Başlık çok iddialı, hatta magazinsel görünüyor olabilir. Özellikle “şov” ve “adalet” kelimelerinin aynı cümle içinde geçiyor olması bile oldukça ürkütücü ve rahatsız edici. Fakat, makalenin meramını daha iyi ve daha etkili anlatacak bir cümle bulmak çok güç. Sadece şu kadarını belirtmek isterim ki, “şov” kelimesini geniş anlamda kullanıyorum; bir gösteriyi ya da ihtişamı değil; bir his dünyası oluşturmayı kastediyorum.
Yapılan her işin tanıtıma muhtaç olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Günümüzde, çok kısa sürede çok büyük kitlelerin fikirlerini etkilemek mümkün. Bunu mümkün hale getiren ve meşruiyetini sağlayan nedenler, ayrı bir tartışma konusu; ancak içinde bulunduğumuz şartlar altında herkes buna ayak uydurmak zorunda. Her nedense, hukuk camiası bu zorunluluğu henüz idrak edebilmiş değil. Daha da kötüsü, hukuk camiası bu zorunluluktan muaf olduğu yanılgısı içinde. Oysa, tıpkı diğer alanlarda olduğu gibi hukuk ve adalet hizmetleri de toplum için icra ediliyor, bu nedenle de tıpkı diğer branşlar için bir zorunluluk arz ettiği gibi adalet ve hukuk hizmetleri için de toplumsal bir itibara sahip olmak kaçınılmaz bir zorunluluk.
Hukuk camiasının içinde özellikle “yazılı yargılamanın esas olduğu” kabulüyle duruşmalarda konuşmak lüzumsuzluk, hatta saygısızlık olarak görülür. Bu nedenle, duruşmalar adeta karşılıklı olarak durup gelmek formuna bürünmüştür. Kendisi oldukça kısa süren bu karşılıklı duruşup gelme ritüelinin hatırı sayılır bir bekleme bölümü olmasa “duruşmaya girmeyi”, işten saymak bile tartışılır hale gelebilir. Kökeni anayasal haklara dayanan usul yasalarınca teminat alınıp kural haline getirilen tüm prosedürel tedbirlere rağmen duruşmaya katılan vatandaş, daha önce onlarca kez duruşmaya katılmış olsa bile, duruşmada ne olduğunu ve neye karar verildiğini anlayamaz. Avukatlar bile önlerindeki ekrandan jet hızıyla geçen cümleleri takip etmekte zorlanır ve ne olduğunu veya neye karar verildiğini anlamak için duruşma zaptını açıp okuma ihtiyacı hisseder. Kuşkusuz, en büyük hayal kırıklığını ilk kez duruşmaya katılanlar yaşar, hiçbir beklentilerine karşılık bulamadıkları gibi yaşananları anlamlandırma konusunda da uzun süre güçlük çekerler. Elbette, hukuk disiplini açısından asla karşılık bulamayacak beklentiler de söz konusudur. Fakat, vatandaşın bilinen beklentilerine yönelik bir izahın neden onlardan esirgendiği de bilinmez.
Hukuk camiası olarak, yazılı yargılama mazeretinin arkasına artık sığınamayacağımızı görmemiz gerekir. Zira, toplum duruşmada fragman şeklinde de olsa bir tartışma ve bir diyalektik görmek istiyor. Bunun daha önce dilekçede yazılmış olması, söylenmesine engel değil. Duruşmanın, karar duruşması olmaması da dilekçede yazılmış bir hususun dile getirilmesine engel değil. Bir fikrin yazılabiliyor olması sözlü şekilde ifade edilmesine engel değil.
Kuşkusuz, birçok konunun dört başı mamur bir teknik anlatımı ancak yazılı şekilde gerçekleştirilebilir. Ancak, önem arz eden argümanlar sözlü olarak ifade edilmedikçe tam olarak kavranamaz ve hakkıyla zihinsel muhakemeye tabi tutulamaz. Neticede çok önemli bir detay, sözlü beyanın vurgu ve tonlamalarıyla vücut bulmadıkça sonuca etki edemez. Hiçbir yazılı beyan, beyan sahibinin ruh halini ve samimiyetini sözel anlatım kadar yansıtamaz. Bu nedenle yargılama hukukuna hakim ilkelerden biri de “doğrudanlık ilkesi” olarak belirlenmiştir. Daha da önemlisi, bir kişi sözlü olarak ifade edemediği bir fikri asla tam anlamıyla içselleştiremez.
Adaletin ve hukukun da artık bir sahnesinin olması gerekir. Bu sahne ancak duruşmalarda sergilenecek sözlü yargılama bölümleri ile mümkündür. Hukuk camiası, sadece hukuki formlar sayesinde toplumda bir adalet hissi meydana getiremez. Bir duruşmaya başlarken vatandaşın aydınlatılması, tarafların ve özellikle tanıkların, saygın birer birey olarak muamele görmesi, avukatların müdahale edilmeksizin dinlenmesi gereken makul bir konuşma süresine sahip olması, bir fikir çarpışması yaşandığının duruşmaya katılan vatandaşlarca da anlaşılabilmesi, verilen kararın neden verildiğine dair kısa ve özlü bir açıklamanın hemen karar anında yapılması gibi adalet duygusunu tatmin edici unsurlar mutlaka düşünülmeli ve geliştirilmelidir. Geliştirilmeli ki, adalet hizmetlerinin ve yargı organlarının da toplumda bir karşılığı olabilsin. Toplumdaki bireylerin de anlayabileceği ve hissedebileceği bir hukuk diyalektiğinin sözel olarak gerçekleştirilmesi artık bir zorunluluktur. Bu kadar çok eleştirinin altından kalkılması ve tekrar itibar kazanılabilmesi ancak bu şekilde gerçekleşebilir.
Adaletin bir gösteri olmadığı, yazılı yargılamanın esas olduğu, vatandaşın hukukun teknik konularını anlayamayacağı gibi düşüncelerin günümüzde kabul görmesi mümkün değil. Kaldı ki, üniversite mezunu oranının geldiği seviye teknolojik ilerlemeler, bilgiye ulaşmanın kolaylığı ve artık her şeyden şüphe ediliyor olması karşısında klasik düşünce ve tavırları devam ettirmek anlamsızdır. Artık, hukuk camiası olarak bireylere ve nihayetinde topluma bir hizmet sunulduğumuzun farkına varmalı ve bu hizmetin onların nezdinde değer ve anlam kazanacağı yolları ve yöntemleri geliştirilmeliyiz.
Adaletin yaşaması; fark edilmesine ve hissedilmesine bağlıdır. Adalet duygusunu hissettirmeyen bir yargılama neticede son derece adil ve kurallara uygun bir karar vermiş olsa da noksandır. Maalesef, hukuk camiası olarak adalet bilincini geliştiremediğimiz ve adalet duygusunu yaşatamadığımız için, sosyal medya platformlarının ve sabah kuşağı programlarının korsan mahkemeye dönüşümünü hazin bir şekilde izliyoruz. Unutmayalım ki, uyuşmazlık yaşayan insanlar, sadece bir karar metnine ulaşmayı değil, davranışlarında gösterdikleri özenin bir haklılık olarak onaylanmasını arıyorlar. Bu arayış ve onaylanma ihtiyacı karşılanmadığı sürece adalet duygusunun yaşanması ve psikolojik bir tatmin dönüşmesi mümkün değil. Düşünelim ki, vücudumuzun bütün protein ve vitamin ihtiyacını karşılayan kuru bir ot yiyoruz, lezzet hissini yaşamamız mümkün olabilir mi! Peki, tüm protein ve vitamin ihtiyacımızı karşılıyor olsa bile hiçbir lezzet almadığımız bir yemeği yemek için yeterli motivasyonu kendimizde bulabilir miyiz?
Adalet duygusunu hissettirebilmenin en kısa ve kolay yolu, duruşmalarda davaların temel argümanlarının sözlü olarak ifade edilmesine imkan tanımaktır. Bunun için taraflara müdahalesiz konuşabilecekleri asgari bir sürenin tanınması isabetli bir yöntem olabilir. Sürenin ne kadar olacağına yönelik fikir alışverişi yapılmasında fayda vardır. Örneğin, hukuk davaları için “asgari beş dakika” tanınabilir ve taraflardan biri konuşmak istediğinde müdahalesiz beş dakika sözlü olarak kendisini ifade edebilir. Böylece tüm meslektaşların duruşmada kısa, özlü ve vurgulu hitabete yönelik becerilerini geliştirme gayretine girişmesinin de yolu açılır.
Mesleki tecrübelerim; sözel olarak ifade edilen ve vatandaşlarda yankısı görülen hukuk bilgilerinin, yazılı hukuk metinlerinden çok daha güçlü olduğunu bana bir çok vakada gösterdi. Kendisine daha önce defalarca kez “tacirin basiretli davranma yükümlülüğünü” anlattığım bir müvekkilim, katıldığı bir duruşmada hakim tarafından şöyle uyarıldı: “Sen bilmiyorum diyemezsin, Sen tacirsin, bileceksin, bilmiyorsan bileni bulacaksın”. Bu kısa sözlü ifadeler, müvekkil için adeta bir milat oldu. Öyle ki, kendisi katıldığımız sözleşme görüşmelerinin birçoğunda bu anısını anlatıyor ve “ben tacirin bilmek ya da bileni bulmak zorundayım” diyor. Görüldüğü üzere, daha önce defalarca kez anlatılmış ve ifade edilmiş bir konu müvekkilin zihninde yer etmezken, duruşmada geçen bir cümle onun için unutulmaz bir anıya dönüştü. Benzer bir olay, bir uyuşmazlığın anlaşma görüşmeleri esnasında karşı tarafın avukatı tarafından sarf edilen bir cümle ile de yaşamıştım. Arabuluculuk görüşmelerinde karşı taraf avukatı tarafından sarf edilen o cümle de müvekkil için unutulmaz bir anıya dönüştü ve benzer bir konun geçtiği her ortamda anlatıldı. Demek ki, onlarca sayfa dilekçenin yapamadığını vurgulu bir şekilde sarf edilen bir cümle yapabiliyor! Öyleyse, neden bu imkanı kullanacak yol ve yöntemleri geliştirip yargılama usulü ve uygulaması haline getirmiyoruz. İlla bir mühendis mi çıkıp tasarlamalı. Kendi alanımıza ait konuların üzerine düşünmek ve yöntemler geliştirmek, yazılımcılardan ve bilgisayar mühendislerinden ziyade biz hukukçulara düşmez mi? Eğer mühendisiler de bizim gibi sadece gerekli olanla iktifa etselerdi, bugün yaygın şekilde kullandığımız bilgisayar, cep telefonu ve otomobil teknolojilerinin ve uygulamalarının hiçbirine erişemezdik.
Çok sistemli ve tutarlı kurallarınız olabilir, çok iyi hukukçularınız olabilir, çok detaylı yazışma yöntemleriniz ve usulleriniz olabilir; ama yargılamada fikri bir muhakeme yaşandığını sergileyemezseniz; insanların iç dünyalarında bir adalet hissi uyandıramazsınız. Bu bağlamda şu gerçeği artık görmemiz gerekir; hukuk sisteminin ve yargılama usulünün de adalet duygusunun yaşanmasına ve gelişmesine imkan tanıyacak bir sahne performansına ihtiyacı var. Duruşma düzenin bu gerçekliğe uygun şekilde yeniden düşünülmesinde; sadece hukuk hizmeti alanların değil hukuk camiasının tüm mensuplarının da büyük bir menfaati var. Tüm bu tema ve çerçeve bağlamında düşünülecek olursa; adaletin de şova ihtiyacı var.