Gerek yasal eksiklikler ve gerekse uygulama hataları veya tatbikatta yeknesaklık elde edilememesi, yaşanan hukuki sorunların sırf teorik olmayan, daha ziyade pratikte ortaya çıkan nedenlerini teşkil eder. Türkiye'de şu an hukuk düzeninin iyi işlediğini ve iyiye gittiğini söylemek mümkün değildir.

Son olaylar da göstermiştir ki, Türkiye’de cumhuriyet başsavcılıklarına bağlı adli kolluk teşkilatının kurulması şarttır. Adli Kolluk Yönetmeliği değişmese de soruşturma ve operasyonların, aynı zamanda idari kolluk görevi yürüten adli kolluk tarafından amirlerine haber verildiği bilinmektedir. Bizde olay yerine emniyet müdürü veya vali gelir, hatta vali idari kolluğun ötesinde adli konularda inceleme ve açıklama yapar. Bu yanlış mı? Evet yanlış, ancak Yönetmelik değişse de değişmese de Türkiye’de durum budur. Bu sorun, hukuk kültürü bozukluğu giderilmedikçe ve adli kolluk kurulmadıkça düzelecek gibi gözükmüyor.

Yargıya güvenmemek, yasama – yürütme ve idare – yargı üçlüsü olarak ortaya çıkan “kuvvetler ayrılığı” ilkesini gözardı etmek, demokratik hukuk düzenine telafisi güç zararlar verebilir. Kanun veya alt normlarla idari kolluğun etkinliği artırıp, yargı makamlarının olması gereken yetkilerinde kısıtlamalara gidip, yargının hukukilik denetimini sınırlamak, hukukun devletine kaybettirir, bizi önce kanun ve ardından da polis devletine yaklaştırır. Kimsenin bu tür bir değişime razı olacağını zannetmiyorum. Zaten bugüne kadar da hukuk ve adalet alanında yapılan yanlışların cezasını çektik. Aynı hatalı anlayış, uygulama ve güvensizlikle yola devam ettiğimiz takdirde, Millet olarak daha fazla ceza çekeceğimizi söylemek de şaşırtıcı olmayacaktır.

Hukukun evrensel ilke ve esasları ile demokratik hukuk sistemi yeni keşfedilmemişlerdir. Bu kavramlarla ilgili yüzyıllara varan tartışmalar yapılmış ve sonuçlara ulaşılmıştır. Önemli olan bu değerlere gerçekten sahip çıkmak, onları hazmetmek ve ne olursa olsun vazgeçmemektir.

Hukukun evrensel ilke ve esaslarına rağmen, soruşturmanın gizliliğinin nasıl gözardı edildiğini, yakalanmaması gereken insanların ne şekilde ve ne şartlarda (itibarsızlaştırılmak suretiyle) nezarethanelere ve adliye binalarına getirildiğini herkes bilmektedir. Bunu görmek için uzman olmaya da gerek bulunmamaktadır. Örneklerini sıralamaya zaman yetmez. Dediğim gibi, hata yaparsan, sana yapılacak hataya da ses çıkardığında destek bulamazsın. Rüzgar ekenin fırtına biçmesi kaçınılmazdır.

Ben hala; Türkiye'de soruşturmanın gizliliğinin neden korunmadığını, masumiyet/suçsuzluk karinesi altında yargılanan insanların daha basit şüphe altında bulunurken bilgi ve belgelerin basına ve kamuoyuna nasıl, neden ve hangi amaçla sızdırıldığını, “hukuk”, “adalet” ve “eşitlik” diye bağıranların neden soruşturmanın gizliliğini en çok ihlal edenler olduğunu, koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin soruşturmaların gizliliğini neden koruyamadığını ve bu konuda etkin biçimde yaptırım uygulayamadığını, bir tedbir olan tutuklamanın neden cezalandırmaya ve yargısız infaza dönüştüğünü, neden her suçlamanın suç örgütüne operasyon kapsamında ele alındığını, birbiri ile ilgisiz eylem ve kişilerin neden torba dava dahil edildiğini, davet/çağrı ile gelebilecek insanın neden yakalanıp gözaltına alındığını, nezarethaneye atıldığını anlamıyorum. İnsanların neden tutuksuz yargılanmayıp yıllarca tutuklu kaldığını ve neden yargılamaların süratle bitirilmeyip, Ceza Muhakemesi Kanunu’nda aksi yazdığı halde adaletin geciktirildiğini anlamıyorum. En azından bir hukukçu olarak, bu hatalara ısrarla devam etmenin Ülkeye ve topluma zarar verdiği tartışmasız olduğu halde, neden devam edildiğini hiç anlamıyorum.

Esasında bu anlamamak, hataların mantıksızlığına ve doğurduğu olumsuz sonuçlara karşı duyulan bir tepkinin yansımasıdır. Yoksa neyin ne olduğunu, hukukun nasıl işlediğini, hukuk düzeninin neden bozulduğunu bu işin içinde olan herkes kadar bilmekteyim. Ben dört duvar arasında, üniversitede ve sadece teori ile yaşayan bir insan değilim. Hayallerde asla değilim. Ancak herkes de, "hukuk devleti" ilkesine ve "hukuk güvenliği hakkı" ve "eşitlik" ilkesine yakışır bir şekilde yaşamalıdır. Devlet bu taahhüdün altındadır.

Herkes eşittir. Hepimiz aynı ete, kemiğe ve kana bürünmüş insanlarız. Bir insanın diğerinden üstün olduğunu asla kabul etmiyorum. Belki bu üstünlük; insanın yetenek ve kapasitesinde, zenginlik ve etkinliğinde olsa bile, herkese ait temel hak ve hürriyetler açısından benimsenemez. Ayrıcalık, kamu otoritesi karşısında her insana ait sayılan hukukun evrensel ilke ve esaslarıdır. Bu ayrıcalık, hukukilik denetimini ortadan kaldırmak olmayıp, aksine “hukuk devleti” ilkesine bağlı olarak herkesi denetim kapsamına almak, fakat bireyi kamu otoritesine de ezdirmemek, yetkinin keyfi, aşırı veya kamu kudretinin yetkisiz kullanımını engellemektir.

Son söz; hukuk önünde herkes eşittir. Hukukçu, uyuşmazlığın tarafı kim olursa olsun kuralları tarafsız ve eşit uygulamak zorundadır. Sorunlarımızı, hukuk düzenini ve yargıyı yıpratmadan ve taraflaştırmadan çözelim. Aksi durumda, mülkün temeli olan adaleti kaybederiz. Bugünlerde Türkiye’de hukukun terk edildiği, yerini siyasi hesaplaşmaların aldığı söylenmektedir. Bizler, inadına hukuka sahip çıkmak ve onu sahipsiz bırakmamak zorundayız. Çünkü hukuk bir gün herkese lazım olacaktır.

Mutlu yıllar dilerim… 


(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan Şen tarafından www. hukukihaber. net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)