T.C.

Yargıtay

7. Hukuk Dairesi

2013/16120 E., 2013/11938 K.

"İçtihat Metni"

Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dosya incelendi, gereği görüşüldü:

Davacı vekili, davalılar arasındaki ilişkin muvazaalı olduğunu, davacı ve diğer arkadaşlarının çektikleri ihtardan sonra işyerinde asıl işveren ile alt işveren gözüken şirket yöneticilerinin aralarında toplantı yaptıklarını, ... şirketi İnsan kaynakları yöneticisi ...'nın 8-16 ve 16-24 vardiyasında çalışan işçileri toplayarak avukat olarak şahsına ve işçilere ile ihtar çeken bütün müvekkillerine ağır hakaretlerde bulunduğunu, bu nedenle hakkında suç duyurusunda bulunulduğu, bu hakaret ve tehditlerin CD'si olduğunu öğrenmeleri üzerine işlenin bu suçlar nedeniyle öç almak amacıyla sanki ... davacıya değil, davacı ...ya ve çalıştığı şirkete 19.03.2011 tarihinde 00-08 vardiyasında hakaretlerde bulunduğu iddiası ile 23.03.2011 tarihinde işten çıkarıldığını, davacı ve arkadaşlarına öncelikle tüm hakları ödenerek işten çıkarılacağı beyan edilerek önlerine bir takım belgeler imzalamaları için konulmuş, önlerine konulan bu yazıları imzalanmayacağının söylenmesi üzerine ortaya iş sözleşmesinin fesih bildirimi adlı bir belge getirilerek ( bu matbu belge davacılardan ..., ..., ... hakkında) düzenlendiğini, bu düzenleme esnasında evrak matbu ve yukarıda anlatılan nedenlerle ...'nın müvekkillere yaptığı tehdit ve hakareti örtmek amacıyla yerine getirildiğinden bir kısım maddi yanlışlıklar yapıldığını, müvekkilin taşeron gibi görünen şirketin müvekkile verdiği maaş bordrosunda sayım elemanı unvanı ile gösterilmekte ise de iş sözleşmesinin feshedilirken ilgili matbu evrakta forklift operatörü olarak gösterildiğini, asılsız acele bir şekilde kendi üstü konumunda olan ...'yı kurtarmak amacıyla operasyon müdürü ... tarafından düzenlenmiş iftira niteliğindeki belgenin içeriğinden davacının haberdar olmadığı gibi savunma hakkı da verilmeden işten çıkarıldığını, davacı hakaret ve tehdide maruz kalmışken hakkında atılan iftira nedeniyle bir kat daha elem ve acı duyduğunu, İş sözleşmesinin davalı işveren tarafından geçerli neden olmadan feshedildiğini belirterek feshin geçersizliğinin tespitine, işe iadesine, işe başlatmama tazminatı ile boşta geçen süre ücretine hükmedilmesini istemiştir.

Davalı ... vekili, davacının iş sözleşmesinin şirketin İnsan Kaynakları Direktörü hakkında hakaret etmesi ve küfürlü söylemlerde bulunması nedeniyle haklı olarak feshedildiğini, diğer davalının asıl işveren olduğunu savunarak davanın reddini istemiştir.

Davalı .... Şirketi vekili, davacı asil işi yaptığını belirtmiş ise de bunun doğru olmadığını, belirtilen işlerin depolama faaliyetleri olup bunların asıl iş olan sigara üretimi dışındaki lojistik işler olduğunu, şirketin diğer şirket ...'den lojistik hizmetleri satın aldığını, diğer davalının bu hizmeti kendi nam ve hesabına istihdam ettiği kendi personeli ile şirkete sunduğunu, aralarında asıl-alt işveren ilişkisi kurulmadığını, bu nedenle şirkete husumet yöneltilemeyeceğini, davacının 19.03.2011 tarihinde "o" vardiyasında İK Direktörü ... tarafından 17.03.2011 tarihinde gerçekleştirilen toplantı ile ilgili olarak toplantının çekinildiği için gece vardiyasında çalışan personellerle yapılmadığı, yapılmış olsaydı kavga çıkacağını söyleyerek hakaret ve küfürlü konuştuğu tespit edildiği, işvereni tarafından savunması talep edilmişse de davacının savunma vermekten imtina ettiğini ve tutanak tutulduğunu, davacının hakarete varan küfürlü konuşmaları işverenine iş sözleşmesini haklı nedenle fesih hakkı verdiğini, işvereni ... firması tarafından 25/2-b gereği fesih yapıldığını savunarak davanın reddini istemiştir.

Mahkemece, "davalı ... A.Ş.nin işyerinde üretim yaptığı, ... A.Ş.nin ise üretime yardımcı hazırlık işleri yaptığı, bu işin işletmenin gereği ve teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren bir iş olmadığı, her iki işverenin işçilerinin ve işverenlerinin aynı olduğu, kendi işçileri üzerinde diğerinin emir ve talimatı, işe alma ve çıkarma yetkilerinin bulunmadığı, olayda muvazaa olmadığı anlaşılmaktadır. Esasen muvazaa olayının bu davanın sonucuna etkisi bulunmamaktadır.Davalı taraf davacının işine İş Kanunu,m.25/II- b gereğince işverenin direktörü ...’ya hakaret edildiği nedeniyle son verildiğini belirtmektedirler. Dinlenen tanıklardan önemli bölümü hakaret olayına tanık değildirler. duyduklarını belirtmektedirler., davalı ... tanığı ... ise işverenin diğer bir çalışanına hakareti doğrulamıştır. Davalı taraf davacının işine İş Kanunu,m.25/II- b gereğince işverenin direktörü ...’ya hakaret edildiği nedeniyle son verildiğini belirtmektedirler. Dinlenen tanıklardan önemli bölümü hakaret olayına tanık değildirler. Duyduklarını belirtmektedirler. Keşifte dinlenen davacı tanığı ..., hakaret olayının doğru olmadığını belirtmiş, davalı ... tanığı ... ise davacının, insan kaynakları direktörü ...'ya hakaret ettiği için işten çıkarıldığını doğrulamıştır. 10/12/2012 tarihli bilirkişi heyeti raporu doğrultusunda davacının hakaret eylemi doğrulandığı" gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Davacının iş akti şirketin İnsan Kaynakları Direktörüne küfür ve hakaret ettiğinden bahisle feshedilmiş ise de dosyaya sunulan olaya ilişkin tutanakta küfür ve hakaret içerikli sözün belirtilmediği ve soyut bir şekilde sadece isimleri belirlenen 4 işçinin hakaret ve küfür içeren sözler söyledikleri belirtilmiş olup tutanak altında imzası bulunan 2 işçi, duruşmadaki beyanlarında olayı görmedikleri diğer tutanak mümziinin anlatımlarına göre tanzim ettiklerini beyan ettileri görülmüş, olayı gördüğünü beyan eden davalı tanığı ... ise duruşmada "... gösterdikleri tepki nedeniyle bizimle toplantı yapsaydı biliyordu başına gelecekleri dediler ve ayrıca şerefsiz diyerek ...'ya hakaret ettiler" şeklinde beyanda bulunduğu görülmüştür. Dolayısıyla davalı tanığının isimleri tespit edilen işçilerden hangisi ya da hangilerinin somut olarak sarfettiği sözleri dile getirmeyip genelleştirmesi ve olaya ilişkin olduğu belirtilen tutanakta ise somut olarak küfür ve hakaret içerikli olan sözlerin ne olduğu belirtilmemiş olması karşısında işverence yapılan feshin haklı nedene dayanmayacağı gibi olayın varlığı konusunda davalı tanığının sonradan alınmış soyut beyanı dışında delil de bulunmadığından geçerli neden olarak da kabul edilmesinin mümkün olmadığı görülmekte olup mahkemece yanılgılı değerlendirme ile yapılan feshin haklı nedene dayandığının kabulü isabetsizdir.

Taraflar arasındaki temel uyuşmazlık, davalılar arasında muvazaa bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.

Alt işveren; bir iş yerinde yürütülen mal ve hizmet üretimine ilişkin asıl işin bir bölümünde veya yardımcı işlerde, işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren alanlarda iş alan ve bu iş için görevlendirdiği işçilerini, sadece bu işyerinde aldığı işte çalıştıran diğer işveren olarak tanımlanabilir. Alt işverenin iş aldığı işveren ise asıl işveren olarak adlandırılabilir. Bu tanımlamalara göre asıl işveren - alt işveren ilişkisinin varlığından söz edebilmek için iki ayrı işverenin olması, mal veya hizmet üretimine dair bir işin varlığı, işçilerin sadece asıl işverenden alınan iş kapsamında çalıştırılması ve tarafların muvazaalı bir ilişki içine girmemeleri gerekmektedir.

Alt işverene yardımcı işin verilmesinde bir sınırlama olmasa da, asıl işin bir bölümünün teknolojik uzmanlık gerektirmesi zorunludur. 4857 sayılı İş Kanununun 2 nci maddesinde, asıl işveren alt işveren ilişkisinin sınırlandırılması yönünde yasa koyucunun amacından da yola çıkılarak, asıl işin bir bölümünün alt işverene verilmesinde “işletmenin ve işin gereği” ile “teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işler” ölçütünün bir arada bulunması şarttır. Yasanın 2 nci maddesinin altıncı ve yedinci fıkralarında “işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işler” sözcüklerine yer verilmiş olması bu gerekliliği ortaya koymaktadır. Alt İşverenlik Yönetmeliğinin 11 inci maddesinde de yukarıdaki anlatımlara paralel biçimde, asıl işin bir bölümünün alt işverene verilebilmesi için “işletmenin ve işin gereği ile teknolojik sebeplerle uzmanlık gerektirmesi” şartlarının birlikte gerçekleşmesi gerektiği belirtilmiştir.

İşverenler arasında muvazaalı biçimde asıl işveren alt işveren ilişkisi kurulmasının önüne geçilmek amacıyla İş Kanununun 2’nci maddesinde bazı muvazaa kriterlerine yer verilmiştir. Muvazaa Borçlar Kanununda düzenlenmiş olup, tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacıyla, kendi gerçek iradelerine uymayan, aralarında hüküm ve sonuç meydana getirmesini arzu etmedikleri, görünüşte bir anlaşma olarak tanımlanabilir. Muvazaada, taraflar arasında üçüncü kişileri aldatma kastı bulunmakta ve sözleşmedeki gerçek amaç gizlenmektedir. Muvazaa genel ispat kuralları ile ispat edilebilir. Bundan başka İş Kanununun 2’nci maddesinin yedinci fıkrasında sözü edilen hususların, aksi kanıtlanabilen adi kanunî karineler olduğu kabul edilmelidir.

5538 sayılı Yasa ile İş Kanununun 2’nci maddesine bazı fıkralar eklenmiş ve kamu kurum ve kuruluşlarıyla sermayesinin yarısından fazlasının kamuya ait olan ortaklıklara dair ayrık durumlar düzenlenmiştir. Ancak, maddenin diğer hükümleri değişikliğe tabi tutulmadığından, asıl işveren alt işveren ilişkisinin unsurları ve muvazaa öğeleri değişmemiştir. Yasal olarak verilmesi mümkün olmayan bir işin alt işverene bırakılması veya muvazaalı bir ilişki içine girilmesi halinde, işçilerin baştan itibaren asıl işverenin işçileri olarak işlem görecekleri 4857 sayılı Kanunun 2’nci maddesinin yedinci fıkrasında açık biçimde ifade edilmiştir. Kamu işverenleri bakımından farklı bir uygulamaya gidilmesi hukuken korunamaz. Muvazaaya dayanan bir ilişkide işçi, gerçek işverenin işçisi olmakla kıdem ve unvanının dışında bir kadro karşılığı çalışması ve diğer işçilerle aynı ücreti talep edememesi, İş Kanununun 5 inci maddesinde öngörülen eşitlik ilkesine aykırılık oluşturur. Yine koşulların oluşmasına rağmen işçinin toplu iş sözleşmesinden yararlanamaması, Anayasal temeli olan sendikal hakları engelleyen bir durumdur. Dairemizin kararları da bu doğrultudadır.

İş Kanununun 3 üncü maddesinin ikinci fıkrası, 15.5.2008 tarihinde yürürlüğe giren 5763 sayılı Yasanın 1 inci maddesiyle değiştirilmiş ve alt işverenin işyerini bildirim yükümü getirilmiştir. Alt işveren bu bildirimi asıl işverenle aralarında düzenlenmiş olan yazılı alt işverenlik sözleşmesi ve gerekli belgelerle birlikte yapmak durumundadır. Alt işverenlik sözleşmesi ilgili bölge müdürlüğü ile gerektiğinde iş müfettişleri tarafından incelenecek ve kurumca re’sen muvazaa araştırması yapılabilecektir.

Muvazaanın tespiti halinde bu yönde hazırlanan müfettiş raporu ilgililere bildirilir ve ilgililer altı iş günü içinde yetkili iş mahkemesine itiraz edebilirler. İtiraz üzerine verilen kararlar kesindir. İş Müfettişliği tarafından hazırlanan muvazaalı alt işverenlik ilişkisinin tespit edildiği rapora ilgililerin süresi içinde itiraz etmemesi ya da mahkemece muvazaalı işlemin varlığına dair hüküm kurulması halinde, alt işverenliğe dair tescil işlemi iptal edilir. Bu halde alt işveren işçileri başlangıçtan itibaren asıl işverenin işçileri sayılır.

Asıl işveren alt işveren ilişkisi ve muvazaa konuları, 5763 sayılı Yasayla iş kanununda yapılan değişiklikler ve buna bağlı olarak çıkarılan Alt İşveren Yönetmeliğinin ardından farklı bir anlam kazanmıştır. Yönetmelikte “yazılı alt işverenlik sözleşmesi”nden söz edilmiş ve çeşitli tanımlara yer verilmiştir.

Alt İşveren Yönetmeliğinde;

1) İşyerinde yürütülen mal veya hizmet üretimine ilişkin asıl işin bir bölümünde uzmanlık gerektirmeyen işlerin alt işverene verilmesini,

2) Daha önce o işyerinde çalıştırılan kimse ile kurulan alt işverenlik ilişkisini,

3) Asıl işveren işçilerinin alt işveren tarafından işe alınarak hakları kısıtlanmak suretiyle çalıştırılmaya devam ettirilmesini,

4) Kamusal yükümlülüklerden kaçınmak veya işçilerin iş sözleşmesi, toplu iş sözleşmesi yahut çalışma mevzuatından kaynaklanan haklarını kısıtlamak ya da ortadan kaldırmak gibi tarafların gerçek iradelerini gizlemeye yönelik işlemleri, ihtiva eden sözleşmeler muvazaalı olarak açıklanmıştır.
Somut olayda davacı forklift operatörü olarak çalıştığını ve kıdeminin yaklaşık 3 yıl olduğunu belirterek davalı şirketler arasında muvazaa olduğunu iddia etmiş, davalı şirket vekilleri ise muvazaa iddiasının doğru olmadığını asıl-alt işveren ilişkisinin bulunduğunu savunmuşlardır.

Mahkemece her ne kadar mahallinde keşif yapılmış ve teknik bilirkişi heyet raporu alınmış ise de söz konusu keşif ve alınan bilirkişi raporlarının davalı şirketler arasındaki ilişkinin tespiti yönünde yeterli olmadığı açıktır. Zira aynı mahkemece istenilen bir kısım raporlarda davalılar arasındaki ilişkinin asıl-alt işveren ilişkisi olduğu, bir kısmında ise muvazaa bulunduğu belirtilmiş olup mahkemede bu nedenle bazı kararlarında muvazaayı kabul etmiş iken bazı kararlarında asıl-alt işveren ilişkisi olduğunu belirtmiştir. verilen bazı kararlarda davalılar arasındaki ilişki asıl-alt işveren ilişkisi kabul edilirken bazı kararda ise muvazaalı olduğu belirtilmiştir.
Bu nedenle mahkemece öncelikle; davalı şirketlerin faaliyet alanlarının belirlenmesi amacıyla ticari kayıtlar ile davalı ... şirketinin üretim aşamalarını tek tek gösterir iş organizasyon yapısına ilişkin kayıtlar davalı şirketten celp edilmesi gerekmektedir. Ayrıca yargılama aşamasında davalılardan ... şirketinden araç kabul çektisi formu, mamul transfer formu örnekleri, malzeme transfer formaları, tütün mamulleri picking listesi, ay sonu ve yıl sonu sayım örnek ve tutanakları istenmiş ise de söz konusu şirket tarafından bu kayıtların diğer davalıdan talep edilmesi gerektiği belirtilmiş ancak mahkemece bu yön üzerinde durulmamıştır. Dolayısıyla davacının yaptığı iş ile yakından ilgisi bulunma ihtimali bulunan bu kayıtların da getirtilmesi gerekmektedir.

Söz konusu belgeler temin edildikten sonra mahkemece üniversitelerden davalı şirketlerin faaliyet konularında uzman bilirkişiler aracılığı ile keşif yapılarak ve hakimin davayı aydınlatma yükümlülüğü uyarınca dinlenen tanıklar keşif sırasında yeniden dinlenerek davacının yaptığı işin ne olduğunun yerinde tespiti ile yapılan bu işin tutanaklara eksiksiz geçirilerek bilirkişilerden bu işin davalılar arasında yapılan sözleşme kapsamında bir iş olup olmadığı yoksa davalı ... şirketinin asli faaliyeti olan sigara üretiminin bir parçası niteliğinde de olduğunun belirlenmesi, asıl iş olduğunun tespiti halinde ise alt işverene devrinin mümkün olup olmadığının tespiti gerekmektedir. Yine tanık beyanlarına göre davalı ... şirketinin ... fabrikasının kapanmasından sonra fabrikaya getirilen bu işçilere işlerin davalı ... işçileri tarafından öğretildiği bir kısım tanık tarafından beyan edilmesi karşısında mahkemece bu hususlar araştırılarak davacının böyle bir eyleminin olup olmadığı tereddütsüz belirlenerek tüm dosya içeriğinin yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir.

Sonuç olarak, davalı ... ile davalı ... şirketi arasındaki niyet mektubu ve ekleri ile işyerinde fiili durum karşılaştırılarak davacı ve arkadaşlarının yaptığı işin davalılar arasındaki sözleşme kapsamında kalıp kalmadığı, asıl iş niteliğinde olup olmadığı dinlenilecek tanık beyanları, işyerinin üretim mekanizmasının eksiksiz tespiti ile davacı ve arkadaşlarının yaptığı işin asıl iş olan üretim kapsamında olup olmadığı her iki şirket kayıtları üzerinde yapılacak inceleme ile eksiksiz bir şekilde belirlenerek sonucuna göre karar verilmesi gerekirken eksik ve yanılgılı değerlendirme ile davalı şirketler arasında asıl işveren-alt işveren ilişkisi olduğunun belirtilmesi hatalıdır.

Mahkemece bu yön üzerinde durulmaksızın ve eksik araştırma sonucu davanın reddine karar verilmesi hatalıdır.

SONUÇ: Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı nedenlerle BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde davacıya iadesine, 26.06.2013 tarihinde oybirliğiyle KESİN olarak karar verildi.

--------

T.C.

Yargıtay

1. Hukuk Dairesi

2010/587 E.  ,  2010/2008 K.

"İçtihat Metni"

MAHKEMESİ : SİVAS 1. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 01/10/2009
NUMARASI : 2008/107-2009/267

Taraflar arasında görülen davada; Davacı, ortak miras bırakan eşi S.'in 2107 ada 1 sayılı parselde çocuklarına birer daireye tekabül eden paylar verdiğini, işlemin muvazaalı olduğunu, diğer çocuklarının miras payı karşılığında kendisine para verdiklerini, ancak davalı oğlunun buna yanaşmadığını ileri sürerek, payı oranında iptal-tescil istemiştir.

Davalı, taşınmazın bedelini ödediğini, davacı annesinin eşiyle geçinememesi ve onu istememesi nedeniyle bu davayı açtığını belirtip, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, miras bırakanın çocukları arasında yaptığı paylaştırmaya davacının rıza gösterdiği, resmi aktin aksinin tanık anlatımlarıyla da kanıtlanamayacağı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Karar, davacı tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hakimi .... raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp, düşünüldü.

Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali-tescil isteğine ilişkindir.

Dosya içeriği ve toplanan delillerden, tarafların ortak miras bırakanı S.in, üzerinde kat karşılığı inşaat yaptırdığı 2107 ada 1 parsel sayılı taşınmazdaki 960/2400 payının 240'ını oğlu A.'a, 240'ını oğlu V.'e, 240'ını oğlu B.'ye, 240'ını da üçüncü kişiye  07.12.1998 tarihli resmi akitte satış yoluyla devrettiği, sonradan taşınmazda kat irtifakı kurulduğu ve çekişmeli 2 numaralı bağımsız bölümün A.'a isabet ettiği; miras bırakanın 14.12.2005'te öldüğü, geride mirasçısı olarak eşi ve 4 oğlunun kaldığı, eldeki davanın eş tarafından oğlu A. aleyhine açıldığı görülmektedir.

Mahkemece, miras bırakanın, sağlığında üç oğluna birer daire, bir oğluna da üçüncü kişiye satılan dairenin parasını verdiği, çocukları arasında paylaştırma amacıyla hareket ettiği, davacı eşin de buna rıza gösterdiği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Gerçekten de miras bırakanın, sağlığında hak dengesini gözeten, kabul edilebilir ölçüde ve tüm mirasçıları kapsar biçimde bir paylaştırma yapması halinde mal kaçırmak kastından söz edilmeyeceğinden, olayda 1.4.1974 tarih 1/2 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararının uygulanamayacağı kuşkusuzdur. 
Ne var ki, miras bırakanın çocukları lehine bir takım kazandırmalarda bulunduğu anlaşılmakta ise de, mirasçılarından olan eşi lehine böyle bir tasarrufu bulunmadığı gibi, açıkça feragati olmadığı sürece eşinin çocuklar lehine gerçekleştirilen tasarruflara ses çıkarmamasının, hakkından feragat ettiği anlamına geleceğini söyleyebilme ve böylece tüm mirasçıları kapsayan bir paylaştırmanın varlığını kabul etme olanağı yoktur. Esasen muvazaalı işleme rıza gösterilmesi veya icazet verilmesine hukuken sonuç bağlanamayacağı açıktır.

Bu durumda, mahkemece işin esasının değerlendirilmesi gerekeceği açıktır.

Bilindiği üzere, uygulamada ve öğretide "muris muvazaası" olarak tanımlanan muvazaa, niteliği itibariyle nisbi (mevsuf-vasıflı) muvazaa türüdür. Bu tür muvazaada miras bırakan gerçekten sözleşme yapmak ve tapulu taşınmazını devretmek istemekte, ancak mirasçısını miras hakkından yoksun bırakmak için esas amacını gizleyerek, gerçekte bağışlamak istediği tapulu taşınmazını, tapuda yaptığı resmi sözleşmede iradesini satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi doğrultusunda açıklamak suretiyle devretmektedir.

Yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarında ve l-4-1974 tarih 1/2 sayılı İnançları Birleştirme Kararında açıklandığı üzere, görünürdeki sözleşme tarafların gerçek iradelerine uymadığından, gizli bağış sözleşmesi de Medeni Kanunun 706, Borçlar Kanunun 213 ve Tapu Kanunun 26. maddelerinde öngörülen şekil koşullarından yoksun bulunduğundan, saklı pay  sahibi olsun veya olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar dava açarak resmi sözleşmenin muvazaa nedeni ile geçersizliğinin tespitini ve buna dayanılarak oluşturulan tapu kaydının iptalini isteyebilirler. 

Hemen belirtmek gerekir ki, bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi, davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanılması yanında birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşımaktadır. Bunun için de ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, miras bırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alış gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile miras bırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.

Hal böyle olunca, tüm delillerin yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde değerlendirilmesi ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile yazılı biçimde hüküm kurulması doğru değildir. Davacının temyiz itirazı açıklanan nedenden ötürü yerindedir. Kabulüyle, hükmün HUMK.'nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 24.02.2010 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.