Genellik, bilginin en önemli özelliklerinden biridir. Belki de bir veriyi bilgi yapan öğe, genel olmasıdır. Çünkü, genel olmayan; sadece bir durum, bir kişi yahut bir vaka için geçerli olan bir önerme ya da yargı, sadece bir veriden ibarettir. Bilimlerin ve disiplinlerin temel hedeflerinden biri, konu edindikleri sahanın genel prensiplerini tespit etmektir. Bununla birlikte, insanlık tarihi boyunca genel prensiplere ulaşmak çok zor olmuştur. Bu nedenle, her branş için alanın temel ilkeleri çok kıymetlidir. Gerçekten; temel ilkeler, kısa ve öz biçimde birçok konuyu aydınlatan bir perspektif sunarlar. Bu ilkelerden bazıları, öylesine söyleyiş akıcılığına sahip veciz ifadeler ki, tadı söyleyenin damağında kalır. Hiç kuşkusuz bu ilkelerden biri de meşhur “Usul, esasa mukaddemdir” prensibidir.
Bu mühim prensip, esas ve şekil hukuku arasındaki farka işaret etmeyi gerektiriyor. Medeni Hukuk, tarafların karşılıklı hukuki durumunu tespit için birtakım kural ve hükümler içerir. Buna Alman terminolojisinden gelen bir deyimle “maddi hukuk” denilmektedir. Maddi hukuk kavramı, Türk hukuk edebiyatına son yarım asırlık dönemde dahil olmuştur. Uygulamada bir işin maddi hukuk cephesine, Fransız terminolojisinden alınmış bir deyimle “esas” denilmekte ve bu suretle, maddi hukuk kavramının usule göre ayrılığı belirtilmektedir. Söz gelimi, belirli bir sözleşme üzerinde taraflar anlaştıkları takdirde, karşılıklı olarak birbirlerinden neler isteyebileceklerini belirleyen ilkeler Borçlar hukukunda yer alan maddi hukuk kurallarıdır. Buna karşılık, maddi hukuka dayanan iddiaların ne yolda ileri sürüleceği ve ne suretle sonuçlandırılacağı Usul hukuku, başka bir deyişle şekil hukuku tarafından düzenlenmektedir. (İ. POSTACIOĞLU / S. ALTAY, Medeni Usul Hukuku Dersleri, İstanbul 2015, Vedat Kitapçılık, s.4-5).
Usûl esasa mukaddemdir ilkesi, şekil kurallarına riayet edilmesinin muamelelerin ayakta kalması ve geçerli olarak varlığını sürdürmesi bakımından ehemmiyetini vurgulamaktadır. (S. HELVACI/M. TOPUZ, Özdeyişlerle Hukukun Kadim İlkeleri, Ankara 2022, Seçkin Yayınları, s. 395).
Usûl ile şekil kuralları kastedilmektedir. Şekil kuralları, tarafların belli işlemleri belli şekilde ve belli süreler içinde yapmalarını gerektirir. Şekil kuralları, keyfiliği önlediği için adaletin ve özgürlüğün koruyucusu olan kurallardır. (H. PEKCANITEZ, Pekcanıtez Usul Medeni Usul Hukuku, 15.Bası, İstanbul 2017, s.34).
Bununla birlikte, usûl kuralları aşırı bir şekilcilik biçimde olmamalı; aksine çabuk, adil ve doğru karar verilmesine hizmet etmelidir. Çünkü şeklin amacı da doğru karar verilmesini sağlamaktır. (PEKCANITEZ, Pekcanıtez Usul, s.34).
Bir usûl kanunu, yargılamaya katılan kişilerin hak ve yükümlülüklerini tam olarak belirlemeli, bunun yanında özellikle usûli imkanların dürüstlük kurallarına aykırı biçimde kullanılmasını önlemelidir. Bu konuda koruyucu düzenlemeler getirilmelidir. Çünkü gerek hakim gerekse taraflar ve vekilleri insandır. Bu kişilerin yargılamada dürüstlük kuralına aykırı şekilde davranabileceklerini düşünülerek koruyucu hükümler getirilmelidir. Bu, yargıya güvenin korunması açısından da son derece önemlidir. (PEKCANITEZ, Pekcanıtez Usul, s.34).
Tüm yargılama hukuklarının amacı, maddi gerçeği tespittir. Kural olarak, adli gerçeğin maddi gerçeği yansıttığı kabul edilir veya en azından öyle olması gerekir. Bazen ceza yargılamasından maddi gerçeğin, medeni yargıda şekli gerçeğin arandığı söylenmektedir. Bu düşünce tamamen yanlıştır. Zira, yargılama hukuklarının tümünde temel amaç, dış alemde gerçekleşen maddi gerçeği bulmak ve o doğrultuda gerekli kararı vermek, adaleti sağlamaktır. (PEKCANITEZ, Pekcanıtez Usul, s.30).
Duguit’ye göre, yargı işlemi karakteristik özelliğini, objektif ya da subjektif hukuk alanında yapılan bir gözlemin zorunlu ve mantıki bir sonucu olarak beliren bir irade açılaması olmasına borçludur. Objektif hukuka yönelik bir ihlal olup olmadığı önce bir gözlem olarak saptanacak ve bu husus belirlendikten sonra, bu gözlemin zorunlu sonuçlarını hakim açıklamak zorunda kalacaktır. Haksız fiilin unsurlarının bir olayda toplandığını hakim saptadığında, bunun zorunlu sonucu olarak faili, zarar görenin zararını gidermeye mahkum edecektir. (POSTACIOĞLU / ALTAY, Usul, s. 21).
Şekil kurallarının, yargılama işlemi konusundaki önemi iki nedenden ileri geliyor: Öncelikle, özgürlüğün sınırlarına yönelik tecavüz iddiasının gerçekten haklı olup olmadığını sağlıklı bir biçimde belirleyebilmek için, insan zihni birtakım kurallara uymayı mantıki bir zorunluluğun gereği saymış, zaman içinde zihni faaliyetlerin ortaya koyduğu bu kuralları usûl hükümleri adı altında derleyip toplamıştır. Demek ki, birinci neden işin doğasından kaynaklanmaktadır. İkinci neden, yargı işleminin, bu işlemle ilgili kişileri tatmin etmesi zorunluluğu olup, bu husus, şekil kurallarına verilen önemi arttırmıştır. Yargı işlemi, çoğu kez bir tarafın haksızlığını beyan ile ona belirli yaptırımları uygulayacağına göre, bunun haklı olduğuna, yaptırıma muhatap olan kişiyi ve ayrıca maddi bakımdan da kamuoyunu inandırabilmelidir. Ancak şekil kurallarına tam olarak uyulmasıdır ki, bir hükmün gerçekten haklı olduğu inancının vicdanlarda yerleşmesini sağlar. (POSTACIOĞLU / ALTAY, Usul, s. 4).
Usul hukuku öğretisinin bu açıklamaları adeta usul esasa mukaddemdir ilkesinin şerhi gibidir. Bu ilkenin teorik altyapısında, belirli bir yöntem ve prosedüre uyulmaksızın makul ve adil kararlar ortaya koyulmasının mümkün olmadığı kabulü yatmaktadır. Uzun süreli gözlem ve deneyimlerin sonucu olan bu insanlık tecrübesinin doğru anlaşılması ve ondan yeterince yararlanılması gerekir. Bunun için de usul hukuku öğretisinin açıklamalarıyla ilkenin ele alınması ve uygulamaya yansıtılması gerekir. Bu noktada, bu ilkenin aslında mantıki bir zorunluluğu göstermeyi ve ilgililerin tatminini yani iknasını amaçladığı yeterince vurgulanmamıştır.
Mantıki zorunluluğun gösterilebilmesi, kararların gerekçeli olarak yazılmasına ve hükme yasal dayanaklarından hangi mantıki çıkarım yöntemiyle ulaşıldığının gösterilmesine bağlıdır. Birçok yaygın dava tipi, yasa metinlerinden o kadar kopmuştur ki, dayanak madde bazen dava dosyasında bir kez bile geçmez. Söz gelimi, muvazaa davalarının yasal dayanağı TBK m.19 hükmü olmasına rağmen, muvazaa davalarında bu maddenin adı bile geçmez. Oysa mantıki zorunluluğun gösterilebilmesi; mutlaka yasal dayanağın açıkça gösterilmesine, yasal dayanaktaki ibarenin belirtilmesine ve akıl yürütme işlemlerine tabi tutulmasına ihtiyaç duyar. Öyle ki, bazen adeta bir roman karakterinin zihninden geçenleri betimleyen bir yazar gibi kanundaki hükümden somut olaya dair yapılan çıkarımın mantıki muhakemesini silsile şeklinde gerekçeye yansıtmak gerekir. Bunun için basmakalıp ifadelerin yeterli olmadığı aşikardır. Doktrinde ya da yargı kararlarından doğrudan alıntılar yapılması gerekli ancak yetersizdir. Gerçekten mantıki zorunluluğu gösterebilmek, irdeleme yazınına ihtiyaç duymaktadır. Zira, mantıki zorunluluk hükmünün tahakkuk ettiği mahal yargıcın zihin dünyasıdır. Yargıç, hukuk kaynakları ile verdiği hükmün bağlantısını nasıl sağladığına dair zihni irdelemelerini kağıda dökmedikçe hakiki bir gerekçe ortaya konulamamış demektir.
İlgililerin tatmin edilmesi yani ikna edilmesi, yine usul kurallarının temel amaçlarından biridir. Zira, adaletin tahakkuk etmesi için ilgililerin hükmün mantıki bir zorunluluk arz ettiğini idrak etmeleri gerekir. İdrak etmek, beğenmek anlamına gelmiyor. Elbette, karar aleyhine çıkmış olan taraf kararı beğenmeyecektir. Ancak, eğer karara karşı dile getirebileceği bir itiraz argümanı kalmıyorsa ya da dile getirdiği argüman yine gerekçede yanıtı bulunan bir argümansa, adaletin tahakkukunda bir nakısa bulunmaz. Tam bu noktada, bazı hakimlerimizin çok güzel bir şekilde uyguladıkları kararın hemen ardından direk vatandaşı muhatap alarak birkaç cümle ile kararı açıklama yöntemi takdire şayandır. Gerçekten, hakimlerin birkaç cümle ile yaptıkları bu kısa açıklamalar belki de vatandaşın zihin dünyasında yargı imajını belirleyen unsurdur. Hiçbir açıklama yapılmaksızın özellikle verilen ara kararın okunmasına dahi ihtiyaç duyulmaksızın icra edilen duruşmalardan hemen sonra vatandaşın avukatına dönerek panikle “ne oldu şimdi” sorusunu yönelttiğine hepimiz defalarca kez şahit olmuşuzdur. Peki, usul kuralları keyfiliği önlemek ve hakları teminat altına almak için varsa, en azından vatandaşın duruşmada ne olduğunu anlama hakkını da güvence altına almış olması gerekmez mi? Tabi ki, vatandaşa hukuk dersi anlatılmasını kast etmiyorum, ancak kısacada vatandaşın ne karar verildiğine dair bilgilendirilmesi gerekmez mi?
Tüm bu konuları, düşünmekten ve konuşmaktan çok uzak bir noktada olduğumuzu hissediyor olabiliriz. Bununla birlikte, bu hissin hüküm sürmesinin nedeni bu konuları düşünmememiz ve konuşmamamız da olabilir. Belki de hocalarımızdan ve üstatlarımızdan sürekli duyduğumuz usul esas mukaddemdir ilkesini sadece havalı bir şekilde ve büyük bir özgüvenle sosyal ortamlarda dile getirmek yeterli değildir. Belki, tıpkı bu ilkeleri geliştirenlerin yaptığı gibi üzerine derinlemesine düşünmek ve uygulamaya yansıtılmasına yönelik yoğun şekilde gayret göstermek gerekiyordur. Eğer böyleyse, usul esasa mukaddemdir ilkesi bir adım daha ileri götürebilir ve ikna usule mukaddemdir ilkesinin gelişmesi için çaba sarf edebiliriz.