1968’de Paris’te başlayan öğrenci direnişi kısa sürede bütün dünyaya sıçramıştı.

Elbette Türkiye’ye de.

Daha sonra yaşanan dehşet yılları!

12 Mart 1971’de anayasal düzeni yasa dışı yıkma girişimi, yakalanan ve sıkıyönetim mahkemelerince yargılanan gençlerin öyküsü, üç gencin ölüm cezasına hüküm giymesi, cezaların TBMM’nce onaylanması ve 6 Mayıs 1972’de ölüm cezalarının yerine getirilmesi.

Aklın, sağduyunun tutulduğu yıllar!

1990’da ölen “Yeni Toplumsal Savunma Akımı”nın kurucusu, ünlü cezacı Marc Ancel, Batı hukukunu benimsemiş olan Türkiye’de neler olup bittiğini öğrenmek istiyordu.

Portekiz’de ölüm cezası en son 1849’da yerine getirilmişti. 1867’de de bütünüyle kaldırılmıştı. Acımasız buyurgan Franco bile bu cezayı hiç uygula(t)mamıştı.

Portekiz’de ölüm cezasının kaldırılmasının yüzüncü yılı, birkaç yıl önce uluslar arası bir toplantı yapılarak kutlanmış, bütün dünyaya devletin tasarlayarak cinayet işlemesi anlamına gelen bu canavarca ilkel cezayı kaldırması çağrısında bulunulmuştu.

Ancel de bu toplantıya katılmış, bir bildiri sunmuştu.

O bildiri dâhil, bu konuda yazdıklarını ulaştırmıştı bana ve soruyordu: “Demokratik,

Batı hukukunu benimsemiş Türkiye’de neler oluyor?”

   Ölüm cezasının kaldırılmasını öneren iki ayrı yazı kaleme aldım.

Milliyet gazetesi birini hemen yayımladı

(2 Nisan 1971). Rahmetli İsmail Cem, o sırada Milliyet’te yazıyordu. Bu yazıdan alıntılar yaptı, ertesi gün.

Gazete, ikinci yazıyı yayımlamadı.

Daha doğrusu yayımlayamadı. Çünkü sıkıyönetim komutanı, bu türden bir yazı çıktığı takdirde gazeteyi kapatacağı uyarısında bulunmuştu.

İlk yazıdan sonra ölüm cezasıyla yargılanan çocukların annelerinden gelen mektupları içim parçalanarak okumuştum.

Ve beni yurda ihanet etmekle suçlayanları da üzülerek izlemiştim.

Bu arada Prof. Jean Imbert’in “Ölüm Cezası” (La Peine de Mort) kitabının sonuç bölümünü çevirmiş ve yayımlanmak üzere Adalet Bakanlığının çıkardığı “Adalet Dergisi”ne yollamıştım.

Yazar, savaş dönemi dışında ölüm cezasının kaldırılmasını savunuyordu.

Bakanlık kitabın yeni yayımlanmış olduğunu gözeterek ve haklı olarak, yazarından izin alındığı takdirde yazının yayımlanacağını bildirmişti, bana.

Yazarın Paris’teki adresine mektup yazarak izin istedim.

Yazar, Kamerun Üniversitesine Rektör olmuştu.

Kitabının bir bölümünün Türkiye’de yayımlanmasından ve yayımlandığında dergiden bir nüshasının kitaplığında bulunmasından mutlu olacağını birkaç gün gibi kısa sürede bana bildirmişti.

İzin alınmıştı.

Yazının yayımlanmasında artık hiçbir engel bulunmuyordu.

Ama kimsenin kestiremeyeceği bir engel vardı, aslında.

Dönemin bilim unvanlı Adalet Bakanı Prof. Dr. Suat Bilge.

Sıkıyönetim dönemiydi.

Rahmetli Prof. Dr. Erim’in kurduğu hükümet iş başındaydı.

Aradan aylar geçiyor, çeviri derginin çıkan nüshalarında bir türlü yer almıyordu.

Soruyordum, nedenini.

Bakanlıkta görev yapan en yakın arkadaşlarımdan hiçbiri en ufak bir ipucu vermiyordu.

Yazara karşı mahcup olmuştum.

Bunları belirterek yazının yayımlanmasındaki gecikme nedenini öğrenmek için yazdığım dilekçeye de yanıt gelmiyordu.

Adalet Dergisi Ankara kapalı Cezaevi matbaasında basılıyordu.

Bir gün bu cezaevinde mümessil olan arkadaşımla karşılaştım, yolda.

“Senin yaptığın çeviri yüzünden hepimizin başı derde girdi” diye başladı, söze.

Aslında çeviri, dergide yayımlanmış; derginin bir nüshası, alışıldığı üzere ilk önce Bakana sunulmuştu.

Ölüm cezasının kaldırılmasını savunan çeviriyi okur okumaz kıyameti koparmıştı, Adalet Bakanı.

Nasıl olurdu da böyle bir dönemde bu tür bir yazı Bakanlığın dergisinde yayımlanabilirdi?

Müsteşardan, yardımcılarından, genel müdürlerden başlamış, cezaevi mümessiline kadar her görevliyi bir güzel azarlamıştı, Bakan Profesör Suat Bilge.

Bu öfkeyle basılan dört bin tane dergiden bir tanesi bile hiç kimseye verilmeden, yok edilmek ve hamur olarak kullanılmak üzere, SEKA’ya yollanmıştı.

Bunu öğrenir öğrenmez yazıyı bir başka dergide yayımlattım ve, gecikerek, utanarak da olsa, yazarına bir nüsha yollayabildim.

Şimdi, kendi kendime düşünüyorum.

YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ. Star