Prof. Dr. Ersan Şen
Av. Mahmut Can Şenyurt
 

A. Giriş
Yazımızda din hürriyetini, bu hürriyetin kullanımını, laik devlet kavramını ve din hürriyetinin laik devlet karşısında sınırlandırılma şartlarını, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin (Mahkeme) 3 Nisan 2012 tarihli Francesco Sessa – İtalya kararı ışığında değerlendireceğiz.

İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin “Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü” başlıklı 9. maddesine göre, “(1) Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir; bu hak, din veya inanç değiştirme özgürlüğü ile tek başına veya topluca, kamuya açık veya kapalı ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak suretiyle dinini veya inancını açıklama özgürlüğünü de içerir.

(2) Din veya inancını açıklama özgürlüğü, sadece yasayla öngörülen ve demokratik bir toplumda kamu güvenliğinin, kamu düzeninin, genel sağlık veya ahlakın ya da başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için gerekli sınırlamalara tabi tutulabilir”.

 “Din ve vicdan hürriyeti” Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 24. maddesinde güvence altına alınmıştır. Maddeye göre, “(1) Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.

(2) 14. madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir.
(3) Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.
(4) Din ve ahlak eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır.
(5) Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz”.

B. Karar
Yazımızda, öncelikle İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin Francesco Sessa – İtalya kararının özet çevirisine yer verilecek ve ardından konu ile ilgili düşünce ve kanaatimizi ortaya koyacağız.

Yahudi bir avukat olan Başvurucu Bay Sessa, müştekilerden birisinin vekilliği görevini üstlendiği ceza soruşturmasında, soruşturma hakimi önünde delil tespitine ilişkin bir duruşmaya katılmıştır. Davanın asıl hakimi duruşmaya katılmamış, esas hakim yerine görev alan hakim ise duruşmayı 13 veya 18 Ekim 2005 tarihine erteleyeceğini belirtip, taraflardan kendilerine uyan tarihi seçmelerini istemiştir. Başvurucu, her iki tarihin de Yahudi dini bayramı (Yom Kippur ve Sukkot) olduğunu ifade edip, duruşmanın bir başka tarihe ertelenmesini talep etmiştir. Bu talep reddedilmiş ve duruşma 13 Ekim 2008’e ertelenmiştir.

Başvurucu, aynı gün duruşmanın başka bir tarihe ertelenmesi talepli bir dilekçe sunmuştur.

13 Ekim 2005 tarihli duruşmada Hakim, başvurucunun “kişisel” sebeplerden dolayı duruşmaya katılmadığını belirtip, taraflardan başvurucunun duruşmanın ertelenmesi talebine ilişkin görüşlerini sormuştur. Savcılık Makamı ve müdafiler, bu talebin reddedilmesi gerektiğini belirtmiş, diğer müşteki vekili ise kabul edilmesi yönünde görüş bildirmiştir. Hakim, başvurucunun erteleme talebini reddetmiş ve İtalyan Ceza Muhakemesi Kanunu m.401 uyarınca delil tespitine ilişkin duruşmalara savcı ve sanık müdafilerinin katılımının zorunlu olduğunu, müşteki vekilinin katılımının ise ihtiyari olduğunu belirtmiştir. Hakim, İtalyan Ceza Muhakemesi Kanunu hükümlerinin müşteki vekilinin duruşmaya katılamaması için geçerli bir sebep olsa dahi, hakimlerin duruşmayı erteleme zorunluluğunun olmadığını ifade etmiştir. Son olarak Hakim, başvurucunun geçerli bir sebebe dayanmayan bu talebinin kabul edilmesi halinde çok sayıda insanın katılacağı yeni duruşmanın 2006 yılına kalacağını, bu hususun da davaların makul sürede görülmesi ilkesine aykırı olacağını ve bu sebeple reddedilmesi gerektiğini belirtmiştir.

Başvurucu, iç hukukun yollarını tüketmiş, ardından da İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne başvuruda bulunmuştur.

8 Mart 1989 tarihli ve İtalyan Devleti ile İtalyan Musevi Toplulukları Birliği arasındaki ilişkileri düzenleyen 101 sayılı Kanunun 4. Kısmında İtalya Devleti, Musevi vatandaşlarının Sabbath günü, Devletin hukuk sisteminin öngördüğü önemli hizmetlere ilişkin koşullar saklı kalmak şartı ile gerekli çalışma saati düzenlemeleri yapabileceğini kabul etmiştir. Aynı Kanunun 5. Kısmında, Yom Kippur, Sukkot ve Musevilere ait diğer dini tatillerinde Sabbath ile aynı kurallara tabi olacağı ifade edilmiştir.

Başvurucu, Yargı Makamı tarafından dini tatiline denk gelen duruşma gününün ertelenmesi talebinin reddedilmesinin, müşteki vekili sıfatı ile görevini yapmasını engellediğini ve dinini özgürce açıklama hakkını ihlal ettiğini iddia etmiştir. Başvurucuya göre Hakim, dinini özgürce açıklama hakkını ihlal etmek kastı ile hareket etmiştir. Başvurucu, 101 sayılı Kanun hükümlerinin, dini vecibelerini özgürce yerine getirebilmek için resmi tatil olarak kabul edilen Yahudi dini günlerinde işe gitmeme hakkını kendisine tanıdığını belirtmiştir. Başvurucu, din özgürlüğü hakkı ihlal edilmeden ve adaletin süratli işleyişine ya da yargılamaya katılan diğer kişilerin haklarına halel gelmeksizin, huzurdaki davanın 13 Ekim 2005 yerine başka bir tarihe ertelenebilmesinin mümkün olduğunu, çünkü somut olayda, tutukluluk tedbiri veya tutuklu bir kimsenin hakları ile ilgili acilen görülmesi gereken bir uyuşmazlık da olmadığını belirtmiştir. Başvurucu son olarak, duruşmanın ertelenmesine ilişkin talebine dört ay önceden yaptığını, bu sebeple yetkili makamların çatışan haklar arasında denge kurmasına imkan tanıyacak düzenlemeyi yapması için gerekli zamana da sahip olduklarını iddia etmiştir.

Hükümet, somut olayda başvurucunun Yahudi bayramlarına katılmasının veya dini vecibelerini yerine getirmesinin engellenmediğini, bu sebeple başvurucunun dinini özgürce açıklama hakkına yönelik bir müdahale olmadığını ifade etmiştir. Hükümete göre, başvurucunun dayandığı 101 sayılı Kanun her ne kadar avukatlar ve mahkemeler arasındaki mesleki ilişki ile ilgili de olsa, başvurucunun dayandığı hak mutlak koruma görmemektedir. Çünkü aynı Kanun açıkça, önemli hizmetlere ilişkin koşulların, bireylerin dini vecibelerini özgürce yerine getirme hakkından önce geldiğini belirtmektedir. Adaletin tecellisi ise, önemli bir Devlet/kamu hizmeti olması sebebiyle her koşulda öncelik sahibidir.

Hükümet ayrıca, müşteki vekillerinin delil tespitine ilişkin duruşmalara katılımının İtalyan Ceza Muhakemesi Kanunu uyarınca zorunlu olmadığını ifade etmiştir. Hükümet, mazereti sebebiyle duruşmaya katılamayacak avukatın, İtalyan Ceza Muhakemesi Kanunu m.102’ye göre yerine bir başka avukatı yetkilendirmesi mümkündür. Bu imkandan yararlanmamak suretiyle başvurucu, adaletin süratli şekilde tecelli etmesini, dini vecibelerinden üstün tutmuştur.

Hükümet son olarak, duruşmanın ertelenmesinin adaletin süratli şekilde yerine getirilmesini ve 21 sanığın makul sürede yargılanmasını engelleyeceğini, çünkü yeni duruşma gününün bu şahıslara bildirilmesinin süre alacağını ifade etmiştir.

Mahkeme, din özgürlüğünün esas itibariyle bireysel bir vicdan meselesi olduğunu yinelemekle birlikte, bir kişinin sadece toplum önünde kendisiyle aynı görüşü paylaşan kişilerle birlikte değil, tek başına ve özel olarak da dinini açıklama hürriyetine sahip olduğunu belirtmiştir. Madde 9, ibadet ve ayin veya öğretimini yapmak suretiyle bir kişinin dinini veya inancını açıklama biçimlerini içermektedir. Ancak 9. madde, bir din veya inanç tarafından yönlendirilmiş her hareketi korumamaktadır.

Mahkeme, somut olayda başvurucunun duruşmanın ertelenmesi talebinin İtalyan Ceza Muhakemesi Kanunu’nun delil tespitine ilişkin duruşmalara savcı ve müdafiin katılımının zorunlu, ancak müşteki vekilinin katılımının zorunlu olmadığı şeklindeki hükmüne dayandığını gözlemlemektedir. Somut olayın koşulları gözönünde bulundurulduğunda Mahkeme, duruşma gününün Yahudi bayramına denk gelen güne bırakılmasının ve bu tarihin ertelenmesi talebinin reddedilmesinin, başvurucunun dini vecibelerini özgürce yerine getirmesi hakkına sınırlama getirdiğine ikna olmadığını ifade etmiştir. Mahkeme ayrıca, başvurucunun yürürlükteki mevzuat gereğince talebinin reddedilebileceğini öngörebilmesinin ve duruşmaya girmek üzere bir başka avukatı yetkilendirmesinin mümkün olduğunu ifade etmiştir.

Mahkeme son olarak, başvurucunun dinini ya da inancını açıklamasını engelleyen veya dini inancını değiştirmek zorunda bırakan bir baskıya uğradığını gösteremediğini belirtmiştir. Mahkeme, somut olayda 9. maddenin ihlal edilmediği yönündeki kararını üçe karşı dört oyla almıştır.

C. Muhalefet Şerhi
Karara katılmayan yargıçlar Tulkens, Popovic ve Keller’in muhalefet şerhinde, somut olayın bir özeti yapıldıktan sonra, Mahkemenin bir müdahalenin varlığı ve orantılılığına dair kısa gerekçelendirmesinin din özgürlüğü açısından hukuki bir sorun doğurduğu ifade edilmiştir. Yargıçlar, Mahkemenin İtalyan Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 401. maddesi uyarınca müşteki vekilinin delil tespiti duruşmasına katılmasının zorunlu olmadığı, bu sebeple başvurucunun dini bayramına denk gelen duruşma gününün ertelenmemesinin m.9 ile korunan hakka ilişkin herhangi bir sınırlandırma oluşturmadığı görüşüne katılmadıklarını ifade etmiştir. Yargıçlar ayrıca, müşteki vekilinin delil tespiti duruşmasına katılımının zorunlu olmamasının, katılım konusunda karar verme yetisinin vekile ait olduğu gerçeğini değiştirmediğini, dolayısıyla yargı makamlarının bu yetkiye bireylerin savunma haklarını kısıtlayacak şekilde müdahalede bulunabileceği veya müşteki vekilinin duruşmaya katılmasının gerekli olmadığını varsayabilecekleri şeklinde yorumlamasının mümkün olmadığını vurgulamışlardır.   
       
Yargıçlar bu görüşlerini, Mahkemenin “başvurucunun dinini ya da inancını açıklamasını engelleyen veya dini inancını değiştirmek zorunda bırakan bir baskıya uğradığını gösteremediği” şeklindeki gerekçesi ile desteklemektedirler. Yargıçlara göre başvurucuya,  İHAS m.9 ile güvence altına alınan din özgürlüğü hakkını kullanırken maruz kaldığı baskıyı ispat etmesi külfetini yüklemek, hakkın özüne ters düşmektedir.

Yargıçlar, Mahkemenin somut olayda din özgürlüğü hakkına yönelik bir müdahale olduğu düşünülse dahi, bu müdahalenin adaletin süratli işleyişi sebebiyle yapıldığını, yani müdahalenin şekli ile amacı arasında makul bir orantılılık ilişkisi olduğu yönündeki görüşüne katılmamaktadırlar. Muhalif yargıçlara göre, müdahalenin demokratik bir toplumda gerekli olması şeklinde ifade edilebilecek orantılılık ilkesi konusunda İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi'nin, yetkili makamların meşru amaca ulaşmak için birden fazla seçenekten hakkı en az kısıtlayan yöntemi tercih etmesi şeklindeki içtihadı oldukça nettir.

Yargıçlar, somut olayda başvurucunun din özgürlüğü hakkı sınırlandırılmaksızın ve yargı makamına orantısız bir yük getirmeksizin sorun çözülebilirdi. Şöyle ki; başvurucu yargı makamlarına adaletin süratli işlemesini engellemeyecek düzenlemeyi yapabilmesi için gereken süreyi sağlayabilecek şekilde dört ay önceden talepte bulunmuştur. Komisyon, 13 Ocak 1993 tarihli S.H. ve H.V. - Avusturya kararına konu olayda, aynı problemle karşılaşan Yahudi başvurucuların, duruşma tarihinin ertelenmesi talebini duruşmadan 9 gün önce yapmalarını geç bulmuştur.

Huzurdaki uyuşmazlığa konu olayda başvurucunun talebi kabul edilse idi, adalet sisteminin işleyişinin önemli ölçüde etkileneceği şeklindeki meşru gerekçenin, başka bir açıklamanın yokluğunda gerçekçi kabul etmemiştir. Duruşmanın ertelenmesi, davaya katılanların tümünün bilgilendirilmesi gibi bir zorluğa sebep olacaktır. Ancak muhalif yargıçlar, asgari nitelikteki bu zorluğun, çok kültürlü bir toplumda din özgürlüğü hakkına saygının sağlanabilmesi için ödenmesi gereken küçük bir bedel olarak nitelendirmişlerdir. 

Yargıçlar son olarak, huzurdaki uyuşmazlığa konu yargılamanın aciliyet gerektiren bir niteliğinin olmadığını, yargılamanın tutuklama tedbirine veya tutuklu bir kimseye dair olmadığını belirtmişlerdir. Belirtilen sebepler ve özellikle de yetkili makamların, başvurucunun 9. madde ile güvence altına alınan din özgürlüğü hakkına saygı göstermek adına attığı adımlara ilişkin bir kanıt sunulamaması karşısında yargıçlar, somut olayda 9. maddenin ihlal edildiğini düşünmektedirler.

D. Kanaatimiz
Mahkemenin kararına konu uyuşmazlıkta sorun, sanığın aynı anda hem din ve vicdan hürriyetini ve hem de savunma hakkını kullanmak istemesinden kaynaklanmaktadır. Bir başka ifade ile sanık, din ve vicdan hürriyeti ile savunma hakkının karşı karşıya gelmesini, geldiğinde din ve vicdan hürriyetinin korunup aynı zamanda da kısıtlanmamasını istemektedir. Buna karşın dürüst yargılanma hakkı ile bağlı olan Mahkeme, yargılamayı süratle sonuçlandırmak, sanık, mağdur ve toplumun haklarını koruyup, bir an önce maddi hakikate ulaşmak suretiyle adaletin tecellisini hedeflemektedir.

“Laiklik” ilkesi; hukuk kurallarının uygulanması konusunda, bir veya birkaç din ve/veya mezhebe bağlı etkilerden uzak kalınması, toplumu oluşturan tüm bireyleri dikkate almak suretiyle hukuk kurallarının düzenlenmesi, uygulanması, hukuk kurallarını düzenleyen ve uygulayanların din ve mezhep ayırımı yapmaksızın herkese eşit mesafede durması anlamına gelir. “Laiklik” ilkesinin, hukuk normlarının din veya mezhep ayırımı yapmaksızın herkese eşit tatbik edilmesinin önemli bir dayanağını oluşturduğu kabul edilir.
Laiklik ilkesinin, hukuk kurallarının bir veya birkaç dinin esaslarına bağlı olmaması olarak tanımlandığı durumda, beşeri kurallara dayalı hareket eden mahkeme, herkese, her inanca eşit mesafede kalıp, sanığın adaletin tecellisi sırasında din ve vicdan hürriyetinin kullanımından fedakarlık yapmasını talep etmektedir. Mahkemenin bu talebi, sadece sanığı değil, kendi üyelerini, mahkemede görev yapan ve katılmak zorunda olan herkesi kapsamaktadır. Devletin laik olduğu bir durumda, çoğunluğun benimsediği dinin yükümlülüklerinin yerine getirilmesi açısından, adaletin geçici olarak ertelenmesi uygun görülebilir. İlk bakışta bu doğrudur. Ancak laiklik ilkesinde, temelde bu tip bir ayırımı yapmamak gerekir.

Dünyada ise, tam manası ile olmasa da çoğunluğun benimsediği dinin vecibelerinin yerine getirilmesi amacıyla bazı ertelemelere gidildiği ve tatil ilan edildiği görülmektedir. Bu açıdan, Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Musevilik arasında bir fark gözetilmediğini görmek mümkündür. Ancak bu yolun tercih edildiği durumda da, din ve vicdan hürriyeti kullanımının yüzde yüz sağlıklı işlediği söylenemez. Özellikle Müslümanlarda, ezan saatlerinde çalışmaya ara verilmediği, Cuma Namazında yargılamanın devam ettiği görülebilmektedir. Bir anlamda, laiklik ilkesini benimseyen Türkiye Cumhuriyeti’nin dini bayramları “tatil” ilan edip, Müslümanlığın diğer vecibelerine diğer dinlerle eşit mesafede yaklaşmasından kaynaklanmaktadır. Elbette bu görüşün isabetli olmadığı, Türkiye Cumhuriyeti’nde Müslümanlığın Diyanet İşleri Başkanlığı, eğitim-öğrenim, yayın ve yayım hayatında gözetildiği, diğer ve inançlara göre koruma ve imtiyaz gördüğü, bu açıdan Anayasa m.10’da tanımlanan “eşitlik” ilkesi ile Anayasa m.24 ile güvence altına alınan din ve vicdan hürriyetinin Müslüman olmayanlar bakımından ihlal edildiği görüşü ileri sürülebilir. Kanaatimce bu görüş, “çoğunluğun inancının gözetilmesi” esasının, hukuk kurallarında değilse bile, uluslararası toplumda “de facto” olarak uygulamada benimsenmediğinden, doğal hukuk açısından savunulabilir olmakla birlikte, pozitif hukuk tatbikatında kabul görmeyip, her toplumda gözetilen ve öne çıkan bir veya birkaç dinin varlığını karşısında teoriden öteye gidememektedir. Bu tespitin, uygar toplum veya birey olup olmamak, eğitim-öğrenim alanında müthiş bir gelişim gösterip göstermemekle de bir ilgisi yoktur. Din ve inançlar bakımından maddi hakikat budur.

Çoğunluğun benimsediği dinin vecibelerinin yerine getirilmesinde istisnasızlık benimsendiğinde ise, elbette diğer dinler gözardı edilip, yalnızca çoğunluğun inançları çerçevesinde yükümlülüklerin yerine getirilmesine izin verilecektir. Bu anlayış, esasında çoğunluğun inandığı dinin dışında kalan dinlere saygısızlık da değildir. Demokrasinin bir gereği olarak çoğunluğun gözetilmesinin ve tercihlerinin doğal bir sonucudur. Çoğunluk, diğer dinler bakımından da bu dinlere mensup bireylerin din ve vicdan hürriyetini kullanabilmeleri amacıyla kısıtlamalar kabul edebilir.

Bir diğer görüş ise, laik devletin çoğunluğun dini inancı olup olmadığı ayırımına gitmeksizin her dine eşit mesafede yaklaşması, ya her dinin her vecibesinin yerine getirilebilmesi için gerektiğinde adalet hizmetine ara verilmesi ya da hiçbir dinin öngördüğü yükümlülük, ibadet vesair gerekliliklerin yerine getirilmesine izin verilmemesidir. Her ikisi de devleti laik kılar. Ancak ilkini tercih etmek nerede ise imkansızdır. Çünkü devletçe tanınan/tanınmayan din ayırımı yapılamayacağına göre, hatta bu ayırım yapılsa bile yine dini vecibelerin yerine getirilmesi amacıyla adaletin kesintiye uğratılmasına, bu konudaki zaman aralıklarına ve sürekli gündeme gelen bu kesintilerin yol açacağı sorunlara çözüm bulunamayacağından, bu yöntemin işletilmesi de mümkün gözükmemektedir.

Sonuçta iki sistem kalmaktadır. Birincisi çoğunluğun inancının tercih edilmesi suretiyle adalet hizmetlerinin tüm yükümlülükler yönünden ertelenmesi veya kısmen ertelenmesidir ki, Türkiye Cumhuriyeti Müslümanların dini bayramları nedeniyle kısmen ertelenmeyi benimsemiştir. Bu model, Avrupa ülkelerinde de benimsenmiştir. İran ve İsrail gibi şer’i hükümlerin benimsendiği yerlerde tartışmasız dini vecibelerin yerine getirilmesi amacıyla adaletin ertelenmesi kabul edilmiştir. Bu görüş, ya toplumda baskın olmayan dini korumaz veya bir dinin tüm vecibelerinin yerine getirilmesi yönünden kısıtlamayı kabul etmez. Diğer görüş de, bütün dinlere eşit mesafede kalır. Dini yükümlülüklerin ve gerekliliklerin yerine getirilmesi bakımından bir kamu hizmeti olan adaletin tecellisini ertelemez. Topluma din duygularının hakim olduğu, bir veya birkaç baskın dinin olduğu noktada, elbette bunun kabulü mümkün değildir.

Nisbi laik devlet ilkesinin benimsendiği ülkelerde, kanaatimizce Türkiye Cumhuriyeti de bu kategoridedir, çoğunluğun dini ön plandadır. Ancak nisbi laik devlet, kuralların kabulünde ve uygulanmasında beşeri sistemi ön plana alır. Fakat dini vecibelerin yerine getirilmesinde, çoğunluğun benimsediği dinin gereklerinin yerine getirilmesi kabul edilmiştir. Bu kabul bazen doğrudan doğruya, bazen de dolaylı olur. Doğrudan doğruya kabul de örneğin dini bayram nedeniyle tatil ilan edilmekte, dolaylı kabulde de ya bir sınırlamaya görünüşte meşru bir amaç bulunmakta ya da sınırlama halihazırda teamül haline dönmektedir.

Kanaatimizce, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi doğru karar vermiştir. Belirtmeliyiz ki devlet, her bireyin inandığı her dine göre sınırlamaya gidecek ve adaleti erteleyecek olursa, bunun asla önünü alamaz. Çünkü durum çoğunluğun talebinden kaynaklanır ve devlet, çoğunluğun talebini gözardı edemeyecektir. İnsana hizmet için var olan devlet, toplum gerçeğinden ayrı kalamaz. Elbette mutlak doğru her insanın memnun edilmesi ve herkesin inancının gereğinin yerine getirilmesidir. Ancak bu, her zaman sağlanamaz. Örneğin; kılık-kıyafet, tatil, ibadet, ibadetin özgürce yaşanması gibi konularda herkesin mutlak mutluluğu pratikte mümkün değildir.

Belirtmeliyiz ki bu kısıtlama, sadece Türkiye ile sınırlı değildir. Demokrasinin gereği ve çoğunluğun iradesi gibi kavramlara dayanmak suretiyle de bu özgürlüğün kısıtlanması, örneğin İsviçre’de minare yapımının yasaklanması dahi bu kapsamda karşılaşılan örneklerden birisidir.

Kanaatimizce, tartışma konusu hakkında herkesi memnun edecek “yüzde yüz mutluluk” ancak doğal hukuktadır.