“Devletin vergilendirme gücü, yurttaşı yok etme gücü olmamalıdır” Oliver Wendell Holmes

Büyük Özgürlük Fermanı olarak bilinen, İngiliz Kralı John, Papa Innocent ve baronlar arasında 1215 yılında imzalanan Magna Carta Libertatum’un, sadece İngiltere’de değil, dünya siyasi ve hukuki tarihinde de önemli etkileri olmuştur. Bu bağlamda, anılan belge sadece kralın yetkilerini kısıtlayarak anayasacılığa giden yolun taşlarını döşememiş, kralın kanunlara uygun davranması, hukukun kralın arzu ve isteklerinden daha üstün olduğunu kabul etmesi sonucunu doğurmuştur.

Nitekim Magna Carta’nın en önemli hükümlerinden birisi olan ve ‘Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır’ diyen 39.maddesi, yurttaşların her türlü bireysel hak ve özgürlüklerini teminat altına almış, hukuk devleti ilkesinin temelini atmıştır.

Manga Carta’nın temelinde yatan en önemli kavgalardan birisi vergidir. Nitekim bu fermanının 12. maddesi askerlik hizmeti adı altında veya başkaca nedenlerle keyfi vergi salınamayacağı hükmünü içermektedir. Amerika’nın bağımsızlık mücadelesinin temelinde de, yeni kıtada yaşayanların temsil edilmediği İngiliz Parlamentosu’nun yürürlüğe koyduğu yasalara, özellikle vergi yasalarına duyulan ve gösterilen tepki vardır. O nedenle, Amerikan bağımsızlık mücadelesinin en başta gelen sloganlarından birisi ‘no represent, no tax’, yani ‘temsil yoksa, vergi de yok’ özdeyişi olmuştur.

Bütün bunları şunun için yazdım. Ankara Barosu olarak vergiyle ilgili sorunlara her zaman ilgi duyduk. Bu amaçla baromuz bünyesi içinde oluşturduğumuz ‘Vergi-İdare Kurulu’ aracılığıyla eğitim çalışmaları yaptık, paneller, çalıştaylar düzenledik. Devletin en önemli ve vazgeçilmez gelir kaynağı olan vergilendirme hakkını doğruluğunu, vatandaşın vergi ödeme yükümlülüğünü dürüst biçimde yerine getirmesi gerektiğini savunduk. Ama Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesi’nin iz bırakan başkanlarından Oliver Wendell Holmes’ın deyişiyle ‘devletin vergilendirme gücünün yurttaşı yok etme gücü olmaması’ gerektiğini de hemen her zeminde yüksek sesle dile getirdik. Bu amaçla baromuzun Vergi İdare Kurulu Başkanı değerli meslektaşım Ömer Gören’in düzenlediği, bir dönem milletvekilliği yapan ve o tarihlerde Ankara Ticaret Odası Başkanı olan Sinan Aygün’ün yönettiği 20 Aralık 2008 tarihli ‘Mükellef Hakları’ konulu panelin açılışında yaptığım konuşmada şunları söyledim;

(…)

Devlet, kimilerine göre baba, kimilerine göre ana, kimilerine göre kutsal, kimilerine göre ceberut bir varlık, kimilerine göre bizim için var olan, kimilerine göre o var olduğu için bizlerin, yani yurt­taşların var olduğu bir kuruluş, kimilerine göre ise sadece bir hizmet organizasyonudur. Yani devlet, herkesin siyasi görüşüne ve tercihine göre farklı biçimde tanımladığı, farklı anlamlar ve işlevler yüklediği bir kavram, bir kurumdur.

Kim nasıl ve ne şekilde tanımlarsa tanımlasın, hangi anlamları yüklerse yüklesin, doğduğumuz günden öldüğümüz güne kadar hepimizin hayatında var olan, öldükten sonra da hem bizim ve hem de mirasçılarımızın yakasını bırakmayan devletin değişmeyen en temel vasfı ‘onsuz olunamamasıdır’. Yani ‘vazgeçilmezliğidir.’ Evet! Onsuz, yani devletsiz olunmuyor. Ama şöyle bir düşündüğümüzde, devle­tin veya onu sevenlerin pek gücüne gitmesin ama kimi zaman ve durumlarda ‘devletle de olunmuyor.’

(…)

Nasıl insanın, insan düşüncesinin, toplumların geçirdiği bir evrim var ise, devletin de geçirdiği bir evrim var. Bu evrim, ceberut devletle, yani bekçi devletle başlamış, refah devleti, sosyal devlet ile devam etmiş, günümüzün sosyal hukuk devleti aşamasına kadar gelmiştir. Devletin elbette pozitif yükümlülükleri olan sosyal bir devlet olması, hukuk devleti olması gerekir. Ama uzmanlar, günümüzün devletini ‘teknik devlet’, teknik devleti ise ‘yurttaşın günlük yaşantısını kolaylaştıran ve güzelleştiren devlet’ olarak tanım­lıyorlar. Benim de doğru bulduğum ve katıldığım bu tanıma göre devlet, insanına, yurttaşına hizmet etmek için, onun yaşantısını kolaylaştırmak ve güzelleştirmek için var olan bir hizmet organizasyonudur. Ama bizim devletimiz daha hala bu anlayışa göre örgütlenmediği için, bir hizmet organizasyonu değil, adeta bir eziyet organizasyonudur.

‘Devletsiz olunmuyor, ama devletle de olunmuyor’ demekten kastım budur. Bizim ‘devlet memuru’ ded­iğimiz, yasalarla özel ve imtiyazlı statü tanıdığımız ve koruma altına aldığımız kişiler, gerçekte yurttaş olarak bizim ‘hizmetkârımızdır, yani ‘hizmetçimizdir.’ Nitekim devletin bir hizmet organizasyonu olarak örgütlendiği, kabul edildiği ülkelerde, örneğin Anglo-Saksonlarda devletin memuruna ‘civil servant/ public servant’, yani ‘kamunun hizmetkârı’ deniyor. Devletin bir hizmet organizasyonu olarak örgü­tlenmediği, ‘kadim devlet’ ya da ‘dadı devlet’ anlayışının egemen olduğu bizim gibi ülkelerde, devlet bizim ‘efendimiz’, ‘dadımız’ olduğu için, devletin memuru da kendisini halkın hizmetkârı olarak değil, efendisi, dadısı olarak görüyor ve hizmet değil, kimi zaman eziyet ediyor, kimi zaman da bizi terbiye etmeye kalkıyor. Öyle olduğu içindir ki, devletle veya onun memuru ile ne zaman karşılaşsak ilişkile­rimiz hep gergin ve gerilimli oluyor.

Bu gerilimli karşılaşma alanlarından bir tanesi, belki de en önemlisi vergidir. Vergi dairelerindeki memurlar ile muhatap olmak bir sorun, verginin kendisi daha büyük bir sorundur. Yurttaş olarak devlete karşı siyasal anlamda elbette itaat yükümlülüğümüz var. İtaat ediyoruz. Esasen cebir tekeline sahip bulunan, yani gerektiğinde yasanın öngördüğü sınırlar içinde zor kullanma ve hatta şiddet kullanma hakkına sahip olan devlete itaat etmemenin yaptırımları vardır. Devletin zor kullandığı alanlardan bir tanesi de vergidir. Devlet dilediği gibi vergi koyuyor, ödemezseniz zor kullanıyor, malınızı mülkünüzü haczediyor, satıyor.

Devlet bu yetkisini Anayasadan alıyor. Zira Anayasa’nın 73.maddesi vergi ödemeyi bir yükümlülük, bir yurttaşlık borcu olarak düzenliyor. Devlet de, Anayasadan aldığı bu yetkiyi dilediği gibi kullanıyor. Kötü yönetimin doğal sonucu olan bütçe açıklarını saldığı veya artırdığı vergilerle kapatmaya çalışıyor. Bu amaçla verginin vergisini alıyor. Akaryakıtta verginin vergisini alıyor, otomobilde verginin vergis­ini alıyor, Özel Tüketim Vergisi’nden Katma Değer Vergisi alıyor, alkollü içkilerde verginin vergisi­ni alıyor. Alınan kimi vergilerdeki oranlar, Avrupa Birliği ortalamasının üzerinde. Yani devlet sahip olduğu vergilendirme iktidarını, ağır vergiler koymakla adeta yurttaşı, mükellefi yok etme iktidarı olarak kullanıyor. Devletin gücü kayıt dışı ekonomiyi kayıt kapsamına almaya yetmiyor, onun için kayıt kapsamında olanları öpüyor, yetmiyor bir daha öpüyor. Siz verginizi ödüyorsunuz, ödemeyenler için devlet ödül niteliğinde af getiriyor. Anayasa’nın 73.maddesi verginin, diğer mali yükümlülüklerin ancak yasayla konulabileceğini emrediyor, ama devlet bu emre de uymuyor, tebliğle, yönetmelikle vergi salıyor. Yargıya gidiyorsunuz, bizim yargımız, yargıcımız devletin menfaatini korumayı adalet sandığı ve öyle uyguladığı için orada da korunmuyorsunuz.

(…)

Devletin en önemli ve etkili tahakküm araçlarından olan vergi konusu, hem biz mükellefler için ve hem de devlet için önemli bir konudur. Mükellefler için önemlidir, zira para bizim cebimizden çıkıyor. Bizlere yol, su, elektrik, okul, hastane gibi hizmetlerle döneceği ifade edilen vergilerin hizmet olarak dönüp dönmediğini takip ediyor muyuz, bunu denetliyor muyuz, denetleyebiliyor muyuz? Hayır. Mükellef olarak haklarımızı biliyor muyuz? Biliyorsak bu hakları kullanıyor muyuz? Hayır.

Oysaki verginin tarihini incelediğimizde göreceğimiz üzere, vergi olgusu hukukun gelişmesinde olsun, demokrasi anlayışının gelişmesinde olsun, ona mündemiç bir hak olan temsil hakkının ve ye­tkisinin gelişmesinde olsun çok önemli bir etkendir. Kısaca siyasi iktidarın birey hak ve özgürlükleri le­hine sınırlandırılması olarak tanımlayabileceğimiz anayasacılığa giden yolda en önemli aşamalardan birisi olan Manga Carta’nın özündeki kavga vergi kavgasıdır. Uygulanmamış olmakla birlikte siyasi iktidarın sınırlandırılması konusunda bizim tarihimizde yaşanmış önemli siyasi olaylardan olan Sene­di İttifak’ın özündeki kavga da vergi kavgasıdır. İngiliz kolonisi olan, İngiliz Parlamentosu’ndan çıkan yasalara göre vergi alınan Amerikan halkının İngilizlere başkaldırmasının ve arkasından bağımsızlık savaşı vermesinin en temel nedenlerinden birisi vergidir. Onun için Kuzey Amerika kıtasının yerlileri İngilizlere karşı ‘temsil yoksa vergi de yok’ diye başkaldırmışlardır. Sivil itaatsizliğin babası, birey hak ve özgürlüklerinin en inançlı savunucularından olan Henri David Thorea’nun hapse girmesine yol açan başkaldırısının nedeni, köleliği onaylayan ve Meksika’ya karşı emperyalist bir savaşı sürdüren hükümeti protesto etmek için ‘kelle vergisi’ olarak getirilen vergiyi ödemeyi reddetmesidir.

Örneklerini verdiğim mücadelelerin yapılmış olmasının nedeni, o mücadeleyi yapanların sahip olduğu hak duygusudur, hukuka aidiyet bilincidir. Düzenlenen ve arkası da gelecek olan bu ve benzeri panellerin, etkinliklerin amacı da; genel olarak toplumda, özel olarak vergi mükelleflerinde vergi ve mükellef hakları konusunda bir farkındalık yaratmak, bir bilinç oluşturmaktır.