İstanbul Barosu avukatı olan değerli meslektaşım M.Turgay Bilge ile birlikte, İngilizceden Türkçeye tercüme ettiğimiz ve yakında Dorlion Yayınevi tarafından basılacak ve yayınlanacak olan Amerikalı Marksist Howard Selsam’ın, “Felsefe Nedir? Marksist Bir Deneme” isimli kitabı için yazdığımız “Önsöz”ü aşağıda sizinle paylaşıyor ve size iyi okumalar diliyoruz. Saygılarımızla. 

TERCÜME EDENLERİN ÖNSÖZÜ

Bu kitabın adı olan ve konusunu oluşturan “Felsefe nedir?” sorusunu cevaplandırmaya, önce “felsefe ne değildir?” sorusunu cevaplandırmakla başlamak gerekir.Kendisi, “kendiyle ilgili olma” olarak tanımlanan ‘objektivist’ anlamda felsefe taraftarı olan Rus asıllıAmerikalı yazar ve düşünür Ayn Rand’a göre felsefe, kokteyl partilerindeki veya kiliselerdeki törenlerin içini doldurmak için yaratılmış anlamsız soyutluklar gösterisi olmadığı gibi, oryantal abartmalarla çınlayan gereksiz bir Avrupa uğultusu da değildir. Felsefe, İngiliz profesörler tarafından başka türlü bir işe girmesi mümkün olmayan çalışma arkadaşları için geliştirilmiş olan ve hakikat ile yollarını ayırmış bir satranç oyunu da değildir..

Felsefenin ne olmadığını Ayn Rand’ın bu anlamlı ve veciz sözlerinden öğrendik. Peki, felsefe nedir? Yine Ayn Rand’a göre felsefe, “İnsan hayatındaki en temel unsurdur. Felsefe, insan aklını ve karakterini, ulusların kaderini biçimlendiren asıl güçtür. İnsanın tercihi bir felsefe sahibi olmak veya olmamak konusunda değil, fakat sadece hangi felsefeye sahip olma konusundadır. İnsanın tercihi, tercihinin bilinçli, açık, mantıklı ve bu nedenle pratik mi olacağı, yoksa rastgele, belirsiz, çelişkili ve bu nedenle zararlı mı olacağı konusundadır.”

Kant’a göre felsefe, “bilgelik alıştırması ve öğretisidir.” Bilgelik alıştırması yapmak ve bunun öğretisini öğrenmek ise, her şeyden önce sorgulama yapabilmektir. Dahası kendimiz üzerine, insanlık tarihi üzerine, hayat üzerine düşünebilmektir, yanılsamaların, önyargıların önüne geçebilmektir, hayatın ve ideolojilerin eleştirisini yapabilmektir. Onun için, özel yaşamımızda olsun, meslek yaşamımızda olsun, ayakta ve diri kalabilmek, mücadele edebilmek için bilgelik öğretisini öğrenmeye ve bunun alıştırmasını yapmaya, yani felsefeye ihtiyacımız vardır.

Felsefenin, bütün bunları yapabilmek için gereksinim duyduğu ve kullandığı yegane araç, akıldır. Felsefenin en iyi dostu, en güvenilir yol arkadaşı, en etkili silahı, aklın hükmettiği bilimdir. Felsefenin düşmanları ise, aynı zamanda insanlığın da düşmanları olan bağnazlıktır, budalalıktır, aymazlıktır, yalandır, kötülüktür, her türden fanatizmdir. Onun için felsefe bu düşmanları ile savaşmak, onları alt etmek için aklı kullanır ve bilimle işbirliği yapar.

Başkasının bilgisiyle bilgin olabilir isek de, ancak kendi bilgeliğimizle bilge olabiliriz” diyor Montaigne. Buna göre bilge olabilmek için “kendimiz olabilmek”, “kendimizi bilmek”, “kendimizi tanımak” gerekir. Buna göre felsefe, ne bilimdir, ne de bilgidir. Sadece ve sadece “kendini bilme”, “kendini tanı-ma”dır. Yunus’un “İlim ilim bilmektir/İlim kendin bilmektir/Sen kendini bilmezsen/Ya nice okumaktır!” demesi ondandır. İnsanın “kendini bil-me”si, “kendini tanı-ma”sı ise, ancak ve ancak kendisini ve hayatı sorgulaması ile mümkündür. Esasen bilge Sokrates’in özlü ifadesi ile “Sorgulanmayan bir hayat yaşanmaya değmez.” O halde, başkalarını değil, kendimizi, özelde kendi hayatımızı, genelde hayatı, hayatın kendisini, bütününü sorgulamamız gerekir.

Türkçe karşılığı hikmete, yani bilgeliğe aşk olan felsefe, düşünmek isteyen, düşünceden, düşünen insanların düşüncelerinden korkmayanların ilgi duydukları bir alandır.

Neden onursuz yaşadığınızı, ateşsiz sevdiğinizi, direnmeden öldüğünüzü merak mı ediyorsunuz? Neden her baktığınız yerde cevapsız kalmaya mahkum sorularla karşılaştığınızı, hayatınızın neden imkansız çelişkilerle dolduğunu, neden – ya beden, ya ruh – gibi, – ya akıl, ya kalp – gibi, – ya güvenlik, ya özgürlük – gibi yapay seçimlerden kaçmak için tüm ömrünüzü mantıksız kararsızlıklarla geçirdiğinizi bilmek mi istiyorsunuz?” diye soran Ayn Rand, bu sorularının cevabını da yine kendisi veriyor ve şunları söylüyor: “Algılama aletinizi, aklınızı reddetmişiniz, ondan sonra da evrenin bir esrarengizlik yumağı olduğundan yakınıyorsunuz. Elinizdeki anahtarı fırlatıp atıyor, sonra tüm kapılar yüzüme çarpıldı diye ağlıyorsunuz. Mantıksızı izleyerek yola koyuluyor, sonra varoluş anlamlı değil diyorsunuz. Aklınızı takip etmedikçe, hayatınızı bu sorulardan kaçarak geçirmeye mahkumsunuz. Tercih yapmaktan kaçındıkça, başkalarının tercih ettiği bir yaşama mahkum olacaksınız. Felsefe, yaşamı sorgulama, varoluşu anlama, aklı ve mantığı kendi mutluluğunuz için kullanma aracıdır. Felsefe, entellerin bir araya geldiklerinde, kafanızı karıştırmak için yaptıkları laf kalabalığı değildir.

Değildir, zira aklımız, algılayabildiğimiz verilerin kavramlar halinde bütünleştirilmesi yoluyla çalışır. Bu işleyiş, giderek daha büyük bütünleşmeleri gerektirir. Böylece kendine özgü yasaları, işleyişi, aşamaları ve süreçleri bulunan evren hakkında, üzerinde yaşadığımız, çalıştığımız, hayatımızın  resmini yaptığımız bir atölye olan tarihsel dünya hakkında, hayat ve hayatın sayısız olgu ve olayları hakkında, yaradılış hakkında, varlığın anlam ve hikmeti, yapısı ve karakteri hakkında, kendimiz ve başkaları hakkında, bilginin kendisi ve araçları hakkında bize bilgi verecek ve yol gösterecek bütünleşmeleri elde ederiz.

Ayn Rand’ın özlü ifadesiyle, bütün bunlar için, varoluşu inceleyen bilim olan ve Aristo’nun “kendiliğinden oluş” olarak ifade ettiği metafiziğe; insanın kavrama yollarını inceleyen epistemolojiye; felsefenin teknolojisi olan, sadece insan için anlam ifade eden, varoluşun bütünü ile ilgilenen, insanın tercihlerine ve davranışlarına yön veren bir değerler sistemi olan ahlaka; insanın diğer insanlara, yönetenlerin yönetilenlere nasıl davranmaları gerektiğini belirleyen, dahası gerçek bir sosyal sistemin ilkelerini tanımlayan siyasete; insan olarak bilincimizi ve duygularımızı besleyen, bizi yumuşatan, incelten, rafine eden metafiziğe, epistemolojiye ve ahlaka dayalı sanatı inceleyen estetiğe, yani bunların toplamını ifade eden felsefeye gereksinim duyarız.

Karnımız aç da olsa, tok da olsa; paramız olsa da, olmasa da; iyi bir işe, iyi bir mevkie sahip bulunsak da, bulunmasak da, önemli olsak da, olmasak da, felsefeye gereksinimimiz vardır. Değerli olmak için vardır, doğamız gereği vardır, çok basit üç nedenle vardır; doğru düşünebilmekdoğru davranabilmek ve hareket edebilmek için vardır. Dahası mutlu olmak için, mesleğimizi adam gibi yapmak, hem mesleğimizde, hem de hayatımızda başarılı olmak için, kendimizi bilmek ve tanımak için, zihnimizdeki çöpleri temizleyebilmek, zihnimizi değiştirmek için, hayatta karşılaştığımız sorunları çözebilmek için, yaşama uğraşını sürdürebilmek ve ayakta kalabilmek için, felsefeye gereksinmemiz vardır.

Birey olarak, toplum olarak her gün birileri tarafından taciz edilmemek, zihnimizin adım adım siyasi demagoglar ile onlara yalakalık yapan bir kısım medya tarafından doldurulmasına izin vermemek, yalanları doğru, cinayetleri saygın göstermek, gerçekleri gözden kaçırmak, soygunları sıradanlaştırmak amacı ile kullanılan içi tamamen boş siyasal dilin tecavüzlerinden korunmak için felsefeye gereksinmemiz vardır.

Edward Said’in özlü ifadesiyle “klişeler, aşınmış metaforlar, bayat kullanımlarla giderek çürüyen bir dilin, zihnimizi uyuşturup edilgenleştirmesine, bilincimizin üzerini kaplayıp, onu, basmakalıp düşünce ve duyguları, incelemeden, tartışmadan, sorgulamadan, edilgen bir biçimde kabul etmeye ayartmaması için felsefeye gereksinmemiz vardır.”

Zihnimizde kuşkuya, her an tetikte olmaya, kendimizi de hedef alan kuşkucu bir ironiye yer verebilmek, etrafta dolaşmak, ayakta durup otoriteye cevap verebilecek bir mekana sahip olmak, otoriteye sorgusuz sualsiz boyun eğmemek, her türlü otoriteden gelen tehditlere karşı koyabilmek, inançlarımızla ve düşüncelerimizle tutarlı olabilmek, son kullanma tarihi dolan düşüncelerimizi değiştirebilmek, yeni şeyler keşfedecek veya bir zamanlar bir kenara attığımız şeyleri yeniden keşfedecek kadar özgür kalmanın yolunu bulabilmek, gerçeği elimizden geldiği kadar temsil edebilmek, bir haminin veya vasinin ya da bir otoritenin bizi yönlendirmesine izin vermemek, yeni diller, yeni ruhlar icat etmek için felsefeye gereksinimimiz vardır.

Hepimizin çok iyi bildiği üzere, ne kadar özgür ve özerk olduğumuz yaşadığımız toplumun siyasi düzenine, bu düzenin bize sunduğu özgürlüklerimizi koruma konusunda tetikte olmamıza bağlıdır. Ne kadar uzun yaşayacağımız genetik yapımıza, yaşadığımız, nefes aldığımız çevrenin temiz olmasına, sahip olduğumuz sağlık hizmetlerinin niteliğine bağlıdır. Ne kadar iyi yaşadığımız, yani ne kadar anlayışlı, ne kadar mertçe, ne kadar erdemli bir şekilde, ne kadar keyifle, ne kadar sevgi ile yaşadığımız, hem felsefemize, hem de bu felsefeyi ne kadar içselleştirdiğimize ve yaşamımıza uygulayabilmemize bağlıdır.

Bütün bunları yapmayanlar, yapamayanlar, yapamadıkları için de yaşadıkları hayatın içinde sıkışıp kalanlar ve ezilenler, Prozac’a, Xanaks’a, Cipram’a sığınırlar. Oysa Prozac, Xanaks, Cipram ve diğer antidepresanlar bizi tedavi etmez, aksine bizi uyuşturur, bizim düşünmemizi, hayatı, hayatımızı sorgulamamızı engeller, bizi hayattan ve hakikatlerden kopartır. Oysa felsefe, bizi tedavi ve terbiye eder, eğitir, düşünmeye, sorgulama, öz-eleştiri ve eleştiri yapmaya yöneltir, bizi hayatın kendisiyle ve hakikat ile buluşturur, hayatta ve mesleğimizde bize sağlam bir bakış ve duruş kazandırır.

Bu kitapta ağırlıklı olarak incelenen, gerek bu kitabın yazarı, gerekse onun gibi Marksist olan başkaları tarafından da benimsenen, inanılan Marksizm ve diyalektik materyalizm de bir felsefedir. Kurgusu, yapısı, mantığı, işleyişi sağlam ve tutarlı olan, hayatın olağan akışına uygun düşen bir felsefedir. Dahası bu felsefe, diğer pek çok felsefe gibi soyut ve metafizik bir felsefe değil, insan pratiğinin bir teorisi, “hayatta en hakiki mürşit” olan bilimlerin bir metodolojisidir. Ve bu felsefe Engels’in ifade ettiği gibi: “tüm gerçek bilimlerde ifade edilen ve kanıtlanan bir dünya görüşüdür.

Bu kitapta eksik olan en önemli husus, kitabın yazarının Sovyetler Birliği’nin çöküşünden önce vefat etmiş olması ve o nedenle, Sovyetlerin çöküşü ile Marksist felsefe arasındaki ilişkiyi inceleyememiş, çökenin sadece Sovyetler Birliği mi, yoksa Sovyetlerin çöküşü ile birlikte Marksist felsefenin de mi çöktüğü sorusunun cevabını verememiş olmasıdır.

Kitabı tercüme edenler olarak, bizim bu soruya vereceğimiz cevap, çökenin Marksizm ve Marks’ın felsefesi ile dünya görüşü olmadığı, bu felsefeye ve görüşe uygun şekilde yönetilmeyen Sovyetler Birliği ve Marksizm ile hiçbir ilgisi olmayan, kişi kültüne dayalı olan Stalinizm olduğudur. 

Nitekim Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri olan Nikita Kruşçev, 25 Şubat 1956 tarihinde, Sovyet Komünist Partisi’nin 20. Kongresi’nde yaptığı konuşmada, Lenin’in Stalin ile ilgili tespitlerine, Stalin’in kendisine ve yaptıklarına yer vermekte, bu bağlamda Stalin’in ülkeye ve Sovyet Komünist Partisi’ne anlatılamayacak kadar çok zararlar verdiğini belirtmekte ve şunları söylemektedir: “Stalin’in icraatını partinin ve ülkenin geldiği nokta açısından değerlendirecek olursak, bir an durup Stalin’in günahlarını düşünecek olursak, Lenin’in endişelenmekte ve korkmakta haklı olduğu sonucuna varırız. Stalin’in, Lenin’in sağlığında daha yeni yeni kendini göstermekte olan olumsuz özellikleri, sonraki yıllarda daha da artmış, Stalin elindeki iktidarı çok tehlikeli bir şekilde kullanmaya başlamış, bu da partimize çok büyük zararlar vermiştir. Bu konuyu ciddiyetle ele alıp doğru tahlil etmeliyiz ki, Stalin’in sağlığında gerçekleşenlerin bir daha hiçbir şekilde tekrarlanmaması için her türlü önlemi alabilelim. O, liderlikte ve çalışmada ortaklık ile işbirliğine asla tahammül göstermemiş, sadece kendisine karşı çıkanlara değil, kaprisli ve despot karakterine göre kendi anlayışına aykırı görünen her şeye karşı acımasızca şiddet uygulamıştır. Stalin, insanlara karşı ikna, açıklama ve sabırlı işbirliği yöntemlerini tercih etmemiş, kendi anlayışını dayatmış, kendi fikrine mutlak olarak itaat edilmesini talep etmiştir. Onun fikrine ve kararına karşı çıkan, kendi fikrini, kendi görüşünü ileri süren herkes, bulunduğu mevkiden uzaklaştırılmış, dahası maddi ve manevi olarak yok olmaya mahkum edilmiştir… ‘Halk düşmanı’ kavramı Stalin tarafından icat edilmiştir… Bu kavram, şu ya da bu biçimde Stalin’le uyuşmazlığa düşen, sadece düşmanca niyetler beslediğinden kuşkulanılan, adı kötüye çıkmış veya çıkarılmış olan herkese karşı, her türlü yasallık çiğnenerek en zalim şekilde uygulanmıştır. Bu kavram, her türlü ideolojik çatışma ve tartışma zeminini ortadan kaldırmış, gündelik hayatla ilgili her konuda görüş bildirmek olanağını yok etmiştir. Uygulamada bu konuda kullanılan tek suç kanıtı, günümüz hukuk biliminin bütün normlarına aykırı biçimde, bizzat suçlanan kişinin üzerinde uygulanan fiziki baskı ve işkence sonucu elde edilen itirafı olmuştur… Stalin’in büyüklük manisinin nelere yol açtığını hep birlikte gördük ve yaşadık. O, gerçeği görme ve algılama yeteneğini tümüyle yitirmişti; kuşkuculuğunu ve kendini beğenmişliğini, sadece ülkemizdeki insanlarla olan ilişkilerinde değil, bütün partiler ve başkaca uluslarla ilişkilerinde de ortaya koyuyordu…O nedenle, kişi kültü meselesini bütün ciddiyetiyle düşünmeliyiz… Kişi kültünü, bir daha asla kurulmayacak şekilde ve kesin olarak yıkmak zorundayız. Hem ideolojik ve teorik, hem de pratik çalışmalardan kişi kültüyle ilgili sonuçlar çıkarmamız gerekiyor… Marksizm-Leninizm’e aykırı olan, parti liderliğinin ilkeleriyle, parti hayatının normlarıyla bağdaşmayan kişi kültünü, Bolşevik ruha uygun olarak mahkum etmek ve ortadan kaldırmak, bu uygulamayı şu ya da bu şekilde geri getirme yönündeki bütün çabalara karşı bıkıp usanmadan mücadele etmek zorundayız…

Peki! Marksizm, Marksist felsefe, Marks’ın görüşüne uygun bir sosyalizm işe yarayabilir mi, çalışabilir mi? Klasik sosyalizmi, burjuva ideolojisinin ürünü olarak gören ve yine sosyalizmi yeni bir kültürel dünya olarak değerlendiren iktisatçı ve siyaset bilimci Joseph Schumpeter’e ve onun “Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi” isimli kitabında yazdıklarına göre, sosyalizm pekala işe yarayabilir ve çalışabilir. Yine ona göre, tarihin ekonomik yorumunun felsefi materyalizmle hiçbir ilgisi yoktur. Ve Marks’ın başyapıtı olan Kapital, felsefeye hiçbir gönderme yapmadan tamamen ekonomik nitelikli bilimsel bir eser olarak görülebilir, okunabilir, kullanılabilir. Dahası, Kapital’in ekonomideki insanın varoluşçu bir felsefesini oluşturduğu iddia edilebilir. Hegelci bir Marks, Kantçı bir Marks, sosyolog bir Marks, felsefeci bir Marks da anlatılabilir, dahası böyle bir Marks’tan ve Marksizm’den, ekonomide, siyasette, sosyolojide, felsefede yararlanılabilir ve bu pekala işe de yarayabilir.

Yine beşeri gelişmenin, piyasanın ve piyasa bireyciliğinin ötesine geçebilmenin hatırlatıcısı ve kapitalizm karşıtı bir tasarım olan, yeni kültürel dünya anlayışını temsil eden, Marksizmin özünü oluşturan değişimi esas alan ve yanı sıra dinamik değişim süreçlerine vurgu yapan sosyalizm; Sovyetler Birliği’nin otoriteryanizminden, Marks’ın iktisadi determinizminden soyutlanmak ve yeniden yorumlanmak suretiyle, insanın insanı, kapitalist ülkelerin az gelişmiş ülkeleri sömürmesi üzerine kurulu olan, emeği ve emekçiyi ıska geçen, devletin pozitif yükümlülüklerini ve Marksizmden tevarüs eden sosyal devlet anlayışını görmezlikten gelen, ve sonuç itibariyle bu ve başkaca nedenlerle iflas eden kapitalist politikaların yerine ikame edilebilir.

Bu konudaki sözümüzü bitirmeden, bu noktada işaret edilmesi gereken bir başka husus; Stalin’in yerine rafine bir kültüre sahip bulunan ve sözcüğün tam anlamıyla gerçek bir entelektüel, samimi bir Marksist ve stratejist olan Troçki’nin gelmesi durumunda, Sovyetler Birliği’nin kaderinin bir başka şekilde gelişip gelişmeyeceği hususudur.

Bize göre Lenin’de vasiyeti olan Troçki’nin, Stalin’in yerine Sovyetler Birliği’nin başına gelmesi durumunda, Sovyetler Birliği’nin kaderinin değişeceği yönündedir.

V. Ahsen Coşar 

M. Turgay Bilge