Hiç kimse alınganlık göstermesin. Bu kararlarda, Türk Polisi’nin karalandığı ve otomatik olarak suçlu bulunduğu gibi bir algıya da kapılmasın. Bir uluslararası sözleşmeye taraf olduğunuzda ve bir uluslararası mahkemenin kararlarını bağlayıcı olarak tanıdığınızda, o kural ve kararların gereklerini yerine getirmek zorunda olduğumuzu bilmek ve kabul etmek zorundayız.

Uluslararası sözleşmeleri ve yargı kararlarını, işimize gelmeyen durumda siyaseten suçlamak bize bir fayda sağlamayacak, sadece sorunu ötelemememize ve büyütmemize yol açacaktır. Demokratik hukuk toplumu olmayı esas alan hiçbir ülke, bugüne kadar Sözleşme kuralları ve Mahkemenin kararlarına uyduğu için kaybetmemiştir. Aksine, insan hak ve hürriyetleri yönünden güçlenmiştir.


İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi 23 Temmuz 2013 tarihli İzci – Türkiye kararında, 2006 yılında Dünya Kadınlar Günü nedeniyle toplanan ve barışçıl bir gösteri yapan bireylere karşı polisin fiziki kuvvet ve biber gazı kullanmasının İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin “İşkence yasağı” başlıklı 3. ve “Toplantı ve dernek kurma özgürlüğü” başlıklı 11. maddesini ihlal ettiğine hükmetmiştir.

Mahkeme kararında, 3. maddeyi ihlal eder nitelikteki polis şiddetine Türkiye’de tolerans gösterildiği ve şiddete başvuran kolluk görevlilerin çoğunlukla cezasız kaldığı ifade edilmiştir. Mahkeme, Türkiye hakkındaki birçok davada kolluk kuvvetlerinin, şiddete başvurmayan ve kamu düzeni açısından bir tehlike oluşturmadan gösteri yapma haklarını kullanan bireyleri dağıtma konusunda kısmen de olsa bir hoşgörü göstermediğini belirtmiştir. Somut olayda da, kolluk kuvvetlerinin orantısız şekilde kuvvet kullanması sonucunda başvurucu Bayan İzci sakatlanmış ve beş gün iş göremezlik raporu almıştır.

Mahkemenin; Türk makamlarının orantısız şiddete başvuran kolluk kuvvetleri mensuplarının bulunması ve cezalandırılması konusundaki yetersizliğinin, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nden doğan kötü muamele iddialarına karşı etkili bir soruşturma yürütülmesi zorunluluğuna uygun davranıldığı noktasında şüphelere yol açtığı tespiti oldukça çarpıcıdır. Mahkeme, polis memurlarının lüzumsuz şiddet kullanmasının, bireylerin toplanma ve gösteri yapma iradesi üzerinde caydırıcı bir etkiye ulaştığını da belirtmiştir.

Mahkeme, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi nezdinde Türkiye’ye karşı başvuruların çok büyük bir kısmının toplantı yapma özgürlüğü ve/veya toplantı ve gösteriler sırasında kolluk kuvvetlerinin orantısız kuvvet kullanımı ile ilgili olduğunu vurgulayıp, meselenin “sistematik” bir halini de gözönünde bulundurularak Türk makamlarından, bu konuda yakın gelecekte meydana gelmesi muhtemel ihlal iddialarını önleyebilmek adına, Sözleşmenin 46. maddesine göre önlemler almasını talep etmiştir.

Mahkeme bu kapsamda, polisin Sözleşmenin 3. (işkence yasağı) ve 11. (toplantı ve dernek kurma hakkı) maddelerine uygun davranması için adımlar atılmasını ve yargı makamlarının kötü muamele iddiaları ile ilgili Sözleşmenin 3. maddesinin gereği gibi ve kıdemli polis memurlarının da denetimini mümkün kılacak etkili soruşturmalar yapmasını talep etmiştir.

Kararda, Türkiye’de biber gazının kullanımı konusunda açık ve yeterli kuralların bulunmayışının, bu tarz silahların polis tarafından aşırı derecede kullanılmasına sebebiyet verdiği ifade edilmiştir. Somut olayda da kolluk kuvvetlerinin, her ne kadar iç hukuktaki önceden bildirim şartına uyulmaksızın toplanmış olsa da şiddete başvurmayan bir gruba, polisin kısmen dahi olsa hoşgörü göstermeden, aniden ve orantısız kuvvet kullanmak suretiyle müdahale etmesi neticesinde oluşan karmaşa ortamının başvurucunun sakatlanmasına katkıda bulunduğu tespit edilmiş ve polisin özellikle şiddete başvurmamış göstericilere karşı kullanacağı fiziki kuvvet ve biber gazı gibi silahlarla ilgili yeni ve daha net kurallara ihtiyaç duyulduğunu vurgulanmıştır.

Somut olayda, şiddete başvuran polis memurlarının kask numaralarını sildiği, bu sebeple şikayetçilerin sanık polis memurlarını teşhis etmede zorluklar yaşadığı Türk mahkemeleri tarafından da kabul edilmiştir. Bu husus ise ceza yargılamasının uzamasına sebebiyet vermiştir. Ayrıca, somut olayda hakkında dava açılan bazı polis memurlarının, zamanaşımı hükümleri sebebiyle cezasız kaldığı ve dava açılan 54 polis memurundan sadece altısının cezalandırılması ve diğer 48 polis memuru hakkında beraat kararı verilmesinin, Türk makamlarının kötü muamele iddialarını etkili şekilde soruşturma yükümlülüğüne uygun davrandığı noktasında ciddi şüpheler oluşturduğu belirtilmiştir.

Türk Hükümeti, somut olayda başvurulan fiziki kuvvetin iç hukuka uygun olduğunu, orantısız olmadığını ve kamu düzenini sağlamaya yönelik olduğundan Sözleşmenin 3. maddesini ihlal eder nitelikte olmadığını iddia etmiştir. Mahkeme, suç ve suçlu ile mücadelenin doğasında var olan ve inkar edilmesi mümkün olmayan zorlukların, bireylerin fiziksel bütünlüğünün korunmasına sınır getiremeyeceğini belirtip, Sözleşmenin 3. maddesinin bireylerin fiziksel bütünlüğü ile kamu düzenini sağlama amaçları arasında dengeli şekilde uygulama yapılmasına izin vermediğini belirterek, Hükümetin bu iddiasını reddetmiştir.
Görüntü kayıtlarını da inceleyen Mahkeme, olay mahallinden kaçan, yere düşen ve saklanan bireylere karşı polisin şiddet uygulamasının ve sadece göstericilere değil, yakında bulunan ilgisiz insanları da etkileyecek şekilde biber gazı kullanmasının, Hükümetin iddiasının aksine orantılı olmadığına karar vermiştir.

Mahkemeye göre, kolluk kuvvetlerinin sebepsiz şekilde biber gazı kullanması, Sözleşmenin 3. maddesi kapsamında kötü muamele yasağına aykırıdır.

Sonuç olarak; aklımızı başımıza alıp, sübjektif nedenlerimizi bir kenara koyup kendimize bakmak, özeleştiri yapıp hatalarımızı görmek ve düzeltmek zorunda olduğumuzu unutmayalım. Bunun dışında, sürekli suçlanan ve bizim de sürekli “siyaseten Türkiye Cumhuriyeti aleyhine karar veriyorlar” klasik savunmasını yapmaktan kurtulmamız mümkün olamayacaktır. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne 2006 yılında yapılan müracaatta durum bu ise, 2013 yılının sonuçlarını hayal bile etmek güçtür. Çünkü bu davaları kaybettikçe, hem insan hakları karnemiz zayıflıyor ve hem de sürekli tazminat ödemek suretiyle milli gelirden kayba uğruyoruz. Unutulmamalıdır ki, Türkiye Cumhuriyeti hala İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi önünde aleyhine en çok ihlal kararı verilen ikinci ülke konumundadır. Birinci sırada bulunan ve iki katımız nüfusa sahip olan Rusya Federasyonu’nu geçmek istemeyen, aksine karnede daha alt sıralara inmeyi hedefleyen Türkiye Cumhuriyeti, bunu İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne başvuru şartlarını zorlaştırarak değil, kendi iç hukukunda ihlalleri önlemek suretiyle başarmalıdır.

Demokratik hukuk toplumu olduğunu ısrarla dile getiren Türkiye Cumhuriyeti, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nden ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin yargı yetkisinden çıkamayacağına göre, kişi hak ve hürriyetlerine yönelik yaklaşımını düzeltmek zorunda olduğunu görmelidir.


(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan Şen tarafından www.hukukihaber.netsitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)