"Dünyayı ben mi kurtaracağım?" mantığına hukuki bir eleştiri olsun bu yazı.

Şöyle anlatayım:

"12 Öfkeli Adam" diye bir tiyatro oyunu var. Bilen bilir. Kült bir oyundur. Yazarı Reginald Rose. Sonradan filmi de yapılmış, o da külttür. 1957 ABD yapımı. 

Biri ne zaman “Aman yahu Dünyayı biz mi kurtaracağız?” dese o oyun gelir aklıma. İstanbul Şehir  Tiyatroları’nda oynuyordu bu yıl. Nisan ortasıydı sanırım gittiğimde. Önümüzdeki sezon yahut başka bir sezon oynarsa mutlaka gidiniz. Olmadı filmini izleyin. Ben oyundan “film” olarak bahsedeyim şimdilik, daha kolay ulaşılabilir olduğu için. Olay şöyle:

Filmin tamamı bir jüri odasında geçiyor. Biliyorsunuz Amerika’da jüri sistemi var. Biraz detaylı bir sistem fakat ben kabaca özetleyeyim; Amerika’da ceza davalarında eğer 6 aydan fazla ceza gerektiren bir davanız varsa jürili duruşma talep edebiliyorsunuz. Önemli suçlar için jüri sayısı genelde 12. Jüri üyeleri, herhangi bir kıstas gözetilmeksizin halkın her kesiminden kişiler olarak seçiliyor. Yargıç duruşmayı yöneten kişi. Sanık, tanık herkes dinleniyor, delil namına ne var ne yoksa ortaya konuyor, sonra jüriden, sanık hakkında bir karar vermesi isteniyor, suçlu yahut suçsuz diye. Kimi zaman oybirliği aranıyor, bazı durumlarda ise çoğunluk yeterli.

Olayımızda jüri 12 kişiden oluşuyor ve karar için oybirliği gerekiyor. Yani 12 kişiden biri dahi farklı bir kanaatte ise, yeniden yargılama yapılacak. Dava bir cinayet davası. Sanık 19 yaşında(yanlış hatırlamıyorsam) bir genç. Babasını öldürmekle suçlanıyor. Filmi anlatacak değilim. Hoş, aslında bu film bir sonuç filmi değil, süreç filmi. Yani burada önem arz eden; olayların gidişatı, başlangıçtaki durumun “nasıl” değiştiği ve neticede “nasıl” tam tersine döndüğü. Zira olayın başında, 12 jüri üyesinden 11’i sanığın suçlu olduğunu düşünürken ve bu durumdan son derece eminlerken, 1 kişinin sanığın suçsuz “olabileceğini” düşünmesiyle başlıyor her şey. Oylama esnasında o bir tek üye aksi kanaatte oy kullandığında, diğer 11 üyenin şaşkın öfkesiyle karşı karşıya kalıyor. Nitekim tüm deliller de sanığın son derece aleyhine. Fakat o bir kişinin inançlı azmi diğer 11 kişinin düşüncesini değiştirmeye yetiyor. Hem de çok çok enteresan ve incelikli bir şekilde. 

Bu kısmı size bırakıyorum ve anlatmak istediğim konuya dönüyorum.

Bu oyun -ya da film her neyse- izlendiğinde genelde çıkarılan ilk sonuç, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı. Bence yanlış bir sonuç değil fakat yetersiz bir sonuç. Diyorum ya, film sonuç değil süreç filmi. İşte bu noktada bence asıl önemli olan o sonucun “nasıl?” elde dildiği. Yani kişilerin dünyaya, olaylara bakış açısı. Bahsi geçen filmde o bir tek kişinin en büyük özelliği; olaylara her açıdan bakabilme, sıradan ve olağan mantığın tam tersi şekilde irdeleyebilme özelliği. Ve tabi ki farklı bir nokta gördüğünde, o farklı ihtimale dört elle ve inatla sarılabilme cesareti. 

Hepimiz içten içe biliyoruz ki; “farklı olan” aynı zamanda korkutucudur. Farklı olan her şeye/herkese insanlar temkinli yaklaşır. Farklı olan, dışlanmaya ve reddedilmeye müsaittir. Bu oyunda da öyle; o bir tek adam ilk etapta fazlasıyla dışlanıyor, alay ediliyor, bastırılmaya çalışılıyor. Bu noktada adamın görmüş olduğu o ihtimalin diğerleri tarafından da tartışılabilir ve sonrasında kabul edilir olmasının tek bir yolu var: Cesaretle inandığı fikri savunması, açıklaması ve yılmaması.

Sanırım insanımızda bu eksik: Cesaretle inanma, savunma ve yılmama. 

Hani bizde, birini savunduğumuzda çocukluk yıllarından gelen bir “Avukatı mısın?” tavrı vardır ya, galiba artık o da yok. Geçtiğimiz günlerde, yazmış olduğum bir şey üzerine bir arkadaşımdan mesaj geldi: “Bu kadar muhalif olma, başın ağrır, git temiz temiz evinle ailenle müvekkillerinle ilgilen başına iş açacaksın” diyor. Güldüm tabi. İyiniyetinden diyor, biliyorum ama olmaz. Dedim ben de, sesimizi çıkarmadığımız için geliyor başımıza ne geliyorsa, hadi onu geçtim, benim işim bu zaten!, diye. 

Avukat muhalif olmak durumundadır. Burada muhalif olmaktan kastım, siyasi değildir, yanlış anlaşılmasın. Eleştirel bakış açısına sahip olma ve düşündüğünü dile getirebilmedir. Enine boyuna farklı açılardan görebilme, irdeleyebilmedir. Yargının halkı temsil eden ayağıdır savunma. 

Fakat elbette ve özellikle bu durum “yönetilenler” için de geçerlidir. Çünkü iktidar elindeki gücü korumak adına meşru/meşru olmayan her türlü yola başvurur. Burada muhalif olmak bir tepkiden ziyade gerekliliktir. Ancak bu şekilde gerçek anlamda demokrasiden, hak ve adaletten bahsedilebilir. 

Bu sebeplerle, kendi gücümüzü küçümsememiz, yalnız olduğumuz fikriyle mücadeleden kaçınmamız kendimize ve insanlığa yaptığımız en büyük haksızlık olacaktır. Bir yerde bir haksızlık gördüğümüzde ve cesurca bunu dile getirip harekete geçtiğimizde, bir bakmışız bizim gibi düşünen ve belki bu düşünce için bambaşka bir yerde mücadele eden bir diğeriyle bir araya gelmişiz, yüzler binler olmuşuz..

Tarihte hak, adalet, özgürlük ve eşitlik uğruna verilen en büyük mücadeleler hep bu şekilde kazanıldı. İnançla ve cesaretle. “Azıcık aşım ağrısız başım” yahut “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” zihniyet aydınlığın ve ilerlemenin önünü tıkayan en asaletsiz zihniyettir.

Unutmayalım ki; dünya tek başına kurtarılmaz belki ama çokluğa giden yolun önünü bir tek kişi açabilir.

(Bu köşe yazısı, sayın Av. Tuba TORUN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)