İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’NİN ÖNEMİ

Herkes tarafından İstanbul Sözleşmesi adıyla bilinen Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi, kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddeti önleme ve bununla mücadelede temel standartları ve devletlerin bu konudaki yükümlülüklerini belirleyen uluslararası insan hakları sözleşmesidir. 12 bölüm ve 80 maddeden oluşan Sözleşme; önleme, koruma, kovuşturma ve bütüncül politika ilkelerini savunan sözleşme, 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzalanmış ve 1 Ağustos 2014 yılında yürürlüğe girmiştir. Sözleşme, Temmuz 2020 itibarıyla 45 ülke ve Avrupa Birliği tarafından imzalanmıştır. Türkiye bu sözleşmeyi ilk imzalayan ve parlamentosunda onaylayan ilk ülkedir.

Devletler tarafından imzalanan sözleşme, bu sözleşmeye taraf devletleri hukuki olarak bağlamaktadır. Sözleşmenin en temel ilkeleri; her türlü şiddet ile ev işi şiddet mağdurlarının korunması, suçların etkin bir şekilde kovuşturulması, suçluların cezalandırılması ve kadına karşı şiddeti önlemek için kamu kurumlarının bütüncül ve etkili işbirliği içerisinde önlemlerin alınmasıdır. Hepimizin bildiği üzere şiddet, çok açık bir insan hakkı ihlali olmasının yanında başka canlılara karşı da yönelebildiği için aynı zamanda bir yaşam hakkı ihlalidir. İnsan hakkının açık ihlali olan şiddete karşı mücadele etmek de adalet ve güvenliği sağlamakla yükümlü devletlerin en temel vazifesidir.

İstanbul Sözleşmesinin amaçları şunlardır:

a. Kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak;

b. Kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirmek de dâhil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında önemli ölçüde eşitliği yaygınlaştırmak;

c. Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlamak;

d. Kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak;

e. Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin birbiriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamak.

Yukarıda sayılan amaçlar sözleşmenin kadına karşı şiddeti önlemede etkili bir mücadeleyi hedeflediğini açık bir şekilde göstermektedir. Bu nedenle de uluslararası hukuk alanında kabul edilen bu sözleşme son derece önemlidir.

“BİR YERDEKİ ADALETSİZLİK, HER YERDEKİ ADALETE TEHDİTTİR.” MARTİN LUTHER KİNG,

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ OLMASAYDI…İstanbul Sözleşmesi, uluslararası bir sözleşmedir. Ancak sözleşmeyi imzalayan ilk devlet olmamız sebebiyle aslında sözleşme bizdendir, bize aittir. Bu nedenle de sözleşmenin içeriğinin mevcut yaşantımızla, bulunduğumuz coğrafyadaki örf ve adetlerle uyuşmadığını söylemek abesle iştigaldir. Aksine İstanbul Sözleşmesi, zaten kültürümüzde var olan, tasavvuf dünyamızda yerini koruyan, Mevlana’dan, Yunus Emre’den bizlere ulaşan ‘insan sevgisi’ kavramının hukuki olarak metne dökülmesidir. Bir insana karşı, hele ki güç ve kuvvet yönünden kendisinden zayıf olan bir canlıya karşı, şiddet uygulamak bir yana, kalp kırmanın bile ne kadar büyük bir haksızlık olduğunu; ‘Bir kez gönül kırdı isen, bu kıldığın namaz değil. Yetmiş iki bin millet dahi, Elin yüzün yumaz değil.’ dizeleriyle dile getiren Yunus Emre’nin yaşadığı topraklar bu topraklar. Bu yüzden aslında sözleşme metninde yazan kavramlar, tanımlar, yaklaşımlar dışardan dayatmayla getirilmiş şeyler değildir.

Gelişen dünyada toplumların ve sosyal hayatın durağan olacağını kabul etmek elbette mümkün değildir. Bu nedenle de geçmişte insan haklarına dair toplumda var olan algı ve kültürel yaklaşımın aynı kaldığını söyleyemeyiz. Ancak toplumsal yaşamda meydana gelen değişim geriye değil ileriye dönük olmalıdır. Kültürümüzde zaten var olan insana dair kıymetin zamanla farklı saiklerle ortadan kaldırılmaya çalışılması sonucunda bugünleri yaşıyoruz. Bu nedenle de İstanbul Sözleşmesi olmasaydı da ben bu topraklarda yaşayan insanların birbirlerini korumak için her zaman çabalayacağına eminim.

Yukarıda bahsettiğim nedenlerle “İstanbul Sözleşmesi uygulansın” söylemini desteklemiyorum. Zira bu söylem sanki dışarıdan dayatmayla bir şeyleri kabul etmemiz gerektiğine ilişkin bir mesaj gönderiyor bilinçaltına. Bir hukukçu gözüyle İstanbul Sözleşmesinde yer verilen maddelerin çok kıymetli olduğunu ve uygulanması halinde etkili olabileceğini rahatlıkla söyleyebilirim, ancak edindiğim mesleki tecrübeye göre kanun maddelerinin yazılmasından çok o maddelerin toplumda sindirilmesi ve yazılan metnin özünün anlaşılması da çok önemlidir.

Bu söylem yerine özümüze, değerlerimize dönelim, insana verdiğimiz değeri yeniden verelim. Dilimizi de buna göre belirleyelim. İstanbul sözleşmesi etrafında yaşanan tartışmalar, halk üzerinde, sanki kadın hakları bu sözleşmeyle ortaya çıkmış ve bu sözleşmeyle Avrupa Devletleri bize karşı başka oyunlar içindeymiş gibi bir algı oluşturuyor ki bu algı toplumda şu an oluşmuş durumda. Sokağa çıkıp İstanbul sözleşmesini sorduğunuzda belirttiğim yönde olumsuz yorumlar alma ihtimaliniz çok yüksek. Sözleşmenin uygulanmasına dair talepler aslında hakkın özüne dokunacak bir ters toplumsal tepki doğurmaya başladı. Bu nedenle de artık hakkın özüne dair bir şeyler söylemek ve buna uygun beyanlarda bulunmak gerekiyor.

Bu toplumun içinden çıkmış, özgün, yeni söylemler ve eylemler gerekiyor. Şiddetin her türlüsüyle mücadele etmenin temelinde insan ve yaşam hakkının olduğu gerçeğini göz ardı etmeden, konuyu din eksenine sıkıştırmadan, kadın veya erkeğin toplumdaki yerini belirlemek gibi bilmiş edalar takınmadan konuyu ele alabilmek çok mühim. Bütüncül bir bakış açısı içerisinde bu sorunu çözmek için elinden geldiğince bir şeyler yapmaya çalışmak bu ülkede yaşayan her bireyin görevidir. Bu nedenle şiddetin her türlüsüne hayır diyebilmemiz, yaşayan canlıların hepsinin yaşam hakkına saygı göstermemiz ve ötekileştirmeden hak savunuculuğu yapmamız gerek. Ancak bu sayede insan onuruna yakışır bir yaşam sürdürmenin herkesin hakkı olduğu toplumsal düzene ulaşabiliriz.

HUKUK HERKESE LAZIMDIR, O YÜZDEN AVUKATLIK HER DÖNEMDE KUTSALDIR.