Türkiye, akşam hukuk ve yargı ile yatan sabah da uyanan bir Ülke olmayı sürdürüyor. Bu anlayış ne zamana kadar sürecek bilinmiyor. Kuvvetler arası çatışma, gerilim, yetki müdahalesi, karşılıklı açıklama ve sert eleştirilere dayalı gündem hiç bitmiyor. Siyasetçi ve basın mensuplarının, özellikle yargı ile yürütme arasında vuku bulan tartışmaları körükledikleri, yargı mensuplarının ise çeşitli nedenler ile kendilerinin cevap vermek zorunda hissettikleri görülmektedir.

Herkes kendisi açısından bilinen doğruları ve eleştirileri sert, hedefli, cevap vermekten ziyade “karşı cephe”, saldırı veya savunma mantığı ile ortaya koymaktadır.

Kendimizi bildik bileli Türkiye’de birçok kamu kurum ve kuruluşunun her yıl açılış ve kuruluş yıldönümü kutlanır. Bu usul, bir resepsiyondan ziyade o kamu kurum veya kuruluşunun temsilcisinin konuşmasına odaklandığından ve temsilciden ilgi çekici konuşma yapma beklentisi teamüle dönüştüğünden, kutlama yerini tepki, mesaj verme veya eleştirileri cevaplandırma yöntemine terk eder. Açılış ve yıldönümü kutlamalarında izlenen bu hatalı usulden vazgeçilmesi isabetli olacaktır.

Yapılan davete icabet eden misafirlerin hırpalanması ve hazır bulmuşken misafirlere cevap yetiştirilmesi usulünün yararlı olduğunu düşünmüyorum. Çünkü temsilci tarafından yapılan açıklamaların yerini bulduğu düşünülse de, sonrasında verilen cevaplar ve kendisi gösteren yıpranmanın, kamu kurum ve kuruluşlarının ahengini bozduğunu ve itibarını zedelediğini görmek mümkündür. Hele Türkiye gibi konuşulanların maksadından saptırılıp, ağır ve sübjektif anlamların yüklendiği, icraatın yerini sözlerin aldığı bir ortamda, konuşmacının hiç beklemediği veya hak etmediği tepkileri alması, itibarsızlaştırılması ve tüm olumlu özelliklerinin gözardı edilmesi pek muhtemeldir.

Bir tarafın anlatıp diğer tarafın dinlediği, ardından gerilimin iyice tırmandırılıp basının körüklediği, bir kısım kamuoyunun da severek katılıp farklı manalar yüklediği açılış ve yıldönümü kutlamalarına bağlı konuşmalardan yorulduk. Bir taraf “ne iyi konuştu, ders verdi” derken, diğer taraf “ortam zaten gergin, hem misafir ediyorsun, hem de bilerek sert mesajlar vermenin amacı nedir?” der. Gerçi bir süre sonra bu gerilimin yerini başka gündemlere bırakır. Çünkü önemli konuları günlük tüketen ve sığ tartışan bir toplum olma özelliğine sahibiz. Meselelere takım tutar gibi bakıyoruz. Üretmiyoruz, her konuda olduğu gibi ciddi meseleleri de monolog yöntemiyle televizyon, radyo, gazete ve sokakta bir solukta tüketip geçiyoruz. Hele bir de öfkeli Millet olduğumuzu, derdimizi anlatma yöntemini sebepli veya sebepsiz kızgınlık üzerine kurduğumuzu dikkate alırsak, Ülke açısından çok önemli meselelerde toplumun sağlıklı iletişim kurma zorluğunun olduğu görülecektir.

En son Anayasa Mahkemesi Başkanı, Anayasa Mahkemesi’nin kuruluşunun 52. yıldönümünde, ortamın gerginliğini bildiği, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği son kararlardan hoşnut olmayan siyasetçilerin sert eleştirilerine cevap vermenin sonuçlarını tahmin ettiği halde, “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin önemini, hukuk ve yargının sorunlarını, Anayasa Mahkemesi’nin görev ve yetkilerini kısaca tanımlayıp, Anayasa Mahkemesi’nin Anayasaya, hukukun evrensel ilke ve esaslarına göre karar verdiğini ve vermeye de devam edeceğini anlatmak yerine, sert üslupla eleştirilere cevap ve topluma mesaj vermeyi tercih etmiştir. Bunun sebebi nedir bilinmez.

Belki Sayın Başkan, Anayasa Mahkemesi’nin diğer üyelerinin ve Mahkeme tüzel kişiliğinin tercümanlığını yapmak veya “kuvvetler ayrılığı” ilkesi açısından korunması gereken yargı erkinin önemine vurgulamak istedi ya da kamuoyunun bilgisinde olmayan örtülü bir sorun üzerinden derdini anlattı. Hangisi olursa olsun, Türkiye’de maalesef yargı siyaseti takip etmekte, siyasetten kaçamamakta, hatta kaçmamakta, gücü elinde tutup tek elde toplamak isteyen, hukukilik denetiminin darlığından şikayet eden yürütme organı ise, sürekli olarak yargı organına müdahale etmeye çalışmaktadır. Aslında yürütme organının müdahale sebebi, yargıyı fiilen ele geçirmek ve tek elde toplamak değildir. Müdahalenin dayanağı olan şikayet, “hukuk devleti” ilkesinden ayrılmaması gereken yargı organının bazı kararlarının yürütme organını memnun etmemesinden kaynaklanmaktadır.

Hukuk ve adalet adına hareket etmesi gereken yargı, kamu otoritesinin hukuka aykırı tasarruflarını meşrulaştırıldığı ve hukukilik denetiminin de şeklen yapıldığı yer olamaz. Bu anlamda, “hukukçu duruşu” olarak nitelendirilen, hukukun evrensel ilke ve esaslarına göre hareket etme gayreti ve bunu destekleyen açıklamalara kimse itiraz etmemelidir. Hukukçu da bu duruşunu, kişi ve meselelere göre değiştirmemelidir. Ancak itirazlara konu sözlerin söylendiği yer ve üslup çok önemlidir. Sayın Başbakan’ın alınganlık gösterip cevap verme veya salonu terk etme yöntemini tercih ettiği bir noktada, bu tür davranışın sonucunun ne olacağını ve bir devlet krizine dönüşmeyeceğini kimse garanti edemezdi. Maliyet açısından ikinci bir Ahmet Necdet Sezer – Bülent Ecevit vakıası yaşanır mıydı bilinmez. Ancak hoş olmayan sonuçlar ortaya çıkabilirdi.

Yine de Sayın Haşim Kılıç’ın konuşmasını, bugüne kadar Anayasa Mahkemesi’ne ve dolayısıyla yargıya yöneltilen eleştirilere bir cevap olarak değerlendirmek, daha fazla büyütmemek, bunun üzerinden gösterilecek tepki ile Anayasa Mahkemesi’nin ve üyelerinin manevi şahsiyetini zedelememek, hemen Anayasa Mahkemesi’nin görev ve yetkilerinin kısıtlamayı, hatta kabulü mümkün olmayacak şekilde bu Mahkemeyi kaldırmayı konuşmamak isabetli olacaktır. Empati yapmak, eleştirenin her söylediğini öfke ile değerlendirmemek, yapılan eleştirilerin olumlu yanlarını dikkate alıp hataları gidermek gerekir. Yargı, herkesi veya kamu otoritesini memnun eden kararlar veremez. Yargı, sonuçları ne olursa olsun hukuk ve adalet adına hareket eder.

Son söz; üretim, bilim – teknik ile uğraşmak, toplumu ve Ülkeyi ileri götürmek, kısır tartışmalarla birbirimizi yıpratmamak doğru olandır. Deyim yerinde ise elin oğlu Amerika Birleşik Devletleri’nden Türkiye’ye “Twitter Başkan Yardımcısı” sıfatı ile geldi, çok önemli insan olarak ağırlandı, kamu otoritesi ile görüştü, Ülkenin gündemini meşgul etti ve gitti. Hatta Millet, “Twitter sevenler” ve “Twitter’a karşı olanlar” şeklinde ikiye ayrılmayı ihmal etmedi. İfade hürriyeti dedik, kişilik hakları ve özel hayat hakkı dedik, diğer taraftan kamu otoritesi baskısı dedik, herkes kendisi açısından dileklerini ortaya koydu. Ancak artık yeter, yazalım, çizelim, üretelim ve mümkünse birbirimizi hırpalayan konuşmalar yapıp, ortamı germeyelim. Herkes kendisine iğneyi batırmalıdır. Kimse, birbirinin yetkisine müdahale etmemeli ve vatan kurtarıcılığına da soyunmamalıdır.

En son söz; anlaşılan seçim atmosferinden kurtulamayacağız. Şimdi de 12. Cumhurbaşkanımızın seçimine doğru gidiyoruz. Bu seçimin diğerlerinden farkı, bu defa cumhurbaşkanını dolaylı temsil sistemi ile Türkiye Büyük Millet Meclisi değil, doğrudan demokrasi ile Millet seçecektir. Elbette çok önemli bir seçimdir, ancak Anayasanın mevcut hüküm ve şartlarında Cumhurbaşkanlığının bir temsil makamı olduğu, Türkiye’nin parlamenter sistemi benimseyip, yürütme organının sorumluluğunu Başbakan ve bakanlara bırakıldığı, halk da seçse Cumhurbaşkanının gerçek anlamda yürütme organının başı olamadığı, 1982 Anayasası ile Cumhurbaşkanına tanınan görev ve yetkilerin, Cumhurbaşkanlığını sembolik bir makam olmaktan uzaklaştırdığı ileri sürülse bile, asıl görev ve yetkinin aktif durumda bulunan Başbakanın başkanlığında hareket eden Bakanlar Kuruluna ait olduğu tartışmasızdır. Kim ne derse desin bu tespit nettir. Cumhurbaşkanının kişiliğinden kaynaklanan sebeple yetkilerin aktif kullanımının yine de bir sınırı olacaktır. O sınırı da Anayasa hükümleri net bir şekilde tanımlamıştır.

Bir tespit; 12 Eylül 2010 tarihli halk oylamasına bağlı 1982 Anayasasına yapılan değişiklikle Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı kabul edildi. Anayasa m.148/3’ün son cümlesine göre, “Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmesi şarttır”. Bireysel başvuru hakkının olağanüstü kanun yolu olduğu, ilk yol olarak kullanılamayacağı, iç hukuk yolları tüketilmeden de Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvurunun yapılamayacağı tereddütsüz ortadadır. Bu doğru tespiti gözardı eden uygulama ve beklentiler, elbette yargı birliğine ve düzenine aykırıdır. O halde bu durumda, “eşitlik” ilkesi gereği tüm iç hukuk yollarını kaldırıp, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruyu olağan kanun yoluna dönüştürmek gerekir. Ancak bu yöntemin hayata geçirilmesi, hukuki ve fiili açıdan mümkün değildir.

(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan Şen tarafından www. hukukihaber. net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)