2013 Yılının Haziran ayı idi. Gezi olaylarının tırmanışa geçtiği, başta büyük kentler olmak üzere yurt geneline yayıldığı günlerdi. O günlerden bu güne İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen ve şu an Yargıtay’da olan Gezi Parkı davası kaldı. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs suçuna yardım etmek iddiasıyla yargılanan Avukat Şerafettin Can Atalay 2023 seçimlerinde TİP’ten milletvekili seçildi. Anayasa’nın 83’ncü maddesine göre salıverilmesi gerekirken, bu yazının yazıldığı tarih itibarıyla hâlâ tutukluluğu devam ediyor.

O günden bu yana Gezi olaylarıyla ilgili olarak bir kısmını okuduğum kitaplar yayınlandı, üniversitelerde 5-6 tez ve bilimsel makale yazıldı. Bir de Gezi eylemlerine katılan ve katılmayanların o günlere dair olumlu veya olumsuz anıları.

Ankara’da, Dikmen Caddesi  Atayolu Sokakta oturuyordum. Bürom Sıhhiye’de idi. Eylemler nedeniyle trafik işlemediğinden çoğu kez iş dönüşü  büro-ev  arasında yürüyerek ulaşımımı sağlıyordum. Baromuzun aktivist avukatları eylemlere etkin olarak katılırken, ben özellikle akşamları Atayolu Sokağın Dikmen Caddesiyle kesiştiği yerde başlayan ve Kızılay istikametine doğru ilerleyen gece geç vakte kadar devam eden eylemlerin zorunlu katılımcısıydım. Özellikle bizim sokağın başında gece lastik yakılıyor, gençler araçlarıyla kalabalığın arasında drift yapıyordu.

Bir gün akşama doğru yakın bir arkadaşım aradı. “Bugün gezi eylemlerine katılmak istiyorum, benimle gelir misin?” dedi. Ben, bu boyutta ve büyüklükte  bir eylemi kavrayamadığımı, eylemlerin farklı bölgelerinde normal hayatta daha  önce ve bundan sonra  bir daha bir araya gelemeyecek grupların ve kişilerin olduğunu,  yaşımızın böyle bir eylem için uygun olmadığını, özellikle akşam polisin çok sert ve acımasızca  müdahale ettiğini vesaire söyleyerek arkadaşımı vazgeçirmeye çalıştım. 

Gerçekten de Baro faaliyetlerim sırasında baronun düzenlediği yapılan bir iki cübbeli yürüyüş dışında hayatımda katıldığım tek eylem, üniversite yıllarımda başka bir fakülteden bir arkadaşımı ziyarete gittiğimde tesadüfen katıldığım masum bir öğrenci eylemidir. Arkadaşımın fakültesine gittiğimde dekanlığın önünden geçerken tahminen 100-150 kişilik bir grup yere oturmuş eylem yapıyor, bir sivil şahıs da bunları kameraya alıyordu. Meğer arkadaşım eylemci grup içindeymiş. Bana seslenince ben de onun yanına giderek yere çöktüm. Öğrenciler kameraya alınmamak için ceket ve montlarıyla yüzlerini kapatıyorlardı. Benim de başıma bir şeyler geçirdiler.  Arkadaşıma “burada ne yapıyorsunuz?” diye sordum. “Oturma eylemi yapıyoruz” dedi. “Niçin eylem yapıyorsunuz?” dedim. “Kimliklerimizi topladılar, geri almak için eylem yapıyoruz” dedi. “Kimliklerinizi niçin topladılar?” dedim. “Eylem yaptığımız için” dedi. “Peki kimliklerinizi toplanmadan önce niçin eylem yapıyordunuz?” dedim. “Fakültede yemekhanesinde yemekler kötü çıktığı için” dedi. Neyse bir süre sonra öğrencilerin kimliklerinin geri dağıtılacağı duyuruldu ve eylem sona erdi.

Arkadaşımın gezi eylemine katılma teklifini kabul etmediğimi söyleyince, bu defa “o zaman ben tek başıma katılırım” diye çıkıştı. Arkadaşım, oldukça kilolu biriydi, öğrenciyken sol bir grubun üyesi olarak eylemlere katılmış, hatta yargılanmış biri olmasına rağmen aradan 20-25 yıl geçmişti,  her hangi bir müdahalede yaralanabilir veya başına öngörmediği şeyler gelebilirdi.  Hele böyle bir eyleme bir topluluğun üyesi olmadan bireysel olarak katılmak akıl işi değildi.  Tek başına bu işe kalkışmasına gönlüm razı olmadı.  “Tamam” dedim, “Katılalım

***

Atatürk Bulvarı – Yüksel caddesi girişi civarındaydık. Atatürk Bulvarı Çankaya istikametine doğru oldukça sakin bir eylemci kalabalığı uzanıyordu.   Yüksel Caddesi girişinde ön safları tamamen genç kadınların oluşturduğu büyük grup ise büyük bir coşku ile slogan atıyordu: Tayyip ananı Ankara s..! Tayyip ananı Ankara s..! Arkadaşım sloganı duyunca birden öfkelendi, “Bu nasıl slogan a... koyiim. Bizim gençliğimizde sloganlar böyle miydi? Uzaklaşalım buradan.” dedi.

Bana göre ise bir üniversitenin Sosyoloji bölümünde araştırma görevlisi bir kadın hocamızın hakemli bir dergide “Toplumsal Hareketlerde Cinsiyetçi ve Küfürlü Sloganların Kadınlar Tarafından Kullanımının Ritüel İletişim Modeli ve Kültürel Aktarımı Teorisi Çerçevesinde Analizi ”  başlıklı bir makale yayınlaması gereken sloganlardı bunlar.

Arkadaşımla, Yüksel Caddesinden Mimarlar odasının önüne geldik. Arkadaşım, “biraz oturup, dinlenelim” dedi. Mimarlar Odasının önündeki alçak duvarın üzerine oturduk. Karşımızdaki kapalı büfenin üzerine sprey boyalarla sloganlar yazılmıştı. Bir genç adam, hipnotize olmuş bir halde küfürler ederek büfenin duvarına  durmaksızın uçan tekmeler atıyordu.  Hava da yavaş yavaş kararmaya başlamıştı.

Tekrar Atatürk Bulvarına çıktık ve Çankaya istikametine doğru kalabalığın arasında yürümeye başladık.  O sırada eylemciler arasında bizden birkaç metre uzakta avukat cübbeli çok genç bir adam gördüm. Tanışmak ve niçin avukat cübbesi giydiğini sormak üzere birkaç adım atmıştım ki çok yakınımızda bir gaz bombası patladı ve genç avukatın cübbesinin dumanlar içinde savruluşunu gördüm ve bir daha da o görüntü aklımdan hiç çıkmadı. Toz duman içinde sadece slüetler görünüyordu.  O kaotik ortamın içinde bir ses “Bu tarafa koşun” veya buna benzer bir şey söyledi. Şok ve konfüzyon anında bilinç devre dışı kalır ve  her türlü talimatı kabul eder hale gelirsiniz. Sesin yönlendirmesiyle bir apartmanın bahçesi veya otoparkının içinden geçtik. Diğer bir apartmanı ayıran duvarın üst kısmına ayrıca tel örgüsü de çekilmişti. Polisten kaçan genç göstericiler duvarı kolaylıkla aşıp karşıya geçiyordu. Ben zorlanarak da olsa başardım. Ama arkadaşım aşırı kilolu olduğu için tel örgüyü tüm çabalarımıza rağmen bir türlü geçemiyordu. Kendisini bırakıp gitmemi söyledi. Ben de sonucu ne olursa olsun kendisini orada bırakmayacağımı söyledim. Arkadan gelen bir göstericinin yardımıyla sonunda arkadaşımın tel örgüyü geçmesini sağladık.

Biraz sonra bir otelin içinde bir salondaydık. Salona girdiğimizde okul sıraları gibi dizilmiş masalar ve her masada AOÇ süt şişeleri vardı. Masalardan birine oturur oturmaz, arkadaşım bir şişe sütü adeta bir yudumda içti. Meğer sonradan öğrendiğime göre o sütler, gazın etkisini azaltmak için gözlere sürülüyormuş. Gözlerim fena yanıyordu.

Salon genç kadın ve erkek göstericiyle dolmuştu. Zaman zaman sakallı bir şahıs, salona geliyor ve dışarıdan “Polis çatılara keskin nişancı yerleştirmiş, dışarı çıkmak tehlikeli” gibi haberler veriyordu. Saatler ilerledikçe, salondaki gerilim artıyordu. Ön sıralardan bir genç kadın “Şimdi üsteğmen bir arkadaşımla telefon görüşmesi yaptım. Sıkıyönetim ilan edilmiş.” diye bağırdı. Zaman ilerledikçe gençler evine dönmek istiyordu, salona endişe ve korku hakim olmaya başlamıştı. Gecenin ilerleyen saatlerinde bize dışarıyla ilgili haberler getiren adam, “Artık çıkabilirsiniz etraf sakinleşti” duyurusunu yaptı. Birer birer oteli terk ettik. Üstümüz başımız biber gaz kalıntıları içinde evlerimize döndük. 

***

Gezi Parkı eylemlerinin ardından düzenlenen operasyonlarda gözaltına alınan ve tutuklanan kişilerle ilgili Ankara Emniyet Müdürlüğü bir fezleke düzenlemiş ve savcılığa iletilmişti. Fezlekede TMMOB, ÇHD, TTB, Ankara Barosu, İHD, ATO gibi hükümet muhalifi sivil toplum örgütlerinin eylemci gruplara kamuoyu desteği sağlamaya, yargı ve Emniyet teşkilatı üzerinde psikolojik baskı oluşturmaya çalıştıkları da iddia edildi.

Bu Fezleke üzerine o zamanın Türkiye Barolar Birliği Başkanı olan Av. Prof. Dr. Metin Feyizoğlu bir basın toplantısı düzenleyerek aynen şu tarihi konuşmayı yaptı:

Değerli Basın Mensupları,

Bugün burada Ankara Barosu’nun 2.Olağanüstü Genel Kurulu vesilesiyle Türkiye’nin bütün barolarıyla 80 bin avukatıyla dayanışma içinde olduğumuzu göstermek için Türkiye Barolar Birliği ve barolar olarak toplanmış bulunuyoruz.

Türkiye’de avukatlar, barolar ve savunma mesleği ağır bir saldırı altındadır. Türkiye’de hukukun üstünlüğü yerine üstünlerin hukuku kurulmuştur ama kalıcı olamayacaktır. Bugün doğrudan doğruya baro yönetimleri üstünlerin hukukunu oluşturanlar tarafından saldırı altındadır. Avukatlar mahkeme salonlarından zırhlı polisler tarafından güç kullanılarak çıkarılmakta, savunma hakkını savunmak için kanuni yükümlülüklerini yerine getiren baro yöneticilerine, İstanbul Barosu örneğinde olduğu üzere, tarihe kara bir leke olarak geçecek davalar açılmakta, polis şiddetinin sorumlularını bulun ve şiddeti önleyin diye haykıran avukatlar insan hakları hiçe sayılarak bizim kutsal mekânımız olan adliyeden dövülerek dışarı çıkarılmaktadır.

Geldiğimiz noktada hukuk devleti yerine kurulan polis devletinin açık bir ispatı Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün fezlekesi elimizdedir. Bu fezlekede Türkiye’deki bütün sivil toplum örgütlerine, bütün barolara ve özgür basına savaş açılmıştır. Biz bu savaşı onurumuzla, varımızla, yoğumuzla göğüslemeye hazırız, buyursunlar gelsinler.

Ama bilsinler ki, adlarını silinmeyecek bir şekilde tarihe kara bir leke olarak geçiriyorlar. Bugüne kadar tarihteki bütün faşistler avukatlara el uzatmaya kalktı ve o faşistlerin elleri istisnasız kırıldı. Ve biz savunmadan aldığımız gücümüzle yarın onlar da yargılanırken onların da insan haklarını korumak üzere burada hazır olacağız. Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün haddini aşan fezlekesi siyasi bir polis gücünün kurulduğunu göstermektedir. Bu polis gücü hükümete muhalif olarak nitelediği bütün sivil toplum örgütlerini ve baroları terörist bir organizasyonun parçası olarak gösterebilmiştir. Bu polis raporu kanuni dayanağı olmayan, konusu itibarıyla suç teşkil eden bir rapordur ve akılla savaş edercesine Ankara Barosu’nun ve sivil toplum örgütlerinin yurttaşlara temel haklarını öğreten, temel haklarını kullanmalarına yardımcı olan çalışmalarını provokasyon olarak nitelemektedir.

Bir baronun asli görevi yurttaşların insan haklarını, hukukun üstünlüğünü ne pahasına olursa olsun korumaktır. Türkiye Barolar Birliği olarak, barolar olarak bizler meslektaşlarımızla gurur duyuyoruz. Ve 79 baro 80 bin avukat diyoruz ki biz buradayız. Kol kola girdik, göğsümüzü hukuksuzluğa, faşistlerin zulmüne siper ettik.              

Gerçek hayattan esinlenen filmlerin sonuna film kahramanlarının sonraki hayatlarında ne yaptığına ilişkin bir sekans konur. Biz de yazımızı öyle bitirelim:

”Bu konuşmayı yapan Türkiye Barolar Birliği Başkanı Av. Prof. Dr. Metin Feyzioğlu, bu konuşmayı yaptıktan dokuz yıl sonra, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından Türkiye Cumhuriyeti Lefkoşa Büyükelçisi olarak atandı. Halen bu görevini sürdürüyor. Kendisine karşı yapılan gezi eylemleri sırasında Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan, 2014 yılında Cumhurbaşkanı seçildi ve halen bu görevi sürdürüyor.

Peki, Atatürk Bulvarında biber gazı bulutu arasında gözden kaybolan adını bilmediğim avukat cübbeli genç aktivist meslektaşım,

Şimdi sen neredesin?

Ne yapıyorsun? 

Daha da önemlisi nasılsın?

>> GENÇ AVUKATLARA SÜRREALİST MESLEKİ ANILAR-1

>> GENÇ AVUKATLARA SÜRREALİST MESLEKİ ANILAR-2