"Başkalarının kafalarındaki siz, sizin  imajınızdır.

Sizin kafanızdaki siz ise sizin gerçeğinizdir."

Mümin Sekman

Türkiye'de en çok tartışılan ve yokluğundan yakınılan şey, "liyakat"… Liyakat, sözlük anlamı olarak, layık olma, yaraşma, yeterlilik gibi anlamlara geliyor. Ülkede "liyakat" yerine "mülakat" suistimali yoluyla "kayırmacılık" yapıldığı konusunda kayırılanlar da dâhil hemen herkes fikir birliği içinde.

Mesleğimin ilk yılında işsizlik nedeniyle yazıhanemi kapatmak raddesine gelmiş, iş arıyordum. Hürriyet Gazetesi'nin ilan sayfalarında bir işveren sendikasının avukat alım ilanı vardı. O zamanlar iş başvurularında şimdiki gibi renkli ve bol sertifikalı CV'ler sunulmuyordu. Telefon edip randevu aldım.

Sendikanın yeri Atatürk Bulvarı üzerindeydi. Randevu günü sendikanın ofisine mülakat için gittim. Sekretaryada bir müddet bekletildikten sonra, beni sendika yetkilisinin odasına aldılar. Yetkili zamanın Cumhurbaşkanı rahmetli  Turgut Özal'a ikiz kardeş kadar benzeyen bir adamdı. Konuşması, jest ve mimikleri Özal’ın dublörü olacak kadar benziyordu.

Kendimi tanıttım. Sendika yetkilisi hemen konuya girdi:"alkolle aranız nasıl?" diye sordu.

 "Sosyal içici sayılırım. Bir iki kadehten fazlası bana dokunuyor" dedim.

"Bize işçi sendikası avukatları ile pazarlık aşamasında sabahlara kadar onlarla oturup içebilecek, onların sırlarını öğrenecek, ama  sır vermeyecek bir avukat lazım" dedi.

Ben iki kadehten sonra sarhoş olduğumu, böyle bir hizmeti veremeyeceğimi söyledim. 

Alkole dayanıklılık konusundaki "liyakatsizliğim" nedeniyle sendika avukatlığı işini alamamıştım.

***

Hukukçuların bilmesi gerektiği  üzere avukatlık mevzuatına göre hukuken avukatlıkta uzmanlık henüz yoktur. Bir avukat, önüne gelen her işi üstlenebilir. Tabii bir avukat çalışma alanını bir veya birkaç hukuk dalına özgüleyerek bir sertifikasyona bağlı olmadan o alan veya alanlarda fiilen  uzmanlaşabilir. Ama bir avukat, avukatlıkta uzmanlıkla ilgili sertifikasyon sistemi  olmadığından, uzman olmadığı halde kendini uzman olarak da  ilan edebilir. Fiilen uzman olsun veya olmasın, bir avukatın kedini uzman ilan etmesi meslek kurallarına aykırıdır. Lâkin bu kuralın bugün için uygulamadan neredeyse tamamen kalktığını söyleyebiliriz. Hatta, Google'da "rüşvet davalarında uzman avukat", ya da uzman boşanma/ceza avukatı” anahtar kavramlarıyla arama yaparsanız, karşınıza bu konuda kendini uzman ilan etmiş birçok  avukatla karşılaşacaksınız.

Rahmetli hocam Prof Dr. Yaşar Karayalçın, bir sohbetimizde mizaç olarak iki tür hukukçu olduğunu söylemişti. Birincisi sadece bir alanla ilgilenen ve başka bir alanla hiç ilgilenmeyen uzman hukukçu. Diğeri ise  farklı alanlarla ilgilenen hatta hukuk dışı alanlarla ilgilenen genel/pratisyen hukukçu. Birincinin mahzurunun "uzman körlüğü", ikincisinin mahzurunun ise bir alanda "derinleşmemek, yüzeysel kalmak" olduğunu söylemişti.

Ben kendimi her zaman pratisyen bir hukukçu olarak tanımlarım. Ama zaman zaman bir kaç alanda kendiliğinden uzman ilan edilmişliğim olmuştur. Uzmanlık alanımı soranlara "pratisyen avukatım" dediğimde eşim ve beni tanıyan arkadaşlar, bana kızarlar ve gereksiz aşırı tevazu gösterdiğimi söylerler.

Ankara Barosu’ndaki yayın komisyonu faaliyetlerim sırasında, Ankara Barosu Dergisi’nin dışında  farklı uzmanlık dergileri yayınlanması gerektiğini düşünüyordum. Buna  o zamanlar oldukça yeni bir alan olan fikrî  mülkiyet ve rekabet hukuku ile başlamanın uygun olacağını düşünerek zamanın yönetimine FMR adlı bir komisyon kurulması, bu konuda bir uzmanlık dergisi çıkarılması ve o dönemdeki geleneksel hukuk kurultayının FMR alanında yapılmasını, bu alanda eğitim çalışmaları yapılmasını önerdim.

 Bu öneriyi kabul edilmesi halinde gerçekleştirebilmek için öneriyi yapmadan önce iki yıl sistematik olarak fikri  mülkiyet okumaları ve araştırmaları yapmıştım. Önerim kabul gördü, komisyon kuruldu. Baroda komisyonlarındaki mikro iktidar kavgalarıyla zaman kaybetmemek için hiçbir zaman komisyon başkanlıklarına talip olmadım. Dergi tasarımında Yargıtay kütüphanesinde bulduğum İngilizce Fikri Mülkiyet ve rekabet hukuku alanındaki ICC adlı dergiyi model aldım. Ancak daha ilk sayısı çıkmamış bir dergiye yazı bulmakta zorlanıyordum. Tüm çabalarıma karşın iki yazardan makale alabildim. İki makale ile dergi çıkarmak zayıf kalacağından  derginin çıkabilmesi için zorunlu olarak  bir makale de benim yazmam gerekti. "Marka hakkının tükenmesi " konusunda bir makale yazdım. Konu hem fikri mülkiyet hukukunu hem de rekabet hukukunu ilgilendirdiğinden derginin adına ve konseptine de uygun bir konuydu.  Üç makale ile derginin ilk sayısını çıkarabildik. Kurultayı yaptık, fikri mülkiyet ve rekabet hukuku alanında ilgili Kurumlarla işbirliği içinde eğitim çalışmaları düzenledik. Bu çalışmalara katkım  nedeniyle bir anda fikri mülkiyet uzmanı olarak kabul görmeye başladım. Gerçi, "fikri mülkiyet hukuku" denildiğinde bunun sadece fikir ve sanat eserleri hukuku olduğunu düşünen profesör düzeyinde hukukçumuz bile vardı o zamanlar.

Bir gün o zamanın Rekabet Kurumu başkan yardımcısı "hakkın tükenmesiyle" ilgili konferans düzenlemek istediklerini ve benim de konuşmacı olmamı teklif etti. Ben bu konuda bir makale yazdığımı, yazdığım şeyi tekrar etmenin  alana bir katkı olmayacağını söylesem de aşırı ısrar karşısında kabul ettim. Konuşmacılardan ikisi akademisyendi. Konferans günü Kurumda konferans saatini diğer iki konuşmacıyla bir odada beklerken konuşmacılardan Prof. Dr. Sabih Arkan, bana yan dönerek aşağılayıcı bir ifadeyle "Kuzum sen ne biliyorsun da anlatacaksın!"  dedi.  Hocanın gözünde yine "liyakatten" sınıfta kalmıştım. Ben de "Bir şey bilmiyorum hocam, Kurumun  ısrarlı daveti üzerine buradayım." dedim Konferansta  FMR'de yayınladığım makalemi istemeye istemeye  tekrar anlattım. Zaten hocanın tavrı beni demoralize etmişti. Aynı yazıyı farklı yerlerde iki kez yayınlamaktan nefret etmeme rağmen Rekabet Kurumunun bir yayınında makale ikinci kez yayınlanmış oldu.

Bugün FMR hâlâ yayınını sürdürüyor ve alanında saygın dergilerden biri.

***

Bir gün bir şirketler topluluğunun avukatı olan eski solculardan benden daha kıdemli bir arkadaşım, beni fikri mülkiyet uzmanı kabul ettiğinden patentle ilgili bir davaya cevap hazırlamak için mütalaamı istedi, konuyu görüşmek üzere beni bir meyhaneye davet etti. Davayı konuştuktan sonra  çilingir sofrasındaki her Türk vatandaşı gibi gibi memleket meseleleri, sol değerlerin nasıl aşındığını" konuşmaya başladık.  Ben her zaman olduğu gibi kendimi iki duble rakı ile sınırlamıştım.  Arkadaş ise çok hızlı içiyordu. İçtikçe de otokontrolünü kaybetmeye başladı. Gecenin bir saatinde pavyona gideceğiz diye tutturdu. Onu o halde bırakamazdım. Arabasına bindik ve Çankaya istikametine doğru giderken trafik çevirmesine denk geldik.  Arkadaşım alkolmetreye üflemeyi, belgelerini göstermeyi reddettiği gibi, trafik polislerine ağır hakaretler ediyordu: "Aç köpekler, gündüz şirkette gelip yemek yiyorsunuz, haracınızı alıyorsunuz, akşam beni çeviriyorsunuz" gibi tahammül edilmez cümleler sarf ediyordu. Trafik polisleri, asayiş  polislerini çağırdılar. Trafik durmuştu. Arkadaşım hala polislere ağır hakaretler ediyordu. Polisler oldukça kibar davranıyor oldukça  alttan alıyorlardı, benden arkadaşımı sakinleştirmemi rica ediyorlardı. Ama ne mümkün? Acaba eski solcu arkadaşım orada pankart açıp sol içerikli bir slogan atsaydı, polisler bu kadar nazik olur muydu bilemiyorum.

Sonunda alkol kontrolü için adli tıbba götürmek üzere arkadaşı, polis aracının arkasındaki yakalananların konulduğu parmaklıklı bölmeye aldılar. Bana da  gelmek istersem aracın önüne  binmemi söylediler. Ben arkadaşımın yanında oturmak istediğimi söyledim. Bir taraftan arkadaşımı itidale davet etmeye çalışıyordum. Polis aracının arkasındaki bölmede Keçiören'deki Adlî Tıp Grup Başkanlığına geldik. Arkadaşın zoraki yapılan alkol kontrolü sonunda arabanın yanına geldiğimizde neredeyse sabah oluyordu. O sırada arkadaşın, bana nispeten daha yakını olduğu anlaşılan bir kişi de oradaydı. Kendisinin arkadaşımızla ilgileneceğini söyleyip, benim gidebileceğimi söyledi. Eve geldiğimde ise gün ağarmak üzereydi.

Mesleğin ilk yılındaki mülakatımda bana öğretildiği üzere  alkole dayanıklılık avukatlıkta önemli bir liyakat göstergesiydi. Avukat arkadaş, şirkete alınırken mülakatta, alkol dayanıklılık testini nasıl geçmişti acaba?

***

Birkaç ay önce Türkiye Barolar Birliği Yasa İzleme merkezinden arandım.  Beni Yasa İzleme Bilim Kuruluna katılmaya davet ediyorlardı. Nasıl ve ne konuda bir katkı sağlayabileceğimi bilmediğimi söyledim. Baro faaliyetlerini bırakalı neredeyse on beş yıl olmuş idi. Kuruldaki bazı isimler eserlerini takip etiğim hocalardı. Kabul ettim.

Bilim Kurulunun listesi yayınlandığında ismimin karşısında uzmanlık alanı olarak "fikri mülkiyet hukuku" yazıyordu. Oysa fikri mülkiyet hukuku ile elimdeki bir kaç dava dışında yaklaşık 10 yıldır ilgilenmiyordum. Beni avukatlıktan uzaklaştırdığı için marka ve patent vekilliği kaydımı da sicilden sildirmiştim. On beş yıldır metodoloji, muhakeme hukukları, ceza hukuku ve hukuk sosyolojisi alanında sistematik okumalar yapıyor, bir kaç yıldır da bu konularda bilimsel olmayan, uygulamayla ilişkili deneme yazıları yazıyordum. Avukatlıkta ilgi alanım tamamen değişmişti. Üstelik FMR Komisyonunu kurduğumuzdan bu yana, birçok üniversitede fikri mülkiyet hukuku  enstitüsü kurulmuş, doktora tezleri yazılmış, kitaplar yayınlanmış, Bu alanda Bilim Kurulunda yer almaya layık  bir çok yetkin hoca/avukat yetişmişti. Benim bu kurula seçilmemde "mülakat" problemi yoktu, ama bir "liyakat "problemi vardı. Önce uzun süre istifa etmeyi düşündüm. Ama Kurulun çalışmalarını da merak ettiğimden istifa fikrinden şimdilik vazgeçtim.

Artık uzmanlık alanımı soranlara "pratisyen avukatım" da  demiyorum, "multidispliner çalışıyorum" diyorum. Daha havalı oluyor.  Ne de olsa devir, imaj devri…