“Hayatlarımızı bazen yakaladığımız fırsatlar belirler. Bazen de kaçırdığımız.” F.Scott Fitzgerald

Okuyanların bildikleri üzere “Muhteşem Gatsby”, Amerikalı yazar F.Scott Fitzgerald’ın yazdığı bir romandır. Bu roman aynı zamanda sinemaya da aktarılmış ve filmde Muhteşem Gatsby rolünü, popüler kültürün en ünlü – ve anlaşılması güç – karakterlerinden biri olan  Robert Redford oynamıştır.

Benim kitapla tanışmam 1967 yılında Konya Maarif Koleji’nde son sınıfta okurken İngiliz Dili ve Edebiyatı öğretmenimiz Charles Lee sayesinde olmuştur. Charles Lee bana bir ders çıkışında F.Scott Fitzgerald’ın ‘Muhteşem Gatsby’ isimli kitabını okuyup okumadığımı sormuş, okumadım demem üzerine bana kitabın İngilizcesini hediye etmiş, hediye ederken de şunları söylemişti: “Amerika şimdi Fitzgerald’ın anlattığı 1920’lerin Amerika’sı değil. O yılların bunalımları, sorunları şimdilerde yok. Başka sorunlar var. Caz müziği hala sevilerek dinleniyor olsa da Amerika şimdi o yıllarda olduğu gibi Caz Devri’ni yaşamıyor. Ama  Amerika’da hala Muşteşem Gatsby’ler yaşıyor.

Kitabı ilgiyle okuduğumu, o yıllarda pek çok arkadaşım gibi, tutku haline getirmemekle, çok sık görmemekle, ara sıra görmekle birlikte, benim de görmek ve hatta yaşamak istediğim bir rüya olan Amerikan Rüyasının çok da güzel bir rüya olmadığı sonucuna vardığımı hatırlıyorum.

Bu sonuca varmamda, o sıralar yeni yeni tanışmaya başladığım sol fikirlerin, buna bağlı olarak gelişen – Amerikan düşmanlığı demeyeyim, zira hayatımın hiçbir döneminde hiçbir devletin ve fikrin düşmanı olmadım – Amerikan karşıtlığının etkisi de mutlaka olmuştur.

Okuyanların ve filmi sinemalarda seyredenlerin hatırlayacağı üzere romanın/filmin konusu olan olaylar, daha sonra New York’un önemli yerleşim ve ticari bölgesi haline gelen Long Island’da geçer. Olayların yaşandığı dönemde Amerika’da, Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği ekonomik sorunlar önemli ölçüde aşılmış, ekonomik ve toplumsal hayatta ciddi anlamda iyileşmeler başlamıştır. Amerikan toplumu hüznün, acının müziği olan cazla bu dönemde yakınlaşmış, bu müziği sevmeye başlamıştır. Onun için Fitzgerald kitabında bu dönemi “Caz Devri”, savaş dönemini yaşayan kendi kuşağını ise “Kayıp Kuşak” olarak isimlendirir, .

Muhteşem Gatsby” çok basit ve yalın  bir anlatımla, romanın asıl kahramanı olan Gatsby’nin Daisy’e karşı duyduğu derin ve tutkulu aşkın şiirsel bir dille yazılmış hikayesidir. Ama bu hikaye aynı zamanda o dönemin Amerikan toplumuna yönelik bir eleştiridir. Dahası “savaş sonrası dönemin açgözlü insanlarıyla, hiçbir kahramanı olmayan bu dönemin nesliyle dalgasını geçen” bir romandır. Amerikalı edebiyat eleştirmeni Lionel Trllling’e göre kitap “Amerika’nın üstün bir metaforu”dur.

Romanda Orta Batılı, romantik ve tutkulu bir insan olan Jimmy Gatz’ın, yani Gatsby’nin çok daha önceden tanıdığı, güzel ama boş, bomboş bir kadın olan Daisy’i elde etmek için Long Island’a gelmesi, Daisy’e komşu olması, onunla tutkulu bir aşk yaşaması, Daisy’nin kocası Tom Buchanan’ın da içinde olduğu bir olay sonucu öldürülmesi akıcı bir üslupla anlatılır.

Kitabın kahramanı olan Jay Gatsby’i, çevresindeki insanları, Long Island’da yaşananları Orta Batılı Nick Carraway anlatır. Gatsby’nin komşusu olan Carraway romanın hem anlatıcısı, hem de kahramanlarından birisisidir. Asıl adı Jimmy Gatz olan Gatsby varlıklı, ama bu varlığı nasıl elde ettiği çok fazla bilinmeyen, hem serveti, hem de geçmişi karanlık bir adamdır. Onun bir savaş kahramanı mı, yoksa içki kaçakçısı mı olduğu belli değildir. Amerikan gerçekçiliğine uygun bir tarzda yazılmış olmasına rağmen,  bütün bunlar romanda tam olarak anlatılmaz. Gerçek hayatta olduğu gibi insanların duygu dünyaları, kimi sırları açıkça ortaya konmaz. Bütün bunlar okuyucuya, okuyucunun merakına bırakılır.

Anlaşılması güç bir karakter olan, yaşadıkça sahip olduğu zenginliğin ona doğuştan zengin olan insanların sahip oldukları ayrıcalıkları vermediğini gören Gatsby, zaman içinde bir şeyi daha görür ve anlar: her şeyi satın alamayacağını, para ile sahip olamayacağı pek çok şey olduğunu. Bu aslında sonradan görme zenginlerin yaşadıkları ortak bir trajedidir.

Gatsby’nin yaşadığı hayat, içinde bulunduğu zengin insanlardan oluşan sosyal ortam aslında ona uygun değildir.  Zira o hayatta her şey sahtedir. Göz kamaştıran, ışıltılı bir hayat süren bu insanlar aslında derin bir yalnızlığın içindedirler. Bu yalnızlığı, yaşadıkları sahte hayatın yalanları ve gösterişi ile bastırmaya ve unutmaya çalışmaktadırlar. Gatsby’nin yanında, yakınında dışı süslü, içi boş, bomboş bir dolu insan vardır. Bütün bunların farkında olan Gatsby aslında çok da mutlu değildir. Komşusu, arkadaşı Carraway’in nitelemesiyle Gatsby “tüm bu insanları bir hiçlikten diğer bir hiçliğe götüren bu yılışık kader hakkında dehşete düşmüştür.” Ama yine de o hayattan kaçıp kurtulamaz. Dahası bunu istemez de. Carraway’in ona “bu toplulukta olanlar kokuşmuş bir topluluktan başka bir şey değiller, sen hepsinden daha değerlisin” demesi, bu insanlardan uzak durmasını tavsiye etmesi bile Gatsby’i ikna etmeye yetmez.

Ve ne yazık ki Gatsby’nin ölümü de, her şeyiyle kokuşmuş olan o topluluğun insanlarının elinden olur.

Sonuç itibariyle “Muhteşem Gatsby”, günübirlik yaşayanların, boş beleş işlerle uğraşanların, önlerine olumlu hiçbir hedef koymayanların, anlamlı bir hayat yaşamayanların, kendilerini oldurma konusunda çaba göstermeyenlerin  mutlu olamayacaklarını, bir boşluktan, başka bir boşluğa yuvarlanacaklarını ve sonunda hüsrana uğrayacaklarını anlatan bir roman.  Edebi bir eser, önemli ve okunmaya değer bir roman. Başka bazı eserler gibi, örneğin “Suç ve Ceza”, “Venedik Taciri”, “Antigone”, “Yargıç ve Celladı”, “The Reader/Okuyucu’” vd. gibi hukukla ilgisi olan, hukuki yönden okunmaya ve incelenmeye değer olan bir kitap değil elbette. Ama hukuk ve edebiyat birbirlerini besleyen iki iyi arkadaştır ve her hukukçunun edebiyattan öğreneceği çok şey vardır. Çünkü edebiyat da, hukuk da hayata dairdir ve her ikisi de bize çok şey öğretir. Murathan Mungan’ın ifadesiyle “hepimizin tek bir hayatı vardır. Ne öğreniyorsak o hayatta yaşadıklarımızdan öğreniyoruz. Oysa romanlar, hikayeler bize başkalarının yaşadıklarını anlatırlar, biz o romanları, hikayeleri okuyarak başka hayatları öğrenir ve bu yolla kendimizi oldurabiliriz.”  Benzer bir şeyi Nietzsche’de söylüyor ve anımsadığım kadarıyla şöyle diyor “Hepimizin tek bir hayatımız vardır. Bütün öğrendiklerimiz o hayat da deneyimlediklerimizden ibarettir.

Hukuka ve edebiyata dair bir şey daha var, onu da değerli hukukçu, akademisyen, yazar ve şair Yalçın Tosun söylüyor: “Hukuk da hikâyeleri sever; tıpkı edebiyat gibi. Ne de olsa ikisi de sözcüklerden oluşur. Gerçektir ya da değildir, sözcükler ise çok tehlikeli bir güç taşırlar içlerinde.

Sözcüklerin gücünü, tehlikeli gücünü görmek ve göstermek için okumak gerekir, esasen “insan okur.