2011 genel seçimleri, yeni anayasayı somutlaştıracak meclisin de oluşacağı bir seçim olacak. Anayasa’nın, devleti düzenlediği düşünülürse genel seçimler belki de cumhuriyet tarihinin en önemli seçimi. Türkiye’deki siyasi partilerin hemen hemen hepsi bir anayasa taslağı hazırladığını iddia ediyor. Siz nasıl bir anayasa öneriyorsunuz?

Osman Can: Toplum sözleşmesi niteliğindeki bir anayasa, toplumun tüm farklılıklarının kurucu olduğu, altında imzasının bulunduğu bir anayasa diyoruz. Yeni anayasa partileri aşan, doğrudan doğruya halkın talep ve beklentileri üzerine inşa edilen bir Anayasa olmalıdır. Hiçbir siyasi partinin bir taslakla ortaya çıkmasını önermiyoruz. Çünkü hem geleneksel devlet kültürünün ürettiği toplumsal fay hatlarını harekete geçirir, hem Ankara’daki kurumsal yapıların cari Anayasadan devşirdikleri kutsal meşruiyetlere dayanarak direnç göstermeleri ve bu direnci doğrudan doğruya bir parti tüzel kişiliğine yöneltmesi imkânı yaratılmış olur, 2007’deki gibi. Hem de siyasi partiler cari Anayasaya ve onun “siyaset okulu” anlayışına göre iç politikalarını ürettikleri gerçeği dikkate alındığında, ortaya koyacakları taslaklar halkın değil, kaçınılmaz olarak bu iç politikaların ve kırmızıçizgilerin bir ürünü olur. Bu üç etken nedeniyle yeni, demokratik ve sivil bir anayasadan değil, yalnızca darbe anayasasının revizyonundan söz edilebilir. Yani elli yıllık darbe Anayasaları meşru kabul edilmiş ve onların tekerlek izinden gidilmiş olur. Böyle bir taslak daha sonra halk önüne geldiği zaman kabul edilmiş olsa da son tahlilde halkın talepleri üzerinden yükselen bir anayasa değil, Ankara’daki dengeleri dikkate alan, onların ürünü bir anayasa olacaktır. Bu nedenle doğru olan, bütün siyasi partilerin yalnızca toplumun anayasal direktiflerini anayasalaştıracaklarına dair mesajlar, sözler vermesi ve bu sözün gereğini 2011 Meclisinde yerine getirmesidir. Gelecek yüzyılımızı da darbeci düzene feda edemeyiz; onların tekerlek izinden gideren geleceğin anayasasını hazırlayamayız. Bugüne kadar Türkiye’de üretilmiş anayasalar toplumun ürettiği anayasalar değildir. Toplumsal dinamiklerin göz önüne alındığı ya da toplumsal dinamiklerin katılımcısı olduğu, yaratıcısı olduğu anayasalar değil. Belli bir elit veya yönetici grup tarafından tasarlanmış, onların dünya görüşlerinin topluma dayatıldığı ferman anayasalardır. Türkiye 1876 tarihli Kanun-i Esasi’den başlayarak bugüne kadar 1924, 1961 ve 1982 Anayasalarıyla yönetildi. 1876 Anayasası Padişah tarafından 18 bürokrat, 10 ulemadan oluşan özel bir komisyona yaptırılmış olan bir ferman anayasasıdır. 1921 Anayasası olağanüstü yetkilere sahip bir meclis tarafından hazırlandı. Ancak tam bir Anayasa değil. 1924 Anayasası Tek Parti hâkimiyetindeki bir meclis tarafından, 61 ve 82 Anayasaları ise askeri darbeler tarafından üretildi. Hepsi, merkezden, bir dünya görüşünden hareketle toplumu biçimlendirme ve formatlama çabasıdır. Türkiye’de toplum kendi kaderi hakkında hiçbir zaman karar verme imkânı bulamadı. Anayasaları otoriter devlet aygıtı üretti. Toplum uymak zorunda kaldı. Ve toplum halen kendi sözleşmesini yapabilmiş değil.  Ama bugün farklı bir noktadayız artık. Toplum, Ankara’daki yönetici asker-sivil-yargısal vs elitin kontrol edebileceği ortamdan çıktı artık.

Nasıl bir kodlama çalışmasıydı bu?

Osman Can: Ulus devletin homojenleştirme çabasıydı. Kendi dünyalarında homojen, sınıfsız, kaynaşmış bir toplum projesi kurdular. Bunun teorisini üretmeye çalıştılar ve bu teoriye uymayan toplumsal farklılıkları ise ya reddettiler veya yok etmeye çalıştılar. Toplumun %80’inden fazlasının kırsalda yaşadığı bir dönemde bunu hayata geçirme imkânları da oldu. Ama toplum dinamizm kazandı ve değişiyor. Değişmeyen bir tek bürokratik, askeri ve yargısal elitler. Yüz yıllık homojenleştirici, şoven devlet kültürünün üzerine kurulduğu anayasal düzenin Türkiye’de yeri yok artık. Türkiye’de bu elitlerin ürettiği siyasal referansların toplumu bir arada tutabilme imkânı ortadan kalktı, meşruiyetleri de bitti.

Oysaki Türkiye toplumu homojen bir toplum değil. Farklı etnisite, kültür ve yaşam tarzı barındıran bir toplum. Devlet, toplumla ilişkisini nasıl kuruyor, “tek”lik üzerinden mi?

Mehmet Uçum: Türkiye’de son yüzyıllık dönemde temel çelişki devlet ile toplum arasındaki çelişkidir. Yani, sadece cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte değil İttihat ve Terakki görüşünün siyasal alanda etkili olmasıyla birlikte bir devlet anlayışı çıkmıştır. Ve bu devlet anlayışı cumhuriyetle birlikte kurumsallaşmıştır. Devlete dönüşmüştür. Devlet, cumhuriyet ulusu ideolojisi denen bir tasavvur oluşturmuş: İmtiyazsız, kaynaşmış, sınıfsız bir kitle diyerek tek tip bir toplum dizayn etmeye çalışmış. “Ne Mutlu Türküm” diyerek kendini Türk hisseden bir çoğunluk üretmeye çalışmış. Kürtleri, inananları, Alevileri, azınlıkları, kendini yaşam tarzlarıyla farklı hissedenleri göz ardı etmiş. Bütün bunları göz ardı ederek aslında tek bir kimlik yaratmaya çalışmış. Baskıcı ve tasarlayıcı bir devlet anlayışıyla homojen bir toplum yaratmaya çalışmış. Dolayısıyla, toplumla devlet arasındaki bu tersine ilişki çelişkiyi büyütmüş ve birçok çatışma alanı üretmiş. Bu çatışma alanları Kürtlere, gayrimüslimlere, inananlara-dindarlara, Alevilere, farklı yaşam tarzını tercih edenlere sistematik baskı yapmanın sonucu ortaya çıkmış ve şu an Türkiye toplumunun sorunları olarak önümüzde dev gibi duruyorlar. Özetle tüm bu sorunların asıl kaynağı, bu yapay cumhuriyet ulusu ideolojisi, baskıcı devlet aygıtı ve kültürüdür.

Size göre Türkiye’nin asıl ihtiyacı devlet yapısının değişmesi mi?

Mehmet Uçum: Bütün kurumlarıyla devletin değişmesi gerekiyor. Yani sistemin kodlarını değiştirmeden sistemi revize edebilirsiniz. Ama bu sorunları çözmez sadece geciktirir. Şu bilinmelidir ki Türkiye’de sistem içi reform dönemi bitti. Türkiye’de yeni bir siyasal yapının kurulması gerekiyor. Yeni anayasa ihtiyacı yeni bir devlet yapısı ihtiyacıdır. Aslında yeni anayasa üzerinden tartıştığımız konu devletin yeni yapılanmasıdır. Yeni bir devlet yapılanması da ancak yeni bir anayasa ile mümkün olabilir.

Bu devlet aygıtı ve kültürü değişmesi gerekiyorsa parametreleri nedir?

Mehmet Uçum: Yeni anayasaya ihtiyacı aslında bugün devletle toplum arasındaki çelişkinin çözülmesi ve yeni bir devlet aygıtının kurulması gereğinden kaynaklanan bir ihtiyaçtır. Temel parametre budur. Devlet aygıtının yeniden yapılandırılmasına ve nasıl olacağına toplum karar verecektir.

Ak Parti’nin sivil demokratik bir anayasa vaadi vardı. BDP’nin değiştirilmesini özellikle istediği maddeler mevcut anayasada. Bu noktada onların taslakları da bir ferman taslak mı olur? Kamuoyunun bunları bilmesi gerekmiyor mu?

Osman Can: Bir kere şunu belirleyelim, demokratik temsile dayanan ve yeteri kadar toplumdan onay almış bir siyasi partinin hazırladığı bir Anayasa ferman anayasa olmaz. Ancak bu anayasaya yeni anayasa demek çok zordur. Çünkü yerleşik egemen ilişkilerin önemli ölçüde belirlemesi söz konusu. Ayrıca siyasi partilerin kendi politik projeksiyonlarını yansıtır bu tür anayasalar. Bu nedenle yeni olamazlar. Toplumun bir kesimi yapım sürecine katılmadığı için de toplum sözleşmesi olamazlar. Ak Parti’nin 2007 yılında hazırlattığı Anayasa taslağı da bu nedenle yanlıştı. Dikkatle incelendiğinde bu taslağın 1982 darbe anayasasının iskeletini esas aldığı ve onu revize ettiği görülür. Diğer önemli bir nokta da, her bir siyasi partinin kendi başına bir taslak hazırlaması anayasa yapımını imkânsızlaştırma riski taşır. Çünkü toplumun hâlihazırda parçalı ve karşıt politik kimlikleri dikkate alındığında, az önce de belirttiğim gibi, partilerin taslağı toplumsal karşıtlıkları harekete geçirir. Seçim, ötekinin inkârı ve reddi üzerine kurulmaya başlanır. Ankara’daki egemenlerin de devreye girmesiyle birlikte, yeni, askeri vesayeti sonlandıracak, demokratik katılımı esas alabilecek, Kürt sorununun çözüm imkânlarını ve inanç özgürlüğünü garantiye alacak bir anayasa yapımını imkânsızlaşır. Tek başına bir parti buna cesaret edemeyecek, kendini mevcut Anayasanın değiştirilemez maddelerine sadakat yeminine boğacak, diğer partiler de bu çerçevede hamasetle muhalefet yapmaya başlayacak. Darbeci devlet kültürü siyasal parçalanmışlığı kullanarak nefes almaya devam edecektir. Bana göre bu bir tuzak. Bu tuzağa hukukçular, gazeteciler ve hatta başta siyasetçiler düşmektedir. Tüm siyasi partiler, halkın talep ve beklentilerini esas alacak ve onları uzlaştıran bir model olarak yeni anayasa yapma sözü verdiklerinde, çatışmanın tarafı olmaktan çıkıp, toplumsal iradeyi hâkim kılmanın aracına dönüşürler. Bu onları meşru kılar. Ankara’daki egemenlerin halka karşı gelmesi ise kendilerine meşruiyet krizi yaşatır. 2007 deneyimini doğru okumak gerekir. Halkı darbecilerin yaptığı gibi pasif meşruiyet dayanağı yapmayı bırakıp, doğrudan doğruya kurucu hale getirmek gerekir. Artık siyasetçilerin, akademisyenlerin, aydınların bunu sindirmesi gerekiyor.

 Anayasanın yalnızca maddeleri üzerinden yürütülecek tartışma da mevcut darbe anayasasını, onun ürettiği değerleri ve devlet örgütlenmesini esas almış olur. BDP’nin yalnızca maddeler üzerinden yürüteceği bir tartışma, sonuçta darbeci anayasa düzenini değil, onun yalnızca görünüm biçimlerini tartışma konusu yapar. Bu Bilelim ki maske takmakla yapının karakteri değişmez. 50 yıllık darbe düzeninin ürettiği devlet yapılanmasının sorunların temelinde yattığını unutmamak gerekir.

Meclisteki temsil eksikliği yani seçim barajı yeni anayasa çalışmalarını nasıl etkiler?

Mehmet Uçum: Meclisteki temsil eksikliğini yaratan ve %10 barajını öngören yasaların 12 Eylül yasaları olduğunu ve bu yasaların Anayasa Mahkemesi tarafından Anayasaya uygun bulunduğunu unutmayalım. Küçük bir yasa değişikliğiyle ortadan kaldırılabilmesine rağmen, sol, sağ veya koalisyon hiç bir iktidar bu düzenlemeye dokunmadı. 8 yıllık AK Parti iktidarı döneminde de dokunulmadı. Seçime gittiğimiz bu dönemde yine ne iktidar, ne de muhalefet buna dokunmak istiyor. Bu durum, mecliste temsil edilen tüm partiler açısından baraj sisteminin iyi bir iktidar imkânı yarattığını gösterir. Realite bu. Ancak bu realitenin yeni anayasanın yapımı konusunda sorun yaratacağı çok açık. İlk olarak 2002 seçimlerinde olduğu gibi %45’lik bir temsil açığı da çıkabilir, bu yeni anayasa bakımından çok ciddi bir sorun. 2007 seçimlerinde bu açık %13 civarında sanırım. İkinci sorun ise, meclisteki partiler hak etmedikleri bir güçle yeni anayasa konusunda konuşma şansı yakalamış olacaklar.

Bunun için önerdiğimiz model şu: meclis halktan aldığı anayasa yapım yetkisi çerçevesinde bir meclis kararı çıkarır. Bu karar ile özel bir anayasa komisyonu oluşturulur. Örneğin 100 kişilik bu komisyon 2011 seçimlerine katılmış ve %1 ve üzeri oy almış tüm siyasi partilerin oy oranlarına göre oluşturulur. Bu komisyon alt komisyonlar oluşturarak, Anayasa çalışma gruplarından, sivil toplumdan gelen talep ve beklentiler çerçevesinde anayasanın esas ve modellerini, önceki anayasalardan mutlak surette bağımsız bir şekilde oluşturur. Ortaya çıkan taslak komisyonda kabul edildikten sonra, meclis genel kurulunda kabul edilir ve halkoyuna sunulur. Bu şekilde hem meclis dışında kalan partilerin anayasa yapım sürecine katılması sağlanmış olur. Hem de mevcut meclisi de devre dışı bırakmamış oluruz.

Türkiye’de egemenlik gerçek anlamda halk eliyle kullanılan egemenlik mi?

Osman Can: 1961 ve 1982 anayasasında egemenliğe ilişkin madde de şöyle bir ifade yer alır: “Egemenlik kayıtsız şartsız millete aittir”. Ne güzel; ama ardından “Türk Milleti” diye başlar “egemenliğini anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.” diye devam eder. Klasik demokrasilerde egemenlik anayasada öngörülen organlar eliyle değil yasama yürütme ve yargı erkleri tarafından kullanılır. Yasama, yürütme, Yargı üç temel erktir. Ama siz organlar dediğiniz zaman onun dışındaki organların egemenliği kullanacağını ifade etmiş oluyorsunuz. Milli Güvenlik Kurumu budur, Silahlı Kuvvetler, Genel Kurmay Başkanlığı budur. Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları budur. Egemenliği bu şekilde varsayımsal olarak topluma ait kılan ama gerçekte tamamen toplumdan uzaklaştıran bir devlet aygıtı bu egemenlik anlayış üzerine kurulur. Problem zaten burada.

Milli Güvenlik Kurulu yeni anayasa da olmalı mı sizce? Diyanet ya da?

Osman Can:  Hayır. Milli Güvenlik Kurulu diye bir kurum anayasada olmamalı. Böyle bir kurulun anayasada yeri yok. Yeni anayasa mevcut darbe anayasalarının izinde, onların kurumları ve referansları üzerinden inşa edilemez. Bu nedenle MGK, Diyanet vs gibi kurumsal yapılar veya eşdeğerleri olacak mı veya olmayacak tartışması, yeni anayasa tartışması bakımından anlam ifade etmez. Bu ülke insanlarının kültürü, değerleri, özgürlükler ve evrensel değerleri esas alınacak, buna karşın devlet kültürü bakımından bir sıfırlama, bir resetleme yapılacak ki, halkın, toplumun anayasası ortaya çıkabilsin. Aksi takdirde darbe anayasalarının revizyonundan başka bir şey yapmış olmuyoruz. Bir kere darbe anayasaları paradigması dışında bir düşünce ve dil üretmek zorundayız. Yeni anayasa toplumun yaşamını kolaylaştıracak bir devlet yapılanması öngörecek, belirli bir zümrenin veya bürokrat elitin güvenlik ihtiyacını teskin edecek bir devlet yapılanması esas alınmayacaktır.

Kırmızıçizgileri peki? Bu devletin en kırmızı çizgisi ne sizce?

Mehmet Uçum: Devletin birçok kırmızı çizgisi var. Kürtlerin varlığını kabul edip etmeme sorunu bunlardan biriydi, bu aşıldı. Kürtlerin varlığı kabul edildikten sonra hak ve özgürlüklerini tanıyıp tanımama sorunu ve sonra kendi kimlikleri, tercihleri ile yaşayıp yaşayamama sorunu geldi. Bugün, Kürtlerin varlığı konusunda bir tartışma yok. Hak ve özgürlükleri konusunda bir tartışma var mı? Yok. Tartışılan bu hak ve özgürlüklerin kullanılma imkânları ve çerçevesidir, içeriğidir, uygulama yöntemidir ve birliğin nasıl korunacağıdır. Yani bu kırmızı çizgi de yok artık.

Bir diğer kırmızı çizgi Silahlı Kuvvetlerin ülkeyi dışa karşı değil de içeride devleti topluma karşı koruma ve kollama göreviydi. Şimdi ise TSK kendini yenileme çabası içinde siyasi aktör olmaktan çıkmaya çalışıyor. Elbette dirençler var ama kaçınılmaz gidişat bu.

Din ve inanç özgürlüğüne ilişkin kırmızı çizgiler tüm dindarların kendilerini ifade etme iradesinin güçlenmesiyle, Alevilerin itiraz görmeyen talepleriyle aşılma yoluna girdi. Gayrimüslimlerle ilgili kırmızı çizgi de yok artık. Özetle çoğulculuğu engelleyen ideolojik yaklaşımlara ilişkin bütün kırmızı çizgiler toplumsal ve siyasal gerçeklikte silikleşiyor.

Türkiye’de şu anda oransal olarak bunları yüzde 10’dan fazla savunabilecek bir toplumsal tabanda kalmadı. Bu devletin yarattığı bütün kırmızı çizgiler aşılmakta olan eskiye ait ideolojik kabullerden başka bir şey değil. Elbette bu kırmızı çizgilerin kurala ve kuruma dayanan yapıları halen daha korunuyor. İşte kural ve kurum alanında bu kırmızı çizgileri aşacak olan enstrüman da yeni anayasadır. Doğru deyişle yeni anayasa ile yeniden yapılandırılacak demokratik ve çoğulcu devlet aygıtıdır.

Değişmez maddeler ya da laikliğin tanımı da kırmızı çizgi değil mi?

Osman Can: Yeni anayasa halkın anayasası ise, bu anayasa elitlerin değil, halkın özgürce tayin edeceği referansları esas alır. Anayasada laikliğin tanımı yoktur. Laikliği bürokratik elitlerin iktidarının bir meşrulaşma aracına dönüştüren devlet kültürü vardır. Toplumsal barış ve özgürlük aracı olarak laiklik pratiği, bürokratik elitlerden önce de Türkiye topraklarında kısmen vardı.  Laikliği Ankara’nın hegemonyasından kurtarıp tarafsız devlet ilkesine göre inanç özgürlüğü ve farklı inanç ve yaşam tarzlarının biri ötekine müdahale etmeksizin birlikte yaşamasının güvencesine dönüştürmek gerekir. Ancak bunun bir tanımla olmayacağını, evrensel ve toplumsal değerleri zehirleyen devlet aygıtını dönüştürmekle yapabileceğimizin altını tekrar çizmek isterim.

Bir toplumun anayasasında neyin değiştirilemez olacağına toplumun kendisi karar verir. Bunu herhalde beş generale sormamak gerekir. Toplumun kırmızı çizgisiz, tabusuz ve önkoşulsuz bir müzakere sürecinde üreteceği anayasada daha farklı, kurucu, birleştirici, barış tesis edici referanslar ve yapısal modelleri tartışmak zorundayız. Toplumsal barışımızı 100 yıldır zehirleyen devlet kültürü ve onun ürettiği referansların, geleceğimizi ve barışımızı aradığımız tarihi bu dönemde etkili olmasına izin vermemeliyiz.

Bu kırmızı çizgilerin kalkması ile ortaya çıkacak yeni siyasal yapı yeni sorunlar, yeni parçalanmışlıklar yeni karşıtlıklar üretir mi?

Mehmet Uçum: Irkçı temelli milliyetçiliğin bitişi referandum süreci ile başladı. Zaman zaman bunlar canlanabilir, güçlenebilir. Radikal milliyetçiliğin yerine şu anda rasyonel milliyetçilik, demokrat milliyetçilik diyebileceğimiz bir anlayış hâkim olmaya başladı. Milliyetçilikte dahi kırmızı çizgilerini aşan bir toplumdan söz ediyoruz. Eğer, yeni anayasa süreci, Kürtleri, Alevileri, dindarları, endişeli modernleri, kıyıdakileri, Karadeniz’dekileri, gayrimüslimleri, farklı toplumsal cinsiyete dayalı olan kimlikleri bu sürece katamazsa kaos ve karmaşa yaşanabilir. Bu da toplumsal çatışma alanları yaratabilir. Buna dikkat etmek gerekir.

Yeni anayasa Kürt sorunun çözülmesini sağlar mı?

Mehmet Uçum : Yeni anayasa Kürtlere sorun olan koşulları ortadan kaldırır. Kürtlerin büyük sorunu devletin şu anki pratiğidir. Eğer, devleti, demokratik biçimde düzenlerseniz o aygıtın demokratik kültürü yeni bir düzen yaratacağı için devletten kaynaklanan sorunları tüm yurttaşlar yönünden olduğu gibi Kürtler bakımından da çözebilirsiniz.

Mesela?

Mehmet Uçum : Şu anda dil, vatandaşlık, ifade özgürlüğü, siyasi haklar, yönetsel haklar konularında Kürtlerin yaşadığı sorunların kaynağı devletin yapısı ve uygulamalarıdır. Devlet aygıtının şu andaki yapısını ve pratiğini değiştirdiğiniz zaman bu sorunların kaynağını kurutmuş olursunuz. Geriye tüm yurttaşlarla beraber Kürtlerin de özgürlüklerini kullanma imkânlarını sağlamak kalır. Burada devletin yaratacağı, Kürtlerin yaratacağı dinamikler devreye girer. Anayasa’ya, etnik kimliğe dayalı olmayan bir vatandaşlık tanımı da konulsa, anadilde eğitim hakkı da konulsa, güçlendirilmiş yerel yönetimlerde yazılsa devlet aynı şekilde yapılanırsa yani iç iktidarlar; askeri iktidar, yargı ve bürokrasi iktidarı, gibi siyasal iktidarı sınırlayan denetleyen, hizaya getiren kurumsal iktidarlar koyarsanız o özgürlüklerin bir anlamı olmaz. Sanıldığı gibi özgürlükler yasalara geçirilerek Türkiye toplumunun sorunları çözülemez. Sorunların çözümü devletin yeniden yapılandırılmasıyla mümkün hale gelecektir.

Osman Can: Bürokratik yapının yurttaşın hayatını kolaylaştırma ve siyasal kararları rasyonelleştirme fonksiyonu vardır. Ama ikisi de pratikte olmadı. Bürokrasi bir denetim aracı olarak çalışıyor. Hem kendi içinde bir denetim aracı olarak hem de toplumu denetleme aracı olarak çalışıyor. Mesela, yargı sistemi, HSYK sistemi, Yüksek yargı sistemi adaleti kurmak, güçlendirmek üzerine değil, tam tersine topluma biçim vermek ve kendi içindeki yargıçları denetlemek üzerine kurulu. Devlet yapılanması böyle kaldığı sürece, Anayasaya ekleyeceğiniz özgürlük maddeleri, dile ilişkin açılımlar vs pratik hayatta yansıma bulamayabilir. Çünkü sorunları üreten, özgürlük maddelerinin eksik olması değil, devlet yapılanması ve onun ürettiği devlet kültürdür.

Diyarbakır’da Kürtlerin yeni anayasa beklentilerini dinlediniz. Nedir beklentileri?

Mehmet Uçum: Biz Diyarbakır’a Yeni Anayasa Platformunun davetlisi olarak geldik ve konuşmaların ardından halkı dinledik. Temel isteğin demokratik ve çoğulcu bir siyasal yapı içinde barışın garanti edildiği koşullarda birlikte yaşamak olduğunu gördük. Çok az insan ayrılma hakkını dile getirdiyse de bunu eğer birlikte yaşamayı güvence altına alacak demokratik bir devlet yapılanması olmayacaksa ancak tartışabiliriz dediler. Yani esasında Diyarbakır toplantısına katılanların tamamı farklı farklı argümanlarla birlikte yaşamak ve bu birlikteliğin demokratik ve çoğulcu hukukunu oluşturmak konusunda güçlü bir irade ortaya koydu. Özellikle genç insanların bütünleştirici, barışçı bir dille görüşlerini ifade etmesi son derece umut vericiydi.

Yeni Anayasa, sistemi revizyona tabi tutma ya da sistemde reform yapma süreci olmamalı mı diyorsunuz?

Mehmet Uçum: Anayasa, toplumun hayatını kolaylaştıracak aygıtı yani devleti düzenler. Bu devlet yapısı bitmiştir. Toplum, bu devlet yapısının, kültürünün ve sistemin önüne geçti. Toplumun üzerindeki bu elbise parça parça olmuş durumda.  Baskıcı ve tasarlayıcı devlet aygıtı ve kültüründe sıfırlanma yaşanıyor. Yani sıfır noktasındayız bir kez daha. Buradan kalkarak yeni bir siyasal yapı oluşturacağız. Bunun anlamı Türkiye’nin geleneksel bütün değerlerini, şimdiye kadar ürettiği değerleri ve kuralları, kurumları tasfiye etmek değil. Baskıcı ve tasarlayıcı devlet anlayışına göre düşünmeyi sıfırlamak. Mevcut anayasayı bir kenara koyarak, bütün geleceğe taşıyacağımız değerlerimizle, kurumlarımızla, geleneklerimizle yeni bir toplum sözleşmesi yaratmak anlamına geliyor bu.

Osman Can: 12 Eylül 2010 referandumu ile birlikte bir mutasyon yaşandı aslında. Yani mevcut anayasa artık bir mutanttır, yani ucube.  Kutsal devlet eksenli bir anayasa halen devam ediyor. Ama HSYK ve Anayasa Mahkemesi artık farklı önceliklere göre çalışmaya başlayan iki kurum haline geldi. Traktörün bir tekeri sağa bir tekeri sola çekecek. Devlet 19. ve 20. Yüzyılın gerici yapılanmasına göre işleyemeyecek. Ancak 21. Yüzyılın önceliklerine göre de işlemesi mümkün değil. En olumlu tarafı artık işleyemeyeceğinin anlaşılmış olması… Bu siyasal yapı yönetilemez bir devletin garantisidir. Bu devleti artık böyle yönetemezsiniz. İkinci olarak, bugüne kadar kendilerini devletin sahibi ve efendisi olarak kabul edenler devletin bu yapısının kendileri için de tehdit olduğunu görmeye başladı. Artık efendiler de vurulmaya başlandı. Bu yüzden hiç kimsenin vurulmayacağı, herkesin ötekiyle üzerinde anlaşacağı asgari müştereklere göre bir yeni anayasa çalışmasını esas alması gerekir. Eskide ısrar, ısrar edenlere de garanti sağlamayacak. Bu doğrultudaki medyanın ve çevrelerin artık bunu anlamaları gerekiyor. Yıkılmakta olan bir duvarın altında kalmak yerine daha yeni, güçlü ve güvenceli bir sistemi elbirliğiyle inşayı düşünmeleri gerekiyor. Referandumun en büyük yararı bize bu imkânı sağlaması oldu.

Yeni anayasa da yetki paylaşımı nasıl olmalı? Siyasal karar süreçlerinin merkezden yerele yakınlaşması ne getirir size göre? Mesela, Bölge meclisi önerisi vardı BDP’nin…???

Osman Can: Yeni anayasanın ne olması gerektiğine toplumsal dinamikler ve talepler karar vermeli diye düşünüyorsam, kendi tercihlerimi de geride tutmalıyım. Bunu tüm akademisyenler, uzmanlar, hatta siyasi partiler dahi başlangıçta yapmalı diye düşünüyorum. Tarihsel deneyimlerden bildiğim bir iki noktayı paylaşmak isterim. Bunlardan biri devlet aygıtını özgürlüklere tehdit olmaktan çıkarmanın yolu, onu kuralarla çevrelemek değil, onu kendi içinde bir yapısal dönüşüme uğratmaktır. Bu da bir yandan erkleri birbirine karşı dengelerken, diğeri devlet organlarının bileşimini de bu dengeyi sağlayacak şekilde oluşturmaktır. Bunun yolu önkoşulsuz ve ideolojik filtresiz bir katılımdır. İkinci bir yolu, ki bu çok önemli, parlamenter demokratik iradeyi devletin tüm diğer aygıtının normatif ve personel meşruiyet dayanağına dönüştürmek olmalıdır. Diğer bir unsur, devlet yetkilerinin merkezde toplanması Tocquevile’e referansla yabancılaşma yaratır. Demokratik temsile dayansa da yereli ilgilendiren kararların önemli bir kısmı yerel demokratik aktörlere bırakılmazsa, toplumun devlete ve siyasete yabancılaşması devam eder. Yetkiler yerelden itibaren inşa edildiğinde ve yerelin katılımıyla kullanıldığında toplumun anayasal düzeni benimseme ve sahiplenme isteği o derece artar. Bunun Anayasal düzeyde karşılığı nasıl olacaktır, bunu şimdiden yanıtlamak pek mümkün değil. Halk toplantıları, çalışma grupları ve parlamentodaki müzakerelere bağlıdır.

Yeni Anayasa Platformu ve Anayasa Çalışma Grubu nasıl bir inisiyatif?

Mehmet Uçum: Bir anayasa çalışma grubu oluşturuldu. Bu grup yaklaşık 200 kişiden oluşuyor. Toplumun her kesiminden her bilim dalından her meslek grubundan bireysel kimlikleri ile katılan insanlardan oluşuyor. Bir de Yeni Anayasa Platformu oluşturuldu. Platform, anayasa toplantıları ile toplumun nasıl bir anayasa istediğine yönelik eğilimleri toparlamak, bunları verilere dönüştürmek ve bu verileri anayasa çalışma grubuna aktarmak işiyle uğraşıyor. Anayasa Çalışma Grubu çalışmalarına başladı. Yeni Anayasa Platformu ise Malatya, Bolu, Edirne ve Diyarbakır olmak üzere şimdiye kadar dört toplantı yaptı. Seçime kadar 32 ilde halk toplantıları tamamlanacak. Seçimden sonra toplantılar devam edecek. Şu aşamada 81 ilin tamamı ve büyük ilçeler olmak üzere 100’den fazla toplantı planlanmış durumda. Toplantılar kayda alınıyor ve bu toplantıdaki tüm görüşler deşifre edilerek, rapor halinde Anayasa Çalışma Grubu’na getiriliyor. Bu toplantılardan gelen verileri değerlendirecek olan Anayasa Çalışma Grubu’nun aynı zamanda beş farklı alanda alt çalışma grubu var. Alan çalışmaları da yapacak. Ayrıca sendikalar gibi değişik örgütler de kendi üyelerinden Anayasa’ya ilişkin görüşlerini toparlayıp bu gruba gönderecek. 5-10 milyon arasında öneri toplanması gibi çok güzel bir düşünce var. Bu görüşler üzerinde çalışılabilir verilere dönüştürüldükten sonra Anayasa Çalışma Grubu’na getirilecek, bu önerilerden yola çıkılarak Türkiye toplumunun yeni anayasasının nasıl olması gerektiğine ilişkin genel esaslar raporları oluşturulacak. Bu raporlar hazırlandıkça, 2011 meclisine, siyasi partilere, hükümete ve kamuoyuna sunulacak. Güney Afrika’da anayasa yapılırken 2 milyon öneri toplamışlar, bundan 11 bin tane anlamlı veri üretmişler. Bunu raporlara dökmüşler ve anayasa yaparken bu raporları dikkate almışlar. Elbette Türkiye ve Güney Afrika çok farklı ama bir teknik olarak Güney Afrika’da yapılan esinlendirici bir örnek.