Küçük Prens’in evcilleştirdiği tilkiyi ve o tilkinin Küçük Prens’e verdiği sırrı bilirsiniz. ‘İşte sırrım, çok basit’ der tilki ve şöyle devam eder: ‘En iyi yüreğiyle görebilir, kulağıyla duyabilir insan. Ama gözler asıl görülmesi gereken şeyleri göremez, duyması gereken şeyleri de duyamaz. Ama tilkinin verdiği sırdaki gibi yüreğiyle ve aklıyla gören her insanın hayatında yaşadığı hayal kırıklıkları da vardır. Ülkesiyle ilgili olarak vardır, ailesiyle, arkadaşlarıyla ilgili olarak vardır, dost bildikleriyle ilgili olarak vardır.

Beklenen, hedeflenen, umulan ya da arzulanan şeyler gerçekleşmediğinde hissedilen bir duygu olan hayal kırıklığı, sadece insanın kendisini kısıtlamasından, hayatını başka insanlarla paylaşmasından, hayatına dair konularda tercihler yapmak zorunda kalmasından kaynaklanmaz: farkına varırsa, varabilirse eğer insan, kim olduğuna, birey olarak, aile olarak, ülke olarak ne olduğuna dair farkındalıklardan da kaynaklanır. Bu farkındalıklardan, aileye ve ülkeye dair olanlar, doğumun rastlantısallığına bağlı olmakla insanın elinde değildir.

Bunların dışında kalan tercihlerin pek çoğu, örneğin iş ve arkadaş seçimi, insanın ilgi duyduğu, keyif aldığı alanları ve konuları belirlemesi, zamanını kiminle, nerede ve nasıl paylaşacağı gibi hususlar, gündelik hayatın örgütlenmesi kapsamında olmakla, kimi mecburiyetler dışında tamamen kişinin kendi tercihine bağlıdır.

Hayat, hayatımız bizim olmakla, kimi mecburi durumlar dışında kalan alanda ya da alanlarda ne istersek onu yapabilir ne istiyorsak onu olabiliriz elbette. Zira hayat bir serüvendir. Bu serüvende hayal kırıklığına uğramamak için yapmamız gereken şeylerin başında, her şeye açık olmak, kimseden hiçbir şey istememek ve beklememek, olan veya olacak olan hiçbir şeye, özellikle de insana dair olan şeylere şaşırmamak gelir. Hayal kırıklıklarını tamamen yok etmek mümkün olmasa da en aza indirmek ancak bu şekilde mümkün olur zira.

Nitekim ‘Marx’ı masum okumak gerekir’ diyen, Marx’ı masum okuduğu için Marksizm’e çok önemli katkılar yapan Fransız filozof Louis Althusser, hayatını anlattığı, eşini öldürmüş olmasına rağmen, ceza-i ehliyeti olmadığı için yargılanmaması nedeniyle bir bakıma savunmasını da yaptığı ‘Gelecek Uzun Sürer’ isimli kitabında bu konuyla ilgili olarak şunları yazar: ‘Sevmek! Atılganca kendi duygularımın üzerine abartmalı iddialara girmek değil, başkalarının arzularına ve ritmine saygı göstermek, hiçbir şey istememek, verileni kabul etmeyi öğrenmek; her armağanı yaşamın bir sürprizi olarak kabul etmek; aynı armağanı ve aynı sürprizi iddiasızca, hiçbir zorlamaya başvurmadan karşıdakine de yapabilmek. Özetle yalın özgürlük. Cezanne neden Saint Victoria Dağı’nın her anının ayrı resmini yapmıştır. Her anın ışığı ayrı bir armağandır da ondan. Hayat tüm dramlarına rağmen hala güzel olabilirmiş. Gelecek Uzun Sürer!’

Uzun sürecek olan o gelecekte, hayat ve hayal dünyalarımızın çoğalmasına, genişlemesine bağlı olarak gerek gündelik hayatımız gerekse hayatımızın bütünü farklı nesnelerle, farklı görüş ve düşüncelerle, duygularla, duyarlılıklarla, farklı insanlarla dolar. Beşik ile mezar arasındaki o uzun ve ince yolda, kimileri bize merhaba derken, kimileri de eyvallah der ve çeker gider. Ya da bunu sen yaparsın.

Siyasetle az biraz ilgili iseniz eğer, hayatınızın o gri alanında da tercihler yapar, kendinizi bir gruba, bir ideolojiye ait hissedersiniz. Ve hatta o grupla, o ideolojiyle özdeşleşir, bütünleşirsiniz. Bunları yapmakla hayatınıza anlam kazandırmaya, kendinize anlam katmaya çalışırsınız. Kendinizi bir düşünceye, bir gruba veya siyasi örgüte adadığınızda, sadece başka görüş ve düşüncelerden, gruplardan, siyasi örgüt ve örgütlenmelerden kopmazsınız, size göre farklı olan, farklı düşünen ve yaşayan insanlardan da koparsınız.

Bu tür kopuşlar, bu kopuşların getirdiği parçalanmalar, fikri yönden hayal kırıklıklarını da beraberinde getirir. Bu hayal kırıklıklarının faili veya failleri, sadece size göre farklı olan, farklı düşünen insanlardan oluşmaz her zaman. Sizinle aynı görüşe sahip olan ya da olduklarını sandığınız insanlardan da oluşur

Bu insanların yaptıklarına veya yapmadıklarına tanık oldukça, ‘Adam olmak bir gruba ait olmak değil, bir duruşa sahip olmaktır’ diyen Yılmaz Güney’e daha çok hak verirsiniz.

İşte o zaman veya öyle zamanlarda, dudaklarınızdan Cemal Süreya’nın şu dizeleri dökülür: ‘Bir düelloda daha büyük bir şey vardır/Ve daha acıdır bu ölümden de/Ölüm korkusundan da/Bakarsın dün en güvendiğin kişi karşı tarafın şahidi olmuş/İşte acıdır bu ölümden de/Ölüm korkusundan da/Daha da acısı kılıcın elinde/Alnında bir tutam güneş/Kalakalıyorsun ortada.’

Yaşadıkça, sadece yaş olarak değil, akıl, ruh ve yürek olarak büyüdükçe, böyle insanları ve durumları çok daha fazla görür ve yaşarsınız. Önemli olan bu gibi insanların ve durumların karşısında ezilmemek, pes etmemek, hayata küsmemek, inandığınız fikirlerden caymamak, bu fikirlere daha çok bağlanmak, hayata, inandığınız fikirlere ve değerlere tutunmak ve yola devam etmek gerekir.

Zira güçlü insan, hayatın tüm zorluklarına ve sürprizlerine karşı önceden silahlanmış olan, kişiliğinde kuvvetli tezatlar bulunan ama bu tezatları dengede tutan insandır. İdealist olanların gerçekçi, gerçekçi olanların idealist olmadığını bilen bu insanlar, idealizm ile realizmi çok iyi dengelediklerinden olsa gerek hem iddiasız hem de mütevazıdırlar. Böyle oldukları için hayata, hayatlarına olabildiğince en iyi haliyle bakarlar. Hayata böyle baktıkları, hayatı bu şekilde yorumladıkları için de hayatın tezatlardan oluştuğunu, bu tezatların yaratıcı, verimli ve uyumlu bir sentez içinde bulunduğunu bilirler. Hangi konuda olursa olsun bu insanlar, kesin bir yargıya, sonuca varmadan önce, ön yargılı oldukları için zayıf kişilikli ve gevşek zihinli olan insanların aksine, gerçeğe dair olan verileri incelerler, analiz ederler, daha sonra karar verirler.

Büyük Atatürk’ün katafalkını da yapan Alman mimar ve şehir plancısı Bruno Taut ‘Mimarlık bir orantı sanatıdır’ diyor. Doğru da söylüyor. Ama orantı sadece mimarlıkta önemli olan bir husus, bir ayrıntı, bir incelik değildir. Aynı zamanda doğanın da önemli bir özelliğidir. Zira doğada mevcut olan her şeyde, mesela ağacın gövdesiyle yaprakları arasında, çiçekle dalı arasında bir orantı vardır.

Sadece doğa değil, insan hayatı da, insanların birbirleriyle olan ilişkileri de, iş hayatı da, devlet örgütlenmesi de orantı üzerine kuruludur. Eğer bu konularda orantı yoksa veya bir zamanlar vardı da daha sonra bu orantı bozulmuşsa, o zaman bunların hepsinde sıkıntı var demektir. İnsanın kendisinde orantı yoksa eğer, mesela insanın içi ve dışı orantısızsa, mesela üzerinde Armani elbise var ama içi boşsa eğer, böyle insanlar hayata tutunamazlar ve geldikleri gibi giderler. Murathan Mungan’ın söylediği gibi ‘hiçbir kıyafet onları ayakta ve hayatta tutamaz’ zira.

Küçük Prens’e akıl veren kurnaz ama bilge tilkiye yeniden müracaat edersek eğer, onun Küçük Prens’e hayata dair, hayatın merkezi olan insana ve insan ilişkilerine dair şu doğru öğüdü verdiğini okuruz: ‘İnsanlar dükkânlardan her istediklerini satın alıyorlar. Ama dostluk satılan bir dükkân olmadığı için onların dostları yok artık. Eğer dost istiyorsan beni evcilleştir. ’Tilkinin ‘dost istiyorsan beni evcilleştir’ demesinin nedeni insana ve insanlara karşı duyduğu güvensizliktir aslında ve bu çok da yanlış değildir. İnsanların evcilleştirdikleri kedilerle, köpeklerle dostluk kurmalarının temelinde yatan neden de budur.

Peki, ne yapmak gerekir? Elbette ve her şeye rağmen insanları sevmek, onlarla birlikte olmak, birlikte hareket etmek, ama insana dair olan hiçbir şeye şaşırmamak, insanların neyse o olduklarını bilmek gerekir. Esasen akıllı ve kendini bilen insanlar, başkalarından bir şey beklemezler, tek tek insanların davranışına güvenerek hareket etmezler. Ve hatta böyle insanlar, başkalarına karşı biraz da buruk olurlar.

Bunları ve bir de yukarıda yer verdiğim Louis Althusser’in dediklerini yapmak, yani kendi hayatımızın sorumluluğunu bizzat ele almak gerekir. Yapılacak bir şey daha var. Onu da psikoterapist Janette Rainwater ‘Self-Therapy/Öz-Terapi’ isimli özgün eserinde söylüyor ve şöyle diyor: ‘Yaşamımızdaki ötekilerle birlikte şimdiki zamanda olmayı, gelecekle ilgili kurallar koymamayı, çitler çekmemeyi öğrenmek gerekir.’

Evet, eğer bunları öğrenir ve hayatımızda hakkıyla uygulayabilirsek, kendi içimizde o kadar daha güçlü ve ilişkilerimizde birbirimize o kadar daha yakın ve mutlu oluruz.