Geçen hafta kaldığım yerden sürdürüyorum, yazımı.

Acaba 1982 Anayasasının maddi meşruluk açısından durumu neydi?

Bu da apaçıktı, hukuk açısından.

Bilindiği üzere anayasalar, örgütlenmiş siyasal birim olan devletin gücünü sınırlayan, bireyin hak ve özgürlük alanlarıyla bunların çiğnenmelerine karşı denetim yollarını belirleyen, iktidarın tek elde toplanmasını önleyerek çoğulculuğu benimseyen, çok iktidar ilişkisinde dengeleri sağlayan, her türlü hukuk dışılığı engelleyen belgelerdir.

1982 Anayasası tersini yapmış, devlet gücünü sınırlayacak yerde hak ve özgürlükleri sınırlamış ve bunları birer ayrık anlayışıyla düzenlemiş, halka güvensizliği ruhuna içselleştirmiş, yargı birliğini ve bağımsızlığını örselemiş, demokrasi rejimini amaçlamamış, sadece sıkı düzen bir yönetim biçimiyle kendisini sınırlamıştır. 1961’in insan hak ve özgürlüklerine “dayanan” devleti (md. 2) gitmiş, hak ve özgürlüklere lütfen “saygılı” (md. 2) “kutsal devlet”i gelmiştir.

Nitekim bu kutsal devlet, ancak 23.07.1995’e dek dayanabilmiştir.

Devlet ve değerleri her ülkede elbette korunur. Korunmalıdır da. Ama “devlet” kutsallaştırılırsa ilişilemez (tabu) olur çıkar. Çünkü kutsallara dokunulamaz.

Görünen o ki, son amaç, erek (telos) ve varlıkbilim (ontologie) açılarından (Karl Loewenstein ve Giovanni Sartori’nin anayasaları sınıflamalarına göre) 1982 Anayasası, siyasal iktidarın başına buyrukluğunu önleyici, insanların hak ve özgürlüklerinin özünü kollayıcı olmadığından normatif ve güvenceci bir anayasa değildir. Diyanet İşleri Başkanlığının konumuna dek devletin örgütlenmesini ayrıntılarıyla düzenleyip devleti korumayı amaçladığından, toplum dinamikleriyle bütünleşemediğinden, kurallar ile ayrıklar yer değiştirdiğinden ve dolayıyla hak ve özgürlükleri ayrık olarak algıladığından; bunları adı var kendi yok ölü bir metne dönüştürdüğünden, görünüşte, adı anayasa olan bir metindir.

O halde bu Anayasa, bir benzetme yapmak gerekirse, maskeli balolarda giyilen bir maske gibidir. Çünkü bu Anayasanın günlük yaşam ve hukukla hiçbir ilgisi yoktur. “Anayasaya göre halk ve birey devlet içindir, devlet halk ve birey için değildir.”

1999’da bu türden durumları çarpıcı örneklerle sergilemeye çalışmıştım: “Belçika’nın getirdiği yasaktan (1831 Anayasası md. 24; 1994 Anayasası md. 31) 151 yıl sonra, 1982 Anayasası, devleti koruma kaygısıyla, memur yargılaması için izin sistemini getirmiştir (md. 129/son).

Kısaca baskı yasaları üretmeye kodlanmış bir metindir bu. Anayasa laiklikten söz etmiştir, ama zorunlu din derslerini getirerek laikliğin canına okumuştur. Çünkü bu düzenleme özünde laiklik karşıtıdır.”

Bu satırlardan da anlaşılacağı üzere bugün Türkiye’de Anayasa diye adlandırılan bir metin vardır. Ama gerçekte bir anayasa yoktur. Devlet de anayasal niteliklere sahip bir devlet değildir.

Bu nedenlerle “Taşıdığı bu yapım (imalat) yanlışları yüzünden derin siyasal ve toplumsal bunalımlar üreten, toplum dokusunu yırtan” (Çağlar) bu Anayasanın arkasında, artık onu kotaranlar bile duramıyorlar.

Duramazlardı, zaten.

Öyleyse “demokrasiye vurgun Türk çocukları” niye dursunlar ki?”

Konuşmamı şöyle sürdürmüştüm:

“Çağımızın en büyük matematikçilerinden biri Kurt Gödel’dir. Gödel, Nazilerden kaçarak Amerika’ya sığınır. Sürekli uzatılan çalışma izinleriyle üniversitede görevini sürdürür. ABD yurttaşlığına geçmesi gündeme geldiğinde, ABD Anayasasını okur ve sarsılır. Zira Gödel’e göre bu Anayasa diktatörlüğü önleyecek silahlardan yoksundur. Her an bir Hitler yaratabilir. Bu yüzden Gödel, ABD yurttaşlığını reddetmeyi düşünür. Onu zorla inandırırlar, yurttaşlık konusunda.



YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ. Star