Ülke olarak plansız, hatta neredeyse günlük yaşıyoruz. 10, belki 20 yıllığına herkese kazanç vaat eden bir sistemi benimsemişiz. Dışarıdan bakıldığında ortada bir kazan-kazan denklemi var: Hem belediyeler kazanıyor, hem müteahhitler, hem de seçim zamanı siyasiler; imar barışı çıkıyor devlet kazanıyor; son olarak bir damla da kaçak yapısına tapu alan vatandaş kazanıyor. Sonra 7.6’lık bir deprem oluyor ve herkes birden kaybediyor. Oysa hayatın bize öğrettiği kesin bilgi şu: Hayatta herkesin her zaman hep beraber kazandığı bir dönem görülmemiştir. Bir yerde herkes hep kazanıyorsa, aslında bu herkesin kaybettiği anlamına geliyor. Bizim ilk önce kendimize dürüst olmamız gerekiyor. Çünkü bir şeyleri yanlış yaptığımız aşikâr. Bir biçimde bir arada yaşamayı beceremiyoruz. Ya bir madende ölüyoruz, yahut da depremde enkaz altında; afet olmazsa, bu sefer de kural ihlali veya tedbirsizlik nedeniyle yangınlarda, kazalarda…

21. Yüzyılda bir depremde hala onbinlerce insan kaybediyorsak, sorun salt müteahhitlere indirgenemeyecek kadar derin demektir. Bu meselede müteahhitler sadece buzdağının görünen kısmıdır. Bu sebeple konuyu iktidar veya muhalefet partilerinin de ötesinde siyaset üstü bir alanda soğukkanlı bir akılcılıkla ele almak gerekir. 

Duruma bakıp, “Alemin delisi ben miyim, Kendimi kurtarayım da isterse Dünya batsın bana ne” denildiğinde ortada bir toplumsal çözülme var demektir. Klasik sosyolojinin kurucu babası Durkheim, bu toplumsal çözülmeye ‘’Anomi’’ der. Anomi toplumsal bir kuralsızlık, kaos durumudur ve lüzumundan fazla sürdüğü vakit, içinde yaşandığı toplumu tarih sahnesinden silebilecek kadar tehlikeli bir değer erozyonudur.

“Ben de bundan payımı alayım”, “Benim neyim eksik” ya da “Devletin malı deniz yemeyen domuz” diye düşünenler toplumda kahir ekseriyet haline geldiğinde; yasaya uyanlar veya hukuka saygı duyanlar çoğunlukla mağdur olmaya mahkumdur. Fakat toplumsal hayatta kazanca çıktığı varsayılan kestirme yollar genellikle büyük kayıplara neden olur. Toplumun açgözlü, fırsatçı fertleri tam da “nihayet kazandım” dediklerinde aslında toplum her sınıfıyla çoktan kaybetmeye başlamıştır. 

Mesela yıllar önce pek çok insanın büyük şehirlere göç edip hazine arazilerini yağmaladıklarını biliyoruz.  Fakat bundan daha kötüsünü de neredeyse her seçim döneminde devletin tapu dağıtarak bu hazine arazisi yağmasını ödüllendirdiğini de biliyoruz.  Bu durum hukuku hiçe sayanların emlak zengini olduğu, yasaya riayet edenlerin ise kiraya mahkûm kaldığı büyük bir eşitsizlik ortaya çıkarır. Aslında vatandaşın devlet eliyle suça teşvik edildiği, herkesin yaptığının yanına kar kaldığı bu durum basbayağı anomidir.

2018 tarihli imar barışı da aynı kuralsızlığın bir tezahürü olarak karşımıza çıktı. Deprem yönetmeliğine hiç değinmeden, hatta deprem sorumluluğunu yapı sahibine yükleyerek ne yapılara ne de yapıldıkları yere ilişkin detaylı kriterler getirilmeden başvuran herkes yapı kayıt belgesini aldı. Bazıları, dere yataklarındaki kaçak yapılarını dahi hukuk nezdinde izinli yapı statüsüne getirdi ve devlet yaptığı yasa nedeniyle bu ve benzer afet riski bölgelerine hizmet götürmek zorunda kaldı. Yasa bu haliyle açıkça Anayasa’ya aykırıdır.

Toplum dediğimiz şey insanların bir arada yaşamalarını sağlayacak birtakım düzenlemeleri ve karşılıklı güveni gerektirir. Yöneticilerle yönetilenlerin yasadışına çıkmak için yarıştıkları bir ortamda insanların bir arada yaşamalarını sağlayacak o düzenlemelerde, o karşılıklı güven de yağma yarışında kalkan tozun altında kaybolup gider.

Dünyanın en iyi kuralını formüle edip yasaya dönüştürsek bile eğer o kuralı fiiliyatta uygulayamıyorsak sadece kâğıt üzerinde kalan yasa aslında hiçbir derde derman olmaz. Bunun acı bir örneğini son depremde ulusça tecrübe ettik. Fiilen tam olarak veya herkese tam olarak uygulanmayan deprem yönetmeliği binaların yıkılmasına engel olamadı. Toplum olarak kendi yanlışlarımızla hesaplaşmak ve yüzleşmek için yapmamız gereken pek çok şey olabilir. Fakat kesinlikle bu pek çok şey içinde ilk yapmamız gereken şey kurallarla ilişkimizi daha doğru kurmaktır.  Çünkü Türkiye’de yaşayan her ortalama insan bir yasal düzenleme yapıldığında esasında bu yasal düzenlemeye herkesin uymayacağını veya herkes tarafından riayet edilmeyeceğini bilir. Bu nedenle hakkıyla uygulanmayacaksa ve herkesi kapsamayacaksa en mükemmel kurallar bile kadük kalmaya mahkumdur. Oysa daha yetersiz ve daha eksik kurallar bile hiç kimseye iltimas gösterilmeden herkese aynı şekilde uygulandığında amaçladığı düzeni tesis edebilir. Bu sebeple bugün Türkiye’de belki de yapılması gereken ilk şey, yeni bir düzenlemeden evvel eldeki mevcut düzenlemeleri herkese hakkıyla uygulamaktır. Sonrası zaten kendiliğinden gelecektir. Tüm kurallar herkese eşit olarak uygulandığında mahkemeler toplumun bütün kurumlarındaki nizamı işler hale getirebilecek yetkide ve kabiliyettedir. 

Ayrıca imar gibi teknik konularda yasaları siyasetçiler uzman görüşüne başvurmaksızın kendi başlarına yapmamalılar. Ya da seçime belli bir süre kala toplum hayatını, sağlığını ve ekonomiyi doğrudan etkileyecek yasaların çıkarılması ve gündeme getirilmesi yasaklanmalı. 

Türkiye’nin en büyük problemi deprem-bina değil. Türkiye’nin en büyük problemi siyasetinden üniversitesine, edebiyatından medyasına, sokaktaki vatandaşından bürokratına hemen her kurumda her toplumsal momentte bir “anomi” yaşanması. Genel durum bu ve ne yaparsak yapalım toplumun genel kalitesinin dışında bir hayat yaşayamayacağız. Bir toplum sadece kendi mutluluğunu düşünen fertlerden oluşuyorsa o toplumun mutsuz olacağı aşikardır. Çünkü toplumsal matematikte tek tek fertlerin mutluluğu toplamda toplumsal mutluluğu oluşturmaz. Ama toplumsal mutluluğun müşterek olarak inşa edildiği toplumlarda tek tek fertler de mutludur.  

Peki bir toplum olarak bizde olmayan ne? Yahut başka toplumlara göre bizde eksik olan ne? Kuşkusuz fedakârlık değil; çığlıklara uyandığımız o sabah toplumun geneli kendiliğinden bir dayanışma sergileyerek mümkün mertebe her acıya merhem olmak ve her ihtiyaca yetişmek için seferber oldu, hala da oluyor. Galiba biz fısıltıları duyamadığımız için hep böyle çığlıklara uyanıyoruz.

Bugün geldiğimiz noktada depremzedelere nasıl yardımcı olacağımızı, yıkılan binaları yeniden nasıl inşa edeceğimizi konuşmamız gerekiyor. Ama maalesef bu enkaz altında kaybettiğimiz on binlerce canı geri getirmeyecektir. Eğer birkaç kişiyi gerçekten hakettikleri cezalarla buluşturmaktan başka bir şey yapamayacaksak gelecek nesillerimizi de daha pek çok felakete şimdiden kurban etmişiz demektir.