Tüzel kişilerin kendilerini oluşturan kişilerden ayrı bir iradesi olduğunu savunan gerçeklik teorisine göre tüzel kişilerin cezai sorumluluğu vardır ancak bu, azınlık görüştür. Hâkim görüş olan farazilik teorisine göre ise tüzel kişilerin kendilerine özgü iradeleri yoktur, bu nedenle cezai sorumlulukları da yoktur. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunumuzda da bu ikinci görüş benimsenmiştir. Nitekim madde 20, fıkra 2’ye göre, ‘‘Tüzel kişiler hakkında ceza yaptırımı uygulanamaz. Ancak, suç dolayısıyla kanunda öngörülen güvenlik tedbiri niteliğindeki yaptırımlar saklıdır.’’ Bu açıklamalar birlikte düşünüldüğünde Devlet tüzel kişiliği veya diğer kamu tüzel kişilerinin cezai sorumluluğundan bahsedilemez. Ancak bu ibareden idarenin eylem ve işlemlerinin suç teşkil etmesi halinde bu durumun cezasız kalacağı anlaşılmamalıdır. Çünkü suç teşkil eden eylem veya işlemi yapan tüzel kişi olmasa da bu iradeyi ortaya koyan organını oluşturan gerçek kişiler ceza yaptırımının muhatabı olabilecektir.

Asli ve sürekli görev ifa eden devlet memurlarının veya diğer kamu görevlilerinin, görevleri sırasında, görevleriyle ilgili olarak işledikleri suçlar bakımından uygulanacak usul 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun’da düzenlenmiştir.

Usule kısaca değinecek olursak öncelikle Cumhuriyet Başsavcısı yetkili merciden ‘‘soruşturma izni’’ ister ve bu sırada varsa kaybolma riski bulunan delilleri toplayabilir. Yetkili merci bir ‘‘ön inceleme emri’’ ile konuyu araştırır. Araştırma sonucu hazırlanan ön inceleme raporuna göre ilgili kamu görevlisi aleyhine yeterli delil varsa yetkili mercii soruşturma izni verir, aksi halde vermez. Bu nedenledir ki soruşturma izni hazırlık soruşturmasına başlama izni yerine geçer.

Ülkemizin, dünyanın önemli deprem kuşaklarından biri üzerinde bulunduğu ve deprem riski ile karşı karşıya olduğu herkesçe bilinmektedir. Bu tehlike (risk) karşısında önleyici tedbirler almak, riskli fay hatları üzerinde inşaat yapılmasına önlemek; depreme dayanaklı, Kanunlara ve Yönetmeliklere uygun inşayı sağlamak, bu şartlara uyulmaması halinde yapı ve ruhsat izni vermemek, riskli yapıların yıkımını gerçekleştirmek veya bunları yükümlüsüne yaptırmak idarenin kolluk faaliyeti çerçevesinde asli görevlerindendir. Bu gibi yükümlülüklerine aykırı davranan idare personelinin de cezai sorumluluğu doğabilmektedir.

Öncelikle tespit edilmesi gereken husus, failin icrai veya ihmali davranışı (hareket) ile meydana gelen netice arasında illiyet (nedensellik) bağının olmasıdır. Şayet illiyet bağı yoksa, örneğin depremin şiddeti veya üçüncü kişinin davranışı, hareket ile netice arasındaki nedenselliği ortadan kaldırdıysa suçun maddi unsurlarındaki eksiklik nedeniyle suçun oluşmadığı kabul edilecektir. Bununla birlikte netice faile objektif olarak isnat edilebilir (yüklenebilir) olmalıdır. Yargıtay’ın da belirttiği gibi ‘‘Hiç kimse, kendi hareketinin neden olmadığı bir sonuçtan sorumlu tutulamaz. (…) Bir kimsenin davranışı nedensel olabilir ancak ona isnat edilmeyebilir, nedensellik bağının varlığı faili tek başına sorumlu tutmak için yeterli değildir, ayrıca netice faile de objektif olarak isnat edilebilmelidir.’’ Nedensellik bağı ve objektif isnadiyetin varlığı halinde suçun manevi unsuru olan kast ve taksir bahsine geçilecektir.

Bir fiilin taksirle gerçekleştirilmesi halinin cezalandırılabilmesi için Kanun’un bunu açıkça belirtmesi gerekir. Deprem sonucu sıkça karşılaşılan ölüm ve yaralanma neticesi, taksirle işlendiğinde cezalandırılmayı gerektiren öldürme ve yaralama suçlarının neticelerindendir. Dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranışla öngörülmeyen netice gerçekleşmişse fail basit (adi) taksirle, istemediği ancak öngördüğü netice gerçekleşmişse fail bilinçli taksirle sorumlu olacaktır. Taksirli suçlara iştirak (yardım etme, azmettirme, şeriklik) mümkün değildir. Keza bu TCK m.22/5’te ‘‘Birden fazla kişinin taksirle işlediği suçlarda, herkes kendi kusurundan dolayı sorumlu olur. Her failin cezası kusuruna göre ayrı ayrı belirlenir.’’ şeklinde açıkça ifade edilmiştir.

Taksirle ilgili bu genel açıklamaların ardından öngörülebilirlik kavramı irdelenmelidir. Yargıtay (2011 Van depremine ilişkin) geçmiş kararlarında birinci dereceden deprem kuşağında yer alan ilin bu özelliğinin öngörülebilir olduğu ancak meydana gelen depremi ve deprem sonucu yapının yıkılabileceğini öngörmenin beklenemeyeceği gerekçesiyle basit taksir düzeyinde sorumluluğa hükmetmiştir. Anılan karar, bölgenin yalnızca deprem riski taşımasının öngörülebilirlik şartını sağlamadığını açıklar. Bu nedenle yasa ve yönetmeliklere uygun yapıya izin veren kamu görevlisini, sırf deprem riskini bilmesi gerekçesiyle taksirle yaralama/öldürme suçundan sorumlu tutmak yerinde olmayacaktır. Neticeyi öngörebileceğine ilişkin emarelerin tespiti halinde ise sorumluluğun bilinçli taksir ile olması ise şüphesizdir. Çünkü unutmamalıdır ki taksirin varlığını tespitte ‘‘objektif özen yükümlülüğüne uymama’’nın yanı sıra failin özel bilgi ve becerisi, tecrübesi, fiilinin mesleki faaliyetleri kapsamında olması gibi haller de dikkate alınacaktır.

Deprem nedeniyle idare personelinin cezai sorumluluğunda karşılaşılacak sorumluluk türü çoğunlukla bilinçli taksir olacaktır. Buna karşın neticenin gerçekleşmeyeceğine duyulan güvenin ötesinde, neticeyi öngörmeyi aşan şekilde, ‘‘olursa olsun’’ düşüncesiyle hareket etme söz konusuysa faillerin olası kastla sorumlu tutulmaları gerekecektir.

Kasta ilişkin gündeme gelmesi beklenebilen bir diğer sorumluluk türü suçun ihmali davranışla işlenmesidir. Kasten öldürme suçunun ihmali davranışla işlenmesi Türk Ceza Kanunu’nun 83. maddesinde şöyle düzenlenmiştir: ‘‘(1) Kişinin yükümlü olduğu belli bir icrai davranışı gerçekleştirmemesi dolayısıyla meydana gelen ölüm neticesinden sorumlu tutulabilmesi için, bu neticenin oluşumuna sebebiyet veren yükümlülük ihmalinin icrai davranışa eşdeğer olması gerekir. (2) İhmali ve icrai davranışın eşdeğer kabul edilebilmesi için, kişinin; a) Belli bir icrai davranışta bulunmak hususunda kanuni düzenlemelerden veya sözleşmeden kaynaklanan bir yükümlülüğünün bulunması, b) Önceden gerçekleştirdiği davranışın başkalarının hayatı ile ilgili olarak tehlikeli bir durum oluşturması gerekir.’’ Kasten yaralama suçunun ihmali davranışla işlenmesi halinde de bu koşullar göz önünde bulundurulur (TCK m. 88). Denetim yükümlülüğünü kasten yerine getirmeyen kamu görevlisinin bu yükümlülüğünün kanuni düzenlemelerden veya sözleşmeden kaynaklandığı ve önceden gerçekleştirdiği bu denetleme yükümlülüğüne aykırı davranışının (denetlemeyi kasten ihmal, denetlememe) başkalarının hayatı ile ilgili olarak tehlikeli bir durum olduğu açıktır. Bu nedenle fail, kasten yaralamanın/öldürmenin ihmali davranışla işlenmesinden sorumlu tutulacaktır. Suçu ihmali davranışla işlemenin hukukî sonucu cezanın indirilebilme imkânının olmasıdır. Yani cezada indirim de yapılmayabilir.

Yukarıda bahsi geçen suçlarda manevi unsurun yaptırıma etkisi şu şekildedir: Bilinçli taksir halinde basit taksir için öngörülen ceza artırılarak uygulanır. Taksirle birden fazla kişinin ölümüne veya yaralanmasına sebep olma da cezanın artırılma sebeplerindendir. Kasten yaralama suçunu kamu görevlisinin sahip bulunduğu nüfuzu kötüye kullanmak suretiyle işlemesi de cezayı arttırır. Bunlar depremin de etkisiyle neticenin gerçekleşmesi itibariyle doğan idare personelinin cezai sorumluluğunda sıklıkla karşılaşılması beklenen ve cezayı artırıcı nitelikli hallerdir. Bunlar dışında diğer hallerin gerçekleşip gerçekleşmediğinin her somut vakada ayrı ayrı incelenip ceza miktarının buna göre takdir edilmesi gerekmektedir.

Av. Begüm GÜREL & Hukuk Fakültesi öğrencisi Aybüke KURT