Önceki iki yazımda meşruluk kavramı açısından hukukun ışığında yaptığım hasar saptamasına göre, 1982 Anayasası’nın gerek biçimsel, gerek maddi açıdan meşru olmadığı, sanıyorum, çarpıcı biçimde ortaya çıkmıştır.

Hiç kimse meşru olmayan bir anayasa ile yönetilmeye katlanamaz; katlanmamalı da.

1999-2000 adli yılı açış konuşmamda ulaştığım bu sonucun düzeltilmesi gerektiğini de şöyle vurgulamıştım: “Türkiye; hukuk devleti değil, hukukun üstünlüğü temeline oturan, evrensel ilkelerin tezgâhında yerel ipliklerle dokunan, ortak paydası insan hak ve özgürlükleri olan bir anayasayla üçüncü bine girmeyi hak etmiştir.”

Ama bu özlem gerçekleşmedi.

Üçüncü bine 1982 Anayasa’sıyla girdik.

Bu Anayasa’yla yönetilmek bir yurttaş olarak bana acı veriyor.

Binlerce hukukçudan biri olarak utanç veriyor.

İnsan olarak hem acı, hem de utanç veriyor.

Ne var ki, o konuşmamda bağrıma taş basarak hukukun bu konudaki söylediklerini de anımsatmıştım.

O da şuydu: “Bu Anayasa, yokluk (inexistence, inesistenza) yaptırımıyla değil, hiçlikle (butlan, nullité, nullità) sakattı. Eğer yoklukla sakat olsaydı hiç kimseyi bağlamazdı. Hiçbir hukuksal sonuç doğurmazdı. Onu dinlememek, ona uymamak hukuka aykırı olmak şöyle dursun, hukuka omuz vermek olurdu.

Ancak bu Anayasa sadece hiçlikle sakattı. Hakkında yalnızca hiçlik yaptırımı uygulanabilirdi. O nedenle, istersek de istemesek de, kaldırılıncaya dek 1982 Anayasa’sı hepimizi bağlardı.

Konuşmamda buna da değinmiştim: “Anayasa’yı eleştirmek başka şeydir, ona uymak başka şeydir. Yeni bir anayasayla yürürlükten kalkıncaya dek hiçlikle sakat olan bu Anayasa’ya uymak, yasal bir yurttaşlık görevidir. Öte yandan onun meşruluğunu tartışmak, kamuoyunu uyarmak ve halka doğruları söylemek de, her hukukçunun ahlaki bir ödevidir.”

“Ben hem görevimi, hem de ödevimi yerine getirmeyi sürdüreceğim.”

Hiçlik ve yokluk kavramları arasındaki ayrımı bilmeyenler, konuyu anlamaya çalışacak yerde, o dönemde görüşlerime bilinçsizce, bana da insafsızca saldırdılar.

Neler demediler ki?

Bilimsel açıdan beni geliştirmek, beslemek şöyle dursun, çoğu ipe sapa gelmez şeylerdi.

Ama bilimin önünde gülünç duruma düştüler.

Bu görevim, bu ödevim elbette bugün de sürüyor.

Bunların gereklerini yerine getirirken kimilerinin eleştirilerini de bekliyordum.

Ama beni; bilim unvanı taşıyanların şeytan taşlayan birine benzetmelerini, kimi yazarların da insandan umudunu keserek uzlaşmayı bir düş olarak görüp belli bir ideolojinin mengenesine sıkışmış biri olarak görmelerini, belli bir sınıfa sokmalarını doğrusu beklemiyordum.

Çünkü bunlar, bir eleştiri değil, düpedüz saldırıdır, acıtmadır.

Zira yazarın düşünce namusuna teslim edilen kalem; artık bir oka dönüşmüş, ucundan kan damlamaktadır.

Açıkça vurgulamak isterim ki, bütün bunlar, “insan” kavramı ve “insanın vicdanına inanç ilkesi” adına beni çok utandırdı.

Ama ben onlardan bile hiçbir zaman umudumu kesmedim, kesmiyorum.

İnsan tükenmez ki umudumu keseyim.

Elbette zaman zaman kısa erimde hukukun da yitirdiği olur.

Uzun erimde ise ne yitirir ne de tükenir, hukuk.

 Değişmeyen sonuç şudur: Eğer hukuki akıl ve bellek, siyasetten ve sıradan zihinsel kalıplardan bağımsız değilse; siyaset hukukun buyruğuna girecek yerde, hukuk siyasetin boyunduruğuna girmişse, yapılan her düzenleme, ya eksiktir ya yanlıştır ya çarpıktır ya da “olması gereken hukuk”a aykırıdır yahut da hepsidir.

Üzülerek belirteyim ki, ülkemizde sürgit yaşanan budur.

İnsan davranışlarını binlerce yıl süren deneyimlerden ve binlerce beyinsel hücrelerden süzerek, evrensel -küresel değil- vicdanda damıtarak, zaman kavramını yenerek ve aşarak bugünlere gelen, küresel kavram ve ilkelerin kuşatması altında biçimlenen hukuk, sıradanlıkların gereci, aracı olamaz. Olmamalı.

Olursa, geçici bir mutluluk, zenginlik yaşarsınız. Ama böyle bir hukuk bir süre sonra ilkin onu gereç, araç yapanları ezer geçer. Karun’ların (Kroisos, Krezüs, [MÖ ]) sesleri, “Solooon! Ah Solon!” diye yükselmeye başlar.

YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ. Star