6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden önce, tarafta iradi değişiklik yapılıp yapılamayacağı hususunda öğretide ve uygulamada ciddi tereddütler yaşanmakta idi. Yargıtay’ın bu tür işlemlere sıcak bakmaması ve ıslah yoluyla da buna imkân tanımaması, kanun koyucuyu konuyu açıkça düzenleme gereğine sevk etmiştir. Bu gelişmeler neticesinde, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 124. maddesiyle tarafta iradi değişiklik kurumu açıkça hükme bağlanmıştır.
Tarafta iradi değişiklik, yalnızca davacı tarafta değil, davalı tarafta da gerçekleşebilir. Buradaki ‘değişiklik’ kavramı ise dar anlamda anlaşılmamalıdır. Nitekim değişiklik, yalnızca mevcut tarafın (örneğin A’nın) yerine başka bir kişinin (B’nin) geçirilmesiyle sınırlı olmayıp; mevcut tarafın yanına yeni bir tarafın (A’nın yanına B’nin) eklenmesi hâlini de kapsamaktadır.
Yargıtay uygulamasında ise, özellikle davalı tarafa —mecburi dava arkadaşlığı hâlleri dışında— yeni davalıların eklenmesine yönelik taleplerin kabul edilmediği görülmektedir. Yargıtay, bu hususta verdiği kararlarla istikrarlı bir şekilde aynı yönde tutum sergilemektedir. Nitekim yeni tarihli bazı kararlarında da bu yaklaşımını sürdürdüğü gözlemlenmektedir. Örnek olarak şu kararlar zikredilebilir:
“... (H)er ne kadar davacı vekilince taşınmazı dava öncesi devraldıklarından bahisle Halkbank A.Ş. ve dava dışı… davaya dahil edilmek istense de kanunda öngörülen istisnai haller ve mecburi dava arkadaşlığı dışında kendisine husumet yöneltilen kişi dışındaki dava dışı kişilerin dahili dava yoluyla davaya dahil edilmelerine imkân yoktur.”[1]
“… Yukarıdaki açıklamalar doğrultusunda, hakkında usulüne uygun biçimde açılmış bir dava bulunmayan dâhili davalı… yönünden dahili dava dilekçesi ile davaya dahil edilmesinin mümkün olmadığı gözetilmeksizin hakkında hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir”.[2]
“… (U)sul hukukumuzda davaya dâhil (dâhili davalı-dâhili davacı) diye bir müessese bulunmayıp ıslah suretiyle dahi tarafın değiştirilemeyeceği genel usul kuralıdır. Bir başka anlatımla zorunlu dava arkadaşlığı hariç bir kimseye dâhili dava yoluyla taraf sıfatı verilmesi olanağı bulunmadığı gibi, davada taraf olmayan kimse veya kişi hakkında hüküm kurulması mümkün değildir”. [3]
Görüldüğü üzere Yargıtay, taraf eklenmesi yoluyla taraf değişikliğine imkân tanımamakta; bunun yerine, sonradan ayrı bir dava açılmasını ve bu davanın mevcut dava ile birleştirilmesinin talep edilmesini önermektedir. Ne var ki, bu çözüm önerisi, hem yargılamanın gereksiz yere uzamasına yol açmakta hem de açılan yeni davanın, daha önce açılmış olan dava ile birleştirilmesi hususunda ilgili mahkemenin olumlu karar vereceğine dair herhangi bir güvence sağlamamaktadır. Ayrıca, Anayasa Mahkemesi’nin HMK m.166/1 hükmüne ilişkin olarak vermiş olduğu iptal kararı da dikkate alındığında, Yargıtay’ın önerdiği bu yolun pratikte ciddi sakıncalar doğurabileceği açıktır. Zira Anayasa Mahkemesi, birleştirme yetkisinin keyfî kullanımı halinde davaların esası hakkında verilen kararların dahi hukuka aykırı sonuçlar doğurabileceğini belirtmiş; bu nedenle, davaların birleştirilmesinin istisnai ve özenli bir şekilde uygulanması gerektiğini vurgulamıştır. Bu bağlamda Yargıtay’ın taraf eklenmesini engelleyerek birleştirme yolunu zorunlu kılması, hem usul ekonomisi ilkesine aykırılık teşkil etmekte hem de Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararında altını çizdiği sakıncaları fiilen pekiştirmektedir.
Uygulamada mahkemelerin davaların birleştirilmesine ilişkin talepleri kimi zaman kabul edip kimi zaman ise reddettikleri, bu nedenle söz konusu taleplerin çoğu kez keyfî biçimde değerlendirildiği görülmektedir. Bu durum dikkate alındığında, Yargıtay’ın önerdiği ‘davaların birleştirilmesi yoluna başvurma yöntemi’, hem yargılamayı gereksiz yere uzatan hem de sonucunun belirsizliği nedeniyle taraflar açısından öngörülemezlik oluşturan bir usul niteliğindedir. Oysa, birleştirilmesi mümkün olan davalar bakımından, sonradan taraf katılması şeklinde tarafta iradi değişikliğe imkân tanınması hem usul ekonomisi ilkesi hem de hakkaniyet bakımından çok daha isabetli bir çözüm olacaktır.[4] Kaldı ki, Yargıtay’ın bu konudaki katı yaklaşımının aksine, tarafta iradi değişikliğe engel bir düzenleme de bulunmamaktadır. Aksine HMK m.124/IV, c.1 hükmü uyarınca, dava dilekçesinde tarafın yanlış veya eksik gösterilmesi kabul edilebilir bir yanılgıya dayanıyorsa, hâkim, karşı tarafın rızasını aramaksızın taraf değişikliği talebini kabul edebilecektir. Burada dikkat çekici olan husus, yalnızca tarafın yanlış gösterilmesi değil, aynı zamanda ‘eksik’ gösterilmesinin de bu kapsamda değerlendirilmesidir. Davacının, dava açarken bilgisizlik veya yanılgı sebebiyle bazı kişileri davalı olarak göstermeyi ihmal etmiş olması mümkündür. Böyle bir durumda, pratik ve doğrudan bir yol olan tarafta iradi değişikliğe imkân tanınması gerekirken, davacıyı yeni bir dava açmaya ve ardından bu davanın mevcut dava ile birleştirilmesini talep etmeye zorlamak, yargılama hukukunun temel ilkelerinden biri olan tasarruf ilkesi (HMK m.24) ve usul ekonomisi ilkesine (HMK m.30) açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Ülkemizde yargılamaların zaten katlanılamayacak derecede uzun sürdüğü gözetildiğinde, Yargıtay’ın mevcut içtihadını gözden geçirerek taraf katılması şeklindeki tarafta iradi değişikliğe izin vermesi kanımızca zorunluluk arz etmektedir.
Dr. Cenk Akil
Dr. Süleyman Topak
----------
[1] Yarg. 1. HD, 15.05.2025, 2025/780 E., 2025/2578 K.
[2] Yarg. 10. HD, 05.05.2025, 2024/15147 E., 2025/7407 K.
[3] Yarg. 1. HD, 10.06.2025, 2025/2155 E., 2025/2870 K.
[4] Esasen bu durum doktrinde de uzun zaman önce dile getirilmiştir. Bkz. Hülya Taş Korkmaz, Medenî Usul Hukukunda İradi Taraf Değişikliği, Ankara 2014, s. 303 vd., 339 vd.; Hülya Taş Korkmaz, “Davacı Tarafta İradi Taraf Değişikliği Yapılması ve Bu Konuya Yargıtay’ın Bakış Açısının Değerlendirilmesi”, Fasikül, Mart 2018, s. 117 vd.