1. Sahtecilik ve dolandırıcılık suçlarının tümünün asliye ceza mahkemelerinin görev alanına; bunun yanında cebir-şiddet ve tehdide dayalı olmayan suç örgütünün amaç suçlarından olan sahtecilik ve dolandırıcılık davalarının da asliye ceza mahkemesinin görevine dahil edileceği söylenmektedir. Cebir-şiddet ve tehdide dayalı suç örgütü davaları TMK m.10 ile görevli ağır ceza mahkemelerinin yetki alanında kalmaktadır. Kanaatimizce; karmaşık, eylem, sanık ve müşteki sayısı itibariyle kalabalık suç örgütü davalarının (cebir-şiddet ve tehdide dayalı olmayan), özellikle amaç suçlar yönünden toplu mahkeme olan ağır ceza mahkemelerinde görülmesinde yarar olacağını düşünmekteyim.

2. Sulh ve asliye ceza mahkemelerinin birleşip sorgu hakimliği adı ile, TMK m.10 kapsamında görevlendirilen ve adı “özgürlük hakimi” olarak bilinen sisteme benzer bir hakimlik sistemi oluşturulması düşünülmektedir. Sorgu hakimliğinin, soruşturma aşamasına ilişkin koruma tedbirleri konusunda yetkili kılınacağını düşünüyorum. Bu yetki alanının genişletilmesi isabetli olur. Sadece soruşturma değil, kovuşturma aşaması ile ilgili koruma tedbirlerinin sorgu hakimlerince değerlendirilmesi, hatta bu hakimlerin delillerin hukuka uygun toplanıp toplanmadığı ve iddianamenin kabulü ile ilgili aşamalarda da yetkili kabul edilmesinin isabetli olacağını kanaatini taşımaktayım.

3. Asliye ticaret mahkemelerinin tekrar heyet usulüne geçeceği söylenmektedir. Daha önce heyetli olan asliye ticaret mahkemelerinin, kısa bir zaman sonrasında tekrar toplu hale dönüştürülmesi fikrine katılmamaktayım. Bir düşünceye göre, heyetli asliye ticaret mahkemelerinde vergi mahkemelerinde öngörülen usul, yani değere göre bir hakim veya heyet usulünün uygulanacağını söylenmektedir. Kanaatimizce asliye ticaret mahkemelerinin en önemli sorunu (ki bu sorun Türk yargısında yaygındır), heyet olup olmaması değil, iş yükü veya meselenin özel bilgiyi gerektirmesi sebebiyle her dosya için bilirkişiden görüş alınmasıdır. Her dava için bilirkişiye gidilmesi meselesini bir kenara bırakacak olursak, asıl sorunun bilirkişilerin nitelik ve tarafsızlığının sağlanıp korunmasının olduğu görülecektir. İş yoğunluğu ve bilirkişi raporlarının mahkeme için bağlayıcı olmadığı tespiti de, bu sorunun cevabı ve çözümü olmaktan uzaktır.

4. Hakim ve savcı yaşının 30 olarak kabul edilecek olması, yargı mesleğinin belli bir birikimi ve tecrübeyi gerektirmesi sebebiyle isabetli olabilir. Adli hizmet uzmanı adı ile hukukçuların adliyelerde bulunması, hakim ve savcılara yardımcı olması, sonrasında hakim ve savcılık mesleğine geçiş yapabilmesi (belirli nitelikleri kazanarak ve liyakat usulüne bağlı kalarak) isabetli olacaktır.

5. Hakim ve savcıların özlük haklarının iyileştirilmesi, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığını koruyup destekleyecek tüm düzenlemelerin ve iyileştirilmesinin yapılması gerektiği tartışmasızdır.

6. Tüm bunların yanında; yargının süratlendirilmesi, kanunların sürekli değişmemesi, suç ve ceza siyasetinin benimsenip buna istikrar kazandırılması, yargı kararlarının infaz edileceğine dair inancın topluma yaygınlaştırılması, af ve benzeri düzenlemeler içeren kanunların çıkarılmaması, yargının siyasete alet edilmemesi, hakim ve savcılar yönünden yüksek kurulların siyasi etkiden tümü ile uzaklaştırılması, yüksek kurulların hakim ve savcılar tarafından seçilmesi, meslekte ilerlemenin liyakat usulüne bağlanması, yer tayinlerinin “görülen lüzum” veya “hizmet gereği” gibi soyut gerekçelerle yapılmaması, bu kararlar dahil, Yüksek Kurulun tüm kararlarının yargı denetimine açılması çalışmalarının yapılması şarttır. Bu çalışmalar, parçalar halinde yapılmamalı ve birbirinden kopuk olmamalıdır. Aksi halde, bunlardan yarar elde edilemez. Yine ve ısrarla adli kolluğun kurulmasının ve adli tıbbın geliştirilmesinin şart olduğunu ifade etmek isteriz.

7. Kanaatimizce, ceza yargısında bir başka sorun da iddianamenin iadesi müessesesidir. Bu konuda, gerek savcılar ve gerekse hakimler kendi yönleri ile haklılıklarını ortaya koymaya çalışmaktadırlar. Savcılar, CMK m.170 ve 174’de öngörülen sınırlı sebeplerin dışında iddianamelerin iade edildiğini, hatta iadelerde ihsas-ı rey içeren ifadeler olduğunu söylerken; hakimler de, mahkemenin delil toplama yeri değil, soruşturma ve en geç duruşma başlangıcında toplanan deliller ışığında iddia ve savunmaların değerlendirildiği bir yargılama yeri olduğunu belirtmektedirler. Bilindiği üzere, iddianamenin incelenmesi ve iadesi aşamasına avukatlar katılamamaktadır. Mesele, iddianameyi düzenleyen savcı ile mahkeme arasında ve iddianamenin iadesine itiraz edilmesi halinde de itiraz mercii arasında geçmektedir. Bu konuda tartışmalar uzayıp gitmektedir.

Kanaatimizce, sadece CMK m.170 ve 174’de gösterilen sınırlı sebeplerin varlığı halinde iddianamenin iadesi mümkün olabilir. İddianamede yer alması gereken şekil unsurlarını bir kenara bırakırsak, iddianamede suçun delillerinin gösterilmesi, eylem veya eylemler ile delillerin ilişkilendirilmesi yeterlidir. Bunun dışında savcı, CMK m.207 saklı kalmak kaydıyla mahkemeden delil toplanmasını isteyemeyeceği gibi mahkeme de, iddianame üzerinde yaptığı incelemede, suça konu eylemle ilişkilendirilen delil dışında delil toplanmasını, CMK m.174/1-b dışında istememelidir.

Esas itibariyle, iddianame iadesinin savcı ve hakim arasında bir çekişmeye sahne olmaması gerekir.  Savcı da, avukat da; hakim veya mahkemeye sunacağı talepleri gerekçeli şekilde ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nda gösterilen usul ve şekil kurallarına uygun yapmalıdır. Mahkeme de, iddianame iadesini gerekçeli, yani CMK m.170 ve 174’e hangi sebeplere dayandırmak suretiyle iddianameyi iade ettiğini açıklamalıdır. Türk yargısı, itham sisteminin özüne uygun yargılamalar yapmalıdır. Buna göre mahkemeler, delil toplama yeri değil, delil değerlendirme, tez ve antitezden sentez yapmak suretiyle sonuca, yani maddi hakikate ve adalete ulaşma yeri olarak görülmelidir.

Netice itibariyle; savcıların iddianame iadelerini keyfi görmesi ve mahkemelerin de CMK m.170 ve 174 kapsamında iadesi gereken iddianameyi iade etmekten kaçınmaması ve iddianame iadesi sorununun çekişmeye dönüştürülmeden çözülmesi isabetli olacaktır. Çünkü esas olan, yargılamanın süratlenmesidir. Bu sürat; yapılan iyi soruşturma, hazırlanan iyi iddianame sonrasında iddia, savunma ve delilleri en kısa sürede değerlendirip sonuca ulaşan yargılamalarla sağlanabilir.



(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan Şen tarafından www. hukukihaber. net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)