıklamıştır.

Nitekim onun “Romalıların Yükselişi ve Çöküşü Üzerine Düşünceler” isimli eserinde yer alan “Dünyaya hakim olan zenginlik değildir. Bunun böyle olup olmadığı, kendilerini belirli bir plan çerçevesinde yönettikleri zaman refah içinde olan, ama başka bir plan çerçevesinde yönettiklerinde başarısızlığa uğrayan Romalılara, Romalı yöneticilere ve Roma halkına sorulabilir. Monarşik her rejimde, o rejimi yükselten ve çökerten, hem ahlaki hem de fiziki nedenler vardır. Ortaya çıkan bütün olumsuzluklar bu nedenlere bağlıdır. Eğer savaş gibi özel bir nedenin sonucu, bir devleti ortadan kaldırmış ise, asıl neden o savaşın sonucu değil, başkadır ve bu daha genel bir nedendir. Zira o devletin genel gidişi ve yönetilme şekli, beraberinde o devletin çöküşüne neden olan aksilikleri, zaafları getirir ve çöküşün zeminin hazırlar” şeklindeki tespiti ve anlatımı, tarihsel bir analiz olmasından daha çok sosyolojik bir analiz ve yaklaşımdır.

Aynı şekilde “Kanunları Ruhu” isimli eserde, Roma İmparatorluğu’ndaki yasal düzenlemelerin ve feodal toplum döneminin yasalarının incelenmesi konusunda  Montesquieu’nun izlediği metot ve yaklaşım da, sadece tarihsel değil, aynı zamanda sosyolojiktir. 

Onun iklimin, her topumun kaderi olan coğrafi konumun, nüfusun ve dinin, insanların davranışları ve toplumların özellikleri üzerinde etkili olduğuna, bunların insanların birbirleriyle olan ilişkilerini ve toplum olmanın getirdiği ortak hayatı şekillendirdiğine  yönelik gözleme ve deneyime dayanan görüş ve tespitleri de, fiziksel ve sosyo-kültürel olmakla, insanı, kültürel, toplumsal, biyolojik, psikolojik, ekonomik yönleri itibariyle incelemekle, hem antropolojik, hem de sosyolojiktir.

Kanunların Ruhu” isimli eserine, eserin önsözünde; “Önce insanları inceledim, bu inceleme sonunda insanların yasaların ve geleneklerin sonsuz farklılığı içinde kendi keyiflerine ve arzularına göre yönetilmediklerini anladım. İlkeler koydum; özel durumların bu ilkelere kendiliğinden uyduğunu, ülkelerin tarihlerinin koyduğum bu ilkelerin oluşturduğu sonuçlarından başka şekilde olmadığını, her özel kanunun başka bir kanuna bağlı olduğunu veya daha genel bir kanuna uyduğunu gördüm” diye yazan Montesquieu, aynı eserinde hükümet tipolojilerini de inceler. Az yukarıda da ifade edildiği üzere, bu incelemesinde hükümet biçimlerini; Cumhuriyet, monarşi ve istibdat olarak belirler.

Cumhuriyeti “halkın tamamının veya bir kısmının yönetime sahip olması”, monarşiyi “bir kişinin toplumu belirli ve yerleşmiş yasalarla yönetmesi”, istibdat yönetimini ise “bir kişinin toplumu yasasız, kuralsız ve hukuksuz bir şekilde kendi arzu ve heveslerine göre yönetmesi” olarak tanımlar.   

Montesquieu’ya göre, Cumhuriyet yönetiminde; erdem,  hukuka saygı, yasa sevgisi, topluma bağlılık, yurtseverlik esastır. Bu rejimde öngörülen erdem ahlaki bir erdem değil, siyasal bir erdemdir, yani hem insanların hem de yönetenlerin kurallara, kanunlara, hukuka saygılı olmaları, topluma ve rejime bağlı bulunmalarıdır. O nedenle, Cumhuriyet yönetiminde, o yönetimin ve toplumun insanları, kendilerini yurttaş olarak hissederler ve öyle tanımlarlar. Bu yurttaşların eşit olmaları anlamına gelir.

Yine Montesquieu’ya göre, monarşik yönetimde esas olan şereftir, ama siyaset mümkün olduğu ölçüde az erdemle yönetilir.  Bu yönetim şeklinde esas olan şeref olmakla ve şeref de üstün olmayı, sıradan insanlara, yani halka göre farklı bulunmayı gerektirdiğinden, bu şeref iktidar tarafından kendisine yakın olanlara mevkiler, makamlar dağıtmakla, soyluluk unvanları verilmekle sağlanır.

Montesquieu, istibdat yönetimini, yönetenin kurallara, yasaya ve hukuka bağlı olmadan yönetmesi olarak tanımlar ve bu yönetim şeklini bir korku rejimi olarak nitelendirir. Esasen ona göre bu korku yaratılmadan toplumu yönetmek ve böyle bir yönetim şeklini sürdürmek mümkün değildir. Onun için istibdat yönetiminde, akşam kahraman olarak yatan birisi ertesi gün hain ilan edilebilir, gece evinde yatan bir kişi ertesi sabah kendisini hapiste bulabilir.              

Montesquieu’ya göre, bir hükümetin ve bir siyasal rejimin en önemli özelliği, onu diğer iki yönetim şeklinden ayıran en belirgin niteliği kuvvetler ayrılığı ilkesidir. Bu hak en başta anayasa olmak üzere, diğer yasalarla güvence altına alınır ve korunur. Nitekim 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 16.maddesi hükmüne göre, “Hakların güven altına alınmadığı, kuvvetler ayrılığının olmadığı bir toplumun anayasası yoktur.”  

Kuvvetler ayrılığı ilkesine göre yasama gücü, yani kanun yapma yetkisi parlamentoya/meclise aittir. Bu organ, halkın, toplumun ve devletin ihtiyaçlarına göre kanun yapar, kanunları değiştirir, işe yaramaz hale gelen kanunları yürürlükten kaldırır.

Yürütme gücü, kanunları yürütür, o kanunlarla kendisine verilen yetkileri kullanır, bunun için gerekli olan kararları alır.

Gerek yasama, gerekse yürütme gücü, özellikle yürütme gücü subjektif olması, keyfi şekilde kullanılmaya daha açık ve yatkın bulunması nedeniyle tehlikelidir. Dünya siyasi tarihi, bunun trajik örnekleriyle doludur.  

Üçüncü güç olan yargı, insanları ve insanların haklarını korumak için, yasamanın ve yürütmenin eylem ve işlemlerini denetlemek ve dengelemek için vardır. Montesquieu, “Kanunların Ruhu” isimli eserinde bu güçle ilgili olarak şunları yazar: “İnsanlar arasında en çok korkulan yargı gücü, ne belirli bir mevkie, ne de belirli bir güce bağlı bulunmadığından görünmez hale gelir ve adeta yok olur.

Bu yazdıklarıyla Montesquieu, yargının bağımsız ve tarafsız olduğunu, hiçbir mevkie, makama, güce tabi olmadığını, yargıç da olsalar, kişilerin gücünden değil, yasaların ve hukukun gücünden korkmak gerektiğini ifade eder. Ve bizi bu konuda “yargıçlardan değil, yargıçların yaptıkları işten korkulur” sözleriyle uyarır.  

Elbette yargıçlardan değil, onların yaptıkları işten, yani hukuku, kanunu uygulamalarından veya  uygulamamalarından korkmak gerekir. Ama sadece bundan değil, daha çok işinin ehli olmayan, bağımsız ve tarafsız olmayan, yüzü iktidara ya da başkaca güç odaklarına dönük olan, önüne gelen olaylarda, dosyaya göre, dosyadaki kanıtlara ve vicdanına göre değil, kendi kişisel ve siyasal tercihine göre, onun bunun emrine göre, onu bunu memnun etmek ve pozisyonunu korumak için karar veren yargıçtan, o yargıcın yaptığı ve yapmadığı işlerden korkmak gerekir.