Özgürlük kavramını, bağlı, bağımlı olmama şeklinde tanımlamamız mümkündür. Çok geniş bir mecrayı kapsayan özgürlük kavramının alanını çizmek oldukça güçtür. Devlet kuramında özgürlük nitelendirmesinin temeli ve sınırları, o devletin sistemine göre değişiklik göstermektedir. Liberal, sosyalist veya sosyal bir devlet için özgürlük tanımları kendi içerisinde farklı anlam ve kapsamlara sahiptir. Ülkemiz açısından özgürlüklerin temelini, anayasal olarak düzenlenen temel hak ve hürriyetler çizmektedir. Anayasal anlamda hak ve hürriyetler, yani bireylerin sahip olduğu özgürlük alanı, kendi içerisinde anayasal bir sınırlama içerir. Anayasal özgürlük, belirlenen sınırlar kapsamında faaliyet serbestliğidir. Her bir hürriyetin kapsamı, Anayasada sınırlamaları belirlenerek düzenlenmiştir. Kural serbestlik, yani özgürlük olmakla birlikte, özgürlüğün çerçevesini çelişkili olarak kısıtlamalar belirlemektedir. Kısaca anayasal özgürlük kısıtlamalara kadardır.
Kanaatimizce, tüm özgürlük kavramlarının anlamlandırılabilmesi ve hayata geçirilebilmesi için en önemli olan mesele düşünce özgürlüğünün korunmasıdır. Cumhuriyetin kuruluş felsefesinde yer alan “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirmek” projesi, esas itibariyle bireysel anlamda özgürlük belirlemesi, özgür nesiller yetiştirme idealidir. Ancak bu idealin gereğinin tam olarak yerine getirildiğini söylemek isabetli olmayacaktır. Ülkemiz eğitim-öğrenim sistemi, özgür akıllar yetiştirmek bir yana, genç nesillerin aklını belirli bir şekle sokmaya çalışmakta, köreltmek için bir uğraş vermekte, sürekli yapılan sistem değişiklikleri ile kafalar karıştırılmakta, gençlere seçim imkanı tanımamakta, düşünme yerine düşünmemeye, yani özgür bir akla sahip olmamaya yöneltmektedir. Bunun yalnızca eğitim-öğrenim sistemi dahilinde görülmesi, esas itibariyle iyimser bir tablodur. Ailevi, toplumsal otoriteler ile etnik ve dini kanaat önderleri de bireyleri düşünmeye yöneltmek bir yana, tek tipleştirmeye çalışmaktadır. Esasında her gelen iktidarın doğruyu kendisinin bildiğinden bahisle, hukuk kuralları ve uygulamalarında tek tipleştirme isteği maalesef bulunmaktadır. Özgürlük kavramında dikkate alınması gereken asıl mesele, ifade özgürlüğünün sağlanmasıdır. Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür birey ve toplum, özgürlüğü bulacak, koruyacak ve yaşatacaktır. İfade özgürlüğünün ise, bilinen üç sınırı vardır; ilki, kişilik haklarının korunması, ikincisi, cebir ve şiddet içeren açıklamaların önlenmesi ve diğeri de ülkenin egemenlik alametlerinin korunmasıdır.
Özgürleşme, kişi hak ve hürriyetlerinin korunup geliştirilmesi, tehlike ve zarar ile otoritenin keyfi baskı ve kısıtlamalarından kurtulma noktasında çaba sarf edilmesidir. Bu çaba, sadece kişi hak ve hürriyetlerini koruyan bir anayasa ve alt normlarına sahip olmakla yeterli kabul edilemez. Bu çaba, kendisini mutlak şekilde uygulamada göstermek zorundadır. Yalnızca çok iyi bir anayasa metnine sahip olmak, bu metnin içerdiği ve koruduğu kişi hak ve hürriyetlerinin kullanılmasını engelleyen anlayış ve uygulama terk edilmedikçe sorunları çözmeyecektir. Esasında, toplumsal ve bireysel anlamda yaşana sorunlar hiçbir zaman bitmeyecektir. İnsanların ideale, yani en iyiye ulaşma gayreti kesintilere uğrasa bile devam edecektir. Önemli olan, özgürleşme yolunda iyiniyetli çaba sarf etmektir. Özgürleşme, geçmişe duyulan tepki ve yanlışlıkların giderilmesi amacıyla otoritenin güçlendirilmesini hizmet etmemesi gerektiği gibi, kişi hak ve hürriyetlerinin geliştirilmesi ve kullanım olanaklarının artırılması noktasında da kötüye kullanılmamalıdır.  
Laiklik ve laisizm, devlet yönetiminde herhangi bir dinin referans alınmamasını ve devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan prensiptir. İnsanın doğası gereği sahip olduğu inanma ihtiyacı, bireyleri farklı arayışlara yöneltebilmekte, bu arayışların kitleselleşmesi halinde toplumda belirli bir kesim ötekileştirilebilmektedir. Laiklik kavramı esas itibariyle ötekileştirmenin sakıncalarını ortadan kaldırmak amacıyla geliştirilmiş bir sistemdir. Bu kavram, ülke uygulamasına göre farklılık göstermektedir. Laiklik ve laisizm kavramlarının başlangıcında, Avrupa Tarihinde yer alan reform hareketleri bulunmaktadır. 1789 Fransız Devrimi ile kavramlar oturmaya başlamıştır.
Ülkelerin toplumsal yapılarının farklı olması sebebiyle, hassasiyetleri ve hedefleri farklıdır. İran, İsrail, Yunanistan gibi bazı devletlerde ülke yönetiminde din önemli bir yer tutarken, Türkiye, Fransa, Almanya, Hollanda, Macaristan, ABD gibi daha pek çok örnek verilebilecek ülkede din kavramı, ülkenin yönetiminde dikkate alınmamakta, toplumsal düzen kuralları ile toplumun yönetimi dinden bağımsızlaşmaktadır.

Sekülerizm kavramı ise, devlet yönetiminde ruhani ve dini meselelerden ziyade dünya hayatına odaklanmakla birlikte, ruhani ve dini meselelere devletin müdahalesini kapatmaktadır. Seküler devlette din devlete müdahil olamayacağı gibi, devlet de dine müdahil olamaz. Bu kavramın temelinde, dünyevi meselelerden dinin tamamen uzaklaştırılması vardır.
Şahsi kanaatimize göre laiklik, hukuk kurallarının kabul edilmesinde ve uygulanmasında din ve/veya mezhebe bağlı etkilerden uzak kalınması, hukuk kurallarının toplumu oluşturan tüm bireylerin dikkate alınması suretiyle düzenlenmesi, uygulanması ve hukuk kurallarını düzenleyenler ile uygulayanların din ve mezhep ayrımı yapmaksızın herkese eşit mesafede durması anlamına gelmektedir.
Demokrasi kavramı, hala tartışılan ve her zaman tartışılmaya müsait bir kavramdır. Çoğunluğun yönetimi, azınlığı dikkate alan yönetim, fırsat eşitliğini öngören yönetim gibi pek çok tanımlama yapılabilmesi mümkündür. Tarihsel olarak Antik Yunanda uygulanan doğrudan demokraside halk, yönetimin doğrudan doğruya içindedir. Az sayıda insanın yaşaması sebebiyle Antik Yunanda uygulama alanı bulabilen doğrudan demokrasinin günümüzde uygulanma kabiliyeti bulunmamaktadır. Günümüzde geçerli olan demokrasi yönetimi temsili demokrasi esasına dayanmaktadır. Bu sistemde, ülke üzerinde yaşayan halkın iradesini yansıttığı temsilciler eliyle hukuk kuralları konulmakta, idareciler tarafından yürütülmekte ve çıkan uyuşmazlıkların da halk adına bağımsız ve tarafsız olmaları gereken halkın temsilcisi yargıçlar tarafından çözülmektedir. Temsili demokrasinin vazgeçilmezi de çok partili siyasi hayattır. Elbette bu vazgeçilmez unsura ulaşma ve sonrasında parlamentoya temsilci olarak gidebilmede, mutlak şekilde demokratik yollar kullanılmalıdır. Kanaatimizce demokrasi kavramının anlamı, halkın kendisini yönetmesini istediği yöneticileri seçmesi ile birlikte, yönetimin kendisini seçmeyenlerin de görüşlerini dikkate aldığı, kendisini seçmeyenlerin hak ve hukukuna riayet ettiği ve koruduğu, yani muhalefetin dikkate alındığı ve özellikle yöneticilerin de bağlı olduğu üst normların bulunduğu bir yönetim sistemidir. İnsanın doğası dikkate alındığında demokrasinin bir ütopya olduğunu söylemek hatalı olmayacaktır.
Demokratikleşme ise, demokrasinin hayata geçirilme çabası olarak tanımlanabilir. Demokratikleşme kavramının içeriğinde, hukuk devleti ilkesinin hayata geçirilmesi, temel hak ve hürriyetlerin koruma altına alınması, farklı düşüncelerin dile getirilebilmesi, farklılıklara saygı duyulması yer almaktadır. Demokratikleşme bir anlamda birey hak ve hürriyetlerinin önünün açılması ile sağlanabilir. Güvenlik anlayışını ön plana alıp, demokratikleşmeyi gözardı edemezsiniz. Ancak bunun yanında, kişi hak ve hürriyetlerinin sınırsız kullanımı, demokratikleşme adı altında üniter yapıyı bozmaya yönelik hareketler ile kamu düzeni, kamu yararı ve kamu barışını da tehlikeye atamazsınız. Bütün mesele, demokratikleşme sürecinde pratik olarak ülkede yaşayan tüm birey ve unsurları kapsayacak hukuk kurallarının konulması ve bunların eşit, dürüst ve iyi uygulanıp uygulanmadığındadır. Belirtmeliyiz ki, tüm sınırlamaların kaldırılması gerektiği ve ülke güvenliğinin tehlikeye atsa bile her türlü düşüncenin siyasi alanda sınırsız bir şekilde temsil edilebilmesine imkan tanınması ve bunun terörü önlemenin en önemli çözüm aracı olarak gösterilmesi, demokratikleşme sürecinde beklenen faydayı sağlamayacağı gibi, aksine ülkenin temellerini de sarsabilecektir. Herkesin istediği her şeyi söyleyebilip siyaset alanına taşıması anlayışı, her ülke ve toplumun hassasiyetlerine göre engellenebilir. Dünya üzerinde, ideolojik, ayırımcı veya dini yaklaşımları benimseyen siyasi parti hareketlerinin engellendiğine dair birçok örneği görmek mümkündür. Ancak otorite, ceza hukuku ve ceza yargılaması hukuku araçlarını kullanarak, bireysel örgütlemeyi engellememesi ve fikri alana müdahale etmemesi gerekir. Bu noktada sınırlama, kamu yararı ile birey yararı arasındaki denge, otoritenin güçlendirilmesi maksadıyla değil, kim olduğu bilinmeyen başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması ölçütü ile değerlendirilmelidir. Bu ölçütün en güzel ifadesini, 1982 Anayasası'nın 13. maddesinde görmek mümkündür. Bu maddeye göre, "Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz".
Yukarıda değindiğimiz özgürleşme ve demokratikleşmenin asıl yolu, güvenilir, dürüst ve eşit hukuk sistemine sahip olmaktan ve hukuk devleti ilkesinin tüm vecibelerini yerine getirebilmek ile hukukun evrensel ilke ve esaslarını benimsemekten geçer.
 
Üniter yapı, bir sistemde tek bir otorite olması, yani tüm ülke sathında yönetimin bir elden gerçekleştirilmesi, bu sistemde bir milletin yer alması ve sistemin kendisini tek olarak tanımlaması sebebiyle bir devletin bulunmasıdır. Üniter devlette tek bir hukuki yapılanma vardır, dolayısıyla ülke içerisinde yasama, yürütme ve yargı erkleri tek bir merkeze bağlıdır. Bu bağlılık, yargı erki bakımından klasik bir bağlılık olmayıp, yargı birliği anlayışı ile ülkenin tümünde herkes için aynı hukuk sisteminin kabulü ve tatbiki anlamına gelir. Üniter devlet, otoritenin tek elde toplanması sebebiyle kendi dışındaki yasama, yürütme ve yargıya dair diğer otoriteleri reddeder. Üniter yapıya sahip devlette, devlet içinde devlet olmayacağı gibi, kamu kudretinin merkez dışında veya merkezin yetkilendirdiği idari makamlar haricinde kullanılabilmesi mümkün değildir. Üniter yapıda, kurallar herkese uygulanır. Eğer bu noktada eşitlik gözardı edilecekse, statüleri aynı olanlar arasında fark oluşturulmaksızın zorunlu bazı düzenlemeler yapılabilir. Tüm bunlarda hedef, otoriteyi sebepsiz yere güçlendirmek veya kişi hak ve hürriyetlerini kısıtlamak değil, aksine kişi hak ve hürriyetlerinin korunmasını ve geliştirilmesini sağlamak olmalıdır. 
Modernleşme, toplumun devir ve coğrafi duruma bağlı olmaksızın kapsamlı bir evrensel sürece, yani geri kalmışlıktan uygarlığa doğru sürüklenmesi olgusudur. Türk modernleşmesi, Mustafa Kemal Atatürk'ün “muhasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkma” idealine dayanmaktadır. Hatta bu idealin modernleşmeden daha üst bir ideal olduğunu söylemek hatalı olmayacaktır. Modernleşme kavramı esas itibariyle bir üst evrensellik ararken, Atatürk modernleşmesi, bu evrenselliğin üzerinde bir yer aramaktadır. Ancak ne yazık ki Ülkemizde modernleşme, batılılaşma olarak anlaşılmakta ve batının gelişmişliği ile değerinin benimsenmesi olarak görülmektedir.
Bir toplumda modernleşme doğal bir süreç olarak işleyebileceği gibi, bir başka devletin belirli bir grubun ya da bir liderin vasıtasıyla da meydana gelebilir. Ancak teknik modernleşmenin kendisini kültürel modernleşme ile tamamlaması bir zorunluluk olduğundan, olağan işleyen süreç dışındaki müdahaleler sonucunda gelen modernleşmenin kültür kanadı eksik kalmakta ve bu da birçok aksaklığa yol açmaktadır. Toplumda eş zamanlı olarak var olan teknolojik ilerleme ve kültür arasında bir denge bulunmaktadır. Bilim ve teknikteki ilerleme, altı kültür ile doldurulmadıkça birçok aksaklığa yol açar. Bu sebeple, bir ayağını kültürün oluşturmadığı modernleşme, pek çok sorunu da beraberinde getirir.
Sonuç olarak, iki bakış açısı vardır; birisi doğru bildiğini sonuç ve etkisi ne olursa olsun söylemek ve ikincisi de doğruluğuna bakmaksızın siyasi etki ve sonucunu dikkate almak suretiyle konuşmaktır. Kanaatimizce doğru olan, meselenin nihayetinde ilkidir.


(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan Şen tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)